26 Mart 2010 Cuma

Sıçrayan Fare


“Fare” deyip geçmeyeceksin arkadaş!..
Kerata bir sürü özelliğe sahip.
Bir kere, “kemirici”; bilim dünyası böyle tanıtıyor. Kemirmeyi seviyor, çok seviyor; “tüm değerleri” bitirip de kemirecek bir şey bulamadığında mermere bile sulanıyor. Tamam, dişleri köreliyor bu eylem sonunda, ama ilginçtir, bu dişler bir süre sonra kendini yeniliyor ve tekrar kemirebilecek hale geliyor.

Yetenekli bir tür kerata…

Ne diyor bilim dünyası?

“Belirli bir taksonomik gruba karşılık gelmeyen ‘fare’ adı, bilimsel adlandırmada özellikle Muridae familyasının üyeleri ile Cricetidae familyasının Hespromyina oymağı için kullanılır.”

Nedir Hespromyina?

Yeni Dünya Faresi…

Hım!..

“Yeni Dünya”…

İşte anlamlı bir bilgilendirme daha:

“Bununla birlikte, Muridae familyasının Rattus cinsini oluşturan ve halk arasında ‘lağım faresi’ ya da ‘keme’ olarak da bilinen kemiricilere ‘sıçan’ denir.”

“Lağım faresi” deyip geçiyorsunuz ciğerim; kerata ‘Müridae” familyasının Rattus cinsini oluşturuyor; az şey midir bu?!.

Bunlar, çok hızlı kaçabilen ve çok hızlı üreyen hayvanlarmış; bu şekilde, yeryüzünün bütün kıtalarına dağılabilmişler.

Tarlalara, ambarlara ve evlere dadanarak insanın besin kaynaklarına ortak oluyormuş bunlar. Hatta, insan eliyle yapılmış korunaklı yapılarda yaşamayı yeğleyenleri çoğunluktaymış.

Siz gece yatıp uyuduğunuzda, bu arkadaş lağım borularından ustaca geçip mutfağınıza sızıyor ve çoluk çocuğunuzun nafakasına ortak oluyor!..

Demek ki “uyumamak” gerekiyor; uyudunuz mu nafaka gitti!..

Bak bak bak; “Farelerin baş kısmında ağız yapıları bulunur ve ağzının içinde sıralı halde dişleri vardır; bu dişlerin özelliği, çok sert cisimleri dahi rahatça kemirebilecek yapıda olmasıdır.”

Ulan bir yerden çıkaracağım diyordum ben de be; şimdi ne kadar da tanıdık geliyor kerata…

E, pes yani birader; şu bilgilendirmeye bak!

“Farenin tükürük salgısı ‘narkoz etkisindedir’; hedefi pasif durumda yakaladığında, hedef özellikle gece uyuduğunda, insanın kulaklarını, burnunu, dudak ve parmaklarını kemirerek yer. Tükürüğünün bu ‘narkoz etkisi’ özelliğinden dolayı insanlar bunu fark edemezler.”

İşte bu!

Keratanın köşe yazısı, pardon tükürüğü narkoz etkisi yapıyor; insanlar bu nedenle nasıl da kemirildiklerini hisetmiyorlar tabii…

Yetenek bu işte!

Yoksa Brüksel’de lahana yetiştirmek her babayiğidin harcı mıdır yani!

Bakın kaynak ne diyor:

“Farenin genetik yapısı tıpkı insana benzer. Gelişen ilaç sanayisi ve tıp, fareleri kobay olarak kullanmaktadır; bu da, bilim açısından çok önemli bir güzelliktir (gerçekten, aynen böyle “güzellik” diye yazıyor. Y.Y.).

Peki, bu kemirgen, “bu güzelliğin”, “kullanıldığının” farkında olmuyor mu?

Olmaz mı ciğerim!

Neydi o söz yahu, tam olarak çıkaramıyorum. Hani “Yeni Dünya”da söylenmişti; “lağım çukuruna süpürüp atmayın, kullanın bizi” mealinde bir şeydi…

E, hafıza işte; insan unutuyor tabii…

Biliyor, biliyor…

Fare bu; en zeki kemirgenler arasında yer alıyor, bilmez mi!

Kaynak (Encyclopaedia Britannica) ek bir bilgi daha veriyor: “Tarlada yaşayan fareler ‘tarla faresi’, lağımda yaşayan fareler ‘lağım faresi’, plazada yaşayan fareler ‘plaza faresi’ olarak bilinir.” (E, bizim de ufak bir katkımız oldu tabii.)

Bir sürü türü varmış bunların…

Ak ayaklı farecik, avurdu keseli fare, çekirge faresi, dikenli fare, fırça kuyruklu fare, hasat faresi…

Pamuk faresi bile var.

Say say bitmiyor, anasını satayım.

Ama ben en çok “sıçrayan fare”yi sevdim; oradan oraya sıçrıyormuş, neresi daha bereketli ise oraya; o lağım benim bu lağım senin dolaşıp duruyor kerata!..

Kaynak, “zararlı bir türdür”, diye bitiriyor satırlarını; “bir sürü mikrop taşıyor”muş…

Çok bilinen bir şey -bu nedenle sözünü etmeyi hiç de sevmem, ama tam da yeri birader-; batmakta olan gemiyi önce bunlar terk edermiş…

Son günlerde bu kadar yaygara koparıp “yedi yıldır yuva belledikleri gemiyi terke hazırlandıklarına göre”, Sonar’ın anketi doğru söylüyor olsa gerek…

Önsezileri kuvvetli hayvanlar; gemi su almayagörsün, hemen hissediyorlar.

Aman dikkat:

“Köşe yazısı, pardon tükürüğü narkoz etkisindedir” uyarısını unutmayın…

Bir sabah bir kalkmışsınız; bütün değerler hak getire.

Hepsi gitmiş…

Siz siz olun, gece yatarken sifonu çekip tuvalet kapağını kapatmayı unutmayın; ne olur ne olmaz…

Vicdanen rahat olabilirsiniz; yeni bir gemi bulana kadar ne de olsa anavatanında olacak…

Bu özel türü devşiren Özal’dan bu yana az mı gemi geçti bu sulardan.

Ne olmuş ki!..

Ne diyordu Ajda Pekkan?

“Kimler geldi, kimler geçti hayatımdan…”

Gerisi işin “narkoz kısmı”; hani şu, “En güzeli senin kadar sevilmedi.” meselesi…

Bu fare milleti ne anasının gözü; bunu herkese söylüyor…

İnandırıyor da…

Yoksa…

Yoksa “kobaycılar” bir süre için “inanmış gibi” mi yapıyor?

Sanırım her ikisi de…

Neydi öbür şarkı?

“Beraber yürüdük biz bu yollarda…”

Yol bitince böyle oluyor demek ki.

Şimdiye kadar hep böyle oldu…

Meçhule giden bir gemi daha kalkıyor bu limandan.

Ve “sıçrayan fare” yeni bir sıçrayışa hazırlanıyor.

Farebilimciler bunlar, hepsi okumuş adamlar; bu ismi boşuna vermiş olmasalar gerek…



Not: Aileme ve ülkeme zarar vermediği sürece Arz’ın tüm yaratıkları (hatta Kâinat’ın tabii) benim doğal dostumdur; bu nedenle, hiç kuşkusuz gerçek fare de benim dostumdur. Palavracıları bir yana bırakırsak, “Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek” tam olarak bu olsa gerek. Şu anda, dostlarımın arasında -şimdilik uzaktan sevmek zorunda kalsam da- iki tane de tarla faresi mevcut; ama yukarıda söylediğim gibi, devşirme değil bu ikisi, öz be öz Allah’ın yaratığı. Şimdilik uzaktan uzağa kesişiyoruz. İnanmazsınız; biri önüne attığım ekmek parçasını kapıp gitmeden önce gözümün içine içine bakıyor; nedir bu ciğerim, bunun peyniri, sucuğu, salamı yok mu, gibilerden… Kimileri özelleştirme adı altında yapılan vurgunu kastederek “Seviyorum bu işleri arkadaş!” diyordu; ben aynı sözleri, Allah’ın kimi yaratıkları ile dostluk kurduğumda söylüyorum. Hesabı Yaratıcı kesecek; buna tüm kalbimle inanıyorum… Bir gün herkes, bu esrarengiz yolculukta insanı insan yapan şeyin merhametten ibaret olduğunu öğrenecek; ama öyle, ama böyle…
Merhamet, sevgili insan kardeşlerim, merhamet; gerisi koskoca bir yalandan ibaret… Kuran, “Hep merhametli, çok merhametli Allah’ın adıyla” diye başlıyor; bunun bir hikmeti olsa gerek…

24 Mart 2010 Çarşamba

Olay adamsın anacım; Seviyorum seni!.. Kibariye

Romanları severim.

Kendilerine özgü insanlardır.

Dilenmezler, mutlaka çalışırlar, bir şeyler satarlar.

Bazen sizi kandırırlar, ama bunu göstere göstere, sizin rızanızı ala ala yaparlar; o kadar sempatiktirler ki, bu alışverişte siz gönüllü olarak kandırılırsınız, kandırılırken bile mutlu olursunuz.

Özellikle müzikte ve dansta çok yeteneklidirler.

Aynı zamanda bir çocuk kadar saf da olabilirler.

Bu da böyle bir şey işte; Tanrı herkese her yeteneği birden vermiyor.

Roman açılımında Başbakan’a söylenen, “Olay adamsın anacım; seviyorum seni!”, bu saflığın ve buram buram samimiyet kokan bir duygunun ifadesi.

Kısa, net, çarpıcı…

Ama en önemlisi çocukça bir saflığın tezahürü.

Ve başa gelen bunca şeyin de tabii.

Türkiye’nin perişan halinin samimi bir ifadesi.

“Olay adamsın anacım; seviyorum seni!..”


* * *


2003 – 1923 = 80

Tarihin en şanlı destanı olan İstiklâl Savaşı’ndan namusuyla-şerefiyle ama doğaldır ki beş parasız çıkan Türkiye 80 yıl boyunca çalışmış didinmiş, canını dişine takıp ortaya bir sürü eser koymuş:

Ülkeyi boydan boya demiryollarıyla döşemiş, fabrikalar kurmuş, telefon altyapısını oluşturmuş, petrokimya tesisleri vücuda getirmiş, elektrik dağıtım sistemleriyle tüm ülkeyi aydınlatmış, limanlar yapmış, demir çelik tesisleri dünya ile boy ölçüşür hale gelmiş, 30’lu yıllarda Hollanda’ya uçak bile satmış, okullar kurmuş, hastaneler açmış, ordusunu kurmuş, modernleştirmiş, Kıbrıs’a çıkarma yapmış, Güneydoğuda teröristlerle yıllarca savaşıp dünyanın parasını harcamış, köylüsünü-üreticisini desteklemiş; işinde gücünde, namusuyla geçinen bir orta sınıf oluşturmuş…

Barajlar yapmış, barajlar…

Tüm ülkeyi hastaneler ve sağlık ocaklarıyla donatmış.

Peki, tüm bunlardan sonra devreden borç ne kadar?

80 yıllık devreden borçtan söz ediyoruz; iç-dış hepsinden.

148 milyar dolar…

Peki, son 7 yılda bu borca eklenen tutar ne kadar?

Yani, tüm Cumhuriyet tarihinden 2003’e devreden borç tutarına son 7 yılda eklenen borçtan söz ediyoruz.

147 milyar dolar…

147…

Artış % 100…

Sadece 7 yılda yapılan borç, tüm Cumhuriyet tarihinden devreden borç kadar…

2009 sonunda borç toplamı 295 milyar dolar…

Bunu kim söylüyor; Sovyet Komünist Partisi resmi yayın organı Pravda mı?

Hayır.

Maliye Bakanlığı söylüyor.

Yazıyor da…

Ankara’da, Meclis’te milletvekillerine dağıtıyor…

Peki, dudak uçuklatan bu muazzam borç para ile ne yapılmış?

Yeni barajlar, yeni tesisler, yeni fabrikalar veya limanlar mı?

Kayıtlarda böyle bir şey yok.

Görünen bir şey de yok zaten.

Bir miktar yol yapılmış…

Hepsi bu!

Gerisi?

* * *

“Olay adamsın anacım; seviyorum seni!..”


* * *


Cumhuriyet’in alın teri göz nuru tüm iktisadi kuruluşları, kâr edeni zarar edeni, mal üreteni hizmet üreteni, hepsi son 7 yılda “babalar gibi” satıldı.

Elde avuçta hiçbir şey kalmadı.

Gelir ne kadar?

30 milyar dolar…

Bunu da koy üstüne…

Bu da gitti çünkü…

Elde ne kaldı peki?

Bülent Arınç suikastten kurtuldu, seri numaraları silinmiş(!) el bombaları taşıyan kamyon (TRT) yakalanıp zaten gitmekte olduğu yere polis eskortları eşliğinde sağ salim ulaştırıldı, üniversite hocaları gözaltına alındı, emekli paşalar ve gazeteciler mapus damlarında, Özal’ın devşirdiği liberaller(!) libofaşist haline geldi, “Ergenekon’un kasası” öldüğünde cenazesi parasızlıktan neredeyse ortada kalıyordu, yapılan muameleyi gururlarına yediremeyen subaylar intihar ettiğinde alay konusu oldu, Apo milli ordu istedi, Kuzey Irak’ta Kürt devleti kuruldu, Apo’nun emriyle Habur’dan gerilla kıyafetiyle ülkemize giren PKK’lılar “siz pişman olmuşsunuz, ama bunu henüz bilmiyorsunuz!” diye ikna edilerek salıverildi, sözde Ermeni soykırımını kabul etmeyen ülkeyi dövüyorlar, kıçıkırık Bulgaristan bile sıraya girdi, dünya tarihinde ilk kez bir yüksek yargı Başkanı “kuşatıldık!” diye isyan etti, savcı Başsavcıyı makamında derdest etti, Büyükanıt sarayda ikna edildi, falan…

Teröristbaşını ülkeye getiren Komutan bile içeride…

* * *

“Olay adamsın anacım; seviyorum seni!..”

* * *

Türkiye her gün 120 milyon dolar faiz ödüyor.

Her gün…

Her gün bir baraj parası faiz olarak uluslararası parababalarına aktarılıyor; her gün, her gün, her Allahın günü…

Hakkını yemeyelim, Allah var:

Halk perişanlıktan cinnetin sınırlarında gezinirken, bu son 7 yılda dolar milyarderi sayımız 6’dan 26’ya çıktı…

Yazıyla, altıdan yirmiyediye… (Yirmi yedi mi? Forbes yirmi altı diyor, yirmi yedi de nereden çıktı?!.)

* * *

“Olay adamsın anacım; seviyorum seni!..

* * *


Kriz bizi teğet geçti.

Krizin merkezinde (abd) büyüme eksi 2.7, dünya ortalaması eksi 1.1; Türkiye’de büyüme eksi 6.5…

Dünya rekoru!..

Rakam bu, rakam; libofaşist değil ki yalan söylesin!..

Resmi işsiz sayısı 3.5 milyon, kayıtdışılıktan kaynaklanan işsiz sayısı 3.5 milyon daha, etti 7 milyon; aile fertleriyle birlikte yaklaşık 25 milyon kişi aç, sefil, perişan, cinnetin eşiğinde…

“Babalar gibi satanlar”ın ülkesinde babalar evlerine ekmek götüremiyorlar; çünkü işsizler…

İşsiz bir adam; pimi çekilmiş el bombası…

İslam’ın büyük vicdanı, Allah’ın Elçisi’nin yakın dostu Ebuzer ne diyordu: “Aç sabahlayıp da kılıcına sarılmayan adama hayret ederim!”

Türkiye’deki işsiz sayısını kim açıklıyor?

Pravda mı?

Hayır.

Devlet Planlama Teşkilatı…

Söz uçar ciğerim; yazıyor mu, yazıyor mu?

Kitapçık bile dağıtıyor…

* * *

“Olay adamsın anacım; seviyorum seni!..”

* * *

İçlerinde en dürüstü Kibariye…

Sanatçı(!) arkadaşları gibi bilmediği konulara girmiyor, yalakalık yapmıyor, edebiyat paralamaya kalkmıyor, kimseyle alay etmiyor, intikam peşinde koşmuyor, aklının ermediği meselelerde ahkâm keserek gülünç duruma düşmüyor; en önemlisi, eli kalem tutan okumuş yazmış takımı gibi para veya makam mevki kaygısıyla yalan söylemiyor yalan, kalleşlik yapmıyor, ihanetin doruklarında orgazm olmuyor…

İçinden geldiği gibi konuşuyor sadece…

Bir cümlede, bir Türkiye gerçeğinin kitabını yazıyor.

* * *

“Olay adamsın anacım; seviyorum seni!..”

* * *


Saf Roman kızının bu sözünü yabana atmayın; yakın tarihin bir cümlelik kitabıdır bu!

“Olay adamsın anacım; seviyorum seni!..”

21 Mart 2010 Pazar

Türk Açılımı

Son zamanlarda her ne kadar yok farz edilsek de, biz, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan bir milletiz.

Birtakım sorunlarımız var ve bunlara ilişkin taleplerimiz de…

Kimseden herhangi bir yardım talebinde bulunuyor değiliz; bilinmesini istediğimiz şey, bu taleplerimizde ne denli ciddi olduğumuzdur.

Tekrar etmek gerekirse, dikkat edilmesi gereken husus, sorunlarımıza ilişkin taleplerimiz konusunda herhangi bir kişi veya gücün himmetine muhtaç olmadığımızın bilinmesi; gerektiğinde kendi göbeğimizi kendimiz kesebilecek yetenekte olduğumuzun hatırda tutulmasıdır.

Bir ön bilgilendirme olarak, sorunlarımızın bir kısmının aşağıda belirtildiği gibi olduğu değerlendirilmektedir.

* “Kurucu Ordu”muz bizim gözbebeğimizdir…

abd’de hazırlanmış senaryolar ışığında kendi Ordu’muzu her karışı şehit kanıyla kutsanmış kendi topraklarımızda yenmeye çalışanlar, Domuzlar Körfezi Çıkarması özentileri, çıktıkları bu yolda nasıl da hüsrana uğrayacaklarını bir an önce hesap etmelidirler. Unutmamaları gereken husus, abd’nin, çekildiği topraklardaki dostlarına yardım için kılını kıpırdatmak gibi bir meselesi olmadığıdır. Bunun en taze örneği Irak’tır; bu ülkede son bir buçuk yıl içinde 1.5 milyon kişi öldürülmüştür ve abd, sadece kendi topraklarına dönen tabutların sayısını tutmakla yetinmekte; çoluk çocuk, genç yaşlı, şii sünni kayıpları için çetele dahi tutmamaktadır.

(Kübalı bir avuç hain, kendilerine CIA tarafından tahsis edilen iki savaş gemisi ve baldırıçıplak birkaç yüz amerikan askeriyle 1961’de kendi anavatanlarını işgale kalkışmıştı. Sonları tam da hak ettikleri gibi oldu… Bazıları -iki CIA ajanıyla birlikte- idam edildi, birçoğu 30 yıl hapse mahkûm oldu, bir kısmı da Domuzlar Körfezi’nde kaybolup gitti… İdam edilenleri ve hapsedilenleri kurtarmak için abd kılını bile kıpırdatmak bir yana, tüm olayları inkâr yoluna gitti. Yıllar sonra arşivler incelenip sonuçlar çıplak gözle görüldüğünde, o günün libofaşistleri için çok geçti artık!.. abd denen haydut kendi Başkanını, Kennedy’yi öldürmüş, yeni sulara yelken açmıştı; o serserilerle uğraşacak vakti yoktu…)

Ordu’muza gereken saygının gösterilmesi, İblis abd’nin kanlı ellerini ve satınaldığı kalemlerini topraklarımızdan bir an önce çekerek defolup gitmesi öncelikli taleplerimizdendir.

Emperyalizm haddini bilmelidir; aksi takdirde bu haddi bildirmek, Şerefli Türk Milleti için hiç de zor olmayacaktır; yakın tarih, araştırmacılar için bu konuda yeterli verileri sunmaktadır. (Tüm zamanların en şanlı destanı olan “Çanakkale Destanı” ve yine emperyalizme vurulan tüm zamanlar en onurlu tokadı olan İstiklâl Savaşı akıldan çıkarılmamalıdır.)

* Vatan bizim gözbebeğimizdir…

Özellikle son yıllarda mevzilendikleri medya vasıtasıyla Vatana ilişkin tüm değerleri (Türk, Bayrak, İstiklâl Marşı, Mustafa Kemal, vatanseverlik, Ordu, üniter yapı vb.) kendileri gibi soysuzlaştırmak için azgın domuzlar gibi saldırmaktan acınası haz duyan kadınlı erkekli birtakım sapık ruhlar, Türk Milleti’nin engin olgunluğunu bir acz gibi algılama yanılgısı içinde bitmez tükenmez bir mastürbasyon yarışına girişmişlerdir.

