29 Nisan 2010 Perşembe

Biraz da hüzün belki

Hiç unutamıyorum…

Kapalıdayız… En kötü yerde… Tecrit edilmişiz…

Pencerenin kenarında ciddi mimiklerle oturmuş, sigara içiyor. Beş dakika, on, yirmi… Alçak sesle kendi kendine konuşup duruyor… Dinliyor da…

Kirli sakallı, tıknaz, sağlam yapılı, sert hatlara sahip biri… Otuzlu yaşların sonu, belki kırkların başı… Saçları gür, şakakları kar tutmaya başlamış gibi…

Dönem dönem birbirimize sigara ikram etmişliğimiz var. Dayanamıyorum, yanına gidiyorum. “Kimle konuşuyorsun?” diye soruyorum, arıza çıkarmaya çalışmadığımı belirtir içten bir sesle. “Boşver.” diye mırıldanıyor. Onun sesi de içten, o da arıza çıksın istemiyor.

“O senin hayalinin ürünü ciğerim,” diyorum; “orada kimse yok.”

“Sen de öylesin.” diye cavap veriyor, yorgun bir sesle. “Sen de yoksun, seni de ben yaratıyorum.”

Ve ben daha bu cevabı sindiremeden, tüm yaşamım boyunca unutamadığım o hamleyi yapıyor:

“Ben de yokum.” diyor, belki hafif iğneleyici ama kendinden emin bir tonlamayla… “Beni yaratan da sensin.”

Fırsat bulup da, “Birini gördüğünü mü sanıyor?” diye sorduğumda, “Hayır.” diye cevaplıyor doktor. “Birini gördüğünü falan sanmıyor; düpedüz görüyor… Biz buna ‘halüsinasyon’ diyoruz… Öyle sansa mesele kolayca halledilir zaten; o sanmıyor, görüyor…”

Bu “darbe”, birkaç gün sonra “açığa” geçmemi sağlıyor; ama o “açık” gerçekten “açık mı”ydı, bugün de içinde yaşadığım bu mekân “gerçekten açık mı”, bunu hâlâ net olarak anlayamıyorum…

O kirli sakallı adam “görüyormuş”…

Ben de “görüyorsam” ya?..

Tüm bunlar oluyor mu gerçekten?

Dün gazetede gördüm onu… Bodrum Yalıkavak’ta… O güzel yüzü, kocaman gözleri, uzun beyaz bıyıkları, omuzlarının hemen altındaki sevimli yüzgeçleri… Önce tüfekle vurmuşlar… Ölmemiş… İşkence sonradan gelmiş. “Badem gibi şanslı değildi” diye başlık atmış gazete; Mustafa Koç’un fokunu kastederek… Bu da fok… Boyu iki metre civarında, ama sanırım henüz yavruymuş… Başında, boynunda ve sağ omuz bölgesinde yara izleri var. Av tüfeğiyle vurduktan sonra, sert bir cisimle linç etmişler; kürek ve göğüs kemiği kırılmış, omurgası parçalanmış.

Kimseye zararı olmayan, kendi halinde, sevimli bir yaratık…

“Elleriniz Kırılsın!” diye manşet atmış gazete!..

Elleri kırılsa ne olacak sanki…

Bu… bu hazin eylem Levhi Mahfuz’a kayıtlanmakla kalmadı sadece; benim, sizin… herkesin… henüz farkında olmasak bile, Young’un deyişiyle hepimizin ortak hafızasına da kayıtlandı çoktan… Belki de Young’un “ortak hafıza”sı, “Levhi Mahfuz”un ta kendisidir, kimbilir…

Gazete, cinnet bülteni gibi… İşsizlik nedeniyle evine ekmek götüremediği için intihar edenler, karnındaki üç aylık çocukla töre cinayetine kurban giden genç kızlar, mayına basarak parçalanan henüz yirmi yaşındaki Mehmetçik; ülkelerini işgal eden soysuz amerikan askerlerinden intikam almak için, Irak’ta, Pakistan’da, Afganistan’da, vücuduna bağladıkları bombalarla paramparça olan genç kızlar; anavatanlarında, günde sadece 3 gram kırmızı ete mahkûm edilen düşük ücretli memurlar (sıradan bir kuş bile bundan fazlasını yiyor); cinayetler, tecavüzler, aldatmalar, hainlikler, sömürüler, zulümler…

“Moruk”un gözündeki çiviyi çıkaran veteriner, “Hayatımda böyle bir şey görmedim…” diye inlemişti; köpeğin gözüne resmen çivi çakmışlar. Siirt’te iki küçük kıza tecavüz eden yüzlerce kişi salıverilmiş, olay örtbas edilmiş; üç ve yedi yaşındaki çocuklara tecavüz ettikten sonra öldüren çocuklar(!) meselesi de… Dünyanın geri kalan yöreleri daha da beter…

Yaşlı Arz resmen cinnet geçiriyor…

Ama belki hepsinden acısı, tüm bunlardan çıkar sağlamaya çalışan kurnaz mı kurnaz birtakım insan(!)lar…

Biz yani… Ben…

Bu işte bir tuhaflık var!

Bu eylemleri Tanrı planlıyor olamaz!..

Kuantumun en çarpıcı yönü, o küçük zerreciğin izleyicisinin farkında oluşu… İzlendiğinde var, izlenmediğinde yok… İzlendiğini biliyor ve buna uygun tepki veriyor. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi; çünkü bazen o mekânda bazen bu, bazen o zamanda bazen bu… Aslında zaman ve mekân yok, der gibi… Neler olup bitiyorsa “sen”den dolayı olup bitiyor, der gibi…

Ne Hz.İsa’nın geleceği var(Ahzâb, 40), ne de Mehdi denen palavra tiplemenin…(Neml, 65) (Vah bazı Müslüman kardeşlerim vah!)

Olmayacak duaya amin demenin, bir şeylerin düzelmesi için hayali birilerinin gelmesini beklemenin bir anlamı yok yani.

Ne yapılacaksa “ben” yapacağım.

Mutluluğu “zevk” ile karıştırıyor bazı dostlar… Salt mutlu olmak için var olduğumuzu sanıyorlar… Sanırım aldanıyorlar… Alışveriş, sevgili, para, makam mevki, şan şöhret, dostlarla birliktelik, kutsal bir dava, hatta din… Öyle gibi… Çoğu kere işe yarıyor gibi… Ama işte yukarıda küçük bir özetini verdiğim gazeteyi gördünüz…

Bu şartlarda mı?!.

Bu mümkün mü?..

Tecavüze uğrayan o biçare hamile kız, ailesi tarafından “orospu” diye suçlanıp öldürülürken…(Otopside anlaşıldı; o kızlardan biri diri diri gömülmüş!)

Bu mümkün mü gerçekten?..

İnsanın kendisini mutlu hissetmesi ne kadar güzel; ama bu şartlarda mümkün mü gerçekten?

Ne kadarlığına?..

Neye rağmen?..

Şu anda, biraz önce ufaladığım ekmek parçasını kapıp hemen karşımdaki ağacın dalına konan o güzelim serçede gözüm… Rengârenk... Cıvıl cıvıl… Nasıl da mutlu görünüyor… Ama yaşamı bir an kadar kısa, hatta bir an; tıpkı benim gibi, sizin gibi… Bu bir “an”, kendimizi mutlu hissetmek için mi sadece?

Bizden önce yaşamış uygarlıklar… Mu… Atlantis… Adem’den önceki ırklar… Okyanusların altı o uygarlıklardan kalanlarla dolu… Tokyo Müzesinde binlerce yıllık gözlüklü adam heykeli, Kahire Müzesinde aynı yaşlarda kuru elektrik pilleri, Mısır’daki piramitler… Ne kadar eski gibi… Oysa daha şu andan söz ediyoruz; beş-on bin yıl da ne!.. Evren 14-16 milyar yaşında ve hâlâ genişliyor, sonra büzülecek… Belki yaklaşık 50 milyar yıllık upuzun bir zaman… Ama belki bu da kısacık bir “an”dan ibaret; bilmiyoruz…

Yetmiş yıl için buradayız ve sanırım burada bulunuş amacımız mutlu olmakla sınırlı değil. Tabii ki mutlu olmaya çalışmalıyız, keşke herkes -o nasıl bir şeyse- mutlu olsa; ama her şey bununla sınırlı değil gibi…

Hüzün de gerekiyor sanırım.

İkisi bir arada olabilir gibi geliyor bana, hatta olması gerekiyor gibi; belki ancak bu şekilde bir anlam kazanabilir bu ızdırap, bu acı “oyun”…

Kuantum zerreciği ne diyordu: Zaman yok, mekân da…

Ama var gibi…

Her şeyi ben mi yaratıyorum; her şey benim beynimde mi olup bitiyor?

Kuantum zerreciği, Kuran, doğadaki izler, mistiklerin özdeyişleri…

Sanırım tüm bunlar birer işaret levhası; bir yerleri, bir şeyleri işaret ediyor hepsi…

Yine sanırım “ben/sen/o” diye bir şey de yok; Evren tek bir organizma… İyisiyle kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle…

Sanırım bunu bilmek, bunu anlamak, bunu öğrenmek için buradayız; belki bu, bundan sonrası için gerekiyor, bilmiyorum. (Hâlâ “öncesi-sonrası” diye konuşmam bu kaçınılmaz “şartlanma”nın sonucu mu acaba?)

Her şey tek ve bir sanırım; ve tüm bu ızdırap, bu gerçeğe ulaşmak için yürümemiz gereken “bir anlık” dikenli bir yol. “O kötü, ben iyiyim” diye bir şey yok belki; hepimizden oluşan hepimiz hem kötü, hem iyiyiz; tüm bunlar, bunun farkına varmak için belki… Belki bunları görüp, idrak edip de başaracağız bir şeyleri, bilmiyorum.

Ama bir şeyler oluyor.

Bunu hissedebiliyorum.

İnşallah, ne olup bittiği hakkında bir şeyler anlayabilmek içindir tüm bunlar gerçekten. Kuantum zerreciği haklıdır inşallah; zaman ve mekanla sınırlı değilizdir inşallah… “An”lar “an”ları kovalıyordur inşallah…

Yoksa çekilecek gibi değil…

Tüm bunlar o kadar ağır geliyor ki; tüm bu zulümler, iğrençlikler, aldatmalar, hırsızlıklar, sömürüler, hainlikler, cinayetler… Tüm bu karmaşa…

Ve özellikle bu karmaşayı fırsata çevirmeye çalışan kurnazlar… (Bu özellikle ağır geliyor; çünkü eğer haklıysam, “o” da “ben”im aslında, “benim ürünüm” yani; ve aslında koyan da, bu kadar kötü olmak/olabilmek işte!)

Sınav sorularını “ben” hazırlıyorsam, neden bu kadar zorunu seçiyorum ki?!.

Öylesine yorgunum ki artık… Ve öylesine hüzünlü…

Sanırım tüm bunları uyduran benim…

Ya da, belki de hâlâ “kapalı”dayım…

Ve sanırım pencerenin önünde sigara içen adam falan yok.

Pencere de…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder