29 Ağustos 2010 Pazar

Yeni Bir Zenginler Sınıfı Yaratılırken Referandum

Siyaset, “servetlerin yeniden dağılımını düzenlemek için” yapılır.

Gerisi hikâyeden ibarettir!

Ya muktedirden yanasınızdır, ya da fakir fukaradan.

AKP’nin siyaseti, kitapların yazdığı ile birebir uyuşmaktadır; çünkü AKP servetlerin yeniden dağılımını düzenlemek üzere yola çıkmış, kendine yeni bir burjuvazi yaratma yolunda önemli mesafeler katetmiş kapitalist bir partidir.

Referandum işte tam olarak bu ortamda yapılmaktadır.

Bu konu üzerinde daha fazla durmak abesle iştigal olacağından, bu çalışmada sadece memurun aptal yerine konulması örneği ile iktifa edilecektir.

Memur aptal mıdır?

İktidara göre evet, memur aptaldır!

Ücret artışları ve diğer sosyal haklar meselesinde toplu sözleşme yapılacaktır; memur ve iktidar masaya oturacak, anlaşamadıklarında -ki anlaştıkları hiç görülmemiştir; zaten bu eşyanın tabiatına aykırıdır- memurun grev hakkı olmadığı için, dolayısıyla taleplerini kabul ettirmek için elinde hiçbir gücü bulunmadığı için hiçbir konuda isteğini kabul ettiremeyecektir. Bu durumda “son sözü kurul söylecek” ve bu kurulun kararı “kesin” olacaktır; yani yargı yolu da kapanmış olacaktır.

Peki “kurul” kimin kuruludur?

İktidarın… (Bugün AKP’nin, yarın bir başka iktidarın.)

Sadece bu örnek bile, “memurun refahı için evet” söyleminin, iktidarın ve yandaş basının bu kesimi gerçekten aptal sandığının veya aptal yerine koyduğunun en açık göstergesidir.

Bu, daha önce de bir vesile ile belirttiğim gibi, bir “çelik çomak oyunu”dur; Başbakanın söylediği gibi, milletin eline birer çelik ve çomak verilmiş ve “oyun oynaması” hedeflenmiştir.

Yapılan tartışmalar, bu oyunun tuttuğunun en açık göstergesidir.

Bu arada, “servet hızla el değiştirmeye devam etmekte”; eski muktedirlerin halktan gasp ettiği bu servet esas sahibi olan halka hiçbir biçimde aktarılmayarak yeni oluşturulan burjuvaziye kanalize edilmektedir.

AKP’nin yaptığı, mal ve servetleri eski muktedirlerden yeni muktedirlere aktarmaktan ve bu konu halk tarafından konuşulmasın diye ortaya yeni yeni çelik çomak oyunları sürmekten ibarettir.

Muhalefet ne yaparsa yapsın bu oyunu bozamamaktadır; çünkü eski muktedirler korkudan, yeni muktedirler de sevinç şımarıklığından öylesine yaygara yapmaktadırlar ki, yaygaranın bu desibelinden bu oluşumu bir türlü göremeyen halk kesimleri “kendi idam fermanları olacak” referandum için seve seve “evet” demeyi göze alabilmektedir.

Burada iş her zaman olduğu gibi Müslümanlara düşmektedir.

AKP’li seçmen, halka karşı işlenen bu günaha ortak olmamalı, referandumda mutlaka sandık başına giderek “hayır” oyu kullanmalıdır.

Bu iktidar sekiz yıldır işbaşındadır. Bu süre zarfında, halkın tüm birikimi “özelleştirme” adı altında “yeni burjuvazi sınıfı”na peşkeş çekilmiş, dolar milyarderi sayısı yediden yirmi yediye yükseltilmiş, Devlet bankalarından çıkarılan usulsüz krediler ve şaibeli birtakım ihalelerle halkın alın teri “yeni zenginler”e aktarılmıştır. Devletin resmi kuruluşu DİE, Türkiye’de otuz milyon kişinin açlık sınırında yaşadığını, milyonlarca kişinin işsiz dolaştığını söylemektedir.

Bu referandum maddeleri ile aptal yerine konan, böyle olduğu sanılan memur, -daha önce de belirttiğim gibi- evine bir serçeden bile daha az kırmızı et götürebilmektedir.

Memur perişandır, işçi perişandır, çiftçi perişandır, esnaf perişandır, halk yoksulluk ve yoksunluktan bitap düşmüştür; ve bu anayasa değişikliği ile oylanacak olan maddeler bu perişanlığı “sistemleştirme” çabasından ibarettir.

Dini duyguları istismar edilerek kandırılmak istenen AKP’li seçmen bu oyunu bozmalıdır.

Bu kapitalist iktidar, türbanlı kesimi bile “cipli türbanlılar-Akbilli türbanlılar” diye ikiye ayırmış; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açıkladığı gibi, memuru bile “zekat verilecekler listesi”ne yazdırmıştır.

Fakir fukara bu oyunu bozmaz, kendi sefaletini sistemleştirecek olan bu referandumda “hayır” oyu vermezse, bunun sonuçlarına çok uzun bir süre katlanmak zorunda kalacaktır.

AKP’li Müslüman taban bu kapitalist oyunu bozmalı ve referandumda “hayır” oyu kullanmalıdır.

AKP’li seçmen 12 Eylül sabahı oy kullanmak üzere yola çıkmadan önce Kuran’ın herhangi bir Suresinden herhangi bir ayeti bir kez daha okumalı ve kapitalist AKP’nin bu oyununu bozmak için Allah’ın kendisine ilham vermesi için dua etmelidir.

Müslümanlar bu günaha ortak olmamalıdırlar!

Bu, Müslümanlara son uyarımdır!

Allah, rızıkta insanların eşitliğini emretmekte ama AKP hükümeti bunun tam tersini yaparak “yeni bir zengin sınıf oluşturmak” peşinde koşmakta; bunun için de iyiniyetli Müslüman halkın dini duygularını istismar etmektedir.

Müslümanlar bu oyuna gelmemelidirler.

Sorulması gereken soru, son sekiz yılda zenginin neden daha zengin, fakirin neden daha fakir olduğudur! (Bu mesele, referandum paketi ile birebir örtüşmektedir.)

AKP tabanı, kendisinden “evet” oyu isteyen yöneticilerinin son zamanlarda neden bu denli zenginleştiğini, üç gün üç gece süren düğünlerini neden beş yıldızlı otellerde yaptığını, henüz sakalları bile çıkmamış olan küçücük çocuklarının şirketler kurarak nasıl olup da bu yaşta dolar milyoneri olduğunu sorgulamalıdır.

AKP Müslüman bir parti değil, kapitalist bir partidir!

Kapitalizm Allah’ın dinine aykırı bir sistemdir!

12 Eylül’de oylanacak olan bu değişiklik paketi ile demokrasinin olmazsa olmazı “kuvvetler ayrılığı ilkesi” berhava edilmekte, tüm yetkiler tek elde toplanarak “faşist bir sistem” kurulmaya çalmışılmaktadır. Amaç, “servetlerin el değiştirmesi esnasında” demokrasi güçlerinin bu oyuna çomak sokmasının engellenmesinden ibarettir.

Müslüman seçmen vebali çok ağır olacak bu günaha ortak olmamalıdır! (Müslümanlar bu oyunu bozabilecek güçte olduklarını Irak’a asker göndermek isteyen iktidarın teskeresine “hayır” diyerek göstermişlerdir; bu oyun, CHP, MHP ve Müslüman olduğunu hatırlayan AKP’lilerin oylarıyla bozulmuştur. İktidarın dediği olsaydı ve teskere Meclis’ten geçseydi, şu anda o batağın içinde biz de olacaktık. AKP’li seçmen, iktidarın, Müslüman Irak’ın emperyalist Amerika tarafından işgal edilmesine neden ortak olmak istediğini sorgulamalıdır; bunun tam sırasıdır.)

Evine, çoluk çocuğuna günde ancak 3 gram kırmızı et götürebilen memur, toplu iş görüşmelerinda anlaşma sağlanamadığında -bu paket kendisine grev hakkı vermediği için- son sözü iktidarın atadığı kurulun vereceğini unutmamalıdır.

Bu denli aptal yerine konan memur, bu günaha ortak edilmek istenen Müslüman, birden fazla sendikaya bölünerek parçalanmak istenen işçi, bu cennet gibi Vatan’da işsiz gezen milyonlar, son sekiz yılda daha da yoksullaşan halk, bu iktidar döneminde hemen her gün şehit veren bu Millet bu duruma isyan etmelidir!

Yoksul, neden bu denli yoksul olduğunu sorgulamalı ve buna isyan ederek, kendisini daha da yoksullaştıracak bu tezgâhta “hayır” oyu kullanmalıdır.

İnsanlık dışı kapitalist sistem bugüne kadar sağılacak bir inek yerine koyarak iliğini kemiğini emdiği yoksul kesimi bugün aptal yerine koyarak daha da fazla sömürmek, mümkünse parçalayıp yemek istemektedir.

Fakir fukara bu oyunu bozmalı, buna isyan etmelidir!

Yoksul kesim, “kapitalizme hayır” deme hakkını artık kullanmalıdır.

Yoksulluğun AKP’lisi, CHP’lisi, MHP’lisi; yoksulluğun Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i olmaz; yoksulluk bir “sınıf” meselesidir. Kapitalist zihniyet sömüreceği kişiyi partisine, etnik kökenine veya mezhebine bakarak sömürmez; onun için yoksul yoksuldur ve her türlü yoksul sömürülmeye hazır bir “meta”dır, bir “eşya”dır, bir “nesne”dir! (Halk giderek yoksullaşırken AKP’li kesimin bu denli zenginleşmesi bunun en açık göstergesidir.)

Ve bugün kapitalizm gemisini yürüten kaptan kapitalist AKP hükümetidir.

Faşist 12 Eylül Anayasası, bu değişikliklerle çok daha faşist bir hale getirilmektedir. (YÖK’e dokunulmamakta, dokunulmazlıklar kaldırılmamakta, seçim barajı düşürülmemekte; Yüksek Yargı iktidarın emrine sokularak faşist bir yönetim kurulmaya çalışılmaktadır.)

AKP kapitalist bir partidir ve şu anda bu kapitalist gemiyi bu parti yüzdürmektedir.

Allah’tan sakınan Müslümanlar bu gemiyi durdurmalıdır!

Bugün bu görev Müslümanlarındır!

Allah, 12 Eylül’de Müslümanları bir kez daha imtihan edecektir.

Müslümanlar bunu unutmamalıdırlar…

26 Ağustos 2010 Perşembe

Suç Kimde ?

Adı Ömer Çetin’di.

20 yaşındaydı.

Üniversite öğrencisiydi.

Tanrı izin verseydi edebiyat öğretmeni olacaktı.

Ama Tanrı izin vermedi.

Neden?

Çalıştığı inşaattan düşererek öldürdü onu çünkü!

Çünkü bu Tanrı gaddar bir Tanrı; kimini eline keser verip inşaata sürüyor; kimini de elindeki milyon dolarlarla dolu çantalarla bankaya/borsaya gönderiyor…

Bu benim açıklama tarzım değil; bizim referandumda “hayır” oyu kullanacak oluşumuza sirinlenip kirli ağızlarından salyalar saçarak “bunların aklı yok!” diyenlerin söylemi…

Biri çıkıp da, “Ciğerim, bu kapitalist sistemin, özelikle vahşi liberalizmin kurallarından biridir; rekabet esnasında böyle şeyler olur, dünyanın her tarafında oluyor!” dese, o adamı alnından öperim. Doğru söylüyordur çünkü. (Ama sonra ağzını da yırtarım; çünkü ömrümün yarısı inşaatlarda geçti. Biraz para harcayarak ne gibi önlemler alınması gerektiğini ve bu önlemlerden sonra kazaların en az seviyeye nasıl indiğini biliyorum. Muktedirlere “zırhlı araç”, bana bir “emniyet kemeri” bile yok! Sahtekârlar sizi!)

Ama bunlar ağızlarından Allah’ı, Kuran’ı, Sünnet’i düşürmeyen tipler ve daha önce de benzerlerini yaşadığımız gibi, bu “cinayet”i de “kader” diyerek Allah’a yüklemekten zerre kadar utanmıyorlar!

Bunların Tanrısı garip bir Tanrı!

Ayrımcılık yapıyor!

Kendisine iman edenlere eşit davranmıyor.

Pislik bir Tanrı bu, kokuşmuş bir Tanrı!

Son derece açık ve tartışmaya hiç yer bırakmayacak kadar veciz bir biçimde söylemekten gurur duuyorum.

Ben bu Tanrı’yı reddediyorum!

Ben bu Tanrı’yı inkâr ediyorum!

Tövbe 31 ne diyor: “Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine tek olan Allah’tan başkasına ibadet/kulluk etmemeleri emredilmişti. İlah yok o tek Allah’tan başka. Onların ortak koştuklarından arınmıştır o.”

Bunlar da kapitalizmi, malı mülkü, serveti, makam ve mevkiyi, şan ve şöhreti, hatta aynen Allah’ın söylediği gibi “ruhbanlarını” rabler edindiler. Allah’ın dinine yakışmayan ne varsa, “o ruhbanlarını” koruma içgüdüsüyle bütün suçu Allah’ın üzerine atmakta bir an bile duraksamıyorlar! (Hz.Peygamber bunu söylemişti; “Benim ümmetimin şirki riya olacak!” demişti.)

Bu naçiz yazıyı okuyanlar kendilerini günde otuz lira yevmiye için inşaattan düşerek ölen bu fukara üniversite öğrencisinin ana babasının yerine koymalıdır.

Çocuğunuzu okula gönderiyorsunuz, sonra kanlı bir kefen içinde cansız bedenini iade ediyorlar size; bu konuyu düşünün biraz.

Sizin de çocuğunuz var mı?

O zaman dikkatli olmanızda fayda var!

Çünkü ortalıkta gaddar, ahlâksız ve pislik bir Tanrı dolaşıyor!

Bu kalleşlerin kalleşi Tanrı, kimini eline keser verip inşaat yolluyor, kimini de eline milyon dolaralık çantalar verip bankaya!

Kahrolası kalleş bir Tanrı bu!

Neden hep fakir fukara çocuklarını öldürüyor bu Tanrı?

İstatistikler bunu gösteriyor; bu tip “kazalarda”(!) ölen çocukların tamamına yakını fakir fukara çocuğu; neden?

Bu çok basit bir matematik kuralı aslında; -ben bilmiyorum- matematiği iyi bilen biri bunu çok kolayca açıklayabilir.

Bu tip kazalarda yüz çocuk ölüyorsa, neredeyse yüzü de fakir fukara çocuğu!

Çünkü toplumun tamamına yakını fakir fukara, dolayısıyla bunların çocukları da; ve yine dolayısıyla bu tip işlerde çalışan tüm çocuklar da bu fakir fukaranın çocuğu.

Bu uğursuz Tanrı, bizim çocuklarımızı inşaatlardaki, tersanelerdeki, maden ocaklarındaki kazalarda öldürüyor; bunların çocuklarını ise daha sakalları bile çıkmadan şirketler kurdurarak zengin edip, bu tip kazalarda “çocuk öldürmeye” teşvik ediyor!

Kahrolası Tanrı!

Kahrolası!..

Ama -siz her ne kadar kabul etmemekte ısrar etseniz de- meselenin cevabı aşağıdaki soruda yatıyor:

Suç kimde; bu şerefsiz Tanrı’da mı, bizde mi?

(“Tanrı” sözcüğü özellikle büyük “T” ile yazılmaktadır, çünkü Kuran, bu şerefsiz Tanrı’nın, müminleri için gerçekten “Tanrı” olduğunu söylemekte, hatta bu müesseseye bir isim bile takmaktadır: Şirk!..)

Ömer Çetin’i öldürenler, Allah’ın kendilerini asla affetmeyeceğini bilmelidirler. (Nisa, 48)

Allah, “Ey inananlar! Müşrikler bir pisliktir. Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.” diye emredecek; sonra da bunlar kalkıp, “Referandumda ‘evet’ oyu vermek umre sevabından bile büyüktür!” diye sırnaşacaklar.

Soru tekrar karşımızda:

Suç kimde; bu şerefsiz Tanrı’da mı, bizde mi?

Bu soru layıkıyla cevaplandırılmadığı taktirde daha çok fakir fukara çocuğu inşaatlarda ölüp gidecektir.

Kapitalist paradigmada insan sadece bir “girdi”den ibarettir; cıvata gibi, kum gibi, çimento ve demir gibi; sıradan bir “maliyet unsuru” yani.

Düşüp ölürse, günde otuz lira için düşüp ölmeyi göze alacak milyonlarca “girdi” sırada beklemektedir nasıl olsa!

Kararar sizindir…

“İşte bu, bir hatırlatıcı ve düşündürücüdür.” (İnsan, 29)

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Sahtekâr Söylem Ve Çığırtkanlar

“Bu güzel vatan hepimizin. Kavga edip birbirimizin gözünü oyacağımıza Allah’ın bize bahşettiği lütuf ve nimetler için şükredelim. Orucumuzu tutalım, namazımızı kılalım, haccımızı yapalım. Allah yeryüzünde fesat çıkaranları lanetlemiştir, bunu unutmayalım. Peygamber efendimiz sabrı öğütlemiştir; sabır, Müslümanın önde gelen hasletlerinden biridir. Başımıza gelen bazı felaketler için isyana kalkışmayalım; bunların hepsinin arkasında ilahi bir neden olduğunu gözden kaçırmayalım ve sabredelim. Birbirimize güzel ahlâkı öğütleyelim. Kimse kimsenin malına mülküne göz dikmeden Yüce Rabbimizin kendisine bağışladıkları ile yetinmeyi öğrensin; haset, kıskançlık, kin ve nefret İslâmda asla yeri olmayan kötü huylardır.”

Herifçioğlu televizyona çıkmış, masasının üstüne onlarca kitaptan koca koca setler yapmış; önce Arapçasını okuduğu birtakım şeyleri sonra Türkçeye çevirerek konuşuyor da konuşuyor. Ses tonu, mimikleri, jestleri, seçtiği kelimeler, vurgulaması, hepsi ustaca… Bu konuda ders aldığı belli. “Peygamber efendimiz” derken ağladı ağlayacak, hatta bazen gözlerinin altını gizlice sildiğine göre muhtemelen ağlıyor da…

Peygamber efendimiz Miraç’ta Cennet’e de uğramış ve orada Hz.Ömer’in köşkünün önünden geçmiş. Muazzam bir köşkmüş, kocaman, her tarafı ışıl ışıl; hatta Hz.Ömer’in hizmetçisini bahçede abdest alırken bile görmüş. Televizyonda konuşan hatip, Peygamber efendimizin bu zenginlikten, bu şaşadan, bu ihtişamdan nasıl etkilendiğini anlata anlata bitiremiyor.

Bunlar din(!) adamı!

Bunlar din adamı, ama bunların hangi dinden olduklarını anlamak mümkün değil!

Allah, Kuran, Hz.Muhammed, Hz.Ömer, Peygamber efendimizin hadisleri, namaz, hac, sünnet gibi kelimeleri kullandıklarına göre kendilerine Müslüman süsü veriyor olmalılar!

Ama işin en hüzün verici tarafı, ekranda aynı anda akıp giden altyazı şeklindeki seyirci mesajları!

“Allah razı olsun, bizi böyle aydınlatıyorsunuz.” diyeninden tutun da, “Sizin gibi hocalar olmasa biz ne yapardık, yüreğinize sağlık hocam.” diye alkış tutanına kadar, sürekli akıp giden zavallı cümleler…

Neden?

Çünkü bu halk kendi dinini bilmiyor!

Neden bilmiyor?

Çünkü bu halkın kendi dinini bilmesi sahtekârların goygoyculuğunu yaptığı hakim sınıfların işine gelmiyor!

Hakim sınıflar kendilerini “hoca” yakıştırması yapan bu adamları televizyonlarda program, gazetelerde köşe sahibi yapmışlar, bu “hocalar” da, 500 dönüm araziyi duvarlarla çevirmiş, içine muhteşem bir malikhane yapmış, yüzme havuzunda keyif çatan, bir eli yağda bir eli balda bu muktedirlerin sözcülüğünü yaparak; duvarların dışında aç susuz dolaşan, işsiz dolaşan, derme çatma evlerde perişan bir yaşam süren Müslümanlara “Allah’ın bize verdiği nimetler için şükredelim.” nutukları çekiyor.

İşi öyle rezil bir hale getiriyorlar ki, tüm yaşamını fakir fukara yolunda harcayan Allah’ın Elçisi’ni bile bu işe alet ederek, sanki Elçi bu muktedirlerin safında yer tutuyormuş gibi anlatmaktan utanmıyorlar, sıkılmıyorlar, Allah’tan bile korkmuyorlar!

Be hey rezil kırtosbağaları!

Bakın, o her gün küfürler yağdırdığınız Marx ne diyor:

“Bütün tek tanrılı dinler, kurulu düzene karşı oluştu, örgütendi, gelişti. Arabistan çöllerinde inanılmaz bir yokluk, yoksulluk, yozluk vardı. Müslümanlık, bir ‘isyan bayrağı’ olarak doğdu. Murabaha sermayesi (bugünkü dile ‘kapitalist sermayesi’ olarak çevrilebilir. Y.Y.) her yere, her şeye hakimdi. Tefeciler ülkenin insanını soyuyor, soğana çeviriyordu. Ama fakirin fukaranın, göçebenin, yoksulun ideolojisi yoktu. Kendine şemsiye edineceği, kalkan olarak kullanabileceği bir felsefesi yoktu. Müslümanlık bunu sağladı.” (Marx’ın, 1881’de yazdığı “İslamiyet Üzerine” adlı iki sayfalık mektubundan alıntıdır.)

Yaşamış en büyük ekonomist dahi olan Marx, bazı Müslümanlar nezdinde sözüne güvenilemeyecek biri olabilir; o halde, bu müminlere kendilerinden birini sunmanın tam zamanıdır:

“Ebu Zer de göründüğü gibiydi. Hakikatin bilgisini, irfanı alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber’den, asıl arı duru kaynaktan almış, dünyaya değer vermeme, onu elinin tersiyle itme yürekliliğini sünnetten gözlemiş Ebu Zer için, Peygamberden sonrası dönemde olup bitenler karşısında sessiz durulamazdı. Ruhunun derinliklerinde yatan özgürlük kasırgasını estirmek, ismine kişilik kazandıran doğru, adil ve yerinde eleştiri kamçısını şaklatmak onun göreviydi. Hakkı hak, batılı batıl olarak orta yere getirip umursamaz görünenlere, en rahatsızlık verici gerçeği bütün çıplaklığıyla yüzlerine vuruyordu; bunu yaparken ağır bir ahlâki sorumluluk taşıdığının bilincindeydi. Ebu Zer, dediklerinin tümünü gerçekten diyebilirdi; çünkü buna en çok kendisinin hakkı vardı, çünkü sünnette gördüğü gibi dünya sevgisini, israfı, debdebe ve yalancı ihtişamı elinin tersiyle itebiliyordu. Hiç kimse, söylediklerinin aksini yapıyor diye onu saçlayamazdı. Belki sert mizaçlıydı, telaşlıydı, belki sözleri inciticiydi; ama samimiydi, tutarlıydı. Çünkü söylediklerinin aynısını hayatında yaşıyordu. Ebu Zer, Peygamber (s.a.)’in sade hayatından, kutlu sünnetinden ayrılmakla suçladığı Şam hayat tarzını ve yöneticilerini açıkça suçluyordu. Ona göre, Tevbe 34’te sözü edilen ‘Altını ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenlerin’ sayısı hayli çoğalmıştı. Şam valisi ise, bu ayetin Müslümanlar için değil, Kitap ehli için (Hristiyanlar ve Yahudiler. Y.Y.) indirildiğini öne sürüyor, Ebu Zer’in sokak sokak dolaşıp servet ve refaha karşı yürüttüğü kampanyaya bir son vermesini istiyordu.” (İnsanın Özgürlük Arayışı/Ali Bulaç/Beyan Yayınları, 1988)

Ne diyor Bulaç: “Ebu Zer, sünnette gördüğünü yapıyordu!”

Bu ne demek?

Allah’ın Elçisi de böyle davranıyordu demek!

Ebu Zer, Hz.Muhammed’in en yakın dostlarından biriydi, kelimenin tam anlamıyla komünistti ve yaptığı şeylerin tamamını en yakın dostunun uygulamalarıdan görmüştü! (Komünist olmak için önşart marksist olmak değildir; 50.000 yıllık komünizm Marx’ın babasının malı mı!)

Peki, Allah’ın Elçisi neden böyle davranıyordu?

Çünkü Kuran’ı tebliğ ediyordu ve dolayısıyla bu Kitap’ı herkesten daha iyi biliyor, anlıyor, uyguluyordu!

Sizi kırtosbağaları sizi!

Allah’ın tüm insanlara bahşettiği imkân ve nimetleri kendi depolarınıza yığın, tüm servetleri Allah’ın kullarından kurnazlıklarınızla gaspedin; sonra da millet açlıktan, perişanlıktan, yoksunluktan kırılırken televizyonlarınıza ve gazetelerinize sahtekâr din adamlarını çıkartıp bu rezil duruma şükretmemiz için beynimizi yıkayın!

Rab, beni bir doktora günde yüz tane hasta düşen SSK hastenesinde kuyruğa sokacak, ama birilerinin kulağına “Clevaland’a git ey kulum!” diye fısıldayacak; öyle mi?!.

Ne şükretmesi be!

“Bunlar birer deneme vesilesidir.” gibi kıytırık sözlerinizle ancak size aptal aptal mesajlar çeken o zavallıları kandırabilirsiniz siz!

Kişi başına düşen milli gelir 10.000 dolar olmuş!

Peh!

Versenize fakir fukaranın 10.000 dolarını millete arkadaş!

Beş kişilik bir aile için yılda 50.000 dolar eder bu, yani ayda 6.250 lira!

Utanmıyorsunuz da!

Şükredecekmişim!

Yürü birader, adamı hasta etme!

Hz.Ömer’in Cennet’teki muhteşem köşküymüş!

Peygamber neden orada sadece Hz.Ömer’in köşkünü görüyor da Ebu Zer’inkini görmüyor; Ebu Zer orada da öldürülüp çöle mi gömüldü yoksa!?. (Hz.Ömer’i tenzih ederim; bu uydurma hadiste ona iftira edenler utansınlar!)

Zamanımızda da bir Ebu Zer yaşıyor; bugünlerde ona R.İhsan Eliaçık diyorlar…

Çıkarsanıza televizyonlarınıza, versenize gazetenizde köşeler!

Sen bir elin yağda, bir elin balda yaşa, muhteşem köşklerde, yalılarda, villalarda gününü gün et, öküz gibi yediğin için semirdikçe semir, banka hesabın her geçen gün artsın; fakir fukara da açlıkla boğuşup cehennemi dünyada yaşarken, tüm bunlar için şükretsin!

Allahsız kırtosbağaları sizi!

Sadece Hz.Ömer’e, Hz.Peygambere değil, Kuran’a ve hatta Allah’a bile iftira ediyorsunuz!

Utanmıyorsnuz da…

Sen öküz gibi semir, ben guruldayan karnımla şükredeyim!

Neden tüm servetleri bölüşüp hep beraber şükretmiyoruz?!.

“O ribayı yiyenler, şeytanın bir dokunuşla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu böyledir, çünkü onlar, ‘alış veriş de riba gibidir’ demişlerdir. Oysaki Allah, alış verişi helal, ribayı haram kılmıştır. Kendisine Rabbinden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah’a kalmıştır. Yeniden ribaya dönene gelince, böyleleri ateşin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır orada.” (Bakara, 275)

“Riba” ne?

Mal ve servette haksız ve makul olmayan artış!

Vazgeçin!

Ateşe gidiyorsunuz, sonra ‘söylemedi’ demeyin!

Sürekli kalacaksınız orada!

Bunu Marx, Ali Bulaç, R.İhsan Eliaçık veya bu fakir söylemiyor.

O söylüyor!

Ateşin olduğu o yere gelip (belki de orada sürekli kalıp) size “şükredin” nutukları çekmezsem namerdim!

Resul nasıl yakınıyordu?

“Ey Rabbim! Benim toplumum bu Kuran’ı terk etti, onu dışladı!” (Furkan, 30)

Bu sözleri okuyunca, “nefretle geri dönüp kaçacağınızı” (İsra, 46) da bilmiyor değilim!

Servetle şımarmış kodomanlar sizi! (Zühruf, 23)

Yuh size! (Enbiya

20 Ağustos 2010 Cuma

“Hayır” Demek İçin Altı Bin Altı Yüz Küsur Neden

Ramazanı’ı ganimet bilen kimi çirkinler ve kurnazlar, 12 Eylül’de oylanacak paket meselesinde de dini kendi çirkin siyasetlerine alet etmekten geri kalmadılar.

Ben de, “evet” oyu kullanacaklar için aşağıda okuyacaklarınızı yazsam ne olacak?!.


1) “Senin Rabbin, evet O’dur kendi yolundan kimin saptığını en iyi bilen. Ve O’dur kimin doğruya ve güzele kılavuzlandığını en iyi bilen. O halde yalanlayanlara itaat etme. İstediler ki sen alttan alıp gevşek davranasın da onlar da yumuşaklık göstersin. Şunların hiçbirini tanıma: Çok yemin eden, bayağı. Alaycı, gammaz, koğuculuk için dolaşıp duran; hayrı engelleyen, sınır tanımaz, saldırgan, günaha batmış! Kaba, obur, bütün bunlardan sonra soyu bozuk, kötülükle damgalı. Mal ve oğullar sahibi olmuş da ne olmuş!” (kalem, 7-14)

2) Neniz var sizin nasıl hüküm veriyorsunuz?!. Yoksa sizin bir kitabınız var da ondan ders mi görüyorsunuz! Onda keyfinize uyan her şeyi rahatça buluyorsunuz! Yoksa sizin lehinize üzerinizde kıyamete kadar uzanacak yeminler mi var da siz ne hükmederseniz oluverecek!” (Kalem, 36-39)

3) “Ey örtüsüne bürünen! Kalk da uyar! Rabbinin yüceliğini duyur. Temizle giysini. Uzaklaştır kendinden pisliği. Çok bularak başa kakma yaptığın iyiliği. Ve yalnız Rabin için dayanıklı kıl benliği. O boruya üfürüldüğünde, işte o gün çok zorlu, çok çetin bir gündür. Küfre batmışlar için hiç de kolay değildir. Benimle, yarattığım kişiyi başbaşa bırak! Hesapsız bir mal verdim ona. Göz doyurucu oğullar verdim. Alabildiğine imkânlar döşedim onun için. Tüm bunlardan sonra hırsla daha da artırmamı istiyor!” (Müddesir, 1-15)

4) Doğrusu şu ki, siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz. Yoksulun doyurulmasını teşvik etmiyorsunuz. Mirası derleyip toplayıp yiyorsunuz. Malı, devşirip depolatacak bir sevgiyle seyiyorsunuz!” (Fecr, 17-20)

5) “O, mal ve servet arzusu yüzünden alabildiğine katıdır!” (Âdiyat, 8)

6) “Gördün mü o dini yalan sayanı?!. İşte odur yetimi itip kakan. Yoksulu doyurmayı özendirmez o. Vay haline o namaz kılanların ki, namazlarında gaflet içindedir onlar. Riyaya sapandır onlar, gösteriş yaparlar. Ve onlar, yardıma/zekâta/iyiliğe engel olurlar!” (Maun, 1-7)

7) “De ki: ‘Ey nankör kafirler! Kullak etmem sizin kulluk ettiğinize. Siz de ibadet etmezsiniz benim ibadet ettiğime. Kul değilim sizin taptığınıza ve ibadet edenler değilsiniz benim ibadet ettiğime. Sizin dininiz size, benim dinim bana!” (Kâfirun, 1-6)

Daha “Mekki” surelerdeyim; yani Kuran’ın henüz başında!

Bunun bir de “Medenî”leri var!

Adamı hasta etmeyin!

N’oluyor öyle camilerde/iftar çadırlarında, türbelerde “evet” propogandaları yapmak, “hayır” diyecek olanların deli/kafayı yemiş olduklarına ilişkin tuhaf demeçler vermek, “soy moy” gibi tuhaf imalarda bulunmak, “evet demek vaciptir” gibi saçma sapan bilinçaltı kurgulamalar yapmak, “evet demek umreden daha hayırlıdır” gibi rüşvetler dağıtmak!

Aklınızı mı oynattınız!

Sizin tabirinizle, “delirdiniz mi” siz!

Antidemokratikliğin kralı olan “Siyasi Partiler Ve Seçim Kanunu”a hiç dokunma; “dokunulmazlık” gibi ayıbın da ayıbı bir demokrasi sakatlığını “söz verdiğin halde” ağzına bile alma; kendi içinde uyguladığın antidemokratik mekanizmaları tüm ülke sathına yay, bunun düzeleceği konusunda en ufak bir imada bile bulunma; kendi tabirinle, “şer cephesi ruh dördüzlerinden biri olan PKK” ile bir yolunu bulup anlaştıktan sonra onun ruh ikizliğine soyun; yoksul halkın en ufak taleplerine bile sırtını dön (mesela en son memur görüşmeleri); ondan sonra “evet demek umreden daha hayırlıdır” diye iyiniyetli müminlerin kafasını karıştır!

Ayıp olmuyor mu?!.

Mübarek Ramazan günü Kuran’ın tüm ayetlerini buraya yazmamı mı istiyorsunuz yani!

“Hayır diyen herkes Ergenekoncudur, antidemokrattır, faşisttir, 12 Eylülcüdür, CHP’lidir”e ses çıkarmadık bugüne kadar, da, bu ahlâksız mı ahlâksız “dini söylem” ne oluyor?!. (“Ahlâksız dini söylem”e taktıysanız, o ağzınızdan hiç düşürmediğiniz(!) Ali Şeriati’yi okuyun bir kez daha. Ama önce Kuran’ı şöyle bir karıştırın; bakın bakalım, Allah en çok kimi lanetliyor; ateisti mi, dindarı mı?!.)

12 Eylül’de, “faşist bir sistemi özenle kurgulayan” kurnazlık abidesi bir metni mi oylayacağız, yoksa imanımızı/Müslümanlığımızı/Allah’a inancımızı mı?!.

Aklınızdan zorunuz mu var sizin?!.

Bir zamanların engizisyon papazları gibi, “evet” diyecekler için Cennet’ten tapu dağıtın bari!

Laf cambazının biri, “12 Eylül Anayasası’nın bir maddesini değiştirmek için bile evet” diye ucuz, bayağı, çirkin, hatta iğrenç bir demagoji yapıyor! “Demokrasinin olmazsa olmaz üçlüsü ‘Yasama/Yürütme/Yargı’yı rafa kaldıralım; bütün gücü tek bir elde toplayarak faşizmi kuralım” gibi bir madde değişikliği, 12 Eylül faşist Anayasasını değiştirip çok daha faşist bir hale getiriyor olsa bile, sırf değişiklik yapıyor diye buna ‘evet” denir mi hiç!

“E, sen çocuk istismarının önlenmesine karşı mısın yani?!.”

Elinin körü edepsiz sahtekâr!

Hz.Ali taraftarlarının aklını karıştırmak için mızraklarının ucuna Kuran sayfaları takan sahtekârlardan zerre kadar farkın yok!

Bir torbanın içine bir sürü doğru at, onların arasına ülkeyi faşizme kadar götürecek olan birkaç tuzağı da ustaca gizle, ondan sonra da torbayı gözümün içine sokarak çirkefleş: “Ne yani sen kadınlara, çocuklara ve özürlülere pozitif ayrımcılık yapılmasına karşı mısın!?.”

Bana, “şu şu maddelere evet, şu şu maddelere hayır” imkânını versene; n’oluyor öyle, ya hepsine evet dersin, ya da hepsine hayır, gibi şeytanın bile aklına gelmeyecek olan bir kurnazlık!?.


Devlet, herkese iş imkânı sağlar, iş veremediklerine de ücret öder.

Devlet, kadınların ve çocukların korunması hususunda tedbirler alır.

Devlet faşist biçimde yönetilir.

Evet mi hayır mı?

Doğal olarak “hayır” dendiğinde kurnaz mimiklerle “fitne” bir soru:

“Ne o, sen kadınların ve çocukların korunmasına karşı mısın; umre sevabı istemiyor musun?!.”


Son birkaç aydır bambaşka bir araştırma içindeyim; artık iğrenç ölçüleri de aşan şu demagoji ortamına girmeyeyim, kendi işime bakayım diyorum, ama adamı rahat bırakmıyorsunuz kardeşim!

“Evet demek umreden daha hayırlı imiş!”; ahlâksızlığa bak!

Çekin şu kirli ellerinizi İslam’ın üzerinden birader!

Benim gibi, CHP’li veya MHP’li olmayan biri, sırf bu değişikliği beğenmediği için “hayır” dediğinde günahkâr mı olacak yani!

Değişiklikleri beğenenler “evet” desin, beğenmeyenler de “hayır” desin; Allah’ın mukaddes dinini bu kirli siyasetinize neden alet ediyorsunuz?!.

“Evet” diyenler umre sevabından bile büyük sevap kazanacaklar; “hayır” diyenler günaha girecekler!

Ahlâksızlığa bak!

Aklınızı mı yitirdiniz siz!

Bu Kuran bize zahmet çekelim, bedbaht olalım diye mi indirildi! (Tâhâ, 2)

Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?!. (Kasas, 60)

Yaratıcı’yla bizi başbaşa bıraksanıza birader! (Müddesir, 11)

“Evet” diyecek olan da “hayır” diyecek olan da bu ülkenin vatandaşları; kardeşimiz, eşimiz, dostumuz…

Yarın birbirimizin yüzüne nasıl bakabileceğiz!..

Bizi birbirimize bu denli düşman etmeye kimin hakkı olabilir!

Adamı hasta etmeyin birader!

16 Ağustos 2010 Pazartesi

İslâm İlahiyatçılarına “Tehlikeli” Sorular

Televizyonlar ve gazeteler Ramazan münasebetiyle İslam’ı anlatmak üzere birtakım ilahiyatçıları ekranlarında ve gazete sayfalarında konuk etmeye başladı.

Ne güzel…

De…

Bu ilahiyatçılar, “ota, kuşa, böceğe can veren Allahü Teala’ya hamdü senalar olsun.” türü sözlerden başka bir şey söylememek için sözleşmişler galiba. Bize, Allah’ın ne kadar büyük olduğunu anlatmak için didiniyorlar da didiniyorlar. (Bu çok başka bir şey, bir başka çalışmada değiniriz inşallah. “Allah’ı övmek” bunların yaptığı gibi olmaz; Kuransal tespit, Allah’ın “bilim yapılarak” övülebileceğidir. Mesela, X ve Y kromozomunu veya ışık hızını öğren; bak o zaman Allah’ı nasıl övebileceksin! Allah’ı en iyi kim övebilir; benim gibi bir cahil mi, yoksa bir astrofizikçi mi?)

Dün televizyonda yarım saat kadar bunlardan birini izledim. Adam profesör doktor, işinin ehli olduğu belli yani. Önce Arapça konuşup sonra bunları Türkçe’ye çevirdiğine göre, Kuran’ı da ezbere biliyor olmalı.

Da…

Yarısı Arapça ile geçen bu yarım saat süresince, “Allah’ın ipine sarılalım, birbirimize iyi davranalım, kavga çıkarmayalım, Allah’a hamd edelim, Allah’ın büyüklüğünü anlamaya çalışalım, bize verdiği nimetlere şükredelim” gibi kimi iyi dileklerden başka bir şey söylemedi üstad.

O halde, iş başa düşüyor demektir!

İlahiyatçı beyler ve bayanlar, bu mübarek Ramazan gününde biraz Kuran okumaya ne dersiniz?

Her yazar ve program yapımcısı gibi “konu sıkıntısı” çektiğinizi görmeye daha fazla dayanamayacağım; hadi size bir “güzellik” yapayım!

İşte size birkaç soru; bunları cevaplayın, ben sonra size yine yardımcı olmaya çalışırım…

Ahmet bunu demiş, Hüseyin şunu eklemiş, bilmemne hazretleri böyle buyurmuş, şu efendimiz şunları anlatmışı falan boşverin; Allah ne demiş, onu konuşalım biraz isterseniz.

Bakın, Allah ne diyor:

1) “Sizden önceki kuşakların söz ve eser sahibi olanları, yeryüzünü bozgunculuktan alıkoymalı değiller miydi? Ama içlerinden kurtarmış olduklarımızın az bir kısmı dışında hiçbiri bunu yapmadı. Zulme sapanlar ise içine gömüldükleri servet şımarıklığının ardına düşüp suçlular haline geldiler” (Hûd, 116)

“Servet şımarıklığı” diyor Allah; ne demek bu?

İçine gömüldükleri servet şımarıklığının ardına düşenler suçlular haline geliyorlar, bu açık, çünkü Allah böyle söylüyor.

Ne demek bu?

Kim bunlar?

2) “Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar!” (Nahl, 71)

“Rızıkta herkes eşit olmalıdır!” diyor Allah; neden bundan hiç söz etmiyorsunuz; yoksa Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorsunuz?!.

Hadi, şu “eşitlik” meselesini irdeleyin bakayım biraz. (Size “komünist ulan bu hoca!” denmesinden ürkmeyin; aynı şeyleri Allah’ın Elçisi’nin en yakın dostlarından Ebuzer için de söylemişlerdi.)

3) “İnanan kullarıma söyle: Namazı kılsınlar, kendilerine sunduğumuz rızıklardan, hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun olmadığı o gün gelmeden önce, gizli ve açık infak etsinler.” (İbrahim, 31)

“İnfak” diyor Allah; ne demek bu?

Bu Arapça sözcüğün “tüketmek/tükenmek” anlamına gelen “nefk/nefak” kökünden geldiği söyleniyor; ne demek bu?

Kim, neyi “dağıtarak tüketecek”?

4) “Zekâtı vermek için faaliyettedir onlar.” (Müminûn, 4)

“Zekât” nedir Allahaşkınıza, bu sözü ağzınıza almaya neden bu kadar korkuyorsunuz?!. Alt tarafı 1/40; bu sizi neden bu kadar korkutuyor?
Ama şu anda daha da önemli bir sorunun geleceğini hissediyorsunuz tabii: Siz özellikle ağzınıza almasanız da, madem zekât denen bir müessese var, o halde “infak”a ne gerek var? Nedir bu ikisinin farkı?

Bir taraftan “zekat”, diğer taraftan “infak”; e, elde avuçta bir şey kalmıyor!

İyi de, bu Kuran ortada dururken, biz nasıl servet sahibi olacağız birader!

Hadi, yardımcı olun biraz…

Kuran’dan mı vazgeçmeliyiz, servetlerimizden mi?

5) “Hayır, hayır! O, alevlenen bir ateştir. Yakar kavurur deriyi/koparıp götürür kolu bacağı. Çağırır sırtını dönüp uzaklaşanı, toplayıp kasada yığanı/depolayanı! İşin gerçeği şu ki, insan; aceleci, hırslı, sabırsız, tahammülsüz yaratılmıştır. Kendisine kötülük/hoşnutsuzluk dokununca basar bağırır. Kendisine hayır ve nimet ulaşınca ondan başkalarının yararlanmasına engel olur. Namaz kılıp dua edenler müstesna. Bunlar namazlarında süreklidirler. Bunların mallarında belirli bir hak vardır; yoksul ve yoksun için.” (Meâric, 15-25)

Kimdir bu kasada yığan/depolayan, kendisine ulaşan nimetlerden başkalarını yararlandırmayanlar? Allah’ın söylediğine göre, bu namaz kılanların mallarında fakir fukara için belirli bir hak varmış; ne kadardır bu hak, bunun ölçüsü nedir? Ota, böceğe, kuşa gelince bülbül kesilen entelektüel birikimizin, sıra bu “Allah Sözleri”ne geldiğinde neden patlamış bir balon gibi aniden sönüyor?!. (Dikkatli olun; Allah’ın sözlerini eğip bükmeye çalışırsanız, Bakara 219’dan söz ederim, ona göre!)

6) “Ama kim cimriliğe sapar ve kendisini tüm ihtiyaçların üstünde görür ve güzelliği yalanlarsa, biz onu en zor olana sevk edeceğiz. Aşağı yuvarlandığında malı onu kurtarmayacaktır. Doğruya ve güzele kılavuzlamak sadece bizim işimizdir. Sonrası da öncesi de sadece bizimdir. Ben sizi köpürerek yanan bir ateşe karşı uyardım. Sadece karanlık ruhlu azgın girer ona. Yalanlamış, sırtını dönmüştü o. İyice sakınan da ondan uzak tutulur. O ki, temizlenip arınsın diye malını verir.” (Leyl, 8-18)

İçinizi derin derin çektiğinizi duyar gibiyim ilahiyatçı baylar bayanlar!

“Aşağı yuvarlandığında malı onu kurtarmayacaktır. O ki temizlenip arınsın diye malını verir”…

Bugüne kadar ağzınızdan bir kez olsun “verin şu mallarınızı” sözünü duymadık!

Ne dersiniz?

Allah kimden söz ediyor?

Malını vermeyene şu “köpürerek yanan ateş”ten söz etmek neden tüm yaşamınız boyunca bir kez olsun aklınıza gelmiyor?!.

Kim bu “karanlık ruhlu azgın”?

7) “Hey! Bugün oraya bir yoksul girip yanınıza gelmesin!” (Kalem, 24)

Bu sözü söyleyen kim ve bunu kime söylüyor; ama daha da önemlisi, Kuran bunu neden bildiriyor bize?

Bildiğiniz gibi, burası bir bahçe; o bahçeye yoksul girince ne oluyor ki?!.

Hadi, kımıldayın biraz; yoksullar ağzınızın içine bakıyor…

Bu “bahçe sahipleri” yoksuldan neden bu kadar korkuyor?

Günümüzde kimdir bu “bahçe sahipleri”?

8) “O ki, mal biriktirdi, onu saydı da saydı; sanır ki, malı sonsuzlaştıracaktır kendisini. Hayır, iş sandığı gibi değil. Yemin olsun ki fırlatılıp atılacaktır o kırıp geçirene, yalayıp yutana/Hutame’ye!” (Hümeze, 2-4)

Malını sayıp duran ve bu malın kendisini sonsuzlaştıracağını sanan kişi kimdir ve çok daha önemlisi, nedir bu Hutame?

Zamanımızda böyle kimseler var mı hâlâ?

9) “Ey iman sahipleri! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıkabasa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azabı muştula.” (Tevbe, 34)

Bu ayet hahamlardan ve rahiplerden söz ediyor; peki Allah bunu bize Kuran’da neden bildiriyor?

Ama esas soruyu anladınız tabii: “Altını ve gümüşü depolayıp da bunları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azabı muştula!” ne demek?

Kim bunlar?

“Allah yolunda harcamak” ne demek?

İlk bakışta çok anlamsız gibi geliyor ama, sözgelimi bu altın ve gümüş “Allah’a borç verilebilir mi” meselâ? (Hadid, 11)

Ne demektir “Allah’a borç vermek”?..

10) “Bir peygamberin emanete hıyanet etmesi/kamu malından aşırması olacak şey değildir. Her kim hıyanet eder, kamu malından bir şey aşırırsa, aşırdığını kıyamet günü yüklenip getirir. Sonra her benliğe kazandığı tam olarak ödenir. Hiçbirine zulmedilmez.” (Âli İmran, 161)

“Her kim kamu malından bir şey aşırırsa, aşırdığını kıyamet günü yüklenip getirir!” sözündeki “kamu malı” nedir? Hangi tür değerler “kamu malı” kapmasına girer? Günümüz dünyasında bu “kamu malı” sözü nasıl tanımlanır?

Siz kuşkusuz anladınız, ama benim gibi amatörler için belirtmemde fayda var: Bu ayetlere, Kuran sayfalarını içimden geldiği gibi çevirerek ulaştım; elinin altında Kuran olan herkes bunun aynısını yapabilir, sayfaları içinden geldiği gibi çevirir ve her seferinde, ama her seferinde “mal, mülk, altın, gümüş, servet, infak, zekât, paylaşma, fakir fukara, yoksul, boynu bükük” gibi sözcüklerle karşılaşır.

Benim merak ettiğim şey, bu sürekli tekrarlanan “servet eleştirisi” ile sizin nasıl olup da karşılaşmadığınız.

Allah aşkınıza, siz başka bir Kuran mı okuyorsunuz?

“Neniz var sizin, nasıl hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir kitabınız var da ondan ders mi görüyorsunuz? Onda keyfinize uyan her şeyi rahatça buluyorsunuz?!.” (kalem, 36-38)

(Bu sorularla biraz ısının, size sonra Maun Suresi’ni soracağım; sizi birden bire bu kadar korkutmak istemedim!)

Ve son soru:

Bana, Kuran okuduğum için mi kızıyorsunuz?!.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Kuran’daki Mucize

İnsanlığın en büyük sorunu nedir?

Bu konuyu kimsenin bilemeyeceği Kuran’da açıkça yazılmış olmasına rağmen kıyametin ne zaman kopacağı mı; Armageddon denen kıtıpiyoz uydurması savaşın ne zaman çıkacağı mı; Kuran’da bu konuda en ufak bir ima bile olmamasına rağmen, Hz.İsa’nın ne zaman döneceği mi; ebced hesabıyla istendiği gibi kurgulanan ve Kuran’dan cımbızla çekilen kimi ayetlerin gelecekten haber verdiğini iddia edenlerin matematik saçmalıkları mı; Cennet’te erkeklere sunulacağı söylenerek Allah’a atılan en büyük iftiraya neden olunan 4.000 bakire ve 8.000 dul kadın mı; Cennet’te Arapça konuşulacağı ırkçı saçmalığının uydurma hadislerle akıl almaz ölçüde komikleştirilerek ispatlanmaya çalışılması mı?...

Yazı uzamasın diye diğer saçmalıklara bu çalışmada girmeyeceğim.

Tekrar soruyorum: Şu anda insanlığın en büyük sorunu nedir?

Şöyle bir düşünün bakalım; şu anda insanlığı en mutsuz eden şey, onu yaşamaktan dahi nefret ettiren şey, tüm yaşamını “para bulabilmek” denen İblisi saçmalığa kurban eden şey, bu cennet gezegende her sabah kalktığında ona “kahrolası yeni bir gün başlıyor” dedirten şey nedir?

Bir avuç gaspçı dışında, insanların tamamına yakını neden mutsuz?

Okuduğunuz yazıların çoğu neden “mutluluk” üzerine?

Çünkü insanlar mutsuz!

Çünkü insanlar fakir!

