1 Mayıs 2010 Cumartesi

"THE" 1 MAYIS 1977


Birkaç metre önümdeki kız göğsünden vurulup yere düştüğünde, Atatürk anıtının yanında yere boylu boyunca uzanmış, sigaramı yakmaya çalışırken buldum kendimi.

Çakmak bir türlü yanmıyordu.

İntercontinental Oteli’nin 4. ve 5. katından üzerimize ateş eden adamların silahları sustuğunda, her taraf cesetlerle ve yaralılarla doluydu…

Emekçiler ölmüştü…

Emekçiler yaralanmıştı…

Emekçiler dağıtılmıştı…

O kız öldü mü bilmiyorum.

Ama belleğimde kalan en hazin şey, o kızın vurulması veya üst üste yığılan vatanseverlerin cesetleri değildi; neden bilmiyorum, beni en çok hüzünlendiren ve bugüne kadar hâlâ unutamadığım şey, herkes can havliyle kaçışıp dağıldığında, tüm alana yayılıp kalmış olan sahipsiz binlerce ayakkabıydı.

Ayakkabı tekleri…

Binlerce…

Hitler’in Yahudi katliamıyla ilgili filmlerde o üst üste yığılmış sahipsiz ayakkabıları her gördüğümde hep Taksim’i hatırlarım.

Silah sesleri de hâlâ kulaklarımda.

Silah sesleri de hâlâ kulaklarımda; çünkü 1 Mayıs 1977 henüz bitmedi, o kalleş gün hâlâ devam ediyor!..

Benim de içinde bulunduğum gurubu kastederek “Maocular Taksim’i Bastı!” diye ahlâksızca manşet atmıştı o kalleş gazete; aynen bugün attığı manşetler gibi adice bir yalandı bu da!..

Oradaydım, biliyorum; bana ateş edilmişti, bize!..

O gün biz ölmüştük orada, emekçiler…

Ahlâksız gazetenin iddia ettiği gibi olsaydı, Taksim’i biz basmış olsaydık, ölenler Türk emekçiler değil, İntercontinental’e konuşlanan amerikalı suikastçılar olurdu…

“Kısa yaz, yumuşak yaz, basit yaz!” diye uyardı birkaç gün önce bir dostum; okuyucu, okumuyormuş…

Bu konuda ayrıntıya girmeye kalkarsanız her şey birbirine karışır zaten; otuz üç yıldır çözülmedi (“çözülemedi” değil; çözülmedi.), ben bir yazıda mı çözeceğim…(Aslında çözülmesine gerek de yok, çünkü “çözülecek” bir şey yok; her şey ayan beyan ortada…)

Kısa, -ne demekse- yumuşak ve basit…

1 Mayıs 1977 suikastını Türk halkına kim yaptıysa, aynı şeyleri bugün de yapmaya devam ediyor.

Emekçilerin gaspedilen hakları…

Özelleştirmeler… (Fabrikalar, limanlar, petrokimya tesisleri, iletişim kuruluşları… Hepsi gitti, hepsi… Sırada köprüler, otoyollar ve nehirler var; bunlar da bittiğinde ruhlarımız… Kimi ruhlar çoktan özelleştirildi bile; bu devşirmeler, emekçiler için mücadele ettikleri o yılları “cinnet günleri” diye isimlendiriyor artık; bugün hepsi liberal(!), hepsi ABD ile kucak kucağa…)

500 Milyar dolara ulaşan iç ve dış borç…

Açlık sınırında yaşayan milyonlar, işsizlik cinnetindeki milyonlar, asgari ücret zulmünde inleyen milyonlar…

Günde ancak 3 gram kırmızı et tüketebilen Devlet memurları…

Bölünmenin eşiğindeki bir Ülke…

Açlara, perişanlara, yoksullara karşı; lüks ve debdebe içinde, üç gün üç gece düğün yapan Müslüman(!)lar; Varlık Barışı’nda 7 katrilyon beş yüz trilyon lirayı “ak”layanlar; süpermarket/özel hastane zinciri kuranlar, yeni medya patronları, yeni dolar milyarderleri…

Mehmet Koca bugün köşesinde “Etimle Oynama!” diye isyan ediyor.

Oynar sevgili dostum, oynar!.. Sizin yazmanız önemli değil, “okuyucu” bunu “okuyor” mu; önemli olan bu!.. “Okuyucu”, “okumuyorsa”, o neden oynamasın ki?!.

Ben ne dediğinizi anlıyorum.

Okuyorum çünkü.

Oradaydım çünkü…

“Okuyucu”, “okuyamıyorsa”, o oynar; 1 Mayıs 1977’de yaptığı gibi, çünkü 1 Mayıs 1977 bugün de devam ediyor.

Yaşam çoğu kere “belirtiler/izler/işaretler” sunar bize; hiçbir şey tesadüf değildir çünkü…

Bir dostuma, “Bu ‘the’ da ne demek Allahaşkına?” diye sorduğumda bana şu iletiyi geçti:

“The = Definite article (a specific object that both the person speaking and the listener know)
The = Belirli tanımlılık (konuşan ve dinleyenin her ikisinin de bildiği belirli bir şey.)”

Peki; Türkçe’de böyle bir şey var mı?

Burası Amerika mı?

“Okuyucu”, “okuyabiliyorsa”; daha doğrusu “okumaya niyeti varsa” yaşam ona bu izi/işareti/belirtiyi çok veciz bir biçimde sunuyor zaten.

Bugün, 1 Mayıs 1977’de üzerimize ateş açılan o otelin ismi ne?

“The” Marmara…

Peki, burası Amerika mı; o “the” ne oluyor?!.

Anadilimize de mi suikast yapılıyor yani?

Yoksa gerçekten “çok belirli” bir şey olduğu için mi böyle isimlendirilmiş bu “anıt”!..

1 Mayıs 1977 hâlâ sürüyor…

Suikast devam ediyor…

Taksim-Silivri hattına ek otobüs seferleri konuyor artık.

Suikastçı kim peki?

The assassin is very puşt, isn’t it?

Suikastçıyı kendi dilinde, amerikanca yazdım, hâlâ okuyamıyor mu okuyucu?

O halde bu zulüm, bu 1 Mayıs 1977 daha çok sürer ciğerim…

Daha çok sürer…

Neydi “the”?

Konuşanın ve dinleyenin her ikisinin de bildiği belirli bir şey…

Sen bu “belirli şey”i bilmiyormuş gibi yapmaya devam et ciğerim.

Sen bilmiyormuş gibi yapmaya devam et!

Yarın, ikinci bir İstiklâl Savaşı yapmak zorunda kaldığında bu söylediklerimi hatırlarsın!..

Ben sert, karmaşık ve uzun yazıyorum…

Sen “okumama”ya devam et!..

“Okey?”

Hiçbir şey tesadüf değildir, demiştim ya; Mehmet Koca, yukarıda andığım “Etimle Oynama!” adlı çalışmasını bakın nasıl ürpertici bir biçimde bitiriyor:

“Yoksa yakında Akdeniz açıklarında Türkiye Limanlarına yanaşmak için bekleyen çok sayıda gemi belirir, haberiniz olsun!”

Tesadüf(!)’e bakın!..

Ve diğer “tesadüf”e:

İnterncontinental’den “The” Marmara’ya…

Çok karmaşık gerçekten, çok sert ve çok uzun…

Isn’t it?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder