30 Aralık 2010 Perşembe

Yarım Dinliler

İnsaf, dinin yarısıdır…

Geçen gün yine duydum bu sözü; hoşuma da gitti doğrusu.

İnsaf, Arapça bir sözcükmüş; “merhamete, vicdana veya mantığa dayanan adalet”miş Türkçe karşılığı.

O halde hapı yuttuğunun resmidir hemşerim!..

Otuz milyon açın, dört mü beş mi bilemediğimiz milyon işsizin, evine günde ancak 3 gram kırmızı et götürebilen memurun bulunduğu bir ülkede varlık barışında 5 milyar dolar getirenlerin veya ihalelerde 8-10 milyar dolarları öne sürenlerin hiç de yadırganmaması neyi gösteriyor?

Bu bir soru; bak, üstteki cümleyi soru işareti bile bitirdim.

Neyi gösteriyor?

Hapı yutuğunu gösteriyor tabii; çünkü bu iş hiç de “merhamete, vicdana veya mantığa dayanan bir adalet” gibi gelmiyor bana!..

Sen Kuran’ı başlatan kelime olan “merhamet”i içinden gelen bir “lütuf” seviyesine indireceksin, insanların haklarının sözü bile edilmeyecek kadar küçük bir kısmını içinden gelen iyilikle kendilerine veriyormuş gibi kabara kabara dolaşacaksın ortada, sonra da kalkıp insaftan, dinden imandan söz edeceksin ha!

Yok öyle yağma!

İnsan isyan etmekten kendini alamıyor birader; Kuran’ı tercüme ederken, meal hazırlarken dahi bu kurnazlığı yapacaksın; Bakara 219’u “affedin” diye, Nahl 71’i “Necran Hristiyanlarına indi” diye anlaşılmaz hale getireceksin, sonra da kalkıp insaftan, dinden imandan söz edeceksin ha!

Yok öyle yağma!..

Kahrolası bir Bakan ilini ziyaret edecek diye vinçte asılı danayı dört buçuk saat başaşağı bekletip ziyaretçin nihayet lütfedip geldiğinde o biçare hayvanı “kurban” adı altında katledeceksin, sonra da kalkıp insaftan, dinden imandan söz edeceksin ha!

Yok öyle yağma!..

İşte tam bu aşamada “insaf”ı bir kez daha açmakta fayda var; ne diyordu lûgat: Merhamete, vicdana veya mantığa dayanan adalet…

Büyük bir kararlılıkla uyguladığın serbest piyasa ekonomisinin, insanı neredeyse insanlığından çıkaran “rekabet”inin, birtakım beceriye ve meziyete sahip kimilerini sonsuz servete sahip olmaya teşvik eden “girişimcilik” ruhunun, kamunun hazinesini ona buna peşkeş çekmeye dönüşen “özelleştirme”lerinin merhametle, vicdanla, mantıkla ne alakası var; sen tüm bu adaletsizlikleri çatır çatır uygulayacaksın, sonra kalkıp insaftan, dinden imandan söz edeceksin ha!

Yok öyle yağma!..

Sen Müslümansın be, sen Kuran okuyorsun!..

Senin memleketinde hasta olan birine hâlâ “paran var mı hemşerim?!.” diye sorulacak; insan sağlığı hâlâ bir istismar aracı olarak kullanılacak, parası olan özel hastanelerde -ne demekse- “babalar gibi” tedavi olurken parası olmayan, bir doktora günde yüz hasta düşen hastanelerde sefil olacak; Allah kimilerine “Clevaland’a git, orada iyi hastaneler var!” diye vahyederken, kimileri sağlık ocağı dahi olmayan yerlerde acı içinde kıvranacak, sonra kalkıp insaftan, dinden imandan söz edeceksin ha!

Yok öyle yağma!..

Sen şöminenin karşısında keyif içinde geğirip estağfurullah çekerken, parasını ödeyemediği için doğalgazı kesilen o yaşlı kadın “her gün soğuktan donuyorum yavrum” diye ağlayıp/inleyip duracak; sen de kalkıp insaftan, dinden imandan söz edeceksin ha!

Yok öyle yağma!..

Seni kansız seni; polis tekmesiyle çocuğunu düşüren öğrenci annenin o masum yavrusu için üzülmek yerine, “o piçi nereden paydahlamış!” diye yazılar yazacaksın, sonra da kalkıp insaftan, dinden imandan söz edeceksin ha!

Yok öyle yağma!..

Bundan on yıl önce, her yazdığın yazıda kapitalizmi şiddetle telin etmeyi bir alışkanlık haline getirmişken, bugünlerde yazdığın yazılarda bu “insana rağmen düzen”i bir kez dahi olsun ağzına bile almayıp “serbest piyasa”nın erdemlerinden dem vuracaksın, sonra da kalkıp insaftan, dinden imandan söz edeceksin ha!

Yok öyle yağma!..

Adam Smith’in sözünü ettiği liberal ekonominin dünyanın hiçbir yerinde uygalanmadığını, devletin mutlak surette o veya bu biçimde birtakım müdahalelerde bulunduğunu milletten gizleyip AB ve amerikan haydudunun güdümünde ülkendeki üreticileri perişan edeceksin, sonra da kalkıp insaftan, dinden imandan söz edeceksin ha!

Yok öyle yağma!..

“Ergenekon Terör Örgütü” diye bir çuval oluşturacaksın, bu çuvalın içine suçlu veya suçsuz olduğuna bakmadan tüm muhalifleri “darbeci” diye doldurup mahkemeye dahi çıkarmadan yıllarca mapus damlarında çürüteceksin, ailelerine en akla gelmez iftiraları atıp cümlesini perişan edecek, utancından intihar edenlerle hiç insaf etmeden, onlarla basbayağı dalga geçen yazılar yazacaksın, sonra da kalkıp insaftan, dinden imandan söz edeceksin ha!

Yok öyle yağma!..

Yazı yazdığın gazetede veya program yaptığın televizyon kanalında cinden, periden, faldan, muskadan, büyü bozmaktan dem vurup, yok Mehdi geldi, yok Hz.İsa indi diye saçma sapan konularda milletin aklını karıştırıp yoksulluğu, bunun nedenleri ve nasıl giderilebileceği üzerinde tek kelime bile etmeyeceksin, sonra da kalkıp insaftan, dinden imandan söz edecekesin ha!

Yok öyle yağma!..

Ne diyordu düşünür: Gerçeğin bir gün mutlaka ortaya çıkmak gibi tuhaf bir huyu vardır.

O kadar kurnazca davranıyorsun ki, o kurnaz bilinçaltın seni bile kandırmaya muvaffak olabiliyor; o “bir gün”ün ille de “burada” olması gerekmediğini düşünmeyi bile ihmal ediyorsun…

Ya “orada” olacaksa?

Seni yarım dinli insafsız seni; bunu düşünmek bile istemiyorsun, biliyorum.

Ama…

Yok öyle yağma!..

28 Aralık 2010 Salı

İnsan, Akıl Ve Bir Milyon Yıl

Konu çok karmaşık ve bu fakir bu karmaşık meselede uzun uzun malumatfuruşluk yapmak niyetinde ve yeteneğinde değil! Bunu felsefecilere bırakmak en iyisi.

Bazen açık olmak gerek, apaçık…

Akıl nedenselliği kavramaktır, diyor düşünür.

Peki, nedensellik ne:

Belli nedenlerin belli sonuçları yaratacağı, aynı nedenlerin aynı koşullarda aynı sonuçları vereceği iddiasını içeren felsefe terimi. (Vikipedi)

Arapça bir sözcük olan “akıl”; düşünme, anlama, kavrama ve sonuçlara varma yeteneğidir.

“Ben neden yoksulum?” diye soran kişi, aklını kullanarak bu sorunun cevabını bulabilme yeteneğine sahip; çünkü bu yetenek fıtratında zaten mevcut.

Mesele, bu soruyu sorarak zorunlu olan ilk adımı atmakta.

Yoksulluk bir kaderdir, diye kendi beynini prangalayan kişinin bu zorunlu ilk adımı atması mümkün olmuyor; ve işte tam da bu nedenle yoksul insanlara bunun bir kader olduğu öğretiliyor!

Yoksul kişi bu yoksulluğa öylesine alıştırılmış ki, bunu sorgulamaktan çoktan vazgeçmiş; dolayısıyla zorunlu olan ilk adımı atması da imkânsız hale gelmiş.

Ben neden yoksulum?

Çünkü aklını kullanmıyorsun ciğerim; bu nedenle yoksulsun.

Aklını kullanmıyorsun!..

İnsanoğlunun görkemli serüveninin farkında olma bahtiyarlığı, kafatasının içindeki kutsal elektromanyetik akışta vücut bulur; bu olmazsa olmaz önşart, Yaratıcı’nın yarattığına “nefesinden üflemesi”nin (Sad, 72) tecellisinin en somut kanıtlarından biri, belki de birincisidir.

Sen bu bahtiyarlığı reddediyorsun, çünkü aklını kullanmıyorsun!

“Andolsun ki, biz Kuran’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık; fakat düşünen mi var!” (Kamer, 17, 22, 32, 40; aynı surede dört kez aynı uyarı!)

Bu konuda en az yüz tane ayet sıralayabilirim; ama çalışma uzar diye bunu yapmayacağım.

Bu çalışmada üç-dört ayetle yenineceğim.

Biz önce topraktan, sonra bir spermden, sonra bir embriyodan yaratılmışız. Sonra bir bebek olarak annelerimizin karnından çıkarılıyoruz. Sonra güçlü çağımıza ulaşalım diye ve sonuçta yaşlanalım diye yaşatılıyoruz. İçimizden bir kısmı daha önce vefat ettiriliyor.

“E, ne ilgisi var?” değil mi?

Bakın ne ilgisi var:

“Tüm bunlar, belirlenen bir süreye ulaşasınız ve aklınızı işletesiniz diyedir.” (Mümin, 67)

Eliaçık şöyle meallendiriyor:

“Sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir kan pıhtısından yaratan, ardından bir bebek olarak dünyaya getiren O’dur. Sonra olgunluk çağına erişmenizi, sonra da yaşlanmanızı sağlıyor. İçinizden kimine erken ölüm veriyor, kiminizi de belli bir süreye kadar yaşatıyor. Bütün bunlar aklınızı kullanasınız diyedir.”

Bütün bunlar aklınızı kullanasınız diyedir!..

Ayet o kadar muhteşem ki, insanoğlunun dünyaya geliş nedeninin aklını çalıştırmak olduğu, üzerinde tartışılamayacak kadar belirgin; dünyaya geldik, çünkü Yaratıcı aklımızı kullanmamızı istiyor.

Bu kadar açık, bu kadar net, bu kadar berrak…

Tüm bunlar aklımızı işletelim diyeyse, “öte taraf”la akıl arasında, “ruhun yücelişi” ile akıl arasında bir irtibat olmalı.

Ne var ki, akıl ile “burası” arısında da bir irtibat olduğu açık, çünkü yukarıda sözünü ettiğim yüzden fazla ayete ilaveten öyle biri var ki, her şeyi tüm çıplaklığı ile ortaya koyuveriyor:

“Biz pisliği aklını kullanmayanın üzerine bırakırız!” (Yunus, 100)


xxx xxx xxx

Allahaşkınıza hadi şu ilk adımı atalım:

Ben neden yoksulum?

xxx xxx xxx



(Çalışma uzamasın diye bugün tek bir örnekten, “özelleştirmelerden” söz edeceğiz.)

İktisadi liberalizm ne diyor:

“İktisadi alandaki en uygun siyaset, asgari ölçekteki (minimal) devlettir.”

Şimdi Sümerbank’ın özelleştirilmesinde neden “elhamdülillah” çekildiğini anlayabiliyoruz; çünkü amacı biliyoruz artık: Minimal devlet!..

Asgari ölçüdeki devlet…

Özelleştirme adı altında, elindeki tüm kamu hazinelerini ona buna satarak küçülme, “asgari ölçeğe inme” yolunu seçen devlet…

Yine çalışma uzamasın diye, bu konuda tek bir örnek vereceğim: Telekom…

Kamunun en önemli hazinelerinden biri olan Türk Telekom, Lübnanlı bir aileye, üç yıllık kârı karşılığında satıldı!

Üç yıllık kârı karşılığında.

Bu üç yıldan sonra, bu muazzam kuruluşun kârının sadece %20’sini vergi olarak alabiliyoruz; inanılmaz ölçüdeki bu kârın % 80’i artık bu aileye gidiyor!

Her yıl, her yıl, her yıl…

Bunun gibi yüze yakın kuruluş, bizim hazinemizden çıkarılıp özel bazı kişilere bu şekilde peşkeş çekildi!

Hani geçenlerde bir ihalede 8 milyar dolar döndü ya; işte ayda 1.000 lira kazanan bir emekçinin bu parayı biriktirebilmesi için hiç yemeden içmeden, yani hiç para harcamadan 1 milyon yıl çalışması gerekiyor! (Dolar kurunun 1.5 lira olduğunu varsaydık.)

Bir milyon yıl…

İnsan ırkının yazılı tarihi 8.000, bilemedin 10.000 yılla sınırlı; biz burada 1.000.000 yıldan söz ediyoruz!..

Bu kadar acımasız bir düzen/sistem/her ne haltsa olabilir mi birader!

Ayıptır be!

Olabilir değil, bal gibi de olur; çünkü sen aklını kullanmıyorsun!


xxx xxx xxx

Allahaşkına şu soruyu sor artık kendine be dostum: Kâr eden bir kuruluş neden satılsın?!. (Soruna aynen benim gibi ünlem işareti de koy tabii.)

Çünkü AKP’nin de dahil olduğu bu düzen partilerinin iktisadi liberalizmi/serbest piyasa ekonomisi bunu dayatıyor; bu dayatmadan kurtulmak düzen partileri için mümkün değil!

Bugünden sonra o özelleştirilen kurumun/kuruluşun kârı, hazine yerine bu kişi veya kişilerin cebine gidecek! Gidecek, çünkü bu kişi veya kişiler kâr etmeyeceklerini bilseler neden bunca parayı verip de satın alsınlar! E, kâr edecekse neden satılsın be yoksul dostum!

Bakın bunların ağababası Ayn Rand ne diyor:

“Birey hakları, ‘refah devleti’ anlayışına dayandırılarak birtakım sözde yeni ‘haklar’ aracılığıyla tahrip edilmektedir; esasen ‘refah devleti’ de bir tür soyguncu çetesinden başka bir şey değildir.”

Bunlara göre, tüm halkının refahını hedef alan devlet soyguncu çetesi, çünkü belirli meziyetleri dolayısıyla serbest piyasa düzeni içinde onun bunun alınterini gaspeden bir avuç zümrenin servetini çalmaktan başka bir şey yapmıyor!

Telekom, üç yıllık kârı karşılığında bu nedenle özelleştirildi işte, çünkü devlet, refah devleti olmaktan çekindi! Konjonktür buna izin vermiyordu; yani globalleşen dünya, buna izin vermiyordu…

Peki, sen ne yaptın yoksul dostum?

Telekom’u özelleştirenleri daha da artan desteğinle yeniden seçtin!

Neden?

Çünkü aklını kullanmadın ve yoksulluk kaderini kendin yazdın!

Cinle, periyle, büyücü hoca ile, cinci hoca ile, muska ile, yatırları aracı kılmakla öyle çok zaman harcadın ki, kapitalizmin ne olduğunu anlamaya vaktin kalmadı!

Globalleşen dünyaya yani konjonktüre direnebilecek bir iktidar senin sorunlarını çözebilirdi ancak, ama sen bunun tam tersini, düzen partilerinden biri olan AKP’yi tekrar seçmeye karar verdin. (CHP’nin özelleştirmeler karşısında, göstermelik bazı çıkışlar dışında bu denli sessiz kalmasını anlamak ise olanaksız; bunun yorumu bile yapılamaz!)

Aklını kullanan bir yoksul, kapitalizmin kralını ugulayanlara bu denli garip bir destek verirse, olacağı ne ise o oldu işte!

Kış geldi, zaten aç olan çoluk çocuğun bu kez de soğukla mücadele etmek zorunda kalacak, çünkü sobanı yakacak kömürün veya doğalgazın vanasını biraz daha açacak paran yok!

“Serbest piyasa ekonomisinin kralını uygulayan bir partiye oy veriyorsun, senin aklından zorun mu var be yoksul dostum!” diye sitem etmek bile gelmiyor içimden, çünkü bırak aklından zorun olmasını, o aklı kullanmıyorsun bile… (Parasını ödeyemediği doğalgazı kesildiği için her gün “üşüyorum yuvrum” diye ağlayan o yaşlı kadını anlattığım çalışmamı hatırla dostum; o kadının o her gün ağlayışı karşısında dünya o gün durmalıydı aslında, dünya o gün durmalı ve insanlık son bulmalıydı.)

Mecliste görüşülmekte olan bütçenin sözü dahi edilmeyecek kadar küçük bir kısmı “sadaka” olarak sana ayrılmış, bundan dahi gocunmuyorsun; çünkü aklını kullanmıyorsun!

xxx xxx xxx

Yukarıda ne demiştik: Aynı nedenler aynı koşullarda aynı sonuçları verir.

Düzen partilerinden hesap sormadığın sürece (aynı nedenler), seçimlerde (aynı koşullar) kapitalist partiler kazanır (aynı sonuçlar)…

Sen de yoksul kalırsın!..

Hz.Musa nasıl yakınıyordu:

“Rabbim, dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?” (Araf, 155)

Hz.Musa hangi özel nedenle yakınıyor olursa olsun; önemli olan, bu yakınmasındaki “beyinsizler” vurgulaması, “beyinsizlerin helâk edilebileceği”ni hatırlatması.

Bir yoksul kapitalist partileri destekler mi hiç ciğerim?!.

Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz? (Araf, 169)


xxx xxx xxx


Sevgili yoksul dostum,

Ya hiç evlenmeden, çoluk çocuk sahibi olmadan, hiçbir şey yiyip içmeden 1.000.000 yıl çalışıp para biriktirerek özelleştirme ihalelerine gireceksin; ya da düzen partilerine hadlerini bildirerek milli servetin adaletli dağılımını sağlayacaksın. (Sen biraz zorlasan, düzen partilerinin bile yapabileceği bür sürü şey var.)

Karar senindir!

Sen Allah’ın yeryüzündeki halifesisin; fıtratında, doğru kararı verecek yetenek mevcut…

Bu çalışmayı iç içe iki soruyla bitirelim hadi:

Bu çalışmamıza konu olan Surenin adı neydi:

Mümin…

Ne demek Mümin ve bu ayetin bu Surede ne işi var?

24 Aralık 2010 Cuma

Haydutun İpiyle Kuyuya İnenler

Ülkemizin temel meselesi yoksulluk.

Bu kahredici gerçek kitlelerin zihninde öylesine kalıcı bir etki yaratmış ki, neredeyse açlığın pençesinde kıvranan milyonlar bunu bir kader, bir imtihan aracı olarak kabullenmiş ve bu konuda herhangi bir talepte bulunmayı adeta günah bellemiş.

Bunda, kitleler üzerinde afyon etkisi yaratan ve İslamı taklit eden tuhaf bir dinle birlikte, Batılı ilahlarına marazi bir tutkuyla bağlannış olan bazı aydınların ve bu yangından mal kaçırma sevdasına kapılanların da derin etkileri var.

Çok somut iki örnek verilmesi gerekirse, son yıllarda ne işçi grevlerine rastlanmakta, ne de Cuma çıkışlarındaki o kutsal amerikan karşıtlığına.

Haydut öylesine planlı hareket ediyor ki, bu fakir dahil milyonlarca insan bir terslik olduğunu fark etmekte ama hastalığa teşhis koymakta yetersiz kalmakta. Bir şeyler oluyor, herkes farkında; ama tam olarak ne oluyor, bir avuç kişi dışında kimse hiçbir şey bilmiyor.

Çünkü haydut sürekli olarak suni gündemler yaratmakta son derece mahir davranıyor ve paradoksal olarak karşıtlarını bile yanına çakmeyi başarabiliyor.

Sadece Irak örneği bile bu paradoksu gözler önüne sermeye yeterli olsa gerek.

Irak’ta son iki-üç yıl içinde iki milyon Müslüman katledilmiş olmasına ve bu katliam Büyük Ortadoğu Projesinin veya her ne isimle isimlendiriliyorsa o kahrolası organizasyonun küçük bir parçası olmasına rağmen, Türkiye’de Müslümanların oyuyla iktidara gelen AKP tarafından anlaşılması zor -veya çok kolay- bir biçimde sineye çekiliyor. (Muhalefetin de bu konuda bir şey yapmadığı ortada; çünkü kabul edelim veya etmeyelim haydut vesayeti onların üzerinde de bir hayli etkili.)

İhtilallerin tümü, bir zamanlar solcu ve sağcı gençlerin birbirine kırdırılması, son günlerde kaşınmaya başlanan Kahraman Maraş olayı, ülkede neredeyse şehit cenazesi kaldırılmayan mahalle kalmaması, haydut karşıtı tüm unsurların Ergenekon yaftasıyla etkisiz kılınması, kamunun tüm birikimlerinin özelleştirme adı altında har vurup harman savrulması… Sayısız örnek…

Ve en garibi de, herkesin bu melanetlerde haydutun parmağı olduğunu bilmesine rağmen, bundan hiç söz etmemesi… Anlaşılır gibi değil (yoksa tam tersi mi!)…

Neredeyse tüm aydınlar ama çok daha hüzün verici olanı tüm Müslüman aydınlar… Herkes her şeyi biliyor, ama hiç kimse gerekli refleksi göstermek bir yana, sanki haydutla işbirliği yapmışcasına çürümeye ve yozlaşmaya adeta alkış tutmakla meşgul.

Askeri vesayet, sivil vesayet tartışmaları arasında haydut vesayeti adeta görmezden geliniyor; ne yapacağımıza haydut karar veriyor ve hangi hükümet işbaşına gelirse gelsin bu vesayet altında ezilmekten kendini kurtaramıyor.

Öylesine derin bir teslimiyet söz konusu ki, yukarıdaki yoksul kitleler örneğinde olduğu gibi, aydınlar da bu marazi teslimiyete karşı çıkmayı adeta günah bellemişler.

Biraz abartırsak, haydut ne isterse Türkiye’de o oluyor demek bile mümkün.

Son günlerin yaratılan gündemi, şu “demokratik açılım” adı altında başlatılıp bugünlere kadar uzanan meselede zarar göreceke olan yine yoksul halk olacak. Öyle tehlikeli günlerden ve insanın dilinin ucuna gelen şeyleri söyleyip söylememe konusunda bin kere düşünmesi gereken günlerden geçiyoruz ki, Allah sonumuzu hayır etsin demekten başka bir şey yapamıyor insan.

Anadilde eğitim gibi masum bir isteğin nihai hedefinin bölünme olduğunu herkes bal gibi de biliyor; ama bu yalın gerçek dahi telaffuz edilemiyor, çünkü sonuçlarının ne olacağı da gün gibi ortada: Böylesine bir etnik milliyetçiliğin tepkisinin yine aynı ölçüde etkin bir milliyetçilik olacağı kestirilemiyor mu yani!

Dün sosyalistlerle ülkücüleri birbirine kırdıranlar, bugün de etnik kökenleri kullanarak insanları birbirine kırdırma peşinde.

“Ilımlı İslam” diye ortaya sürülmeye çalışılan bu garip din böyle bir şey olsa gerek; ibadet ve inançta alabildiğine serbesti var, ama temel meselelerde son sözü haydutun söylemesi şartıyla!

Olan yine yoksul halka olacak.

Aydınlar(!) her türlü konuda öylesine uzmanlaşmışlar ve meseleleri öylesine karmaşık bir hale getirerek tekellerine almışlar ki, neler olup bittiği konusunda sıradan insanların sağlıklı bir bilgiye ulaşmaları artık mümkün değil; yoksul halk adeta takım tutarcasına kendini savunduğunu düşündüğü aktörlerin peşinden koyun sürüsü gibi gitmek zorunda bırakılıyor.

Söz konusu aydınların bilmediği(!) tek şey, mille gelirin adaletli bölüşümü meselesi…

Bu meseleyi konuşan dahi yok!

Bir çalışmamda milyonlarca değersiz bilgi ummanında Kuran’ın nasıl ortadan kaldırıldığnı işlemiştim; bu da ona benzer bir durum…

Her şey öylesine karmaşık ve içinden çıkılmaz bilgi yığını öylesine derin ki, yoksul halkın inim inim inlemesi bu gürültü içinde sinek vızıltısı kadar bile yer kaplamıyor.

Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını herkes biliyor, herkes; ama bu hikâye ile Türkiye’yi adeta teslim alan aydınlar, Türk halkını hâlâ aynı masallarla kandırmaktan vezgeçmeyi düşünmüyorlar bile. Aynen Müslüman aydınların türban meselesinde yoksul Müslümanları oyaladıkları gibi; aynen Kürt aydınların doğulu yoksul vatandaşlarımızı giderek tehlikeli bir hal alan Kürt milliyetçiliği ile oyalamaları gibi.

Kendilerine Kürt aydını demeyi seçenlerden bir kez olsun toprak reformu veya toprak devrimi sözünü duyduk mu bugüne kadar! Aşiret düğünlerinde tonlarca altın dökülüyor ortaya; bu denli servet ve bu denli yoksulluk bir arada nasıl oluyor; bunu irdeleyen bir tane Kürt aydını gördük mü bugüne kadar!

Haydut abd Türkiye’yi bölmeyi kafasına koymuş, bunu herkes biliyor; ama nedense kimse bunu telaffuz etmek dahi istemiyor; bunda bir gariplik yok mu?!.

Çok tehlikeli günlerden geçiyoruz!

Haydutun ipiyle kuyuya inenler zerre kadar umurumda değil, ne halleri varsa görsünler; ama kendileri kuyuya inmekle kalmıyor, yoksul halkı da bu kuyunun içine çekiyorlar…

Aslında pusula görevi üstlenebilecek bir gösterge de mevcut: Bu konuyu kaşıyanlar ve bu konuda taraf olanlar -örneğin patronlar kulubü, aşiret reisleri ve bu meseleden parsa toplamayı uman siyasiler- hep servet, bağ bahçe sahipleri; çünkü o veya bu biçimde haydutla dirsek teması içindeler; haydutla adeta kader birliği yapmışlar. Amerikan veya AB heyetlerinin biri gitmeden diğeri geliyor ülkemize.

Halkın yoksulluğu, örneğin memurun evine günde ancak 3 gram kırmızı et götürebilmesi, milyonlarca kişinin işsiz dolaşması, milyonlarca kişinin aç sabahlaması, kredi kartı mağdurlarının artık gizliye dönüşen sessiz çığlıkları, karda kışta evindeki sobayı dahi yakamayan milyonların sadaka kabilindeki yardımlarla hayatta kalma çabaları ve benzerleriyle, buna tepki olarak ortaya çıkan güdük öğrenci eylemlerinde giderek faşizan bir uygulamaya dönen polis devleti özentiliği bu kesimlerin umurunda bile değil! (Yeri değil ama, polisin tekmesiyle çocuğunu düşüren o öğrenciye “bu piçi nereden peydahlamış” diye sorabilen bir gazeteciye bırakın Müslümanı, insan bile demek mümkün mü!)

İşgal esnasında meleklerin kanatlarını tartışan Bizanslı ilahiyatçılardan farkımız yok. Millet açlıkla ölesiye bir mücadele içindeyken televizyonlarda bir taraftan, vur patlasın çal oynasın rezil programlar; diğer taraftan, “yoksul” sözcüğünün bir kez dahi olsun geçmediği dini programlar!.. Allahaşkınıza bir düşünür müsünüz; kamunun hazinesi özelleştirme adı altında mirasyediler gibi satılıp dururken, Müslüman ilahiyatçıların bunu görmezden gelmeleri, bu konuda tek bir söz dahi etmemeleri izah edilebilir bir tutum mudur?!. Bir Müslümanın kapitalizmle bu denli dost olması nasıl izah edilebilir?!. Satılacak bir şeyimiz kalmadığında ne yapacağız?!. (Üç gün önce Erbakan, son sekiz yılda borçlanılan tutarın, tüm Cumhuriyet tarihinde borçlanılan tutarın neredeyse beş misli olduğunu anlatıyordu.)

Milletin esas meselesi ortada dururken, Haydut vasıtasıyla belirlenen gündemlere dalıp gittiğinizde, İncirlik üssündeki, tüm bölgeyi haritadan silecek miktarda nükleer bomba siz görmek istememeyi tercih ettiğiniz için işlevsiz mi kalacak sanıyorsunuz?!. Bu lanet üsten kalkan uçakların Irak’a her sortisinde binlerce masumu öldürdüğü gerçeği Müslüman vicdanlardan silinecek mi sanıyorsunuz?!.

abd’nin haydutluğu, siz bunu görmemeyi tercih ettiğiniz için yok mu olacak sanıyorsunuz?!.

“Ne amerika ne Rusya, bağımsız Türkiye” sloganı attığım delikanlılık günlerimden bugüne kadar neredeyse kırk yıl geçti, değişen hiçbir şey yok; tek değişen şey Rusya’nın yerini AB’nin almış olması.

Türkiye bugüne kadar ne badireler atlattı, bunu da atlatacak kuşkusuz; ama hep değindiğim gibi, olan yine yoksul halka olacak, çünkü önümüzdeki örnekler, bu badirelerde servet sahiplerinin hiçbir kayba uğramadığını, aksine çok daha güçlenerek çıktığını gösteriyor.

Ne yazık!

Ne kadar yazık!..

Gerçeğin bir gün mutlaka ortaya çıkmak gibi garip bir huyu vardır, demiş bir düşünür… Ama o bir gün gelene kadar olan yine yoksula olacak tabii.

Bu naçiz çalışma ile kimseyi ikna edemeyeceğimi bilmiyor değilim; ama bu abd ipinin hiç de sağlam olmadığı konusunda kafalarda az da olsa bir düşünce kırıntısı yaratabilirsem ne mutlu bana.

Bu ip hiç de sağlam bir ip değil ve bu seferki kuyu her zamankinden çok daha derin!

Allah yardımcımız olsun…

18 Aralık 2010 Cumartesi

Günahlı Kent

Kucağımda duran kitaba bakıp “O nedir?!.” diye sorduğunda ses tonundaki hafif serzenişi ve mimiklerindeki belli belirsiz çıkışmayı fark ettiğim için, nasıl cevap vermem gerektiğini kestiremedim.

Yetmiş yaşlarında, dost görünümlü, mütedeyyin tavırlı biriydi; adamı kırmak, üzmek, incitmek istemiyordum. Kasapta, yanımdaki sandalyede oturuyor, sırasını bekliyordu. Daha önce birkaç kez selamlaşmıştık, bir maraza çıksın istemiyordum.

Mütereddit bir sesle “Tevrat.” diye cevap verdim.

Gözlerimin içine belirgin bir üzüntüyle bakarak, “Küfür bu!” diye çıkıştı; beni kırmamaya azami özeni göstererek. “İlmihal kitaplarını oku, hadis oku… Okuyacak kitap mı kalmadı; Tevrat’tan sana ne… Aklını karıştırır, imanını zedeler… Dinden çıkarsın…”

“Niye baba?” diye sordum yumuşak bir tonda, “Neden aklımı karıştırsın ki?”

“Bir sürü yalan dolan, bir sürü tahrifat, beş bin yıllık hikayeler…”

Cevap vermeden önüme bakmaya başladım, zaten biraz sonra dükkandan çıktı ihtiyar. Çıkarken, omuzuma dostça dokunmayı da ihmal etmedi.

İyi bir adamdı, önüme bakıp cevap vermemeyi tercih edip onu kırmadığıma hâlâ memnunum.

xxx xxx xxx

Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum; iki veya üç ay olmalı, emin değilim. Bu sabah, nereden gözüme çarptıysa, yukarıda gördüğünüz başlıktaki pasajı okurken, yaşlı dostuma hak vermekten kendimi alamadım

“Aklın karışır!” diye uyarmıştı ya beni; gerçekten aklım karışık şu anda.

İnsanoğlu bunca yıl bir arpa boyu yol gidememiş!

Bakın, Tevrat, “Günahlı Kent” başlığı altında neler söylüyor:

“Sadık kent nasıl da fahişe oldu!
Adaletle doluydu, doğruluğun barınağıydı,
Şimdiyse katillerle doldu.
Gümüşü cüruf oldu,
Şarabına su katıldı.
Yöneticileri asilerle hırsızların işbirlikçisi;
Hepsi rüşveti seviyor.
Armağan peşine düşmüş.
Öksüzün hakkını vermiyor,
Dul kadının davasını görmüyorlar.” (Yeşaya, 1/21-23)

xxx xxx xxx

Kimseye “gol atmak” peşinde falan değilim.

Belediyelerdeki pisliklerin bu denli olağan karşılanmasına kahroluyorum sadece.

Suç olan rüşvet almak, armağan peşine düşmek, asilerlerle hırsızların işbirlikçisi olmak değil artık; suç olan şey yakalanmak bile değil artık…

Suç olan “bizden olmamak” sadece…

Dindarların, eskiden onlar yapıyordu, şimdi sıra bizde, diye düşünmeleri ve her şeyi bu gözle görerek bu pislikleri olağan karşılamaları kahrediyor beni.

“Dinden çıkarsın!” diye uyarmışta ya o yaşlı dost.

Sanıyorum bu konuda da haklı…

Din bu ise gerçekten, bu dinde benim ne işim olabilir!

Artık dinin değişik yorumlanmasından falan söz etmiyoruz; basbayağı başka bir din söz konusu olsa gerek!

Müslümanlar(!) çete kurmuşlar, kenti “Günahlı Kent” haline sokmuşlar; aynı akşam, televizyondaki hocaefendi, zehirlenerek öldürülen keçinin kızartılmış etinin Peygamberimizi “beni yeme, ben zehirliyim.” diye nasıl uyardığını anlatıyor bize, o her zamanki ağlamaklı ses tonuyla…

Kafam karmakarışık…

xxx xxx xxx

“Biz, uyarıcıları olmayan hiçbir kenti/uygarlığı helâk etemişizdir. Uyarı/hatırlatma olacak! Biz zalimler değiliz.” (Şuara, 208-209)

İlle de gökten melekler mi inip uyarmalı bizi; bu olaylardan daha etkili bir uyarıcı olabilir mi!

Bir ara, “İkna olmadıysanız, size Maide Suresi’nin 44. ayetini okuyayım; orada ‘Tevrat’ın hiç kuşkusuz Allah tarafından indirildiği’ söyleniyor.” demeyi geçirdim aklımdan; ama sonra bu da içimden gelmedi. (Yine de belki biri faydalanır diye yazdım.)

Çünkü kimseyi herhangi bir konuda ikna etmek gibi bir amacım yok bugün…

İkna edilmesi gereken sanırım benim.

Boşlukta hissediyorum kendimi.

O, bu, şu… Tamam… Ama Müslümanların bunu yapmaya hakkı yok, olmamalı…

Eskiden sığınılacak bir limanımız vardı; tamam, denizde fırtına var, ama henüz limana yanaşmadık, diye avunuyorduk.

Liman da fırtınalı artık.

Ve benim kafam karmakarışık…

Benim etim ne budum ne; anlatamıyorum işte, ne yapayım!

Biri çıkıp Müslümanlığın bu olmadığını veya bunların Müslüman olmadığını anlatmalı bu halka.

xxx xxx xxx

Kasaptaki yaşlı dostum bu çalışmada Tevrat’tan alıntı yaptığımı bilseydi “küfür bu!” diye sitem ederdi bana.

Mesele de tam olarak bu işte.

O yaşlı dost samimiydi.

Bilmiyordu çünkü.

Oysa kızarmış eti konuşturan o hocaefendi biliyor olmalı…

“Bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman önce oranın nimet azgını yöneticilerini iş başına getiririz. Bunlar ahaliyi iyice yoldan çıkarırlar. Böylece kendi kuyularını kendi elleriyle kazmış olurlar. Artık orayı yerle bir ederiz.” (İsra, 16)

O hocaefendinin bu sözleri ezbere bildiğine eminim.

Bilmediği şey, “uyarıcı/hatırlatma” meselesi.

Besbelli ortada bu.

Çünkü limandaki fırtınayı algılayamıyor…

15 Aralık 2010 Çarşamba

Gecekondu Yıkmak

Bin tane haklı neden ileri sürebilirsiniz.

Özel araziye yapılmıştı, Hazine arazisine yapılmıştı, kaçak yapılmıştı, izinsiz yapılmıştı, çıkar amaçlı yapılmıştı, müteahhite verip karşılığında birkaç daire almak için yapılmıştı…

Sonsuz neden sayabilirsiniz.

Sayın!

Ama bana “hepimiz kardeşiz” martavalı okumadan yapın bunu!


xxx xxx xxx


Eskiden de oluyordu bunlar, ama o zaman iktidarda veya belediyelerin yönetiminde kendilerini liberal diye tanımlayanlar vardı, oysa şimdi güya Müslümanlar var.

Bana “tüm müminler kardeştir” martavalı okumayın!

Bir hayvanın bile yuvası yıkıldığında üzüntüden gözleriniz yaşarıyor, ama bu karda kıyamette yuvası yıkılan kardeşiniz için kılınız bile kıpırdamıyor; çünkü sizi sokmayan yılan bin yaşıyor bu ülkede.

Böyle Müslümanlık mı olur birader!

Sizde hiç Allah korkusu yok mu arkadaş!

xxx xxx xxx

Maliye Bakanı, emekli maaşlarının çok yüksek olduğunu söylüyor ve ardından “bundan gurur duymuyorum” diye ekliyor.

Emekli maaşları konusunda konuşmaya gerek bile yok; görevlerini tamamlamış bu eski emekçilerin tamamına yakını açlığın pençesinde inliyor, bunu neyini tartışacağız, Bakanın dünyadan haberi yok.

Beni esas yaralayan “bundan gurur duymuyorum” sözü…

Tuz kokmuş, tuz!

Bunu söyleyen sosyalist biri olsa benim tüm dünyam yıkılırdı mesela; ama Müslüman aidiyetini bas bas bağıran bir partinin Bakanı bu kişi ve Müslümanlarda tık yok!

Bir Müslüman böyle teslimiyetçi olur mu be!

Böyle Müslümanlık mı olur birader!

xxx xxx xxx

O yaşlı kadını gördünüz mü? Beti benzi atmış, rengi solmuş, tam anlamıyla şokta; çünkü belki de yaşamının son günlerine girdiği bugünlerde yuvasını yıkıyorlar. Ya o polisle çılgınca mücadele eden genç kız, kendisini çatıdan fırlatan o delikanlı…

Ama hepsinden öte, derme çatma eşyaların bulunduğu odanın ortasında ayakta durup hüngür hüngür ağlayarak büyüklerinin polisten yediği dayağı korkuyla izlerken ne yapması gerektiğini bilemeyen o on yaşındaki çocuk…

Cehennemin nerede olduğunu tartışıp duruyorsunuz bıkmadan usanmadan; burada işte, yanıbaşınızda, o çocuğun bulunduğu o küçücük odada!

Ama bu cehennemin yaratıcısı Allah değil, şirk koşma çılgınlığınızdaki becerenize uygun olarak sizsiniz!

Hepimiz kardeşiz ha!

xxx xxx xxx

Televizyoncu kılığına girmiş soytarı elindeki mikrofonu yoldan geçenlere uzatarak “Yaşam sloganınız ne?” diye soruyor; yoldan geçenler de cevap veriyorlar: Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun ve benzeri serserilikler.

Kıyafetlerinden fakir biri olduğu ve ne demekse İstanbul kültürüne pek de ait olmadığı anlaşılan biri, “İslam’ı güzel yaşamak.” diye cevap veriyor.

Günlerdir düşünüyorum neyi kastetti diye.

Mütedeyyin izlenimi uyandıran birkaç kişiye sordum; namazı güzel kılmak, orucu tutmak, türban takmak, kurban kesmek, mevlüt okutmak ve benzeri cevaplar…

Eşitlik, kardeşlik, bölüşümcülük, infak gibi kavramlar akıllarının ucuna bile gelmiyor; çünkü bu kavramların Kuran’da yer aldığını bilmiyorlar.

Birileri -amerikan haydudunun desteğini aldıktan sonra- Kuran’sız bir İslam icat etmiş, bunlar da koyun gibi peşlerine takılmış gidiyorlar!

Kuran yoksa sorun da yok çünkü!

Maun Suresi de…

xxx xxx xxx

Uzun uzun anlatıp konuyu dağıtmak istemiyorum; özelleştirmeler mesela…

Son günlerde elektrik dağıtımı da birkaç milyar dolara özelleştirildi.

Müslümanların umurunda bile değil, aynen benim de içlerinde yer aldığım küçük burjuvaların umurunda olmadığı gibi.

Özelleştirme, Allah’a ve O’nun size indirdiği dine ihanettir!

Çok net, çok açık, çok berrak…

Özelleştirme, Allah’a ve O’nun size indirdiği dine ihanettir!

Amacı, Beytülmal’den yeni firavunlara imtiyaz aktarmaktır.

Yapan Müslüman, ses çıkarmayan da Müslüman; çünkü bunun ihanet olduğunu bilmeyen de yine Müslüman!

Neden hep Müslümanlara yükleniyorum?

Çünkü bunlar, 2002’den önceki ahlâksızlıklara tepki olarak ve “garip gureba edebiyatı” yaparak iktidara gelmişlerdi; ama o günden beri, Kamu Hazinesi denilebilecek ne kadar şey varsa firavunlara aktarmaktan başka bir şey yapmıyorlar.

“Vicdan” bunların lûgatında yer almıyor artık!

Kuran’dan ise eser yok!..

“Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz elhamdüllilah!” sözü hâlâ rüyalarıma giriyor, ama Müslümanlarda tık yok, çünkü onlar “İslam’ı güzel yaşamak” istiyorlar; başka bir talepleri yok!

İslamı güzel yaşamak için Kuran okumak, orada yazılanları uygulamak, ezilenler için mücadele etmek, fakir fukarayı savunmak, egemenlerden yoksulun hakkını talep etmek gerekmez mi?

Yoo…

Güzel sesli bir hoca bulup Mevlut okuttun mu, tamamdır!

xxx xxx xxx

Peki, gecekondusu içindeki eşyalarla birlikte yerle bir edilen o yaşlı kadın Müslüman değil mi? (Aslında ille de Müslüman olması da gerekmiyor; “insan” çünkü!)

Nerede diğer Müslümanlar?

Nisa 75, tüm Müslümanlara bu yaşlı kadını, polise çaresizce direnmeye çalışan o genç kızı, girdiği şok nedeniyle çatıdan atlayan o delikanlıyı ve on yaşındaki o yavruyu koruma görevi vermiyor mu?

Mucize gibi; 1400 yıl önceki şu çıkışmaya bakın:

“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve ‘ey Rabbimiz, bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder’ diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!”

“Halkı zume sapmış kent; mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar ve yavrular…”

Mucizeye bakın; Allah, AKP iktidarında, bu karda kıyamette evleri başlarına yıkılan, mahvedilen, vahşi hayvanlar gibi ortalığa salınan bu gecekondu halkını anlatıyor bize!

xxx xxx xxx

Bu mazlum ve çaresiz insanlara başlarını sokacak bir ev varmekten aciz mi bu Devlet!

İstanbul’u gezin, neredeyse yüzbinlerce tabela göreceksiniz; “İstanbul Avrupa kültür Başkenti Oldu” veya “İstanbul Belediye Başkanı Dünya Belediyeler Birliği Başkanı Oldu; Bu Tüm İstanbulluların Eseri” gibi saçmalıklar içeren metrelerce, pahallı, özenle bezenle yapılmış devasa tabelalar.

Bu ve benzeri saçma sapan şeyler için trilyonlarca lira harcamaya paranız var, ama garip gureba için başlarını sokacak ev yapmaya gücünüz yetmiyor, öyle mi!

xxx xxx xxx

Bakın size “aptalca” bir hesaplama:

Son elektrik dağıtım ihalelerinde 8 milyar dolardan söz edildi, değil mi?

Bu parayla 240.000 mütevazı konut inşa etmek ve gecekondusu yıkılan o beş kişilik aile gibi 1.200.000 kişiyi bir yuva sahibi yapmak mümkün.

Sırf örnek olsun diye söylüyorum: Dünyanın en zengin kişisinin serveti ile tüm dünyanın, tekrar ediyorum, tüm dünyanın sağlık sorununu çözmek mümkün!

İnsanoğlunun bu denli aptal olmaya hakkı olmalı mı!

xxx xxx xxx

O gecekondu yıkılırken çaresizce çırpınan o yaşlı kadının yüzündeki o mahvolmuşluk ifadesi günlerdir gözümün önünden gitmiyor.

Yaşamı boyunca eline Kuran almamış Müslümanların “İslamı Güzel Yaşamak” sloganına itirazım yok.

Bana, “Hepimiz kardeşiz/Tüm müminler kardeştir” palavraları atmayın yeter!

Başınıza iş açıyorsunuz söylemedi demeyin!

Bir gün birileri Nisa 75 doğrultusunda örgütlenmeye başladığında kaçacak delik arayacaksınız.

O zaman “neden gurur duyup duymadığınızı” anlayacağız…

O gecekondu halkı Türkiye’deki tüm mazlumları ve çeresizleri temsil ediyor; açlık sınırındaki otuz milyon, işsiz güçsüz on milyon, üç kuruşluk emekli maaşına mahkûm edilen milyonlar, asgari ücretle çalışan milyonlar, siftah yapamadan dükkanını kapatan esnaf, tarlasını ekemeyen köylü, evine günde ancak 3 gram kırmızı et götürebilen memur…

O gecekondu halkı çoğunluğu temsil ediyor.

Henüz farkında değil bunun.

Henüz…

xxx xxx xxx

Hepimiz kardeşiz ha!

Bundan gurur duymuyorum!

Benden söylemesi…

13 Aralık 2010 Pazartesi

Kuran’daki Gizli Sırlar

İlgisiz bir ayet, Nahl Suresi’nin 108. ayeti.

Ne ilgisi var, değil mi!

Diyenet’in meali ne diyor: “İşte onlar Allah’ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin ta kendileridir.”

Yirmiye yakın meal böyle…

İşte onlar gafil olanlardır, gafillerin ta kendileridir, falan.

Birkaç değişik meal de var:

Esed, “Umursamazlık içinde dalıp giden kimselerdir bunlar.” diyor; Ahmed Hulusi, “Onlar kozalarında yaşayanların ta kendileridir!”; Yaşar Nuri Öztürk, “Gaflete saplananlar da bunların ta kendileridir.”

Peki, “gafil” ne?

“Gaflette bulunan, ihmal eden, ilerisini iyi düşünmeyen, dikkatsiz, ihtiyatsız, dalgın, tembel…”; Osmanlıca lûgat böyle anlatıyor.

Biri var…

Tuhaf biri…

Almış eline çekici, zihninize zihninize çakıyor çivileri!

“Çünkü onlar duygusuz, kör ve sağır olmayı tercih ettiler.” diyor.

Eliaçık bu…

Aynı çekiçle iki çiviyi birden çakıyor zihninize:

Hem, cümleyi “çünkü” ile başlatıp, ilk cümleyle nedensellik bağını kuruyor; hem de “tercih ettiler” diyerek, bu kişilerin psikolojik portresini çiziyor.

Tercih ettiler…

Buraya mim koyun; “tercih etmişler”…

Peki, neden böyle yapıyor, Eliaçık?

Tercih etmemeyi “Tercih ediyor” çünkü!

xxx xxx xxx

“Hadi be hemşerin, amma uzattın!” dediğinizi duyar gibiyim.

E, “gizli sırlar”ı duyunca meraklandınız; haklısınız tabii…

Hayal kırıklığına uğrayacaksınız!

Öyle dabbedir, mehdidir, mesihtir, kıyamettir, uzaylılardır, evrimdir, ahit sandığıdır, eski insan nesilleridir… Bunlar yok bu çalışmada.

(Bu tip çalışmaları küçümsemiyorum; ben de bu konularda kitaplar yazdım; ama önce “gizlenmiş”, “gizlenmesi tercih edilmiş” sırlar konusunu “kemdimce” çözdükten sonra yaptım bunları.)

Bu çalışmadaki “gizli sırlar”, bunun böyle olmasını “tercih edenler”in gizli sırları… (“Gizli sır” Türkçe açısından yanlış bir nitelemedir; ama bu çalışma için tam biçilmiş kaftan ve Türkçe açısından da yanlış değil.)

Öyle gizlemişler ki, bunu “öylesine kararlı bir biçimde tercih etmişler” ve bu “tercih”te öyle ısrarcı olmuşlar ki, kimse bu “sırlar” konusunda bir şey bilmiyor!

Öyle bir fenomen ki bu, gizlemeyi tercih eden de memnun, gizlemeyi tercih edenleni bu tercihe yönelten de, bu “sırlar” kendisinden gizlenen de!

“E, öyleyse sana ne oluyor hemşerim!”, değil mi?

“Tercih meselesi” ciğerim.

Aynen bu çalışmayı okumaya devam edip etmeme konusundaki kararınız gibi…

xxx xxx xxx

Kuran okumayan zaten bilmiyor tabii de, okuyan hatta kırk yıldır okuyan da bilmiyor, tüm insanların mallar ve rızıklar konusunda eşit olması gerektiğini. Ya Kuran’ı çevirirken yapıyorlar bu “gizleme”yi, ya da tefsir ederken.

Ama esas olarak yaptıkları şey, yüzbinlerce ciltlik nakil ve hikâye ummanında Kuran’ı kaybettirmek!

Adamın öğrenmesi gereken o kadar çok ve o kadar önemli(!) şey var ki, bu bilgi(!) ummanının curcunası içinde “eşitlik” onun için hiçbir şey ifade etmiyor; çünkü bu meseleye eğilecek vakit yok, takati yok, ön bilgi birikimi yok, dolayısıyla hevesi de…

Ayrıca bu “bilmeme lüksü”nden mahrum olmak istemiyor; çünkü bu “bilgi” dünya kadar sorumluluk yüklüyor insana; ne bileceksin ciğerim!

xxx xxx xxx

Bu çalışmanın adını “Kuran’ı Biplemek” olarak koyacaktım, sonra vazgeçtim; üstteki başlığı tercih ettim. Başlık bana bile itici geldi, ama ne yaparsınız ki gerçek bu!

Hani, filmin orjinalindeki bir söz RTÜK’ü kızdırır diye bipliyorlar ya, bu da onun gibi bir şey; Kuran’da kimilerini kızdıracak bir şey gördüklerinde kendi yöntemleriyle bipliyorlar hemen. (Arapça konuşan uluslar için de sanırım yukarıda sözünü ettiğim “umman” meselesini kullanıyorlar.)

xxx xxx xxx

Toprak, hava, su, göl, nehir, sanayi devriminden sonra üretime yönelik makineler, bankacılık… Sayın gitsin.

Kısaca üretim araçları…

Bunlar “kamu”ya ait olması gereken, getirisinden tüm Kamunan yararlarması gereken şeyler; ama bunu ne hacca giden Hasan amcam biliyor, ne camide vaaz veren hoca, ne de benim gibi cahiller…

Biplenmiş çünkü!

Hud Suresi’nin 87. ayeti mesela…

Mallarımız hususunda dilediğimizi yapamamak.

Ne demek bu?

Yüz kişiye sorun, yüzünden de cevap alamazsınız; “gizlenmiş” çünkü; tercümesinde değil, “umman”da kaybedilmesi “tercih” edilmiş. (En iyi ihtimalle alacağınız cevap zekat olacaktır, kırkta bir; gerisinin sınırsız olma hakkı var bu durumda.)

Mallarımda dilediğim biçimde davranamayacaksam, o mallar neden benim olsun ki!

Cevap yok; biple yetinmek zorundasınız…

Hadi bir deneme yapın; Haşr 9 ne anlama geliyor bir bilene sorun.

“Bu böyle düzenlenmiştir ki, o mal ve nimetler sizden yalnız zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı olmasın.”

“Umman”a hazırlanın; çünkü hemen bu cümlenin devamındaki “Resul size ne verdiyse alın; sizi neden yasakladıysa ona son verin ve Allah’tan korkun”u anlatmaya başlayacaklar size.

Bir önceki cümle “bip” kavramı içinde çünkü; e, tercümesini bozamıyorsun, o halde gelsin umman…

xxx xxx xxx

Bunu Alhah’ın Elçisi meselesinde yapıyorlar özellikle.

Saatlerce, “Hz.Peygamber gibi olmak gerektiği”ni anlatıyorlar, saatlerce, günlerce, milyonlarca sayfa, milyonlarca hikaye, milyonlarca kıssa.

Hz.Resul gibi olmaya karar verdik diyelim, tamam; peki, “Allah’ın Elçisi gibi olmak” ne demek?

Biiiippp…

xxx xxx xxx

“Tercih” meselesine mim koyun, demiştim ya yukarıda.

Sizce neden böyle yapıyorlar, neden “sırları gizliyorlar”?

O “iki çivi” çakılırken zihnimizde hangi algılamalar oluşuyordu?

Birincisi “çünkü” idi; kalpler, kulaklar ve gözler mühürlenecek!

Bu “nedensellik” öylesine uzun tartışılmış ki, çözmek artık mümkün değil! “Fakirlik bir kader midir?” meselesine dönüştü mü; çık içinden çıkabilirsen! Milyonlarca sayfa bir anda önüne yığılır adamın!

“Onlar tercih etmedi, Allah mühürlediği için böyle oldu bu, onların bir suçu yok.” dendi mi, bin dört yüz yıl tartışır durursun böyle!

İkincisi neydi?

“Duygusuz, kör ve sağır” olmak…

İslam ilahiyatçıları, pardon insan böyle bir şeyi neden “tercih eder” ki?

Şu anda bunu cevaplayamıyorsanız, bu çalışma son derece başarısız olmuş bir çalışma demektir!

İşin acı tarafı ne biliyor musunuz?

Sadece İslam ilahiyatçılarına yüklenerek haksızlık etmeyelim; bu çalışmayı okuyarak vakit kaybetmeyi “tercih edenler”in tamamı, yukarıdaki meselede “tercih hakkını” böyle kullanmak zorunda olmayan kimseler aslında…

“Sırlar” kendilerinden “gizlendiği” için ve bu gizi ortadan kaldırarak bilmemenin lüksünün avantajından mahrum kalmak pek de hoş olmadığı için böyle yapıyor olsalar gerek.

Siz, ben, o… Hepimiz…

“İnfak” mesela…

Üfff!..

xxx xxx xxx

Karışık oldu, değil mi?

Bu fakirin tercihindeki yanlışlıktan kaynaklanıyor bu.

Halbuki, “Sağ omuzumun üzerinde bir bulut dolaşıyor, buluttaki melek her an, ‘bu beklediğiniz kişidir’ diyebilir, söylemedi demeyin!” mealinde bir şeyler yazsaydım, bu çalışma tadından yenmezedi aslında…

Da…

Tercih meselesi ciğerim!

9 Aralık 2010 Perşembe

Cinnet

“Neden böylesiniz, neyiniz var?” diye soruyor dostlarım.

Bilmiyorum…

Dostlarımın nasıl olup da böyle bir şey sorabildiklerini bilmiyorum.

Her şey öylesine akıl ve mantık dışı ki, yaşamı yorumlamak ve bir anlama büründürmek neredeyse imkânsız artık.

Pes etmek üzereyim.

Belki çoktan ettim de farkında değilim.

Bunu da bilmiyorum…

xxx xxx xxx


Başbakanı, hükümeti, düzeni, her neyi ise artık, protesto etmek en doğal hakları olan üniversite öğrencileri otobüslerden indirilerek perişan edilmiş, inanılmaz bir vahşetle yüzleri gözleri dağıtılmış, hamile bir öğrenci karnına vurulan tekmelerle çocuğunu düşürmüş, bir diğeri sapasağlam girdiği karakoldan tanınmayacak bir suratla çıkmış; polisin kini ve nefreti hekimlerce incelenmesi gereken boyutları çoktan aşmış, vahşete, linç psikozuna dönüşmüş…

Bu işten sorumlu Bakana bu mesele sorulduğunda, “Gençler bizim canımız ciğerimiz.” diyor.

Bu fakir eski kulağı kesiklerden, hatta o günün gazetelerine göre 1 Mayıs 1977’de Taksim’deki katliamı yapanlardan; bu tip vahşet sahnelerine alışık yani…

De…

“Gençler bizim canımız ciğerimiz”…

Bu söz…

Bu söz, artık kırıntı halindeki kavrama yeteneğimi de elimden alıp, beni bir anda sadece belirli işlevlere programlanmış bir robota çeviriyor.

Siyaset bu denli ahlâksızlaşmak zorunda mı gerçekten!

Anlayamıyorum.

Anlamlandıramıyorum…

xxx xxx xxx

WikiLeaks, malum…

Çürüme öylesine yoğun ki, bunu kabullenmek, sindirmek; çürümenin yarattığı bu yozlaşmışlık girdabında yitip giderken bilinç kaybına uğramamak mümkün değil.

Birilerinin bir yerlerde gizli hesapları olması veya bunun iddia edilmesi değil dehşet olan, buna çoktan alıştık; dehşet, erdemli olduklarını iddia edenlerin ve alınteri sömürülenlerin ihaneti ve hödüklüğü.

Bir millet izanını bu denli yitirmiş olabilir mi gerçekten…

Resmen karamizah!

İddia eden iddiasını ispatla mükelleftir, insan suçsuzluğunu ispata davet edilebilir mi gerçekten…

De…

Üç yıldır Silviri’de olanlar ne olacak?!.

Ne birilerinden gizli hesapları olmadığına ilişkin belge isteme tuhaflığına gerek var, ne de birilerinin ıslak imza atmadığını ispatlamasını istemeye.

Mecliste bir araştırma komisyonu kurulur, bu komisyon Kamu adına iddiaları inceler, İsviçre Devleti nezdinde girişimlerde bulunur veya benim anlamadığım öteki hukuksal mekanizmaları devreye sokar; gerçek neyse ortaya çıkar.

Daha önemlisi, bunu, gizli hesapları olduğu iddia edilenler ister.

“Cüzzam” denen, ismi bile korkutucu o illetle boğuşmak uğruna ömrünü harcayan o güzelim cesur kadını yaşamının son günlerinde bu tip bir zillete mahkûm etmeye veya dünyanın önde gelen böbrek nakli uzmanı değerli bir hekimi hapishane köşelerinde süründürmeye kimin hakkı olabilir! (“Cüzam” demeye alışamadım, “entelektüel” demeye alışamadığım gibi; birileri böyle söylüyor diye biz de kırk yıllık kelimelerimizi değiştirmek zorunda mıyız!)

Tüm bu vicdansızlıkları anlamam, kabullenmem, bir anlama büründürmem nasıl istenebilir benden!

Tüm bu pisliklerle, sanki hiç olmamış gibi yaşamam, bunu içselleştirmem ve yine sanki hiç olmamış gibi normal yaşantıma devam etmem nasıl beklenebilir!

Bilmiyorum.

Bir sistem, bir düzen, bir ülke bu denli çürüyüp yozlaşabilir mi gerçekten!

Bilmiyorum…

xxx xxx xxx

Müslümanların(!) durumu daha da feci…

İddianın bu işlerle pek ilgilenmeyenlere inandırıcı gelmeyeceğini biliyorum; ama bu, bu gerçeği değiştirmiyor tabii.

İslama tapanlar, Peygambere tapanlar, mezhebe tapanlar, cemaat liderlerine tapanlar; inanılacak, kabullenilebilecek, katlanılabilecek gibi değil.

İnsanın şirke bile razı olacağı geliyor; onda hiç olmazsa kıyıda köşede de olsa Allah var.

Uyardığınızda, “Biz büyüklerimizden böyle bir şey görmedik!” diye kızıyorlar; bu kızgınlıkla bunları söylerken Kuran’dan bir ayet okuduklarını hiç farketmeden…(Kasas, 36)

Müslüman işadamları çete kurmuşlar, Darülaceze’yi soyup soğana çeviriyorlar, Darülacezeyi…

Bakıma muhtaç, kimsesiz, çaresiz, yaşlı, sakat insanlar barınıyor burada; ve Müslümanlar(!) bu Kurumu dolandırmak için çete kuruyorlar…

Ama çok daha önemlisi var: Diğer Müslümanlar bu konuyu görmezden gelmeyi tercih ediyorlar; bu güne kadar başkaları çaldı, şimdi sıra bizde, der gibi…

Hacdan dönen kimi adamlar, -nereden biliyorlarsa- Üçüncü Köprü güzergâhında arazi kapatmakla meşguller şu sıralar; çünkü ilahiyatçıları Müslümanın servetinin sınırsız olabileceği yönünde fetvalar veriyor!

Ortalık Müslüman(!) Karunlardana geçilmiyor artık; üstelik bunlar da en az Karun kadar küstahlar artık!

“Kuşlar”(!) üzerlerine üzerlerine geliyor, ama her biri Ebrehe kadar sersem ve küstah; servet ve iktidar tutkusu bilinçlerini silmiş süpürmüş çünkü…

Bunu kabullenmek, anlamlandırmak, buna tahammül edebilmek…

Bilmiyorum.

Gerçekten bilmiyorum…

xxx xxx xxx

“Nasıl hissediyorsunuz?” diye soruyor muhatabım ve ben kara kara düşünmeye başlıyorum; bunu nasıl izah edebilirim ki, bu konuda eğitim almadım, uzman değilim.

Mesele sonradan anlaşılıyor; “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” demek istiyormuş meğer. Peki neden böyle sormuyor? Çünkü amerikancası böyleymiş.
“Sizi biraz bekletmek zorundayım, değişmem gerekiyor.” dediğinde donup kalıyorsunuz, insan bu kadar kısa zamanda nasıl değişebilir diye. Meğer üstünü değiştirecekmiş! Peki neden böyle söylemiyor; çünkü amerikancası böyleymiş!

Feyza Hepçilingirler’e “imdat” diye başvurmuştum bir gün, “Bir şeyler yapın Hocam; yakında ‘tırnaklarım kırıldılar’ diye konuşmaya başlayacak bunlar.” diye; geçen gün “Gözlerin ne güzel moruk.” diye iltifat ettiğim bir arkadaşım, “Ama renkli değiller.” diye mırıldandı.

amerikancası böyleymiş çünkü!

Kimi televizyon kanalları “reklam” diye ara vermiyor artık, “advertorial” veya buna benzer boktan bir şey yazıyor; amerikancasıymış bu!

Televizyondaki kız, lodosu anlatırken “iskeleler kapandılar, vapurlar çalışmıyorlar” diyor; amerikalılar böyle söylüyorlarmış çünkü!

Özne ve yüklem birbirine “uymuyorlar” artık!

Bilmiyorum…

xxx xxx xxx

Baştan uyarayım, sonra kimse “Söylemedin!” demesin:

Bir gün birisi karşıma çıkıp da, dünyada emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını destanlaştıran “İstiklâl Marşı”m için benden telif ücreti talep ederse, ona “kasten adam öldürmek amaçlı saldırı”da bulunmazsam namerdim!

Suçsa suç!..



xxx xxx xxx

“Neden böylesiniz, neyiniz var?” diye soruyor dostlarım.

Pes etmek üzereyim.

Belki çoktan ettim de farkında değilim.

Bilmiyorum…

8 Aralık 2010 Çarşamba

Kuran Basmak/Yayınlamak İsraftır

Fotoğrafa çok yakından baktığınızda onu net olarak göremiyorsunuz galiba.

Bu bazen “içeriden” baktığınızda da böyle sanırım.

Bu fakir ne bu denli “yakından bakanlar”dan, ne de “içeri”den…

Yetenek ve müktesebat meselesi…

Aslında birilerine göre, sırf bu nedenle dahi bu çalışma da “israf” ya, neyse.

Bir yerlere not düşmekte fayda var…

xxx xxx xxx

“Toplumumuzda okuma alışkanlığı yok ciğerim!”

Çok klasik.

Geçelim…

Okuma alışkanlığı olanlar Kuran okuyorlar mı yani!

Okumuyorlar.

Bir bildikleri olsa gerek…

xxx xxx xxx

Bir gün yaklaşık yirmi kişilik bir topluluğa Besmelenin anlamını sormuştum, tek kişi dahi bilememişti.

Dindar sayılabilecek üç kişi bir şeyler söyler gibi yapmıştı:

“Rahim ve Rahman Allah gibi miydi ne…”

Peki, “Rahim” ve “Rahman” ne demek?

Önemli bir şey değil, sen bir işe başlarken bunu söyle yeter; ha, bir de sağ adımınla veya sağ elinle başla, unutma!

Adam kırk yıldır besmele çekiyor, ama ne anlama geldiğini bilmiyor; bunu araştırmak aklının ucuna bile gelmemiş.

Bir bildiği olsa gerek…

xxx xxx xxx

Beyan Yayınları’nın yayınladığı Muhammed Hamidullah’ın mealini gördüğümde ne kadar şaşırmıştım!

“Hep Merhametli, Çok Merhametli Allah’ın Adıyla” diye başlıyordu Kuran.

İlk kez böyle bir şey görüyordum ve okuduğumda aklıma gelen ilk şey, “E, bu korkutmuyor ki!” olmuştu. (“İçeri”den veya “yakından” bakanların beni anlamasını beklemiyorum; böyle homurdanmanıza gerek yok; o gün ne hissettiysem onu anlatıyorum.)

Şu anda önümde Eliaçık’ın meali var; “Sevgi Ve Merhameti Sonsuz Allah’ın Adıyla” diye başlatmış; yalan mı söyleyelim yani, korkutmuyor işte babam!

Çocukken dudağımızı uçuklatanlar yalan mı söylüyorlardı yani!

Bir bildikleri olsa gerekti…

xxx xxx xxx

Öcü gibi bir şeydi!

Ne öcü gibisi be; düpedüz öcüydü işte!

Yakıyordu, azap çektiriyordu, cinlerini gönderip delirtiyordu, çarpıyordu, deprem oluşturuyordu, alnına “bu hırsız olacak” diye yazıp hapishanelere gönderiyordu seni…

Acaip gaddardı, kızdırdın mı hapı yutuyordun!

Ayrıca ayrımcılık yapıyordu, çok açıktı bu: Zengini seviyordu çünkü!

Zengin dostuydu…

Ayrımcılığı bununla da bitmiyordu; fakir yaratmıştı ve bundan şikayet etme hakkı da vermiyordu sana; yoksa o ilmihalde yazdığı gibi, “zenginlerin dünya işlerini kim görecek”ti ki! (Vallahi billahi ilmihalde aynen böyle yazıyor: “Herkes zengin olsaydı, zenginlerin dünya işlerini kim görürdü.”)

Arapça’dan başka bir dil de bilmiyordu; O’nunla ille de Arapça konuşacaktın, kızıyordu yoksa, bir şey istersen de vermiyordu! (Geçenlerde hoca anlatıyordu televizyonda: Cennetteki yapıların duvarlarında sadece Arapça yazılar varmış! E, koca hoca; yalan mı söyleyecek yani!)

Şart olarak koştuğu ilk şeylerden biri de bir mezhepten olman gerektiğiydi; çünkü mezara konduğunda gelenler sana mezhep başkanının adını sorduklarında bilemezsen kıyamete kadar “kabir azabı” çektiriyordu sana.

Hep, kıyametin kopması uzun sürer mi acaba, diye düşündüğümü hatırlıyorum, çünkü dillendiremiyordum tabii ama fakir olarak yaratılmaya itirazım vardı; yaşamımın sonuna kadar hep zenginlerin dünya işlerini mi görecektim yani; üstelik ne hangi mezhepten olduğumu biliyordum, ne de mezhep başkanımın adını.

Kalleşlikti bu be!

Ama büyüklerimiz böyle anlatıyorlardı işte.

Bir bildikleri olsa gerekti…

xxx xxx xxx

Daha sevap olduğu gerekçesiyle özelikle soğuk suyla ve ızdırap çekerek abdest almayı tecih eden sevgili ağabeyim yağlıboyacılıktan bıkıp ilk kuşak Almancılara katıldığında, Türkçesini hiç görmediğim Kuran, yaklaşık otuz-otuz beş yıl hayatımdan tamamen çıkmıştı.

Sonraları, Marx vardı artık, Lenin vardı, Che, Mao Zedung vardı.

Güzel günlerdi; hatırladığımda hâlâ heyecanla titrediğim güzel günler…

“Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar!” diyorlardı.

Dünyaya zenginlerin işlerini görmek için gelmediğimi anlatıyorlardı bana; öyle dört bin bakire, sekiz bin dul yoktu tabii de, aşağılanmaya katlanmak gibi bir mecburiyetim de yoktu!

Güzel günlerdi…

“Din” için, “halkların afyonu” diyorlardı.

Bir bildikleri olsa gerekti…

xxx xxx xxx

Sanırım on yıl kadar önceydi. Bir şirketin bahçesindeki köpeğe resmen işkence eden Müslüman görünümlü bir gece bekçisinin gırtlağına sarılmış, bizi ayırdıklarında ise “Enam 38’i oku, yarın yine gelip bu meseleyi seninle konuşacağım!” diye aklımsıra tehdit etmiştim. Hani “ümmet”, “bir gün Rableri önünde heşredilirler” falan… Oradan etkilemeyi düşünüyordum. Birkaç kez namaz kıldığını görmüştüm, bu nedenle Kuran okuyor olmalıydı.

Okuyormuş gerçekten…

“Okusam ne anlayacağım ki, Arapça hemşerim!” diye çıkışmasını hiç unutamıyorum.

Biraz tartıştığımızda anladım ki, neredeyse otuz-kırk yıldır Kuran okuyordu, ama tek kelime anlamıyordu; çünkü Arapçasını okuyordu…

Ona, Arapça okunmayan Kuran, Kuran değildir, diye öğretmişlerdi.

Bir bildikleri olsa gerekti…

xxx xxx xxx

Dün akşam televizyonda dini bir program izledim (“dini” yazdıktan sonra parantez içinde ünlem koydum önce, ama sonra hemen sildim; gerçekten de dini bir programdı çünkü).

Hikâyeler, hikâyeler, hikâyeler… Bazen ağlamaklı, bazen tehditvari, bazen korkutucu bir ses tonuyla anlatılan bir sürü şey; bir sürü çanak soruya verilen bir sürü acaip cevap… Bakireler, dullar, cinler, muskalar, faizsiz bankacılık, kurban kesme, tırnak kesme, sakal kazıma… Her şey var, her şey… Allah da var, yalan yok; ama verilen örnekleri desteklemek için neler yapabileceği yönünde korkutmalarla sadece…

Olmayan tek şey Kuran!

Kuran’ın ismi bir kez olsun geçmeyen dini bir program!

Bir bildikleri olsa gerek…

xxx xxx xxx

Geçen gün Kuran okuyan birini gördüm; yalan yok!

Kim olduğunu bilmiyorum, bir evliya imiş galiba, onun mezarının başındaydı kadın ve bir taraftan Kitap’dan Arapça bir şeyler okurken, bir taraftan da elindeki asma kilidi küçük bir anahtarla açmaya çalışıyordu.

Kızı bir türlü evlenemiyormuymuş ne; başka çaresi kalmamış, evliyanın huzurunda, “kapanan kısmeti açıyor”muş.

O da böyle okuyor işte.

Bir bildiği olsa gerek…

xxx xxx xxx

“Emekten yana olanlar”ın tamamına yakını, Kuran’ın emekten yana olduğunu bilmiyor; aynen, Kuran okuyanların tamamına yakınının bu gerçeği bilmediği gibi…

Çünkü emekten yana olanların tamamına yakını yaşamları boyunca bir kez olsun Kuran okumamışlar; Kuran okuyanların tamamına yakını da yaşamları boyunca bir kez olsun Kitabın Türkçesini okumamışlar! (“Hangi Türkçesini?” diye mırıldandığınızı duyar gibiyim; Allah korusun, Suudi Arabistan Krallığı’nın meali gibileri okumak da var tabii. Benim okuduğum bir meal, Nahl 71’in bize değil, Necran Hristiyanlarına indiğini söylüyordu.)

Kimse Kuran’da ne yazdığını bilmiyor…

Birileri, birilerinin Kuran’da ne yazdığını bilmesini istemediği için böyle olmalı.

Bir bildikleri olsa gerek…

xxx xxx xxx

Kuran basmak/yayınlamak sanırım israf, kâğıt israfı.

Okumaya gerek yok çünkü!