Çünkü insanlar evlerine ekmek götüremiyor, kredi kartı borcunu ödeyemiyor, çoluk çocuğunu dilediği gibi besleyemiyor, ev kirasını ödeyemiyor, tarlasını gübreleyemiyor/sulayamıyor, adam gibi tedavi olup acısını ağrısını gideremiyor; deli gibi çalışan, didinip duran adam ailesine karşı hep mahcup, çünkü çoluk çocuğunu insan gibi yaşatamıyor!

Her sabah kalktığında, ormandaki-dağdaki bayırdaki vahşi hayvanlar gibi rızık peşinde koşuyor insanlar; ayrıcalıklı bir avuç gaspçı dışında bu nedenle mutsuz insanlık!

Savaşlar neden çıkıyor dersiniz; bize öğretildiği gibi aptal/saçma sapan kimi nedenlerle mi, yoksa ekonomik nedenlerle mi?

amerika denen psikopat katil neden Irak’ta?!.

amerika denen psikopat katil ve onun en büyük yardakçısı İsrail neden İran’a saldırı planlarını tamamen geliştirerek son aşamasına getirdiler? Bu Hristiyan katille bu Musevi katil, İran’a Müslüman olduğu için mi saldıracaklar sizce?!. (Kutsal Kitap bağlısı amerikan halkını ve Tora bağlısı Musevi dostları tenzih ederim; benim derdim onların kapitalist/emperyalist hükümetleri.)

Şöyle bir düşünün dostlarım; her yıl neden 300.0000.000 insan açlıktan ölme tehlikesi altında, neden her yıl 30.000.000 insan şu bildiğiniz “açlık”tan ölüyor, düpedüz açlıktan?!.

Yaratıcı’nın isimlerinden biri de “Rezzak”; bu Arapça isim sıfat, “Yarattığı tüm varlıkların rızıklarını bol bol veren” anlamına geliyor.

Şu mübarek Ramazan günü her mümin kendine şu soruyu sormalıdır:

Allah, Kuran’da yalan mı söylüyor?

(Bu tip sorular sormak asla günah değildir; Kuran’ı özümseyebilmiş olan herkes, Allah’ın insanları bu tip sorulara yönelttiğini gayet iyi bilir. Kuran’ın en büyük özelliği diyalektik oluşudur; önce soru gelir, sonra olasılıklar ve ikisinin irdelenmesinden de sentez, yani sonuç. Bakın, ne diyor: “O, O’dur ki, sizi önce topraktan, sonra bir spermden, sonra bir embriyodan yarattı. Sonra sizi bebek olarak annelerinizin karnından çıkarıyor; sonra güçlü çağınıza ulaşasınız ve nihayet ihtiyarlar olasınız diye sizi yaşatıyor. İçinizden bir kısmı daha önce vefat ettiriliyor. TÜM BUNLAR, belirlenen bir süreye ulaşasınız ve AKLINIZI İŞLETESİNİZ diyedir.” (Mümin, 67) İnsanın niçin yaratıldığını gördünüz mü?
“Tüm bunlar, aklınızı işletesiniz diyedir!” Akıl nasıl işler? Soru sorarak tabii. Bu nedenle, aklınıza gelen her soruyu Allah’a sormalısınız; hayal edebileceğiniz en uçuk sorular bile günaha girmenize neden olmaz. Zuhruf 3, Duhan 58, Casiye 5, Zariyat 49, Gaşiye 21, Nahl 11, Nahl 12, Nahl 13, Nahl 17, Nahl 44, nahl 67, İbrahim 25, Enbiya 10, Müminun 80, Hakka 12, Rum 8, Ankebut 35,Rad 3, İnsan 29, Bakara 13, Nisa 82, Muhammed 24, Talak 10, Nur 27, Hucurat 4, Maide 58, Hadid 17 ve yer darlığı nedeniyle burada sayamadığım daha birçok ayet… Düşünmekten ve aklınıza gelen soruları Allah’a sormaktan asla çekinmeyin! Sakınmanız gereken şey, soru sormamaktır.)

Tekrar ediyorum:

Allah Kuran’da yalan mı söylüyor?

Neden yarattıklarının rızkını tam olarak vermiyor?

Bu cennet gezegende insanların büyük kısmı neden fakir fukara?!.

Rezzak, neden Rezzaklığını yapmıyor artık?!.

Kuran’da birçok mucize olduğu kuşkusuz doğrudur; Allah’ın Kitabı’ndan söz ediyoruz burada!

Ama Kuran’ın en büyük mucizesi, insanlığın en büyük düşmanı olan ve onu mutsuz bir yaratığa çeviren kapitalizme karşı oluşudur ve bu mucize sadece karşı oluşla kalmaz, çözüm yolunu da gösterir! (Bugün kapitalizme, yarın mapitalizme; insan eşitliğini bozan sistem hangisi ise!)

Çözüm yolu da, her insanın gezegendeki tüm nimet ve imkânlardan eşit bir biçimde yararlanacağı bir sistem kurmaktır (Nahl, 71; Bakara, 219; Nisa, 75); buna sosyalizm mi dersiniz, komünizm mi, İslam şeriatı mı veya bir başka isim mi verirsiniz, o size kalmış! Yapmanız gereken şey, Allah’ın bu mucize tespitlerini hayata geçirmekten ibarettir; hepsi bu! Ben açlıktan öleyim, gaspçı öküz gibi yesin; Allah buna izin verir mi?!.

O rakamı buraya çek, bunun ebcedini tersten yaz, şu ayeti şu sayıyla çarpıp şuna böl…

Bu tip arayış çabalarına dönem dönem ben de giriyorum; bu konularda kitaplar yazıyorum, Allah’ın mucizeleri karşısında benim de dilim tutuluyor dönem dönem; ama önce Allah’ın en büyük mucizesini belirttikten sonra yapıyorum bunları. (1 Saniyeyi 1 milyona bölün, sonra bunu 5 milyon kez tekrar edin; bu kez, 1 santimetreyi 1 milyona bölün, sonra bunu 5 milyon kez tekrar edin; işte “omega noktası”na ulaştınız. Bağrında on milyar trilyon yıldız barındıran bu Kâinat, bu tahayyül dahi edilemez küçüklükte bir “hiçlik”ten yaratıldı; siz neden söz ediyorsunuz!)

Nedir Kuran’ın en büyük mucizesi?

İnsan!

(“İki elimle yarattığım.” Sâd, 75… Başka hiçbir yaratığa bu denli ayrıcalıklı davranılmamış ve bu ayrıcalık bize Kuran’da bildirilmiş; melekler secde etemişler, kibirlenerek karşı çıkan İblis kovulmuş. “Onu kıvamına erdirip içine ruhumdan üflediğimde.” Sâd, 72… Tanrı’nın Nefesi’nden söz ediyoruz burada!)

Peki, “insan” bağlamında en büyük mucize ne?

Eşitlik!

Rızık, nimet ve imkânlarda eşitlik!

Geçen gün herifçioğlunun birinin otomobillerini gösteriyordu gazeteler; herif sırf kendi kalleş egosunu tatmin için 10 trilyon lira tutarında otomobiller almış kendine ve hiç utanmadan arabalardan birinin üzerine oturarak poz veriyor!

Rezzak bu nedenle Rezzaklığını yapamıyor işte; çünkü kalleş insanoğlu Allah ile büyüklük yarışına giriyor ve “kendisine süre verildiği için” (Kalem, 45) bu yarışta Allah’ı alt ettiğini sanıyor.

Peki, bu İblisî hareketinde kimden destek alıyor?

İlahiyatçılardan ve mucize tüccarlarından tabii; çünkü kendisine “İslam İlahiyatçısı ve mucize avcısı” süsü veren bu kalleş ruhban sınıfı Allah’a hizmet etmeyi çoktan bırakarak “İblis’in Orduları”na (Şuara, 95) katıldı! (Zerre kadar inanmadıkları Allah’ın dinini kendi sefil çıkarlarına alet etmeye çalışan libofaşistlerden söz bile etmiyorum; çünkü bu mübarek Ramazan günü, bu gazete leş koksun istemiyorum.)

Size, Allah’ın Kuran’daki en büyük mucizesinin kapitalizme karşı oluşu olduğunu ve bunun bu karşı oluşla kalmadığını, bu kalleş sistemin ortadan kaldırılışının yolunu gösterdiğini de söylüyorum. (Çünkü kapitalizm bu “en büyük mucize”yi işlevsiz kılıyor, onu köreltiyor, Yaratılış’ta oyun dışı bırakıyor. Allah bunu bildiği için de kapitalizmi yasaklıyor ve insanlar arasında ekonomik eşitliği emrediyor. Aksini söyleyen herkes Kuran’a ihanet etmektedir; bunu kabul eder etmez, o, onun sorunudur.)

Allah’ın en büyük mucizesini reddedenlerin diğer mucizelerden söz etmeye hakları olabilir mi?!.

Dün biri televizyonda Allah’ın Elçisi’nin bir parmak işaretiyle Ay’ı nasıl ikiye böldüğünü anlatıyordu!

Allah’a, Kuran’a ve Hz.Muhammed’e bundan büyük iftira olabilir mi?!.

Bu düpedüz sihirdir; Allah’ın muazzez Elçi’si sihir yapar mı hiç!?.

Yaratıcısına kavuştuğunda (Devlet Başkanlığı yaptığı, tüm hazineyi yönettiği halde) beş kuruşluk miras bırakacak kadar bile serveti olmayan Elçi’nin serveti reddetmesiyle kendini gösteren bu muazzam eşitlikçi mucizesininden hiç söz etme; sonra da kalk O’nun hakkında böyle saçma sapan yalanlar uydurarak güya O’nu yüceltmeye çalış!

O’nun, Allah’ın o şerefli Elçisi’nin, senin bu vıcık cıvık riya kokan saçma sapan yalakalıklarına ihtiyacı mı var, be hey sersem!

Alemlere rahmet olan o eşsiz ruh, dünyanın o anda yaşayan en güçlü devlet adamı olmasına rağmen, Allah’a kavuştuğunda beş kuruşluk miras bırakacak kadar dahi servet sahibi değildi; çünkü Kuran’ı O tebliğ etmişti ve tebliğ ettiği bu sistem tüm insanların nimet, imkân ve rızıklarda eşit olması gerektiğini emrediyordu.

Bir taraftan “Mülk Allah’ındır!” diye riya çamurunda salya sümük ağlayan ama bir taraftan da servet tutkusundan tir tir titrerken bu uğurda her türlü namussuzluğu-melaneti işlemekten çekinmeyen/aşağıların en aşağısına yuvarlanmaktan kurtulamayan insanlık açısından bundan büyük bir mucize olabilir mi?!.

Memur evine günde 3 gram bile et götüremesin, hastalanan bir insana hâlâ “paran var mı ulan?!.” diye kalleşçe sor, dağda teröristle mücadelede bacağını gözünü kaybeden gaziyi perişanlığa terk et, dolar milyarderleri konusunda tüm sefil yaşamın boyunca “kim ulan bu herifler!” diye bir kez olsun sorma, sigorta emeklisini ayda 700 lira ile mahvet, emperyalist namussuzlara her gün 2 milyon dolar faiz ödenmesine ses çıkarma, yönetimi ele geçirdiğinde yedi göbek ceddini zengin eden muktedire karşı tek kelime etme… (Devletin resmi kuruluşu TÜİK, Türkiye’de otuz milyon kişinin açlık sınırında yaşadığını söylüyor arkadaş!) İblis Orduları’nın Rezzak’a karşı yürüttüğü savaşı görmezden gel, sonra da karşıma geçip bana ebced hesabı yaparak Hz.İsa’nın dünyaya ne zaman geleceği konusunda ahkâm kes! (Ayrıca, sen Hristiyan misyoneri misin birader; Allah tekrar bir Peygamber gönderecek olsa neden Hz.Muhammed’i göndermesin de Hz.İsa’yı göndersin ki!)

Ne Hz.İsa’sı!

Var mı Kuran’da böyle bir şey!?.

Sen Allah’ın “Rezzak” isim-sıfatıyla gösterdiği en büyük mucizesini inkâr ederek tüm nimet ve servetlere sahip olup öküz gibi ye iç, ben burada çoluk çocuğumla aç karnıma oturup Hz.İsa’yı bekleyeyim!

Yürü birader, adamı hasta etme!

İsalar, armageddonlar, sihirler…

İnsanlar arasında ekonomik eşitliği emreden Allah sana kafi gelmiyor mu, yetmiyor mu?!. (Zümer, 36)

12 Ağustos 2010 Perşembe

Ramazandır Ve Tam Sırasıdır

Bugün size “Allah’ın emirleri”nden bir demet sunacağım.

Allah’ın, Hz.Muhammed’e vahyettiği Kuran’da, belki üzerinde en çok durulan, en çok vurgulanan, en çok dikkat çekilen şey “eşitlik”tir; “rızıkta eşitlik” bu!

Kuran’ın genelinde görülen şey şudur: İnsanlar birbirlerini ezmeyecek, horlamayacak, sömürmeyecektir. Rızıklarda herkes eşittir. Rızık ve imkânlarda ayrıcalıklı bulunanlar -ki bu bir deneme vasıtasıdır-, bunları herkese dağıtacak, herkesin bu rızık ve imkânlardan yararlanmasına çalışacaktır; bu, hakim sınıfların uşağı kimi düzenbazların uydurduğu gibi bir “tavsiye” değil; uyulmaması halinde önemli müeyyideleri olan “mutlak bir emir”dir! (Nahl, 71)

Mal ve nimetler, yalnız zenginler arasında dönüp duran bir kudret aracı olmayacaktır. (Haşr, 7)

Sıkıntı içindeki fakir doyurulacaktır. (Hac, 28)

Yemek; yoksula, yetime ve esire seve seve yedirilecektir. (İnsan, 8)

Kazanılanların ve yerden bizim için çıkarılanların temiz ve güzel olanları hayır için ihtiyaç sahiplerine dağıtılacak (infak); kendimizin göz yummadan alıcısı olmadığımız pis/bayağı şeyler kimseye verilmeyecektir. (Bakara, 267)

Ribadan (faizden ve makul olmayan aşırı zenginlikten) ve insanların mallarını haksız yere yemekten kaçınılacak; aksi taktirde -aynen Kuran’ın ifadesiyle- korkunç bir azapla karşı karşıya kalınacağı” bilinecektir. (Nisa, 161)

Geniş imkâna sahip olan bu imkândan harcayacak; rızkı kendisine ölçü ile verilmiş olan da, bu kısıtlı imkândan başkalarını da yararlandıracaktır. (Talak, 7)

Allah yolunda harcama yapmamıza (infak) hiçbir şeyin engel olmaması gerektiği, göklerin ve yerin nimetinin zaten Allah’a ait olduğu bilinecektir.(Hadid, 10)

Şimdi özel bir dikkat!

Kendisine ve bakmakla yükümlü olduklarını yeterli olanından fazlasına sahip olanlar, bu “fazla kısmı”, yani “ihtiyaçtan artanı” muhtaçlara, yoksullara, fakir fukaraya dağıtacaktır. (Bakara, 219)

Bir hatırlatma:

Bu son ayet söz konusu olduğunda Müslümanlar çok dikkatli olmalıdırlar. Çünkü, bu ayet, İblis’in en nefret ettiği ayetlerden biridir. “Çamur”dan mamul bir canlının bu denli “asalet” gösterecek olması, “kibri nedeniyle kovulan” bu yaratığı dehşete düşürmekte ve bu ayetin konuşulduğu ortama derhal sızarak insanları bunun bir “emir” değil, bir “tavsiye” olduğu konusunda ikna etmeye çalışmaktadır. “Bu bir emir değil, ahlâki bir öğüttür” sözünü duyduğunuz an derhal anlamalısınız ki İblis oradadır ve müdahale etmektedir!

Konuyla ilgili bir anı:

“Unutmayalım ki eşit olmayan gelişme, kapitalizmin içinde ta başından beri vardır. Gelir dağılımı tablolarındaki eşitsizlik de öyle. Bu tablolarda ortaya çıkan farkın birkaç puan büyümesi işin özünü değiştirmez. Eğer bu ahlâk dışı ise insanlık yüzlerce yıldır ahlâksız bir düzen içinde yaşıyor demektir. O zaman, kapitalist kârı hırsızlık olarak gören arkaik düşünceye geri dönmüş oluruz. … Yaşamak, geleceğini kurmak ve birey olarak mutlu olmak gibi bireyin kendi sorumluluğunda olan şeyleri ‘hak’ olarak adlandırıp bireysel sorumluluk konusu olmaktan çıkarmak ve bütün bunlardan toplumu sorumlu kılmak, kollektivizmin bütün kaba sabalığıyla hortlaması değilse nedir…”

Allah, Zariyat Suresi’nin 19. ayetinde “zenginlerin mallarında fakirlerin hakkı vardır” mealinde bir hatırlatma yaptığında bile İblis hemen devreye girer ve bu hanım yazara bunları yazdırır işte! (Bu mübarek ayda ismini vermediğim ve son zamanlarda din tacirleriyle yediği içtiği ayrı gitmeyen bu hanım yazar dileyip de cevap verirse, bu cevabı bu sütunda yayınlarım.)

İblis’in en çok nefret ettiği ayetlerden biri de, bilindiği gibi “Allah, rızıkta kiminizi kiminizden üstün kılmıştır. Fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar!” mealindeki ayettir. (Nahl, 71)

Ayetin bitiş cümlesine dikkatinizi çekerim: “Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar!”

Konuyla ilgili bir anı:

“Bu durumda, insanlar arasındaki sosyo ekonomik farklılıklara ‘eşitleştirme saplantısı’ açısından değil, bir başka liberal değer olan ‘adalet’ açısından bakmak gerekir. … Belki adalet kurallarının adil uygulanmasına rağmen, kendi kusuru olmaksızın asgari insani yaşama sınırının altına düşenlere istisnai olarak toplum adına yardım edilmesini de gerektirir.”

Ne dedirtiyor İblis: “Eşitleştirme bir saplantıdır. Adalet liberal bir değerdir, bu kurallar adil biçimde uygulansa bile insanlar asgari yaşam seviyesinin altına düşebilirler; bunlar yardım yapılacaksa bu istisnai olarak yapılır.”

Kahrolası kurallara bakın: Kurallar adil bir biçimde işliyor, ama buna rağmen insanlar asgari yaşam seviyesinin altına iniyorlar; yani mahvoluyorlar, açlıktan kırılıyorlar, sefil ve rezil bir biçimde zillete uğruyorlar; aynen bugün ülkemizde olduğu gibi!.. Bir memur, günde bir serçenin karnını doyuramayacak kadar bile et götüremiyor evine!

Çünkü kurallar gerçekten adil bir biçimde işliyor!

Şu anda din tacirleriyle yediği içtiği ayrı gitmeyen bu beyefendi, cevap vermek isterse, buna da bu sütunlarda yer veririm; ancak aynı beyefendinin cevap yazmadan önce aşağıdaki paragrafı okumasını da tavsiye ederim.

Sizce, aşağıdaki tüyler ürpertici paragraf bir “tavsiye” mi, yoksa bir “emir” mi?

“Ey iman sahipleri! Allah’tan korkun! Ve eğer inanıyorsanız ribadan geri kalanı bırakın. Eğer bunu yapmazsanız, Allah’tan ve Resulünden bir harp ilanı duymuş olun!” (Bakara, 278-279)

“Allah’tan ve Resulünden bir Harp ilanı!”

Bakın, şu mübarek ayda ismini anmadığım yukarıdaki beyefendi neler yazıyor:

“Bu hususta İslamla liberalizm arasında ortaya çıkabilecek belki en ciddi gerilim faizin meşruluğu sorunuyla ilgilidir. Piyasa ekonomisinin, üretim faktörlerinden birinin karşılığı olan faizi esas itibariyle meşru bir kazanç olarak gördüğü malumdur.”

Harp ilanı ölçüsünde büyük bir suç mu, meşru bir kazanç mı?

Ne dersiniz?

Liberal dostlarımı ve Müslüman dostlarımı tenzih ederim.

Sıkıntım, İslam’ı sadece siyasi ve ekonomik bir rant kapısı olarak görenler ve vahşi liberalizmi bu sahtekârların hizmetine sunanlar… Bugün pis kokuların geldiği hangi kapıyı açsanız bu iki zalimi sarmaş dolaş görüyorsunuz! (Casiye, 19)

Sevgili dostlarım, kendinize şu soruyu sormalısınız:

İslam alimleri, Kuran konusunda yazıp çizenler, televizyonlarda salya sümük sahte gözyaşları dökenler ve diğerleri…

Neden kimse bu konulara girmez?

İşte yukarıda bazı ayetleri verdim; neden kimse bu ayetler konusunda yazıp çizmez?

İslamla kapitalizmin bir arada bulunmasının mümkün olamayacağını bilmiyor mu bu otoriteler(!); yoksa biliyorlar da bunları yazıp çizmeye yürekleri mi yetmiyor? (R.İhsan Eliaçık gibi kimi Allah adamları istisna.)

İkisi de günah değil mi?

Son soru:

Mal ve servetlerin bölüşülmesi konusundaki Bakara 219, Nahl 71, Haşr 7 ve benim naçiz tespitlerimle 400’e yakın diğer ayet… Bunlar bir tavsiye mi, yoksa bal gibi de bir “emir” mi?

Bakın size “İslam İlmihali” gibi ididali bir kitaptan bir paragraf:

“Allah, sonsuz hikmetler sahibi bir Hakîmdir. Her şeyi yerli yerince yapmıştır. Eğer herkes zengin olsaydı, bütün bu söylenen güzel işler nasıl biterdi? Aynı zamanda zenginlerin dünya işlerini kim görürdü? … Sonra zekât, sosyal hayatın huzur ve mutluluğuna, beraberliğine ve refahına sebebdir. Yoksulları ve acizleri kendi varlığından faydalandıran bir zengin, cemiyetin en değerli ve sevimli uzvu sayılır. Fakirlerin ve muhtaçların acılarını azalttığından onların övgülerini, sevgi ve dualarını kazanır. Mal varlığından hain ve hırslı gözlerin saldırısından güven içinde bulunur.”

Ne diyor sözüm ona bu İslam ilmihali:

Zenginlerin dünya işlerini kim görürdü?

Bir zengin cemiyetin en değerli uzvu sayılır.

Mal varlığından hain ve hırslı gözlerin saldırısından güven içinde bulunur.

Allah izin verdiği sürece, bunların “mal varlıklarına hain ve hırslı gözlerle saldırmaya” devam edeceğim inşallah!

Çünkü hakim sınıfların televizonlarında ve gazetelerinde İslam konusunda yazıp çizenlerin ya buna yürekleri yetmiyor, ya kendi çıkarları tehlikeye giriyor, ya da bu hanımlar ve beyler hiç Kuran okumuyorlar!

Ayıptır, günahtır!

Tüm yaşamınız boyunca hiç olmazsa bir kez olsun anlatın şu “infak” meselisini birader!

Hiç olmazsa şu mübarek Ramazan’da yapın bunu!

Şu saygıdığer “Ebuzer” ismini ağzınıza bir kez olsun alın!

Tüm yaşamınız boyunca bir kez olsun, tüm mal, servet, nimet ve imkânlarda gezegendeki herkesin eşit derecede hakkı olduğunu anlatın.

Ramazandır ve tam sırasıdır.

Ama biliyorum ki bunu asla yapmayacaksınız!

Çünkü Kuran bunu da söylüyor:

Çünkü siz, bunlar size hatırlatıldığında kibirlenip kafa tutarak sersemce somurtuyorsunuz! (Necm, 61)

Dünyanızı kazanıyorsunuz, bu belli oluyor!

Ama ahretinizi kaybediyorsunuz!

Hakim sınıflardan duyduğunuz korku idrakinizi örtüyor.

Meydanı benim gibi amatörlere bırakarak dininize ihanet ediyorsunuz!

Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz! (Kasas, 60)

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Cinnet

Türkiye’de yaşıyorsanız, ülke sorunlarına biraz duyarlıysanız, “vicdan” denen haslete sahipseniz ve haberleri seyredip gazeteleri okumak gibi bir alışkanlığınız da varsa, cinnet geçirmeniz işten bile değil!

En azından bu hafta sonu bu ruh halinizden sıyrılmanız ve birtakım kurnazların, birtakım hainlerin ve birtakım nefret sahiplerinin bu usandırıcı ahlâksızlığından kurtulabilmeniz için, bugün size değişik bir pencere açmayı deneyeceğim.

Bazı “tuhaf” sorular soracağım size.

Yaşamda, bu kahrolası gündemin dışında da bir şeyler olabileceğini düşünür, zihnimizi biraz ferahlatabiliriz belki.

Nedir bu nefret, bu kin, bu ahlâksızlık birader; yetti be!..


* * *

Evren ne kadar büyük?

Bilimadamları, bir odanın duvarı büyüklüğünde bir Evren haritası yapıldığında, Arz’ın toplu iğne ile bile işaretlenemeyeceğini söylüyorlar; çünkü toplu iğnenin ucu bu ölçekte bir haritada çok büyük yer kaplıyor. Bu Evren haritasında üzerinde yaşadığımız gezegeni işaretleyemiyoruz bile… Var mıyız yok muyuz belli değil!

Üstelik giderek “genişliyor”…

Nereye kadar?

* * *

Evren kaç yaşında?

Bilim çevreleri bu konuda hemfikir artık; Kâinatın -tabii bizim içinde yaşadığımız Kâinatın- 13.700.000.000 yaşında olduğunu hesaplıyorlar.

