18 Nisan 2010 Pazar

Karanlık Geçmişimizle Yüzleşmeliyiz (1)

İnsan psikolojisi ile uğraşan bilginler, insanın rahatlayıp daha verimli hale gelebilmesi, daha üretken olabilmesi, yaşamının kalanını kendisiyle barışık olarak sürdürebilmesi için geçmişiyle yüzleşmesini öneriyorlar; tabii bu öneri sadece insanla sınırlı kalmıyor, insan topluluklarını da kapsıyor.

Bu, bir anlamda “özeleştiri” yapmayı da kapsayan bir öneri; geçmişteki hatalarla ilgili bu yüzleşmenin, aynı hataların gelecekte yapılmaması için bir baraj görevi üstlenebileceğini düşünüyor bilginler.

Bu anlamda, ideolojik olarak bizim gruba giren kimi arkadaşların, bu yüzleşmeden kaçındıklarını görüyor ve üzülmekten kendimi alamıyorum.

Bu sınıfa giren kimi dostlara yol gösterici olabileceğine, kendi deneyimlerimi aktarmanın bu arkadaşlara faydalı olabileceğine duyduğum inanç, bu satırları yazmaya itiyor beni.

Ben, karanlık geçmişiyle yüzleşmiş biriyim; bunun faydasını gördüğümün bilinmesi, dolayısıyla benim gibi acılar çeken kimi dostların aynı yolu izlemesi en samimi dileğimdir…

Bir zamanlar, gençliğin o kendine has delice cesaretinin de itelemesiyle komünist guruplar içinde yer aldım. Türkiye’deki fakir fukara kardeşlerimizi emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin insanlık dışı sömürüsünden kurtarmak, onları özgürleştirmek, insanca yaşayabilecek koşullara sahip kılmak ideali uğrunda gece gündüz mücadele etmek, özellikle Amerikan emperyalizmine karşı vatan savunması denilebilecek kimi uğraşlar içinde olmak, başlarda ne kadar heyecan vericiydi.

Kendimizle ilgili bütün kaygılarımızı bir kenara bırakmış, ezilenler yanında bütün benliğimizle saf tutmuştuk; emperyalizmin ve kodomanların zulmüne karşı yiğitçe bir başkaldırının yılmaz bir neferi olmak bizim için şereflerin en büyüğü, en mukaddesiydi.

Vatanımızın Amerika’nın ileri karakolu olmasına, bu kutsal toprakların Amerikan çizmeleri altında ezilmesine daha fazla izin vermeyecek; ay yıldızlı bayrağımızın şerefle dalgalanması uğrunda gerekirse canımızı vermekten kaçınmayacaktık.

Artık kızlı erkekli gruplar halinde tüm vaktimizi vatan ve millet uğruna, ezilenler ve onların dertleri uğruna harcıyor; direnişler, boykotlar, yürüyüşler, gazete ve dergi çıkarma çabaları, partileşme süreçleri, kavgalar döğüşler arasında, Denizler ve Mahirler olma yolunda mistik bir ürperti içinde didinip duruyorduk.

Günlük gazetemiz ilk yayınlandığı gün hepimiz çocuklar gibi ağlamıştık. (Aslında ben ağlamamıştım; şimdi düşünüyorum da, tuhaf bazı şeyler hissetmeye ilk olarak o gün başlamıştım sanırım.)

Ne var ki, yaş ilerleyip birtakım şeylere vakıf oldukça giderek bazı şeyleri sorgulamaya başlamıştım…

Bir zamanlar kutsal olduğunu sandığım bu işlerde kişisel bir gelecek yoktu. Zengin olmak, makam mevki sahibi olmak, şan ve şöhrete ulaşmak imkânsızdı; çünkü bu uğraş, ciddi ölçülerde fedakârlık yapmayı gerektirmenin yanısıra, kendinden ziyade toplumun refah ve mutluluğunun ön planda tutulmasını hedefliyordu.

Herkes eşit olacak, ülkenin servet ve nimetlerinden herkes eşit ölçüde yararlanacaktı; Türkiye tam bağımsız olacak, kendi kararlarını kendi verecekti.

De…

Benimle ilgili bir şeyler eksikti işte.

Ben ne olacaktım?

Can sıkıcı, moral bozucu, düşündürücü bir şeydi…

Örneğin, Amerikan 6. Filosu Türkiye’ye geldiğinde, kimi arkadaşlar çılgına dönüyor, Amerikan askerlerinin karaya çıkmaması için polisle çatışmayı dahi göze alabiliyorlardı. (O zamanlar biber gazı yoktu; o copu kafanıza yediğiniz an kan revan içinde kalıyordunuz; tabii, nereden geldiği belli olmayan(!) serseri(!) bir kurşuna kurban gitmezseniz; saçmalık işte!)



Vatan ve millet sevgisi, ezilenlerin hak hukuk mücadelesi, ulus devlet diye tarif edilen iç pazarın ay yıldızlı bayrak altında bu denli kutsallaştırılması bana tuhaf gelmeye başlamıştı; bu işlerin sonu yoktu ki!..

Daha doğrusu, bu “tehlikeli işler”in bana bir faydası yoktu.

Cinnet yıllarıydı o yıllar, cinnet yılları.

Karanlık yıllar…

Arkadaşlarımızın bir kısmı bu uğurda canını kaybediyor, bir kısmı hapishanelere düşüyor, bir kısmı da üniversitelerden atılıyordu.

Kendi kendime muhasebe yapmaya başladığım o günleri hiç unutmuyorum.

Fakir fukaranın acısı, vatanın emperyalizme karşı savunulması, Türk bayrağının onuru bana mı kalmıştı yani!..

Yaşım ilerliyordu, ama ben hiçbir şey kazanamıyordum; ne makam mevkim oluyordu, ne servetim, ne de şan şöhretim.

Bu “karanlık” günler içinde yitip gidiyordum.

Bir gün bir şey oldu ve bir lider ortaya çıktı. Bize öyle şeyler anlattı, öyle şeyler vaat etti ki, gerçeği bir anda görüp marksizmden yüz seksen derece çark ettik hemen. Bu ulu lider, vatan millet gibi boş işlere takılıp kalmamızı, güya kutsal olan bu hak hukuk mücadelesinde yitip gitmemizi engelleyerek karanlık geçmişimizle açıkça yüzleşebilmemizi sağladı.

Bu işler boş işlerdi, insana bir şey kazandırmıyordu.

Ve o lider, liberalizmi öğretti bize.

Ve o gün gördük ki, aradığımız, en azından benim aradığım parlak gelecek bu ideolojideydi. Bunun da kökü dışarıdaydı, ama olsundu; bu, insana ikbal yollarını açan sihirli bir lambaydı; lambadaki cin ortaya çıkmış, bize ne istediğimizi soruyordu.

Şan, şöhret, para, makam mevki, itibar…

Ezilenlerin, fakir fukaranın, işçi sınıfının, köylülüğün, Mustafa Kemal’in, Marx’ın, vatanın, ay yıldızlı bayrağın, ulus devletin, hak ve hukuk mücadelesinin, namus ve haysiyetin, erdemin, fedakârlığın; netice olarak insanı insan yaptığı iddia edilen ne kadar boş değer varse hepsinin Allah belasını versindi!..

Önemli olan kişisel çıkardı, eşyanın tabiatına uygun olan buydu ve Adam Smith’in gizli eli, Marx’ın, ezilenler hakkındaki önerilerinden daha gerçekçi görünüyordu. (Aslında tam olarak böyle olmasa da, böyleymiş gibi davranmak, böyleymiş gibi anlatmak, buna inanıyormuş gibi yapmak daha tutarlıydı; çünkü bunun bir getirisi vardı. Zaten şimdi şimdi daha iyi anlıyorum; o tarihlerde marksizme de inanmamıştım; tek yaptığım “konjonktür gereği” inanıyormuş gibi yapmaktan ibaretti.)

Ve ben o karanlık geçmişimle yüzleşip, o karanlık geçmişi reddedip, o karanlık günlerdeki sözde arkadaşlarımı bir anda terk edip kendimle barışmayı seçtim.

O günden sonra ne mi oldu?

Çok şey…

Önce para geldi, sonra makam mevki, şan şöhret, gazetede köşe, itibar ve kişisel tatmin duygusu…

Mutluydum artık, alabildiğine mutlu…

Muktedirler tarafından el üstünde tutuluyor, ABD ve AB fonlarıyla taltif ediliyor, hatta Nobel alabilme potansiyeline bile sahip olabiliyordum.

Artık Türkler’in Ermeniler’i kestiğini rahatça söyleyebilir, darbeci komutanlara içimden geldiği gibi hakaret edebilir, en koyu faşizan uygulamaları “demokrasi” diye cilalayabilir, yargının bağımsızlığının yok edilmesine yönelik çabaları millete “sivilleşme” diye anlatabilir, Mustafa Kemal’le dilediğim biçimde alay edebilir, İslam’a ters her türlü uygulamayı sanki bu konunun uzmanıymışım gibi İslam çerçevesi içinde gösterebilir, ulus devlet ve ay yıldızlı bayrakla dilediğim şekilde dalga geçebilir, Kıbrıs ve Güneydoğu meselesinde emperyalizme taraf olabilir; kısaca Türk’ü Türk yapan, insanı insan yapan ne kadar değer varsa hepsinin ırzına geçip, içimdeki kini ve nefreti alabildiğine özgür bir biçimde ortaya koyabilirdim.

Artık karanlık geçmişimle yüzleşmiş, karanlık geçmişimi reddetmiş ve yaptığım özeleştiri sayesinde özgürleşmiştim.

Kimileri bana “dönek”, kimileri “maskeli”, kimileri “liboş”, kimileri “yandaş”, kimileri “yalaka” derken, kimileri de “libofaşist” diyordu, ama bundan zerre kadar gocunmuyordum; çünkü muhasebe yaptığımda ne kadar kârlı olduğumu görüyor, yatırımımın ne kadar önemli getirileri bağrında taşıdığını somut biçimde algılayabiliyordum.

Şu anda…

Boşverin; gerisini biliyorsunuz zaten; her akşam televizyonlar, gazetedeki köşem, o malum uçaktaki yerim, davetlerde hazır tutulan koltuğum, sınırsız akredite ayrıcalığım, Türk milletine duyduğum kin ve nefreti ölçüsüzce ortaya koyabilme özgürlüğüm… (Siz ne diyorsunuz; bazı arkadaşlarım sıradan bir televizyon programından haftada 250.000 TL alıyorlar!)

Mutluluk bu işte!

Eski dava arkadaşlarım ya yoksunluk içinde bir köşeye itildiler, ya öldürüldüler, ya da hapishanelerde çürüyorlar; yani sözde kutsal bir mücadele için kendilerini mahvettiler enayiler.

Oysa ben…

Libofaşist mibofaşist, devşirme mevşirme, yalaka malaka; aşağılık komplekslerimden kaynaklanan kinimi ve nefretimi Türk halkına mis gibi de yansıtıp dururken, muktedirlerden artan kemiklerle beslendiğimi söyleyenlerin bunu kıskançlıklarından yaptıkları son derece açık değil mi?

Peki, hiç mi olumsuzlukla karşılaşmıyorsun, diyecek olursanız, söyleyebileceğim tek şey olabilir; ki bunun da, bunca getirinin yanında pek önemsiz kaldığı da aşikardır tabii..

Artık aynaya bakamıyorum.

Katlanmam gereken tek olumsuzluk bu.

Aynalara küsüm artık.

Midem bulanıyor.

Midem feci biçimde bulanıyor…

Ama bu kadarcık şeye katlanmaktan da şikayetçi değilim doğrusu.

Çünkü ben buyum!..

Sürekli olarak hain hain sırıttığımı söyleyenler yanılıyorlar!

Hain hain sırıtıp falan durmuyorum.

Benim tipim böyle…



Not 1: Bu fakir, ötedenberi liberalizmi savunanları veya gerçek liberalleri tenzih eder; sözün kime gittiğini anlayan anlamıştır zaten.

Not 2: Bir insanın gerçekten görüş değiştirmesi olağan bir şeydir, herkesin buna hakkı vardır; bunu alçakça pazarlamaya kalkmadığı, eski dava arkadaşlarına alçakça iftira etmediği, kişisel çıkarı için fakir fukarayı kodomanlara yem etmediği, inanmadığı şeylere inanmış gibi yaparak insanlığa ihanet etmediği sürece tabii… Birçok liberal dostum var; hepsi de namuslu, onurlu insanlar…

Not 3: Bu çalışmanın (2) numaralı bölümü, “gömlekçileri” kapsayacaktır; gömlekleri çıkararak “beyt-ül mal”den, “babalar gibi satmalar”a geçenleri; “Cuma çıkışlarında” amerikan bayrağı yakmaktan vazgeçip, bu paçavraya tapınmayı seçenleri…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder