30 Eylül 2010 Perşembe

Silineceksiniz

İnsanoğlu mutsuz…

Savaşlar, çatışmalar, cinayetler, işkenceler, adaletsizlikler…

Sömürü?

Bini bir para!

Emek hırsızlığı?

Yüzbini bir para!

Kurnazlık?

Matematik tanımlamalar bu konuda yetersiz!

Aptallık?

En hazini de bu zaten…

“Kurnazlık”, “zulüm” ve “aptallık” bir arada!

Yaratıcı bunu affetmiyor (Kuran)…


xxx xxx xxx

Rab, halife atayacağını söylediğinde melekler ne demişlerdi:

“Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın?” (Bakara, 30)

Melekler, “halife” olarak atanacak olanın insan olacağını bilmekle kalmıyor, niteliklerini de sıralıyorlardı:

Bozguncu ve kan dökücü…

Gayb Allah’ın tekelinde olduğuna göre (Yunus, 20) melekler bunu nereden biliyorlardı peki?

Bu bir “gayb” değildi çünkü, daha önce de olmuştu ve Rab bir halife atayacaksa, bu hiç kuşkusuz “insan” olacaktı.

Hz.Adem, Arz’da yaşamış ilk insan değildi; bizim kuşağımızın/ırkımızın ilk insanıydı.

Bizden öncekiler, yaptıkları hatalar nedeniyle Arz’dan silinmişlerdi.

Yaptıkları en büyük hata neydi peki?

“Bana göre”, paylaşmaya yanaşmamışlardı; açgözlüydüler, kardeşlerini düşünüp her şeyi paylaşacaklarına mal ve nimetlerin tümüne sahip olmaya çalışıyorlar, bu nedenle “bozgunculuk yapıp kan döküyorlar”dı…

(Bu kanaatimi Kuran’ın geneline dayandırıyorum. Yaratıcı, bu “paylaşma meselesi”ni bizim ırkımıza indirdiği son Kitap’ta öylesine yoğun biçimde vurguluyor ki, bunun mutlaka bir nedeni olmalı. Satır aralarını, “eskiler paylaşmadı, bu nedenle onları yok ettim” biçiminde okuyorum.)

xxx xxx xxx


“Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonu nice olmuş diye bakmıyorlar mı? Öncekiler bunlardan sayıca daha çok, kuvvetçe daha zorlu ve yeryüzündeki eserler bakımından daha üstün idiler.” (Mümin, 82)

Bizim bildiğimiz tarihte böyle bir şey yok…

“Yeryüzünde dolaşıp bir bakmıyorlar mı ki, nasıl oldu kendilerinden öncekilerin sonu? Onlar kuvvet yönünden bunlardan daha ağır ve baskındılar. Toprağı eşip deşip, didik didik etmişlerdi. Ve yeryüzünü bunların imar ettiklerinden daha fazla imar etmişlerdi.” (Rum, 9)

Bizim bildiğimiz tarihte böyle bir uygarlık yok…

“Andolsun ki biz sizden önceki kuşakları, zulmettikleri ve resulleri kendilerine açık kanıtlar getirdiği halde inanmadıkları için helak ettik. Günaha batanlar topluluğunu biz böyle cezalandırırız. Sonra onların ardından yeryüzünde sizi hükmedenler kıldık ki, nasıl iş yapacağınızı görelim.” (Yunus,
13-14)

“Nasıl iş yapacağımız” yeteri kadar görüldü bence.

“Biz yarattık onları ve kuvvetli yaptık bağlarını/eklemlerini. Dilediğimizde benzerleri ile değiştiririz onları. İşte bu bir hatırlatıcı ve düşündürücüdür. Dileyen Rabbine doğru bir yol edinir.” (İnsan, 28-29)

“Hatırlatıcı ve düşündürücü”

Peki “düşünen” var mı?

xxx xxx xxx

Eskilerin yeryüzünden neden “silindiklerini” biliyoruz galiba; “bize benziyorlarmış” da ondan…

xxx xxx xxx

Ben meleklere katılıyorum; ne gerek vardı ki?!.

Bu tür, bozguncu ve kan dökücü işte; eskiden de böyleydi, şimdi de böyle, bundan sonra da böyle (mi?) olacak!

xxx xxx xxx

Peki, melekler insanın tekrar yaratılmasına ve yeryüzünde halife kılınmasına “sitem ettiklerinde” hangi cevabı almışlardı?

“Şu bir gerçek ki, ben sizin bilmediklerinizi bilmekteyim!” (Bakara, 30)

Bak, bu “gayb” işte; bunu bilmemize imkân yok.

Belki de “bizden sonrakiler” düşünüp ibret alarak “paylaşmayı” seçeceklerdir. Her şeyin bir zamanı var herhalde. Tekâmül belki de böyle oluyordur. Bunu bilmemiz mümkün değil.

xxx xxx xxx


Kuran’da portresi çizilen bir tip var:

“Ezilmiş, boynu bükük bir yoksul.”

Bu tipin içinde “Yaratıcı’nın Nefesi” var (Sâd, 72); ve bu tip, “hükmeden kılındığı Arz’da” böyle ezilmiş ve boynu bükük bir biçimde dolaşmaya devam ettiği müddetçe, Hz.Adem ile başlayan son insan ırkı da “layık olamamış” demektir.

Silinir…

Yerine benzeri gelir.

Biz, Yaratıcı’nın bildiğini bilemeyiz (Bakara, 30); ama boynu bükük bu yoksulun, insanlığa neye mal olacağını bilebiliriz (İnsan, 28-29).

xxx xxx xxx

İçinde Yaratıcı’nın nefesini taşıyan insan, ezilmiş ve boynu bükük durumda!

“Rezzak”a “rağmen” yoksul çünkü!

Yaratıcı bunu affetmiyor!

Silineceksiniz…

Hz.Muhammed’in tebliğine rağmen, hâlâ inanmıyorsunuz çünkü!


xxx xxx xxx

Geçen gün ayak parmağımı kırdım, “yeryüzünde debelene debelene yürüyorum” şu anda; “dabbe”den farkım yok yani…

Söylemedi demeyin!

Güneş her an batıdan doğabilir.

Silineceksiniz…

O hor gördüğünüz “yoksul”, içinde “Yaratıcı’nın Nefesi”ni barındırıyor.

İnsanoğlu Arz’ı hak etmiyor; buna lâyık değil!

xxx xxx xxx

Silineceksiniz…

İnanmıyorsunuz, dolayısıyla “paylaşmaya yanaşmıyorsunuz”!

O boynu bükük yoksul yüzünden…

Silineceksiniz…

25 Eylül 2010 Cumartesi

Hastalanan Köle Tedavi Edilmeli Mi

Adam altmış yaşında.

Hasta.

Sorup soruşturuyor; “bu mesele önemlidir” dedikleri için de -ne demekse- “iyi bir hastane”ye gitmek istiyor.

Gidiyor da…

Adamdan önce 250 lira alıyorlar, muayene ücreti.

“SSK emeklisiyim ciğerim!” diye babalanıyor adam, ama karşısındaki ondan fazla babalanıyor; gülümseyerek, vücut dilini ayarlayarak, saygı göstererek… Hasta olan deyyus ne de olsa “müşteri” tabii!..

Tam tercüme edilecek olursa, köleye, “Bu hastalık tipinde, SSK/SGK veya ne Allahın belası emeklisi iseniz o burada geçmez!” mealinde bir şeyler söylüyorlar diğer köleler; yine gülümseyerek tabii…

Hastalık bu, kabadayılık bu konuda sökmüyor!

Adam giriyor doktorun odasına, sekiz-on dakikalık bir muayeneden sonra eline bir tahlil listesi tutuşturuluyor. Hekimin bir kabahati yok, işini iyi yapmaya çalışıyor herhalde.

Altmışlık köle bir alt kata iniyor, elindeki listeyi biraz önce celladına gülümseyerek bakan “satış görevlisine” uzatıyor; ve ağzının payını anında alıyor tabii:

“Dokuz yüz seksen lira.”

Köle kafasından şöyle bir hesap yapıyor, istenen para muayene ücretiyle birlikte iki aylık emekli maaşına denk… İki aylık emekli maaşı!..

xxx xxx xxx

Şu anda saat 12.07… Bugün Cuma… Yandaki camiden müezzinin sela sesi geliyor. Bu ülkede sekiz yıldır Müslüman taklidi yapan birileri iktidarda; bunlardan önceki uzun yıllar boyunca da Müslüman taklidi yapanlar iktidardaydı.

“Ezan susmayacak, bayrak inmeyecek!” falan…

Riyanın en katmerlisi, en edepsizi, en çirkini!..

xxx xxx xxx

Bu altmış yaşındaki hasta deyyus Türk ve Müslüman değil mi arkadaş!?.

Bu altmış yaşındaki Türk ve Müslüman hasta, kendi memleketinde neden istediği bir hastaneye gidemiyor?!.

“SSk hastaneleri var, emekliden az para alan başka özel hastaneler var” gibi abuk sabuk şeyler seylemesin kimse; mesele o değil ki!

Tekrar soruyorum; bu memlekette tüm yaşamı boyunca çalışarak emekli olmuş bu Allahın belası hasta, neden “iyi bir hastane”ye gidemiyor kardeşim?!.

“E, bu, dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinde böyle beyefendi!”

Senin beyefendinin de, dünyanın tüm gelişmiş ülkelerinin de Allah belasını versin o zaman hanımefendi!

xxx xxx xxx


Birileri hasta olduğunda ucuz hastane bulacağım diye kapitalizm gibi çirkef çirkef kokan rüzgâra kapılıp, oradan oraya savrulup dururken, “ötekiler” neden “en iyi hastaneler”e gidiyor?

Bunların farkı ne?

Bu altmış yaşındaki namussuz tenekeden de, diğerleri altından mı hemşerim!

Hani hepimiz kardeştik, hani İslamda üstünlük ölçüsü sadece “takva” idi!

Hani kölecilik ortadan kalkmıştı!

Bu namussuz köledir, sigorta hastanesine gider veya özel bir hastaneye gidecekse iki aylık emekli maaşını bırakır; bu beyefendi/hanımefendi asildir, istediği hastaneye hatta gerekirse Cleveland’a gider!

Köleler ve köle sahipleri!

Proleterler ve kapitalistler!

Namussuz köleyi hastaneye gönderiyorlar ki, iyileşip sahipleri için çalışmaya devam etsin!

“Ama bu köle emekli beyefendi.”

Kölenin emeklisi mi olur ulan!

xxx xxx xxx


SSK hastaneleri çok kalabalık, doktorları iyi değil, falan demiyorum kardeşim; mesele bu değil!

Neden birileri iyi hastanelere gidiyor da birileri gidemiyor; mesele bu!

Onlar Allah’ın kulu da biz Firavunun kulu muyuz?!.

xxx xxx xxx


Bir araştırmanın sonucuna göre, patronları veya üstleri tarafından sürekli aşağılanan emekçiler bir süre sonra bunu içselleştiriyor, giderek törpüleniyor ve sonunda gerçekten aşağılık biri olduklarına ikna olarak sistem içinde köleleşip gidiyorlardı.

Bu da öyle!

Kapitalist sistem halkı o kadar uzun yıllardır aşağılayıp duruyor ki, millet bunu içine sindirmiş; kimsenin “Hop, ne oluyor birader!” demek aklına bile gelmiyor.

Sen kölesin, SSK hastanesine; siz “sahip”siniz efendi hazretleri, buyrunuz en iyi hastaneye…

Öküz gibi yiyip içip semirmekten, tüm malları depolamaktan söz etmiyoruz burada, o hafif kalıyor; hastalıktan söz ediyoruz burada, acı çekmekten, ağrı duymaktan, hem ruhen hem bedenen örselenmekten!

xxx xxx xxx

Nefret dolu sorular çok basit arkadaş!

Bu altmış yaşındaki emekli neden “iyi bir hastane”ye gidemiyor?!.

“İyi hastaneler” kimler için?!.

İnsan sağlığını kazanç konusu yapmak ahlâksızlık mı değil mi?!.

Hastalanan bir insana “Paran var mı ulan!?.” diye sormak İslami bir tavır mı değil mi?!.

“Bazı hastaneler bu tip emeklilerden/sigortalılardan ya çok az para alıyor, ya da hiç almıyor.” diye ahlâksızlaşarak, sigortalı emekçileri “bazı hastaneler”e gitmeye zorlamak kahpelik mi değil mi?!.

“Ne yapalım, ülkemizin şartları maalesef böyle!” diyen salak, salak olduğunun farkında mı, değil mi?!.

xxx xxx xxx

“Sünnet sünnet” diye konuşup duruyorsun; Allah’ın Elçisi aramızdayken özel hastane diye bir şey mi vardı?!.

“E, ne yapalım şimdi; bütün özel hastaneleri kapatalım mı yani?!.”

Sevgili Müslüman kardeşim benim, köleliği öylesine içselleştirmiş ki, “sahipler” için “özel” olarak oluşturulmuş olan yerleri “kamulaştırıp” tüm halkın malı haline getirmeyi hayal bile edemiyor! (Bakara, 219, Nahl, 71)

Serbest piyasanın kimler için “serbest” olduğunu kavramaktan dahi aciz! (Yunus, 100)

xxx xxx xxx

İslam’ı “ahret dini” haline getirdiğinde böyle oluyor işte!

Öldüysen belediye dahil herkes seferber oluyor, işler son derece düzenli biçimde işliyor, kimse ortada kalmıyor, araban bile hazır; ama canlıysan, bir köle isen yani, yanmışsın!

Ta ki geberene kadar!..

Kuran’ı bunlara bıraktığında böyle “okuyorlar” işte!

xxx xxx xxx

Neyse…

Hadi, hep beraber…

Hepiiiimiiiiizzzz kardeeeşiiiizzzzz, bu kavgaaaaa ne diyeeeeeeee…..

21 Eylül 2010 Salı

Örümcek Ağından Ev Yapanlar

Ben bunların ciğerini bilirim!

Nereden bilirim, nasıl bilirim peki?

Kuran okurum çünkü!

İşte dayanamadıkları, katlanamadıkları, hazmedemedikleri şey bu!

Kuran’ın en temel göstergelerinden/ayetlerinden/işaretlerinden biri de Kalem Suresi’nin 9. ayetidir.

Bu adamlar, bu ayeti kitlelere bir kez dahi okumamış, bu göstergenin ne anlama geldiğini ümmete bir kez olsun anlatmamışlardır!

Neden?

Çünkü bu gösterge/ayet, bunların neden Kuran ve Hz.Muhammed düşmanı olduklarının en temel kıstaslarından birini sunmaktadır Müslüman vicdana da ondan!

Bunlar, Kuran ve Hz.Muhammed düşmanıdırlar!

Denilebilir ki, “E, bunlar Kuran’ı, Allah’ın Elçisi’ni ağızlarından düşürmeyen kimseler; nasıl olur da bunların Kuran ve Hz.Muhammed düşmanı olduklarını iddia edebilirsiniz?”

Buna “Stockholm Sendromu” deniyor.

Bu bilimsel tanımlamanın meali, “rehin alınan kişinin rehincisine duyduğu takıntı”dır.

Kuran ve Hz.Muhammed bunları rehin almıştır, bunlar işte bu nedenle Yaratıcı’yı ve Elçisi’ni ağızlarından düşürmezler/düşüremezler.

Yaratıcı, O’nun Kitabı Kuran ve bu Kitabı tebliğ eden Elçi bunları öylesine çaresiz bırakmıştır ki, “rehin alınmak” bunlar için söylenebilecek en hafif sözdür!

Kalem Suresi’nin 9. ayeti mealen ne diyor?

Cevabı beklenmeyen soru cümlelerine soru işareti konmaz; bakın üstteki cümlenin sonunda bu işaret var, soruyorum çünkü!

Bilmezler/bildirmezler, konuşmazlar/konuşturmazlar, cevap vermezler/verdirmezler!

Ama daha da önemlisi var:

Sormazlar/sordurmazlar!

Tekrar soruyorum; Kalem Suresi’nin 9. ayeti ne diyor?

Sizi gidi kırtosbağaları sizi!

Sizi gidi müşrikler sizi!

“İstediler ki, sen alttan alıp gevşek davranasın da onlar da yumuşaklık göstersin.” (Kalem, 9)

Bu ayet direkt olarak Hz.Muhammed’e, Kuran’da yer aldığına göre dolaylı olarak da bize hitap ediyor.

Hz.Muhammed’e neden kızıyorlardı, neden alttan alıp gevşek davranmasını istiyorlardı; Hz.Muhammed alttan alıp gevşek davransaydı onlar neden ve nasıl yumuşaklık göstereceklerdi peki?

Kimdi bunlar?

Mekke oligarşisi tabii; tefeci bezirganlar yani, murabaha sermayesi!

Bunlar namaz kılıyorlardı, oruç tutuyorlardı, zekât veriyorlardı, Kâbe’yi tavaf ediyorlardı ve çok daha önemlisi Allah’a inanıyorlardı…

Ne diyor Ankebut, 61:

“Onlara, ‘gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i ve Ay’ı kim boyun eğdirdi?’ diye sorarsan, mutlaka şöyle diyecekler: ‘Allah!’ Peki nasıl döndürülüyorlar!”

Bu kırtosbağaları, bu müşrikler, bu tefeci bezirganlar, murabaha sermayesine sahip bu müşrikler Allah’a inanıyorlardı; zaten “müşrik” olmanın birinci şartı da bu değil miydi! (Müşriğin müşrik olması için öncelikle Allah’a inanması gerekir ki, “eş koşarak” pislikleşebilsin.)

Peki; Sureye ismini veren “Örümcek”, yani “Ankebut” nereden geliyordu:

Bu ayet, adını, bu murabaha sermayesine sahip kırtosbağalarının inançlarının örümcek yuvasına benzetildiği 41. ayetten alıyordu. Ne diyor bu ayet: “Allah’tan başkasını yâr edinenin durumu, kendisine ağ örerek ev yapan örümceğe benzer. Halbuki iyice bilseler, evlerin en çürüğü örümcek evidir.”

Kendilerine mallardan mülklerden ağ örerek ev yapan bu tipleri kalbinden vuran can alıcı soruyu tekrar soruyorum:

Allah’ın Elçisi’nden istedikleri neydi, neden Elçi’nin alttan alıp gevşek davranmasını istiyorlardı; Hz.Muhammed alttan alıp gevşek davransaydı bu uğursuz tipler neden ve nasıl yumuşaklık göstereceklerdi?

Sizi putataparlar sizi!

Kuran’dan öylesine uzaklar ki, bu sözlerimi “çok kaba” bulup, kızıyorlar bana!

Bakın, sözünü ettiğimiz Kalem Suresi nasıl devam ediyor:

10. Şunların hiçbirini tanıma: Çok yemin eden, bayağı-alçak,
11. Alaycı/gammaz, koğuculuk için dolaşıp duran,
12. Hayrı engelleyen, sınır tanımaz-saldırgan, günaha batmış,
13. Kaba/obur, bütün bunlardan sonra da soyu bozuk, kötülükle damgalı.

Ve bakın, bir sonraki ayet Allah tarafından nasıl düzenlenmiş:

14. Mal ve oğullar sahibi olmuş da ne olmuş!

İşte Allah’a, Kuran’a ve onu tebliğ eden Peygamberimize bu 14. ayetteki “mal” meselesi yüzünden kızıyorlardı; çünkü her şeyden vazgeçmeye razılardı, ama mesele “mal” olduğu zaman hiddetten çıldıracak hale geliyorlardı!

Aynen bugünküler gibi!..

Birkaç çalışmamda Ebuzer’den söz etmiştim ya; kalemşörleri hemen devreye girip benim “hayal ürünü bir Ebuzer yarattığımı” ileri sürerek “küfür ve hakaret” kısmını tetikçilerine bırakma “lütfunu” göstermişler. Gazetelerindeki “sözüm ona okuyucu yorumlarında” ne terbiyesizliğimiz kalıyor, ne ahlâksızlığımız!

Sonra bunlara “kırtosbağaları” dediğimde kızıyorlar!

Kalem Suresi benim muhayyelemin bir ürünü mü?!.

Hem, Ebuzer fakir değilmiş ki, evi varmış, tarlası varmış falan!

Ne olacaktı peki? Sokaklarda mı yatıp kalkacak, namerde el açıp dilenecek miydi yani?!. Ben, tüm tarlalarımızı, evlerimizi, bankadaki paralarımızı toplayıp denize mi atalım diyorum?!. Tabii ki her Müslümanın/insanan evi olacak, tarlası olacak, gereğinde arabası olacak; bunda ne var?!. Sersem tipler, Kuran’ı anlamaktan öylesine acizler ki; sanıyorlar ki, benim gibi Kuran okuyanlar, herkes açlığından ölsün istiyor!

Allah’ın nimeti herkese bölüştürülse ve herkes ailesini şerefli bir biçimde, namerde-ite kopuğa muhtaç olmadan geçindirebilse fena mı olur yani?!. (Aslında bu soru anlamsız, çünkü bu mesele senin takdirine bırakılmamış; rızıklarda, mal ve mülkte eşitliği emreden O çünkü! Hadi Kuran okumuyorsunuz, belki bu satırlar gözünüze ilişir diye hatırlatıyorum sadece!)

Aynı soruyu tekrar soruyorum be hey gafiller:

Namaz kılan, oruç tutan, Kâbe’yi tavaf eden, zekât veren ve Allah’a inanan bu uğursuz takımı, Allah’ın Elçisi’ne, sevgili Peygamberimize neden bu denli kızıyordu?!.

Çünkü onların putları Lât, Uzza ve Men’ât’tan ibaret değildi!

Onlar “malı/mülk”ü de ilah edinmişlerdi!

Ve Hz.Muhammed “Mülk Allah’ındır!” diyerek onları en zayıf yerinden yakalamış, rehin almış, en değerli putlarını paramparça ederek yere sermişti!

“Lailaheillallah!”

İşte, Allah’ın Elçisi’nin söylediği farklı şey buydu ve bu uğursuz takımı bunu hazmedemiyordu! Bu nedenle o Muazzez Elçi’nin alttan almasını, yumuşaklık göstermesini istiyorlardı!

Yumuşak davranıp alttan alsaydı -mallarına karışmasaydı-, O’na para verecekler, mal mülk verecekler, hatta O’nu kral yapacaklardı; ama o Allah’ın Kitabı’nı tebliğ ediyordu.

O’nun puta ihtiyacı yoktu!

“Mallarınız sizin değil, Allah’ın!” diyordu Hz.Muhammed ve bu malların insanlar arasında paylaştırılmasını istiyordu; çünkü bu uğursuzların bu mallara mülklere taptığını görüyor, biliyor, kahroluyordu!

Ne diyor Alemlerin Rabbi:

“Kimi insanlar, Allah’tan başkasını O’na ortak koşar ve Allah’ı sever gibi onları severler.” (Bakara, 165)

Peki; bu uğursuz takımı bunu kabul eder mi?

Etmez!

Nereden biliyorum peki?

Kuran okuyorum çünkü!

“Onların hepsini bir gün huzurumuzda toplayacağız. Allah’a ortak koşanlara, ‘Hani nerede o ortak sandıklarınız?’ diyeceğiz. Çaresizlik içinde sadece şöyle diyecekler: ‘Rabbimiz Allah’a yemin ederiz ki, ortak koşuyor değildik.’” (En’am, 22-24)

“Onlar, ‘Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımız hususunda dilediğimizi yapmamamızı sana namazın mı emrediyor? Aslında sen halim selim, aklı başında birisin’ dediler.” (Hud, 87)

(“Aslında sen halim selim birisin”e dikkat edin; Peygamberin yumuşamasını umut ederek yağcılık yapıyorlar; “tamam” diyorlar aslında, “Allah’a inanalım, namaz kılalım da mallarımıza neden karışıyorsun ey Şuayb!” Aynısını Hz.Muhammad’e de yapmışlardı, Kalem Suresi bunu anlatıyor işte.)

Bundan on yıl önce bu ayeti kitaplarımdan birine koyduğumda çok hoşlarına gitmişti; bugünse salya sümük ağlayıp, küfür edip duruyorlar!

Neden?

Bu on yıl içinde ne değişti?!.

Bunun cevabını vermeyeceğim bu kırtosbağalarına; kendileri anlasınlar, nereden nereye geldiklerini kendileri kavrasınlar diye özellikle yapacağım bunu!

Şu kadarını söylemekle yetineceğim: O gün Hz.Şuayb’e neden kızıyorlardıysa, bugün de Hz.Muhammed’e ve tebliğine bu nedenle kızıyorlar işte!

Hz.Şuayb’e (O’na selam olsun) namazı, bu kırtosbağalarının malları üzerindeki tasarruf hakkını kısıtladığı için kızıyorlardı; Hz.Muhammed’e (O’na selam olsun) de “Lailaheillallah” dediği için kızıyorlar ve bunu açıkça söyleyemeyecekleri için de kin ve nefretlerini Ebuzer üzerinden yöneltiyorlar O’na!

Allah’ın her iki Elçisi de aynı şeyi söylüyordu; çünkü söyleten aynıydı!

İkisi de “Lâilaheillallah” diyordu!

İkisi de “Mülk Allah’ındır!” diyordu; çünkü bunu dedirten aynıydı!

İkisi de, “Mallarınızı Allah’ı sevdiğiniz kadar severek şirke düşüyorsunuz, necisleşiyorsunuz, pislik haline geliyorsunuz!” diyordu!

Putataparlar, müşrikler işte bu nedenle kızıyorlardı Allah’ın Elçisi’ne!

Allah’ın üretim araçlarını (suyu, toprağı, tabiatı, tohumlayıcı olan rüzgârları, her türlü yiyeceği sunan denizleri, karşılıksız verdiği ekinleri, meyveleri velhasıl insanın tüm rızkını) gaspeden bu sermaye sahiplerini savunmak size mi düştü ey Müslümanlar; bundan hicap duymuyor musunuz?!. Bırakın bana bu tekelci sermaye sahipleri, emperyalistler, tefeci bezirgânlar saldırsın, size ne oluyor?!. Bakara 219’u, Nahl 71’i, Nisa 75’i anlatan birine saldırmak size yakışıyor mu; bu ayetler benim muhayyelemin ürünü mü?!.

Siz Müslümansınız be; Allah’ın nimetlerinin Allah’ın kulları arasında paylaştırılması gerektiğini söyleyen -yani Kuran okuyan- birine saldırmak size yakışıyor mu?!.

Sizi, cevabını vermediğim o soruyla başbaşa bırakıyorum:

On yıl içinde ne değişti de Kuran okuduğum için bana kızmaya başladınız?!.

Bu beş para etmez tehditlerinizden korkacağımı, geri atım atacağımı, “yumuşaklık göstereceğimi” mi sandınız yoksa!?.

Benim arkamda Hz.Muhammed var, benim arkamda Kuran var, benim arkamda Alemlerin Rabbi var, Allah var Allah!..

Siz kimsiniz be!

“İman ettik” demekle kurtulacağınızı, sınavdan geçmeyeceğinizi mi sanıyordunuz yoksa?!. (Örümcek/Ankebut, 2)

Yürüyün birarder, adamı hasta etmeyin!

“O halde sizin dininiz size, benim dinim bana” arkadaş! (Kafirun, 6)

16 Eylül 2010 Perşembe

Ateşe Dayanıklı İlahiyatçılar

Aralarında ne kadar istisna var bilmiyorum, sayıları o denli az ki, bunları bulup çıkarmak o kadar da kolay olmuyor; ama “sağlam bir kaynak”tan edindiğim bilgilere göre, ezici çoğunluğu oluşturan, istisnanın dışında kalan İslam ilahiyatçıları ateşe bir hayli dayanıklı adamlar.