Televizyona çıkan hocanın veya ağlar gibi yapmaktan konuşamayan o sahtekârların söylediklerini yaptım mı; 4.000 bakire, 8.000 dul garanti!

Ne okuyacakmışım ciğerim!..

“Sevgi Ve Merhameti Sonsuz Allah’ın Adıyla” imiş; ilk sözlere bak!

Ne yani; daha başlarken bu sözlerle bana belirgin bir mesaj verildiğine göre, bundan sonra benim de böyle olmam mı gerekiyor yani?!.

Sonsuz sevgi ve merhametin nelere malolabileceğini biliyor musun sen!

On milyon işsiz, otuz milyon aç, evine günde ancak 3 gram et götürebilen memur, ayın sonunu getiremeyen milyonlar…

Sonsuz sevgi ve merhametmiş; aklından zorun mu var senin!

Ya o Tövbe 111 ne olacak:

“Allah, müminlerin canlarını ve mallarını, karşılığı cennet olmak üzere satınalmıştır.”

“Can” tamam da, o “mallar” ne oluyor öyle!

“Eşitlik” (Nahl, 71) ve “ihtiyaçtan artan her şeyin paylaşılması” (Bakara, 219) meselesine girmiyorum bile…

Ne okuyacakmışım ya!

Haybeye konuşmuyoruz herhalde…

Bir bildiğimiz olsa gerek…

xxx xxx xxx

Boşverin Kuran’ı siz; bakın Huzeyfe el-Yeman’dan ne güncel bir rivayet:

“Emir’i dinleyin ve emirlerini yerine getirin. Hatta sırtınız kırbaçlansa, servetiniz kapışılsa bile onu dinleyin ve ona itaat edin.”

Tekel işçileri polis marifetiyle yerlerde süründürülebilir, Kamu hazinesi özeleştirmelerle veya başka birtakım yollarla ona buna peşkeş çekilebilir, belediye ihalelerine fesat karıştırılabilir; öyle hot zot yok, ne diyor rivayet?!.

Oturun oturduğunuz yerde, adamı hasta etmeyin!

Bu rivayeti bize haybeye mi aktarıyorlar!

Bir bildikleri olsa gerek…

xxx xxx xxx

Son bir şey…

Zenginlerin dünya işlerini görmek için dünyaya gelmiş olamayacağım yönündeki isyanım üzerine tanışma şerefine nail olduğum eşitlikçi bilgeler, “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar.” diyorlardı ya; bundan yaklaşık on beş yıl kadar önce tanışma şerefine nail olduğum Müslüman bilgeler de benzer şeyleri yazan o Kitabın Türkçesini sundular bana.

Son zamanlarda, her iki bilgeler grubunun da “benzer” değil “tıpatıp aynı” şeyler söylemiş olduklarını kavrar gibi olmak, Kuran’ın, “okuyan” Müslümanlarca dahi neden okunmadığı yönünde bir fikir vermiyor da değil aslında.

Sanırım “mallar” meselesine gıcık oluyorlar.

Son sekiz yıldır, bir şeyler kırmış yaramaz çocuklar gibi mahcup mahcup önlerine bakıp durduklarına göre…

Bir bildikleri olsa gerek…

xxx xxx xxx

“Sevgi Ve Merhameti Sonsuz Allah’ın Adıyla.”

Böyle başlattığına göre…

O’nun da bir bildiği olsa gerek…

3 Aralık 2010 Cuma

Kör Olasıca Fakir Fukara Takımı

Fakir fukara takımına iyilik yaramaz ciğerim!

Bunlar görüldükleri yerde ezilmelidir!

(Ulan karıştırdım mı ne! Bu söz benim için söylenmemiş miydi be!)

xxx xxx xxx

Afyonkarahisar’da yedi kişi özel bir hastanede katarakt ameliyatı olduktan sonra kör oldu.

Sosyal Güvenlik Kurumu ile anlaşmalı olan özel sektör göz merkezinin gezici heyeti 26 Ekim 2010’da Sandıklı’ya bağlı Hırka ve Emirhisar köylerine giderek halkı göz taramasından geçirmiş, katarakt oldukları tespit edilen yedi kişiyi ameliyat etmiş, ameliyattan sonra bu kişileri kör olmuşlardır.

Köylülerin şikayeti sonucu, ameliyatın yapıldığı özel hastane kapatılmıştır. (Gazeteler, 1 Aralık 2010)


xxx xxx xxx

Bu fakir fukara takımı artık özürlü.

Bugün 3 Aralık Dünya Özürlüler günü.

Bize yedi kişi daha katılmış oldu böylece.

(Bu fakir dostunuzda da katarakt var; sadece sol gözümle baktığım libofaşist bir gazeteciyi melek gibi görüyorum; gerisini siz düşünün artık!)

xxx xxx xxx


Ben size “bu fakir fukara takımına iyilik yaramaz” dememiş miydim!

Bakın; şikayetçi olmuşlar, özel hastaneyi kapattırmışlar!

Sanki kendilerinde hiç kusur yok!

Sen bir kere Rabbine sordun mu kardeşim, nerede ameliyat olayım diye?!.

Belki sana “Cleveland’a git ey kulum.” diye yol gösterecekti, nereden biliyorsun!

Sen rabbine sormayı akıl bile edeme, kendini küt diye “taramacılar”ın kucağına at; ondan sonra da şikayetçi ol!

xxx xxx xxx


Uzmanlar, Sağlık Bakanlığı’nın katarakt ameliyatlarında bu tip özel kuruluşlara ödediği 800 lirayı 400 liraya düşürdüğünü, ayakta kalmak için çabalayan bu tip kuruluşların da ucuz ve kalitesiz malzeme kullanmak zorunda kaldığını; bu nedenle de, benzer ameliyatların tümünün aynı riski taşıdığını ifade ediyorlar. (Gazeteler, 2.12.2010)

xxx xxx xxx

Dünyanın en kutsal mesleğinin öğretmenlik olduğu söylenir. Kendimi bildim bileli bu iddiaya hep mesafeli yaklaşmışımdır. Bana göre dünyanın en kutsal mesleği sıralamasında hekimlik mutlaka ilk akla gelen meslek olmalı. Allah’ın “Yarattıklarımın en şereflilerinden” dediği insanın acısını ağrısını dindirmek için çabalayan biri nasıl olur da kutsallık sıralamasında ilk sıraya oturtulmaz.

Diğer taraftan, bu en kutsal mesleği icra eden kişiyi yetiştiren de bir “öğretmen”…

O halde, “kutsal meslek” dendiğinde hekimlerin ve öğretmenlerin ilk sırayı paylaşmalarını öneriyorum.

(İlkokul öğretmenimin ismi Bahşende Bilgin’di. Allah’ın rahmetine kavuşmadıysa onu görüp ellerini, artık buruş buruş olduğunu sandığım o güzel yanaklarını öpmek ne kadar güzel olurdu.)

xxx xxx xxx


Bilebildiğimiz en kutsal yaratık: İnsan…

Bilebildiğimiz en kutsal meslek: Hekimlik…

Bilebildiğimiz en kutsal yaratık olan insanın kurduğu bu kahrolası kapitalist sistemde, bilebildiğimiz en kutsal yaratık ve meslek sahibi hekim, yine bilebildiğimiz en kutsal yaratık olan insana “Paran var mı hemşerim?!.” diye sorduğunda böyle oluyor işte! (“Artık sorulmuyor”, öyle mi?!.)

xxx xxx xxx

Rabbine sorup Cleveland’a gidenler -maşallah- taş gibi dönerlerken, kendi ayaklarına gelen “tarayıcılar”a teslim olanlar, kör olup kalıyorlar!

(“Tarayıcı” derken o hekimleri kırmak gibi bir amacım olmadığını tahmin ediyor olmalısınız; onlar ailelerini geçindirmek uğruna bizim için didinen kutsal emekçiler; bu kutsal insanları alınlarından öpüyorum.)

xxx xxx xxx


İslam entelektüelleri son günlerde -nedense- kişinin servetinin sınırını tartışıp duruyorlar ve tartışmalarından çıkan sonuç ne biliyor musunuz; ister inanın ister inanmayın, “hakkıyla elde edilen”(!) servetin sınırsız olabileceği!..

Bu entelektüel mastürbasyonda öyle karmaşık bir dil kullanıyorlar ki, ne dediklerini -bunca çabama rağmen- ben bile zar zor anlayabiliyorum. Oysa, Allah’ı, onun insanlara vazettiği dini ve insanı konu aldıklarına göre, bu tip yazıları yazmak onların görevi olmamalı mı?!.

İnsanı mutsuz eden, hatta insanı kör eden bu vahşi sistemi lanetlemek, insanlara gerçeği anlatmak, onlara yol göstermek bu entelektüellerin, ilahiyatçıların veya kendilerine her ne isim veriyorlarsa bu adamların/kadınların görevi olmamalı mı?!.

Cık…

Halkın seviyesine inmek(!) istemiyorlar!

Daha doğrusu, fakir fukara halkın seviyesine inmek istemiyorlar; servet sahipleri ile araları çok iyi, pek sıkıfıkılar; özellikle son sekiz yıldır…


xxx xxx xxx

Sahi; şu son servet barışında Türkiye’ye 5.000.000.000 doları getiren kimdi Allahaşkınıza, neden hâlâ bu kadının kim olduğunu bilmiyoruz?

xxx xxx xxx


WikiLeaks mı dediniz?

Alçaklarrrr!.. Müfterilerrrr!.. Namussuzlarrrr!.. Şerefsizlerrrr!..

xxx xxx xxx


Nereden nereye değil mi; katarakt ameliyatında kör olan fakir fukara köylülerle servet barışının, WikiLeaks’in, kapitalizmin, İslam ilahiyatçılarının, hekimlerin, öğretmenlerin, libofaşistlerin ve benzerlerinin ne ilgisi var değil mi?

xxx xxx xxx


Bu fakir fukara takımına iyilik yaramıyor ciğerim!..

İnsan Rabbine sormaz mı arkadaş!?.

Bunları söyleyince de biz kötü oluyoruz, iyi mi!

Bağışlayın ama; ulan gerçekten vay canına be!..

xxx xxx xxx

Son bir şey…

Bana inanmanızı rica edeceğim; fakir fukara köylü takımının kör olmasıyla ilgilenmektense entelektüel mastürbasyon yapmayı tercih eden İslam ilahiyatçıları da Rablerine sormuyorlar…

Onların nedeni farklı ama.

Onlar, servet sahipleriyle bozuşmak zorunda kalacaklarından endişe ediyorlar!

Biliyorlar çünkü…

Rabbin vereceği cevabı biliyorlar…