Güneşimiz yaklaşık 5 milyar yaşında; Arz ise 4.7 milyar…

Peki, yazılı tarihimiz?

Sadece 8-10 bin yıl.

Neden?

* * *


Hesaplamalar, Evren’de milyarlarca galaksi, bu galaksilerde de 1.000.000.000.000.000.000.000 yıldız olabileceğini gösteriyor. (Bu sayının nasıl okunması gerektiğini bilmiyorum; ille de okumak istiyorsak, bunu “bir milyar trilyon” gibi tuhaf bir biçimde okuyabiliriz sanırım.)

Isaac Asimov, “kavrayabileceğimiz yaşam”dan yola çıkarak en kötümser senaryo üzerinde çalışıyor ve ortaya çıkan “olasılık” inanılmaz: Sadece bizim galaksimizde, yani Samanyolu’nda, şu anda hüküm süren 530.000 uygarlık olması mümkün! Kendini yok etmiş veya henüz uygarlık aşamasına gelmemiş ırklardan söz etmiyoruz; en az bizim kadar gelişmiş türler söz konusu; şu anda hüküm süren en az 530.000 uygarlık… (Isaac Asimov/Dünya Dışı Uygarlıklar/Cep Kitapları, 1983)

Peki; herkes nerede?

* * *


Tevrat, tuhaf bazı cümlelerle başlıyor:

“Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu. İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. RAB, ‘Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür’ dedi. İnsanın ömrü yüz yirmi yıl olacak. İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra Yeryüzünde Nefiller vardı.” (Tevrat/Yaratılış, 6/1-4/Kutsal Kitap-Yeni Çeviri/Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001)

“İlahi varlıklar” kim?

Bunlar, “insan kızlarının güzelleriyle” nasıl evlenip de çocuk sahibi olabiliyorlar; genetik yapıları buna nasıl izin veriyor?

“Nefiller” kim? (İbranice uzmanları bu “Nefiller”i “gökten düşmüş kimseler” olarak anlıyor.)

Ne demek gökten düşmüş?

Kim bunlar?

* * *


Bakın Hezekiel Peygamber neler anlatıyor:

“Kuzeyden esen kasırganın göz alıcı bir ışıkla çevrelenmiş, ateş saçan büyük bir bulutla geldiğini gördüm. Ateşin ortası ışıldayan madeni andırıyordu. En ortasında insana benzer dört canlı yaratık duruyordu; her birinin dört yüzü, dört kanadı vardı. Bacakları dimdikti, ayakları buzağı ayağına benziyor ve tunç gibi parlıyordu. Dört yanlarında, kanatlarının altında insan elleri vardı. Dördünün de yüzleri, kanatları vardı. Kanatları birbirene değerek dosdoğru ilerliyor, ilerlerken sağa sola dönmüyordu. Canlı yaratıkların görünüşü yanan ateş közleri ya da meşale gibiydi. … Bu dört yüzlü yaratıklara bakarken, herbirinin yanında, yere değen tekerlekler gördüm. … Canlı yaratıklar hareket edince, yanlarındaki tekerlekler de hareket ediyordu, yaratıklar yerden yükseldikçe tekerlekler de yükseliyordu. … Birinin konuştuğunu duydum. Bana, ‘Ey insanoğlu, ayağa kalk, seninle konuşacağım.’ dedi.” (Tevrat/Hezekiel, 1/1-28; 2/1-9; 3/1-12/Kutsal Kitap-Yeni çeviri/Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001)

Yanılmıyorsam, bu kişi, bizim “İdris Peygamber” olarak bildiğimiz kişi.

Neler anlatıyor böyle Allahaşkınıza?

* * *

“Nuh, tufandan sonra üç yüz elli yıl daha yaşadı. Toplam dokuz yüz elli yıl yaşadıktan sonra öldü. (Tevrat/Yaratılış, 5/1-24)

Kuran, bu konuda, üzerinde çok daha fazla düşünülmesi gereken bir ifade kullanıyor:

“Andolsun biz Nuh’u toplumuna gönderdik de o onların arasında bin yıldan elli yıl eksik kaldı.” (Ankebût, 14)

Nasıl oluyor bu?

Hadi Tevrat belki de, biz, Müslümanlar olarak Kuran’ı tartışacak değiliz herhalde!

(O dönemdeki peygamberlerin çoğu buna yakın süreler yaşıyor; Hz.Adem, 930 yıl; Hz.Şit, 912 yıl; Hz.Hanok 365 yıl, gibi…)

Ayrıntıya bakın: “Yeryüzünde tufan koptuğunda Nuh altı yüz yaşındaydı.” (Tevrat/Yaratılış)

Ne demek bunlar?

İlginç bir paragraf, hem de çok; çünkü Hz.Musa ile Rab arasında geçiyor bu konuşma:

“… ‘Ancak yüzümü görmene izin veremem. Çünkü yüzümü gören yaşayamaz.’ Sonra, ‘Yakınımda bir yer var.’ dedi, ‘orada, kayanın üzerinde dur. Görkemim oradan geçerken seni kayanın kovuğuna sokup geçinceye kadar elimle örteceğim. Elimi kaldırdığımda, sırtımı göreceksin. Ama yüzüm görülmeyecek’” (Tevrat/Mısırdan Çıkış, 33/20-23)

Ne demek bu?


* * *

Sebe Suresi’nin 12. ayeti mealen şöyle:

“Ve sabah gidişi bir aylık, akşam dönüşü de bir aylık yol olan rüzgârı Süleyman’ın emrine verdik.”

Sâd Suresi’nin 36 ayeti, yukarıdaki ayeti biraz daha açıyor:

“Bunun üzerine, biz de, istediği yere onun buyruğu ile kolayca giden rüzgârı verdik.”

Oturup hesapladım; bizim anlayış kapasitemize, idrakimize “rüzgâr” olarak sunulan araç, saatte 900 kilometre yol yapıyor! Hesaplamalarımda, o günün ulaşım araçları olan atın ve devenin süratinde, bir gün içinde yolda geçen sürede, “rüzgâr” diye isimlendirilen bu taşıtın bir gün içinde uçtuğu sürede önemli hatalar yaptığımı varsayarak daha makul bir süreye ulaşmak istediğimde bulduğum hız, saatte 450 kilometre…

Hz.Süleyman bir uçakla seyahat ediyor sanki…

Nasıl oluyor bu?

* * *

Uzattık; son konu:

Kuran’da bana en ilginç gelen Surelerden biri “Fil Suresi”dir. Sadece 5 ayet. O günün amerikasının serseri senatörlüğüne soyunan Habeşli Hükümdar Ebrehe, aklısıra Kâbe’yi yıkacak! Bugünün muazzam(!) amerikan ordusu gibi bir orduyla Mekke sınırlarına dayanıyor. Sonra neler oluyor bakın (unutmadan; o günlerde Mekke’de hamile bir kadın var; Arz’da yaşamış en şerefli insanı taşıyor mübarek karnında; kim bu kadın sizce?):

1) Görmedin mi ne yaptı Rabbin fil yaranına. (Ebrehe, fillerle geliyor. Y.Y.)

2) Tuzaklarını boşa çıkarmadı mı onların!

3) Gönderdi üzerlerine sürüler halinde kuş,

4) Atıyorlardı onlara kurumuş çamurdan damgalı taş.

5) Nihayet onları yenik ekin yaprağına çevirdi. (Delik deşik olmuşlar.Y.Y.)


Amerikan senatörlüğüne soyunan serserinin fillerle desteklenen ordusu, “kuşlar”ın attığı “damgalı taşlar”la paramparça, delik deşik oluyor.

Da…

Bir sorun var!

Klasik mealciler bu ayette geçen “tayr/tair” sözcüğünü “kuş” olarak tercüme ediyorlar, ama aslında bu sözcük “kuş” değil “uçucu” anlamına geliyor.

Tayr…

“Tayyare”nin türetildiği sözcük hani.

Cennet “uçtuğu” söylenen “Caferi Tayyar”daki sözcük hani…

Muhammed Esed bu, Arapça’yı yemiş yutmuş biri; bakın ne diyor:

“Yukarıdaki ayette zikredilen ‘uçan varlıklar’ın mahiyeti hakkında ne Kuran ne de sahih hadisler herhangi bir bilgi vermez.” (Muhammed Esed/Kur’an Mesajı/Meal-Tefsir/İşaret Yayınları, 2000)

Serseri amerikan senatör bozuntusunun prototipi olmaya soyunan komutanın fillerle desteklenen o muazzam ordusu, “uçucu varlıklar” tarafından delik deşik ediliyor.

Uçucu varlıklar…

Ne demek bu?

* * *

Bence birkaç gün bunları düşünmekte fayda var.

Yoksa cinnet geçirmek işten değil birader!

Türk’e ve Türk olan her şeye kin ve nefret dolu bu sahtekârların sözleri veya yorumları mı, Allah’ın hikmet dolu sözleri mi…

Siz bilirsiniz…

5 Ağustos 2010 Perşembe

Kanser

Hekim dostlar kusura bakmasınlar; tıpla ilgili hiçbir eğitim almış olmamamıza rağmen kanser meselesini irdeleyeceğiz bugün.

(Bir düşünür, “İnsanlar bilmedikleri konularda konuşmaya son verselerdi, dünya büyük bir sessizliğe bürünürdü!” diyor; hadi bu yoğun gürültüye biz de katkıda bulunalım.)

Bakın, ne “anlamlı sonuçlar” çıkacak ortaya.


* * *

“Kanser, hücrelerde DNA’nın hasarı sonucu ‘hücrelerin kontrolsüz veya anormal bir şekilde büyümesi ve çoğalması’dır.”

Ders 1) Hücreler kontrolsüz veya anormal bir şekilde büyüyor ve çoğalıyor. Bu esnada, yani henüz işin başında, sağlıklı hücreler hiçbir şeyin farkında olmadığı içi hepsi kakara kikiri yapıyor; kimse bedene musallat olan kalleşin farkında bile değil. Bizde durum bundan da öte; birçok hücre birçok şeyin farkında, ama kakara kikiri tam gaz! Çünkü birçok hücre neyin farkında olduğunun farkında değil aslında; bir şeylerin farkında da, bunun ne olduğunu fark edemiyor! Hatta, -sanırım- çoğu hücre bunun, yani gözucuyla farkında olduğu şeyin iyi bir şey olduğunu sanıyor.


* * *

“Günde vücudumuzda (DNA’da) yaklaşık 10.000 mutasyon olmasına rağmen immün sistemimiz her milisaniye vücudumuzu tarar ve kanserli hücreleri yok eder.”

Ders 2) -Ne demekse- immün sistemimiz çalışmazsa ne olur peki? Ne olacak; bugün ne oluyorsa o olur işte!


* * *

“Kanser, vücut hücrelerinin kontrolsüz bir şekilde üreyerek komşu dokuları işgal etmesi (invazyon) veya kaynağını aldığı organdan daha uzak bir yere kan veya lenf yoluyla yayılması (metastaz) ile oluşan bir hastalıktır. Hücreler, DNA replikasyonları esnasında meydana gelen bozulmalar nedeniyle yapı değiştirir. Normal vücut ve dokuları, orijinal büyüklük ve yapılarını korurken kanser hücreleri saldırgan bir tablo çizer.”

Ders 3) Çok ilginç! Komşu dokular işgal ediliyor ve bu işgal yayılıyor. Ama daha ilginci, kanser hücrelerinin “saldırgan” oluşu! Ölesiye bir saldırganlık bu; herkese, her yere, her tarafa birden! Neresi zayıfsa oraya, veya her yere birden saldırıldığı için neresi fire vermeye müsaitse yoğunlaşma oraya… Saldırgan bir hücre!.. Ne kadar tanıdık geliyor, değil mi… Her şeyi istiyor, her yeri, her dokuyu, bedenin tümünü…

* * *

Paragrafa bakın:

“Kanser potansiyeli olan hücrelerin en önemli özelliği -yine ne demekse- ‘ongoken’ içermesi, yani bulunduğu dokudan tamamen farklı yeni bir hücre olacak şekilde bozulma potansiyeli olmasıdır. Bu hücreler kanser dönüşümünü tamamladığında, alınan patoloji örneklerinde bu hücrelerin kökenini tanımlamak neredeyse imkânsızdır.”

Ders 4) Bu kalleş hücre, bulunduğu dokudan tamamen farklı yeni bir hücre olacak şekilde bozulma potansiyeline sahip. Dönüşümü tamamladığında bunun kökenini tespit etmek bile neredeyse imkânsız. “Dönüştürme-dönüşme-yeni bir oluşum… Daha ne söylesin ciğerim!

* * *

Bak bak bak!

“Bir kanser hücresi oluştuğunda vücudun bağışıklık sistemi bu yabancı hücreyi tanır ve parçalar. Bu sayede, vücutta oluşan binlerce kanser hücresi bağışıklık sistemi tarafından yok edilir. Her hücrede, onkogenlerin aktivasyonunu baskılayan antionkogenler (tömör baskılayıcı gen) bulunmaktadır. Antionkogenlerin kaybolması veya inaktive olması durumunda onkogen aktivitesine izin verilmiş olur. Bunu da kanserin oluşumu izler.”

Ders 5) Demin söyledim, ben hiç tıp eğitimi almadım; ama ne yalan söyleyeyim, yukarıdaki paragrafı en ince ayrıntısına kadar anladım. Her gün içinde yaşıyorum birader; nasıl anlamayayım!

Ne diyor üstad: Bağışıklık sistemi bu kalleş hücreyi yok eder. Peki, bağışıklık sistemi çökmüş veya çökertilmişse?!. İşte o zaman, tümör baskılayıcı gen yok olmuş veya hareketi kısıtlanmış demektir, ki bu durum da, onkogenin yıkıcı faaliyetine izin vermek ve vücudu kansere teslim etmek anlamına geliyor demek ki…

Bire bir uyuyor vallahi!

Tıp mı, sosyoloji veya sosyal antropoloji mi belli olmuyor!

Onkolog üstadlara naçizane önerim, öğrencilerine Türkiye’deki günlük gazeteleri her gün okutmaları… Koca bir laboratuvar!.. Onkogenin yıkıcı faaliyetlerine bire bir şahit olmazlarsa ne olayım!

* * *

Devam edelim:

“Kanser başlangıcı olan alanda en önemli özellik kitlenin çevre dokulara girift, yapışık olmasıdır. İyi huylu (benign) tümörler genellikle sınırları belirgin kitlelerdir. Ancak kötü huylu (malign) tümörler sınırları belirsiz ve çevre dokuya sıkıca yapışık halde bulunur. Bunlar, ilk evrelerde genellikle ağrısızdır.”

Ders 6) Sınırları belliyse, yani bu kalleş hücrenin nerede başlayıp nerede bittiği bilinebiliyorsa, her ne kadar tümör olsa da “iyi niyetli” olarak kabul ediliyor demek ki… Korkulması gereken, sınırları belirlenemeyen olanı! Sınırötesi yani, veya çok uluslu… Mesela, talimat amerika’dan, onkogenlik buradakilerden!.. Bağışıklık sistemi çökertilmiş zaten, ilk başlarda uyarıcı görevi üstlenebilecek ağrı da yok; yeme de yanında yat! Üstelik çok da kurnaz, çünkü çevre dokuya sıkıca yapışık halde hain; çevre, onu da kendinden biri sanıyor!


* * *

“Her şeyden önce, tüm hastalıkların tedavisinde esas rolü vücudun bağışıklık sistemi üstlenmektedir. Bağışıklık sistemini zayıflatan etmenlerin ortadan kaldırılması tedavinin ilk basamağıdır. Kanserli hücrelerin ne kadar ve nerelere sıçrama-yayılma yaptığını tespit etmek olanaksız olduğundan kanser tedavisi gören hastaların bağışıklık sistemlerinin güçlendirilerek bu yayılmış hücreleri yok etmesi arzu edilen bir durumdur.”

Ders 7) Tedavinin en önemli unsuru bağışıklık sistemini güçlendirmek, bir başka deyişle, bağışıklık sistemini zayıflatan etmenleri ortadan kaldırmak. Amaç ne? Vücudun bu hücreleri yok etmesi…

Sorun burada mı ortaya çıkıyor ne!

Vücut kendi bağışıklık sisteminin güçlendirilmesini isteyecek ölçüde bilinçli olmalı, bir; uygulama, bu sistemi gerçekten güçlendirecek yeterlilikte olmalı, iki; ve belki de en önemlisi üçüncüsü: Hekim, tedavi yöntemi ve ilaç güvenilir olmalı…

Da…

Şu anda ortada ne bir ilaç var, ne bir tedavi yöntemi, ne de güvenilir bir hekim!

Eskiler böyle durumlarda, “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!” derlerdi. Bir bildikleri olsa gerek…

* * *

Yukarıda tırnak içinde sunduğum veriler “Vikipedi, Özgür Ansiklopedi” adlı siteden alıntılanmıştır. Bu değerli verileri bize sunan Üstadın ihmal ettiği bir paragrafı da biz yazalım, ki bu “hücre” başına ne geleceğini şimdiden bilsin:

Bu kalleş hücre, kitleler halinde yayıldığı bedeni mahvettiğinde aslında kendi sonunu da hazırlamış oluyor! Beden yok olduğunda, o da o bedenle birlikte yok oluyor çünkü.

Ya bunun farkında değil, ya da saldırdığı bedene duyduğu “nefret” öylesine güçlü ki, bu uğurda her şeyi göze alıyor!

Bu arada, çok önemli olabilecek bir gerçek var:

Erken teşhis edilebildiğinde kanser tedavi edilebilir bir hastalık artık.

Önemli olan geç kalmamak.

Biz geç mi kaldık ne!

Bu habis dokunun ameliyatla alınmasının çare olabileceğini okumuştum bir yerde.

Ameliyat kaçınılmaz gibi görünüyor artık.

İşe yarar inşallah.

Allah yardımcımız olsun…

Da…

Olur mu!

Bizi buna layık görür mü!

Ben kuşkuluyum…

Hz İsa ne diyordu:

“İsteyin, verilecektir!”

E, sen istemezsen!..

Neyse.

Bunda da bir hikmet vardır mutlaka.

Ne diyor Yaratıcı, Elçisi’ne:

“Yüz çevirirlerse, biz seni onlar üzerine bekçi göndermemişiz. Sana düşen, tebliğden başkası değildir.” (Şûra, 48)

3 Ağustos 2010 Salı

Kendime Mesaj

Mesaj Tarihi: 2/8/2010


Hani Rabbin meleklere şöyle demişti: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu kıvama erdirip içine ruhumdan üflediğimde, önünde secde ederek eğilin.”

Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde etmişti.

İblis secde etmemişti. O, kibre sapmış ve inkârcılardan olmuştu.

Allah dedi: “Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi?!. Burnubüyüklük mü ettin, yoksa yücelenlerden mi oldun?!.”

İblis dedi: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan!”

Allah buyurdu: “Hadi çık oradan! Sen kovulmuş birisin!”

* * *

Yukarıdaki anlatım Kuran’dan bir alıntı. Sâd Suresi… 71’den 77’ye kadar olan ayetler…


* * *


“Andolsun biz Ademoğullarını onur ve üstünlükle donattık, onları karada ve denizde binitlere yükledik. Onları güzel ve temiz rızıklarla besledik. Ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”

* * *


Bu paragraf da Kuran’dan; İsra Suresi’nin 70. ayeti…

(Bu arada, sanırım önemli olabilecek bir not: Kuran’la ilgili yazıların tamamına yakınında, “insanın en şerefli varlık” olarak anlatıldığını okuyacaksın, inanma; Kuran, “en şereflisi” demiyor, “en şereflilerinden biri” diyor. Ayet nasıldı: “Ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” Hepsinden değil yani, “birçoğundan”… Literatürdeki “eşrefi mahluk”, “en şerefli yaratık” anlamına gelmiyor; “şerefli yaratık” demek bu. Yani insan şerefli bir yaratıktır ama en üstün yaratık değildir. Bunun Kuran’da bize böyle bildirilmiş olmasının bir hikmeti olmalı.)

* * *


Gördüğün gibi, insan yaratılmışların en üstünlerinden biri. Arz ölçeğinde en üstünü tabii.

Uzaydaki başarı, kök hücre, genetikteki akıl almaz keşifler, “düşünebilmeyi en üst seviyeye çıkarma” gibi muazzam bir ayrıcalık, özgür irade, muhtemelen nerede durdurmamız gerektiğini bilemeyeceğimiz teknolojimiz; kısacık bir geçmişte muazzam bir ilerleme…

* * *


Bak, o eşsiz deha, Allah’ın o nadide kulu, yirmi yıl önce ne ne diyordu:

“… Eğer her insan beyninde yalnızca bir sinaps (bağlantı) olsaydı -çok muazzam bir budalalığa karşılık olarak- zihin yönünden ancak iki seçeneğimiz olacaktı. İki sinapsımız olsaydı, o zaman 2 üssü 2 = 4 seçenek; 3 sinapsımız olsaydı 2 üssü 3 = 8 ve genel olarak ‘N’ sinaps için 2 seçenek olurdu. Halbuki insan beyni 10 üssü 13 sinapslık bir rakamla nitelenmektedir. Böylece, insan beyninin alabileceği farklı haller de 2’nin 10 trilyon kere kendisiyle çarpılması sonucu hesaplanabilir. Bu, tasarlanamayacak kadar büyük bir sayı olup, Evren’deki elementer partiküllerin (elektron ve nötron) tümünün toplamından bile daha büyüktür. … Bunun yanıtı, beynin bütün olası durumlarının asla gerçekleşmemiş olmasıdır; insanlık tarihi boyunca hiçbir insan tarafından içine girilmemiş, hatta bir kez olsun göz atılmamış inanılmaz derecede zihin düzenlemeleri mevcuttur. Mikrodevreler bir önceki paragrafta hesapladığımız sayıların bile çok daha üstünde zihinsel düzenleme olasılıkları getirir ve böylece insan beyninin o şaşırtıcı ‘benzersizliği’ en yüce boyutlara ulaşır.” (Kozmos-Evrenin Ve Yaşamın Sırları/Carl Sagan/Altın Kitaplar Yayınevi, 1990)


* * *

İnsan, kafatasının içindeki o sihirli düzenekle muazzam bir yaratık, müthiş bir tasarım, akıl almaz bir sanat eseri…

De…

Bu gezegende kullanılmak üzere ona emanet edilen bu beden, bu olağanüstülükle mütenasip değil… (Mütenasip: Uygun, yaraşıklı, orantılı)

Yaşlanıyor, güçten düşüyor, çözülüyor, çürüyor hatta; çünkü “zaman” denen o inafsız öğütme makinesine karşı hüzün verici ölçüde savunmasız; “zaman” diye bir şey varsa tabii!

(Bu arada; bu hüzün verici(?) “savunmasızlık”(!) da çok büyük bir nimet tabii; bunu bir başka mesajda anlatırım. Düşünsene; “ölüm” olmasaydı, dolayısıyla “yeniden başlamak”, halimiz ne olurdu!)

* * *

Demem o ki, “insan” denen bu muazzam sanat eseri, 70-80 yılla sınırlı bu emanet bedenle ziyan edilemeyecek kadar değerli.

O halde?

O haldesi şu ciğerim: Artık bu Evren mi olur bir başka Evren mi, veya bu zaman mı olur şu zaman mı bilmem; bildiğim -umduğum aslında- tek şey, bu uyarıyı ”bir başka alemde”, o veya bu biçimde okuyacak oluşun…

Sana uyarım şu:

İnsanın da bir parçası olduğu “yaşam”, -sanırım- Yaratıcı’nın en muazzam eseri; ona değer ver, ona saygı göster, ona karşı için her zaman merhametle dolu olsun… (Yoksa, sen onun küçücük bir hücresi misin?)

Ve kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen hödüklerin, aptalların, salakların, namertlerin, kurnazların, “zavallıların” yani, Hz.Musa’nın deyişiye “beyinsizlerin” yani (A’raf, 155); bu muazzam sanat eserine karşı saygısızlıkları karşısında her zaman mücadele et, her seferinde bu kutsal mücadeleni sürdür; böylece, “eşrefi mahluk” olma yolunda mesafe katet.

Bu mücadelede karşında hep beyinsizleri ve özellikle “muktedirler”i bulacaksın; onlara asla boyun eğme ciğerim, aman gözünü seveyim…

Seni Yaratan, sana bu “aklı” bahşeden, seni benzersiz kılan Güç ne diyor?

“Sakın hainlere yardakçı olma!” (Nisa, 105).

Sakın ha!..

Unutmadan; sakın ola kimseye aptal muamelesi yapma.

Ayıp oluyor!

“Şu an”da bunu “yiyor” olabilirler.

Ama bunun bir de “sonrası” var!

Var var; olmasa bu uyarıyı okuyor olamazdın zaten.

Son bir şey:

Sahip olduğunu sandığın şeyler sana sahip oluyor, tükettiğini sandığın şeyler de seni tüketiyor aslında.

Bu kısırdöngüyü düşün arasıra; “zaman”ını boşa harcıyor olabilirsin çünkü!

Sen de bana yaz.

“Zaman”ı takma kafana ciğerim; sen yaz, ben bulup okurum.

Yaz veya yoğun biçimde düşün.

Gerisi kendinden hallolur zaten; merak etme…

Ölüp giden, çürüyen, bu emanet bedenin ve dünyada sahip olduğunu sandığın malın mülkün; “zihinsel düzenlemelerin” ve bunun sonuçları hep “burada” kalıp yaşamaya devam ediyor.

Senin gibi…

Haybeye uyarmıyoruz herhalde…