İtfaiye elbisesi giymiş mübarekler!

Arapça biliyorlar, hitabet yetenekleri dudak ısırtıyor, İslam tarihini ezbere okuyorlar, hatta çoğu Kuran’ı bile ezbere okuyor…

Önce Arapça bir şeyler okuyorlar uzun uzun, sonra da Türkçe mealine geçiyorlar; böylece söyledikleri meşrulaşmış oluyor; e, Arapçasını bile okudular işte ciğerim, daha ne istiyorsun!

Yüzlerindeki o huzur nasıl da büyülüyor insanı. Hele o dönem dönem takındıkları ağlamaklı mimikler… Dönem dönem takındıkları o “derin bir şeylere vakıf olmuş adamların” gizemli tebessümleri… Gülmek değil, gülümsemek bile sayılmaz; belli belirsiz, ama belirgin bir gizem yaratacak ölçüde o ilahi tebüssümleri…

Canlarım be…

Nasıl muhterem adamlar, nasıl...

İnsan onları televizyonlarda, gazetelerde gördüğünde nasıl da derin bir tevekkül içine giriyor, nasıl da ruhani bir havaya bürünüyor…

Gerçi ne dedikleri pek anlaşılmıyor, ama olsun; Arapça bir şeyler okuyorlar ya, bu bile yetiyor insana.

Onlar olmasaydı ne yapardık tahmin bile edemiyorum.

Çoğu okumuş adam bunların, hepsi kültürlü, birkaç dil biliyorlar; tamamına yakınının kitabı var, çoğunun da akademik kariyeri… Doktorundan tut da profesörüne kadar…

Allah’ın Elçisi’nden ve sahabilerden söz ederken o gözlerinin dolması yok mu; insan ağlamamak için kendini zor tutuyor.

Allah yanılıyor!

Bu çok açık!

Yanılıyor işte!

Sen kalk, bu muhteremler hakkında, “Allah’ın Kitap’tan indirdiği şeyi gizleyip onu basit bir ücret karşılığı satanlar, karınlarında ateşten başka bir şey yemiş olmazlar. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacaktır, onları arındırmayacaktır da… Onlar için korkunç bir azap vardır. Bunlar var ya, bunlar hidayeti satıp şaşkınlık, affedilmeyi satıp azap almışlardır. Ne kadar dayanıklıdırlar ateşe!” diye ayet indir! (Bakara, 174-175)

Böyle acımasızlık olur mu!

Ne olmuş yani Kuran’ın 500’e yakın ayetini Müslümanlardan gizliyorlarsa!

Ne olmuş yani “Kuran’ın özünü” Müslümanlardan saklıyorlarsa!

Bu, bu kadar büyük bir günah mı yani!

Hem, sanırım ilk ayette bir hata bile mevcut: Ne demek “basit bir ücret”?

Adam çıkıp 1-1.5 saat konuşuyor televizyonda, veya 50-60 satır yazı yazıyora gazetede, ayda 50-60 bin liraya bana mısın demiyor; bunun neresi “basit bir ücret”?!.

Namazı, haccı, orucu, sadakayı, bazen çok zorda kaldıklarında zekatı, hatta milyonlarca hadisi(!) bile anlatıyorlar işte; daha ne yapacaklardı yani!

“Sana şaraptan ve kumardan sorarlar. De ki: ‘Her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım zahiri faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günahı faydasından daha büyüktür. Yine sana iyilikte ne harcayacaklarını sorarlar: ‘Affetmek’ olduğunu söyle. Böylece Allah size ayetleri açıklar, umulur ki düşünüp anlarsınız.”

Bu, Suudi Arabistan Krallığı’nın mealinden Bakara 219. ayet. Adamlar ne güzel meallendirmişler işte. İyilikte ne harcayacağınızı merak ediyorsanız, “affedeceksiniz” ciğerim; adam bundan daha açık nasıl yazsın!?.

Siz bakmayın, özellikle o ikinci ayet konusunda o “Yine sana neyi paylaşacaklarını soruyorlar. Onlara söyle: İhtiyaç fazlası olan her şeyi.” diye ahkâm kesenlere! (R.İhsan Eliaçık)

Paylaşma maylaşma nereden çıkıyor ciğerim; koskoca Kralın ilahiyatçılarından daha mı iyi biliyorsun yani sen?!.

Diyelim fakirin biri zenginin birinin yanına gelip derdini anlatarak yardım istedi; “Tamam birader, affettim seni!” de gönder gitsin keratayı, ne uğraşacaksın! N’oluyor öyle paylaşma maylaşma?!. Hem de “ihtiyaç fazlası her şeyi” vererek!..

Nahl Suresi’nin 71. ayeti bir başka örnek mesela!

Adamın meallendirmesine bakın; “ateşe dayanıklı olmadığı” nasıl da belli:

“Bakın Allah rızık bakımından kiminizi kiminizden zengin kıldı. Oysa zenginler mallarını ‘arada fark kalmaz, eşit hale geliriz’ diye yanındakilerle paylaşmıyorlar. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar?” (R.İhsan Eliaçık)

Halbuki ayet bunları söylemiyor, hiç alakası yok; ama daha önemli bir şey var: Bu ayet bize inmedi ki, Necran Hristiyanlarına indi! (“O halde Kuran’da ne işi var!” diye abuk subuk sorular sormak yok ciğerim; ne diyorsak o!)

Bakın, ayet nasıl aslında:

“Allah, rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kıldı. Üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altındakilere (köle ve hizmetçilere) vermiyorlar ki rızıkta hepsi eşit olsunlar. (Onlar ellerinin altındakilerle kendilerini eşit tutmazlarken, Allah’ı putlarla nasıl eşit sayıyorlar? Yoksa) Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?

“Onlar” kim?

E, Necran Hristiyanları işte! Baksanıza Allah’ı putlarla eşit sayıyorlar!

O parantez içindeki sözler ayette yoksa yok, n’olmuş; Allah unutmuş, Kralın ilahiyatçıları da tamamlıyor işte; ne var bunda!


xxx xxx xxx

Genelde İslam alemi, Özelde ise Türkiye perişan durumda. Millete açlıkla boğuşmaktan gına geldi. Bugüne kadar kapitalist muktedirlerin tümü “ateşe dayanıklı” bu İslam ilahiyatçıları(!)ndan sonuna kadar faydalandı. Tansu Çiller dahi, “Bayrak inmeyecek, ezan susmayacak!” diye bağırıyordu bir zamanlar; çünkü gücünü bu “ateşe dayanıklılar”dan alıyordu.

Siyasetçileri konuşmaya gerek yok; onların neyin peşinde olduğu anlaşıldı artık; ama siz İslam ilahiyatçısısınız be! Kuran okuyor, millete dinini anlatıyorsunuz be!

Biriniz de çıkıp, “Kardeşim, Allah rızık konusunda eşitlik emrediyor, mal ve servetlerin belli ellerde toplanmasını yasaklıyor, ‘zenginlerin malında fakir fukaranın hakkı var’ diyor diye üç-beş söz söyleyin be!

Biriniz de çıkıp “kapitalizmle İslam hiç bir arada olur mu kardeşim!” diye ucundan kıyısından azıcık dokundurun be!

Sadece sadakayı anlatarak yırttığınızı sanıyorsunuz; yahu biriniz de çıkıp “zekat” varken “infak” da nereden çıktı; Kuran’daki “infak” kavramı ne anlama geliyor bunu bir anlatın be!

Ayıp değil size?

Hiç utanmanız sakılmanız yok mu sizin?!.

Allah’ın ayetlerini, öküz gibi yiyip semirdikçe semirenlere basit bir ücret karşılığı satmaktan sıkılmadınız mı artık!

Kızıl mı kızıl kapitalitstlere Allah’ın Kitabı’ndaki ayetleri “gizleyerek” stepnelik yapmaktan hiç mi usanmadınız be çocuklar!

Cenneti geneleve çevireninden tut da, Peygambere “Müslümanın zenginini sevdiren”e; içine Yasin üflediği balonları mezarlara boşalttıranından tut da, kapitalist zıpçıktılara “helal servet fetvaları” verenine kadar…

Allah’tan korkunuz yok; bunun anladık…

Ama kuldan utanmanız da yok be ciğerim!

Bugüne kadar o ayeti böyle yorumlamıyordum, ama şimdi hepinizin ellerinin kesilmesi gerektiğini düşünüyorum gerçekten. (Maide, 38)

Siz hırsızsınız çünkü!

Kuran’ı çalıyorsunuz.

Ezbere bildiğiniz Kuran ayetlerini Müslüman kitleden “gizleyerek” Kuran hırsızlığı yapıyorsunuz!

Yahu, bir gün çıkıp da şu fakir fukaraya Kuran’ı hiçbir şey gizlemeden anlatın be!

Ne tuhaf adamlarsınız birader!

Vay canına be!

4 Eylül 2010 Cumartesi

Ölümlü Olan Herkes “Hayır” Demelidir

Kuran’da çok kısa, ama bu kısalığıyla ters orantıda öneme sahip muazzam bir sure var.

Maun Suresi…

“Maun” Arapça’da; “malın zekâtı, kendisinden faydalanılacak şey, eve lâzım olan şeyler, yardım, imdat” anlamlarına geliyor.

Bu sure, Mekkî bir sure; yani Müslümanlara ilk inen surelerden biri (17. sure, ama Mushaf’ın tertibinde 107. sırada yer alıyor).

Üzerinde düşündükçe insanı dehşete düşüren bu sure mealen şöyle:

1. BAK şu dini yalanlayana.
2. İşte bak, öksüzü hor görüyor.
3. Yoksulun halinden hiç anlamıyor.
4. O namaz kılanların vay haline!
5. O kuru kuruya yatıp kalkanların vay haline!
6. Çünkü gösteriş yapıyorlar,
7. En küçük yardımı bile geri çeviriyorlar.

Bu sureyi yukarıda gördüğünüz gibi meallendiren bilgin, bakın neler söylüyor (yer darlığından mecburen kısaltarak veriyorum):

“Böylesi tiplerin karakteri şudur: Öksüzü hor görür, yoksulun halinden hiç anlamaz, fakir fukara, garip gureba umurunda bile değildir. Kendi bencil çıkarlarından başka dünya yansa dönüp bakmaz. Varsa yoksa kendisi, malı mülkü, şanı şöhreti… Tanıyın bunları! Demek ki bugünkü tabirle vicdansız, merhametsiz, zenginlik hırsından gözü dönmüş, parası olmayana dönüp bakmayan, üstelik küstah; dini imanı, Allah’ı ‘fakirin ekmeği, züğürt tesellisi’ olarak gören kıpkızıl kapitalist tipler çağımızda bu karakterin ta kendisidirler!

Demek ki dini yalanlayanlar, öksüze hor bakan ve yoksulun halinden anlamayanlar aynı zamanda namaz da kılmaktaydılar. Çünkü namaz Mekkelilerin bildiği bir şeydi.

Demek ki bir dine inandığını söyleyip, üstelik namaz kılarak dindar geçinenler vardır. Onlardan da öksüzü hor gören, yoksula aldırış etmeyen, kendi bencil çıkarları dışında bir şey görmeyen, varsa yoksa kendi malı mülkü, şanı şöhreti için yaşayanlar vardır. İşte bunlar da dini yalanlayanlar gibidir. Onlarla bunlar arasında pek fark bulunmamaktadır. … Dinin esası ve özü sosyal yaşamdan, insanlara faydalı olmaktan, iyiliği yaymaktan, erdemli ve dürüst yaşamaktan, ekmeğini aşı olmayanla bölüşmekten, paylaşmaktan geçer. Çünkü mülkün sahibi Allah’tır. Komşusu açken tok yatanların, insanlar açlık sınırındayken villa üstüne villa alanların; sokaklar dilenci, öksüz, yoksul, garip gureba doluyken bu villalarda sabahlara dek yünlü seccadelerde namaz kılanların vay haline! Mazlumun ahı arşı alaya yükselirken, yoksulun açlığı yeri delerken, öksüzün ağlaması arşı çatlatırken sadece kıldıkları namazlara güvenerek ruz-i mahşere gidenlerin vay haline!



Demek ki onlar işin gösterişindedirler. Kıldıkları namazda, yaptıkları duada hayır yoktur. Kürsülerden nutuk atmaya bayılırlar. Mükellef sofralarda tıkabasa doyup ‘elhamdülillah’ çektikten sonra, göbeklerini sıvazlarken; ‘mübarek sahabe efendilerimiz açlıktan karnına taş bağlardı’ diye ağlamaklı ağlamaklı konuşurlar. Kandil gecelerinde, gülyağı kokuları arasında gerine gerine sahabe hayatı anlatırlar. ‘Sünnettir inşallah’ diye tabağın kenarında hiçbir şey bırakmadan yedikçe yerler ama tabağın içindekini başkasına vermeyi veya bölüşmeyi hiç düşünmezler. … Nedense her şeyi kendilerine lâyık görürler. Kendileri dururken başkası akıllarından bile geçmez. Allah güzel ve zengin nimetlerini nedense hep onlar üzerinde görmekten hoşlanır. Bunlar hem namaz kılar dindar görünürler, hem de bir kapitalistten daha beter mal, mülk ve paraya tamah ederler. En küçük yardımları yapmakta bile pintilikte üzerlerine yoktur. Barlarda pavyonlarda para harcayamazlar, ama saray yavrusundan evlere milyarlar dökerler. Hırslarını maldan mülkten, gösterişten, güçlü görünmekten çıkarırlar. Paylaşmaktan, bölüşmekten, vermekten, dağıtmaktan ödleri kopar. Bir şeyi vermek onlardan kerpetenle etlerini koparmak gibi gelir. Dıştan namazlı niyazlı, içten zavallı bir dindarlık. Dışı müslüman içi kapitalist bir ehli namazlık… Bu halleriyle Allah’a değil, güce ve güçlüye taparlar… Adı en küçük yardımı (maun) bile çok görmek anlamına gelen bu sureyi dindarlık iddiasında olanlar gece gündüz okusa, sular seller gibi ezberlese yeridir. Çünkü alışılmış dindarın o iflah olmaz ‘insansız ve tabiatsız’ Allah anlayışının panzerihi bu suredir. Boyuna, Allah’ın kendine özel olarak verdiğini sandığı zenginliğine ‘elhamdülillah’ çekip göbeği gözünü kapattığı için olsa gerek burnunun ucundaki açı, yoksulu bir türlü göremeyen; yoksulluk, fakirlik, emek lâflarını duyunca ‘solculuk’ yapıldığını zanneden, ‘Müslüman güçlü olacak, her şeyin en iyisini giyecek, en iyi yerlerde oturacak’ deyip duran; ‘Ben Müslümanın zengin olanını severim’ diye de kafasına uyan bir hadis bulan zihniyetin panzehiri işte bu ve benzeri surelerdir. Dini yalanlayan inkârcı kâfir tutumu ile ehl-i namaz da olsa ‘kapitalistçe’ tutum aynı sure içinde bir tutuluyor ve aynı azapla tehdit ediliyor. Varın gerisini siz düşünün…”

(Yaşayan Kur’an/Türkçe Meal-Tefsir/R.İhsan Eliaçık/İnşa Yayınları, 2007/Cilt 3, sayfa 419-421)

Bu bilgin, sadece Müslüman vicdana değil, tüm insanlığa sesleniyor.

Hristiyan, Musevi, Müslüman veya insanı iyiliğe ve doğruluğa çağıran herhangi bir dini disiplin… Allah, ta Hz.İbrahim’den beri süregelen bu sistemlerin tümüne “İslam” adını takıyor; yani “Allah’a teslim olma”…

“Ölüm” denen bir şey var.

Hepimiz ölümlüyüz.

Bir gün bu gezegeni terk edeceğiz ve O’na gideceğiz. Burada kalacağımız süre ortalama 70-80 yıl; orası ise sonsuz…

Ey ölümlü benlikler!

Yukarıdaki “ruhsal analiz/karakter tahlili” size kimleri çağrıştırıyor?

Bu çalışmayı, bugün gördüğüm bir afiş nedeniyle yapıyorum.

Afişin üzerinde, “gazilerimiz için özel ayrıcalığa evet” diye yazıyor.

Bu afişi hazırlayanlar sekiz yıldır bu ülkeyi yönetiyorlar ve onların dönemindekiler de dahil binlerce gazi şu anda kelimenin tam anlamıyla perişan durumda! Bu Vatan için bedenlerinin bazı kısımlarını kaybedenler, kötürüm olanlar, kör olanlar, akıl hastanesinde sıkışıp kalanlar…

Hepsi perişan!

Ayıptır be!

Yukarıdaki bilgin tarafından ruhsal analizi yapılan bu kapitalistler sekiz yıl boyunca süründürdükleri, ele güne rezil ettikleri, namerde muhtaç ettikleri gazilerimizi şimdi hatırlıyorlar!

Üstelik, aynen yukarıda sözlerini okuduğunuz bilginin söylediği gibi “gösteriş yaparak”… (Bu bilginin referandum konusundaki tercihini bilmiyorum; onun “hayır” diyeceği gibi bir iddia içinde değilim; onun günahını almıyorum yani.)

Ayıptır, günahtır!

Gazilere özel ayrıcalığın Anayasa değişikliği ile ne ilgisi var?!.

Bugüne kadar gaziler konusunda herhangi bir ayrıcalık içeren bir kanun yayınlandı da Anayasa Mahkemesi’nden mi döndü?!.

Tekrar ediyorum: Bugüne kadar gaziler konusunda herhangi bir ayrıcalık içeren bir kanun yaptınız da bu kanun Anayasa Mahkemesi’nden mi döndü?!.

Tüm hayatlarını Vatan müdafaasına adayan ve bugüne kadar sefalete/yokluğa/yoksunluğa terk edilen bu kahramanlar üzerinden halkı kandırarak “evet” oyu istemek…

Ey ölümlüler!

Dindar gibi görünen bu kapitalist zihniyetin bu oyununa alet olup olmamak size kalmış!

Referandumda “hayır” oyu vermek, mücadelenin CHP’lilerin, MHP’lilerin veya bu fakir gibi marjinallerin kazanacağı anlamına gelmez; bu aynı zamanda AKP’li yurtsever tabanın da kazanacağı anlamına gelir; çünkü bu, bu “kurnazlık abidesi riya” reddedildiğinde “yeni ve adil bir Anayasa” yapmak için önümüze yeni bir imkân sermek anlamına gelir.

Kuran’ın Maun Suresi, sekiz yıl boyunca gazileri acılarıyla başbaşa bırakan ve referandumda istediği sonucu almak için “gösteriş yapan” kapitalist zihniyeti mahkûm etmektedir.

Ölümlüler, “oraya” gittiklerinde, “Ben size Maun Suresi’ni göndermedim mi!” diye azarlanacaklarını unutmamalıdırlar!

Ölümlüler, “Maun Suresi”nin Kuran’da neden yer aldığını, Yaratıcı’nın bu sureyi Kitabına neden koyduğunu düşünmelidirler.

Bu surede hangi zihniyetin mahkûm edildiğini de…

Maun Suresi’ni tefsir eden bilgin sözlerini nasıl bitiriyordu:

“Dini yalanlayan inkârcı kafir tutumu ile ehl-i namaz da olsa ‘kapitalistçe’ tutum aynı sure içinde bir tutuluyor ve aynı azapla tehdit ediliyor! Varın gerisini siz düşünün…”

Evet…

Varın gerisini siz düşünün!..

Ey ölümlüler ve özellikle ey AKP’li dostlar!

Maun Suresi Kuran’da neden yer alıyor?

Gaziler üzerinden yürütülen bu “gösterişe/riyaya” ortak olmak size yakışmaz dostlarım!

Allah’ın Elçisi Hz.Muhammed, “Benim ümmetimin putu riya olacaktır!” demişti.

Yapmayın…

1 Eylül 2010 Çarşamba

Şanslı

Herkes onu irice bir kedi sanmıştı önce.

Bembeyazdı.

Tamamen beyaz.

Herkes onu irice bir kedi sanmıştı, çünkü “sevgilisi” gelip onu buluncaya kadar “saklanıyordu”; hiç tanımadığı bir dünyada ne yapacağını bilemediği için sevgilisi gelene kadar saklanıyor, ortalığa çıkmıyor, yanıp tutuşan bir umutla öylece bekliyordu.

Sık çalılıkların örttüğü büyük merdivenin altındaki o loş boşluğa sığınmış, gelip geçenin yüzüne merakla bakıyor, her araba sesinde kafasını uzatıp arabayı inceliyor, sonra da o küçücük kafasını sığındığı o izbe deliğe sokuyordu tekrar.

Öylesine yoğun bir ayrılık acısı yaşıyordu ki, sanırım yemek yemek aklının ucundan bile geçmiyordu; çünkü sığındığı o deliğin önüne koyulan yemek yerine, kendisine yemek getirenlerin yüzüne bakmayı tercih ediyor, o yardımseverlerde tanıdık birini bulmayı umuyordu.

Birini arıyordu, birilerini…

Kaniş terrier kırması olmalıydı; bir damlacık bir şeydi.

En belirgin yanı, tüm başını kaplayan o beyaz tüylerin arasında hemen dikkati çeken iri kahverengi gözleriydi; insanların yüzlerini araştıran umut dolu, korku dolu, hüzün dolu, hasret dolu o gözleri…

Onu birkaç gün sonra görenler değişimi hemen fark edebiliyorlardı: Rengi griye dönmüştü; kirlenmişti, pislenmişti ve zayıflamıştı.

Büyürken rekabeti öğrenemediği için perişan durumdaydı; hiç tanıyamadığı bu vahşi artamda korku unsuru o kadar çoktu ki:

Büyük bir gürültüyle deli gibi geçen arabalar, sabah çöp almaya geldiğinde korkunç sesler çıkaran o çöp kamyonu, acımasız rekabet şartlarında mecburen yetenek kazanmış olan büyük sokak köpekleri, tepesinde nara atıp duran koca kargalar, sinirli insanlar, mutsuz insanlar, kaba insanlar; duygusuz, sevgisiz, merhametsiz, acımasız, kendileri acınacak durumdaki “kayıp” insanlar….

Bir gün, kocaman iki köpeğin arkasına takılmış dalgınca yürürken gördü onu o insanlar. Rengi daha da koyulaşmış, bedeni daha da zayıflamış, bakışları daha da mahzunlaşmıştı. Sokak köpeklerine ayak uydurmaya çalışıyor, ama beceremiyordu. O iki iri köpek bile anlamıştı onu; bambaşka bir cins olmasına rağmen sorgulamadan, dışlamadan aralarına almaya çalışıyor, sokaklarda yaşamanın ne denli acımasız olabileceğini anlatmaya çalışıyorları ona; anlamayan sadece insanlardı.

Bir gün, bir aile koştu imdadına. Tüm yaşamı boyunca hiç köpek beslememiş olan kadın bu trajediye daha fazla dayanamamış, gözyaşları eşliğinde kucağına alarak bahçesine götürmüştü onu. Temizlemiş, yıkamış, karnını doyurmuş, hatta kocaman ve bir hayli sevimli bir kulübe bile yapmıştı ona.

Mutlu muydu belli olmuyordu.

Bir süre sonra, yaşadığı yeni yuvayı sahiplenmiş gibi görünüyordu, hatta kapının önünden gelip geçene havlamaya bile başlamıştı.

Ama çok kısa sürdü bu.

Özlüyordu, onu bir çöp torbası gibi sokağa atan sahiplerini özlüyordu; bu öylesine belliydi ki.

Aşı için gelen veteriner, iki yaşında olduğunu söylüyordu. İki yaşına kadar, ailesi bellediği ilk sahipleri arasında yaşamış, sonra sokağa atılmıştı.

İnsanlar tarafından oluşturulan bir ırk olduğu için, belki de ülkemiz şartlarında yaşamaya elverişli yaratılmadığı için ihtimama ihtiyacı vardı ve yeni ailesi ona bu ihtimamı gösteriyordu; ama bu yetmiyordu!

O, yanlarında büyüdüğü ve ailesi olarak bellediği sahiplerini istiyordu.

İlk şok günlerinden, ilk inkâr günlerinden sonra isyan başgöstermeye başlamıştı: Sinirliydi artık, huysuzdu, sürekli havlıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

Sonra kabullenme geldi.

Ve arkasından inziva…

Artık havlamıyor, yemek yemiyor, kulübesinden bile çıkmıyordu.

Kustuğu ilk günü hatırlıyorum; başını okşarken önüne koyduğum iki ödül bisküvitini içgüdüsel olarak hemen yemiş, ama biraz sonra kusmuştu.

Kusmalar bir süre daha devam etti.

Bir gün, bakıp fikrimi belirtmem için çağırdıklarında yeni sahiplerine hiçbir şey söylememeyi tercih etmiştim: Bir deri bir kemik kalmıştı, yürüyecek hali yoktu, gözlerinin feri sönmüştü; bu, tüm umutlarının tükendiği anlamına geliyordu.

Umutlarıyla beraber bedeni de tükenmişti.

Daha önce de böyle ayrılık acılarına şahit olduğum için anlamıştım.

Kanserdi…

26 Ağustos 2010’da huzura kavuştu.

Allah’ın ona biçtiği yaşam süresinin üçte birine, belki dörtte birine bile gelmemişti daha, ama zaten o süreyi doldurmak gibi bir niyeti de yoktu.

Her ne kadar yeni ailesini sevmiş de olsa, o ilk ailesinin hasretiyle yanıp tutuştuğu ve artık tüm ümitlerini yitirdiği için küle dönmeyi tercih ettiği belli oluyordu.

Bunu herkes anlayamazdı; bunu anlayabilmek için onunla ve onun gibilerle bir süre yaşamak, o mistik sevgiyi bir kez olsun tatmak gerekti.

Gelip onu almayacaklardı, bunu anlamıştı.

O da gitmeyi tercih etti.

25 Ağustos 2010’da son olarak göz göze geldiğimizde, kozmik bağlantıdan irtibat kurarak üzülmememi söyledi bana; böylesi daha iyiydi.

Dayanamıyordu.

Dayanamadı da…

Gittiğinde, bir-bir buçuk kilo kadardı.

Allah bin kere razı olsun, yeni sahibesi ona “Şanslı” adını koymuştu; “yaşam” dediğimiz gizemli macera böyle bir şeydi işte: Bazen bu denli ironik davranabiliyordu.

En lezzetli olduğunu sandığım konserveyi açıp kendisine uzattığımda, teşekkür kabilinden sadece bir kez yalamış, sonra da gözlerini bir an için gözlerime dikerek “elveda” demişti bana.

Öylesine kararlıydı ki, o an ağlamayı bile beceremedim; onu son bir kez kucağıma alıp öpmeyi de…

Gözlerimin içine mecalsiz veda bakışları gönderirken, “Ben sevdim mi böyle severim insan kardeş.” diyordu, “Bedelini de öderim.”

Bedelini ödedi gerçekten.

Öylesine sevmişti ki ve o sevgiyi kaybettiğinde yaşam o denli amaçsızdı ki artık…

Onu bir çöp torbası gibi sokağa atmışlardı ve o bunu reddetmişti!

Kısıtlı kapasiteli zihinsel yapısıyla birçok şeyi idrak etmekten uzak olduğu açıktı. Ama o, bizim artık kaybettiğimiz bir haslete, o tanrısal haslete sahipti hâlâ.

Kısıtlı kapasiteli zihinsel yapısıyla birçok şeyi idrak etmekten uzaktı.

Ama o, “sevmeyi” idrak edebilmişti.

Bedelini ödemeyi de…