Bizi, kendi topraklarımızda “Türk’üz” demeye utanır hale getirmeye çalışmaktadırlar.

Bu ihanete derhal son verilmelidir!..

Emperyalistlerle birlikte hareket ederek bu toprakları kirletmek cüretine yeltenen ve halk arasında “libofaşist” olarak bilinen bu işbirlikçi hainler, yukarıda sözü edilen “Domuzlar Körfezi Çıkarması”ndan gereken dersi çıkarmalı; devrin Küba Ekonomi Bakanı Ernesto Che Guevara’nın amerikalı züppe Richard Goodwin aracılığıyla Kennedy’ye gönderdiği notun aynısının bir gün kendi avuçlarına tutuşturulacağını unutmamalıdırlar. (Küçük bir kâğıt parçasına Che Guevara’nın elyazısıyla yazılan not aynen şöyleydi: “Domuzlar Körfezi için teşekkürler… Çıkarmadan önce devrim zayıftı; şimdi her zamankinden daha güçlü!”)

(“amerika” ve “domuzlar” örneği özellikle verilmekte, anlayan, “domuz gibi” anlamaktadır!..)

* İslâm bizim gözbebeğimizdir…

Peygamberimizi reddeden, “saralıydı, mecnundu, kopyacıydı” diye iftiralar atan birtakım soysuzlarla sözde “Dinlerarası Diyalog” palavralarıyla dinimizi “ılımlıya” çevirmek isteyen emperyalist güçler bu oyunlarına derhal son vermelidirler.

Ne demekse “ılımlı İslam” kendilerinin olsun; biz İslam’ımızla iftihar ediyoruz… (Çanakkale Destanı İslam’ın ılımlısı ile mi yazıldı; yoksa niyetleri bu mu, “ılımlılaştırarak” savaşma gücümüzü kırmak mı?!.)

Kuran ayetleri doğrultusunda mal ve servetleri bölüşerek, iyi ve kötü günde yardımlaşarak, birbirimize merhamet göstererek, Allah’a şirk koşmayı reddederek, bu toprakları “Vatan” yapıp bize emanet eden mahzun şehitlerimizi saygıyla yâd ederek yaşamak, Yaratıcı tarafından bize bahşedilen kutsal bir ayrıcalıktır! Bu ayrıcalığımıza son vereceklerini sanan bedbahtlar feci biçimde yanılmaktadırlar.

(“İsa dönecek” palavralarını artık kimse yutmamaktadır; biri dönecek olsaydı Allah’ın Elçisi geri gelirdi ve bu da bize Kuran’da bildirilirdi; Hz.Muhammed dururken neden Hz.İsa gelsin ki!?. Kuran ve Hz.Muhammed’in hatırası tüm sıcaklığıyla ortadayken Hz.İsa’ya ne gerek var; yoksa Hz.İsa Allah’ın oğlu mu, yoksa bize dayatılan buna inanmamız, bu şirke ortak olmamız mı?!.)

Bu soysuz takımı ve yerli kalpazanları, şirk kokan iğrenç ellerini Yüce Dinimiz’den derhal çekmeli, bizi Kuran’la ve Peygamberimizle başbaşa bırakmalıdırlar.

* Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamak bizim milli ülkümüz, gözbebeğimizdir…

Kardeşlerimiz işsizliğin, yoksulluğun, açlığın, itilip kakılmışlığın pençesinde, onursuzca bir yaşama mahkûm edilmiştir. Orta sınıf yok edilmiş, zenginle fakir arasında kalleş bir uçurum oluşturulmuştur. Özellikle Özallı yıllarda ülkemizi içten içe kemirmeye başlayan bu “özel üretilmiş mikrop”, son yıllarda gemi azıya almış, -kurallı kuralsız her ne haltsa- serbest piyasa masallarıyla, kardeş kardeşle rekabet eder hale getirilmiş, Kamu kaynakları özelleştirme adı altında ona buna, özellikle yabancılara peşkeş çekilmiş, elde avuçta hiçbir şey kalmamıştır. Ülkemizde bakkallığı dahi emperyalist güçler yapar hale gelmiş, Türkçe isimli işletmeler ve -bazı istisnalar hariç- Türk girişimciler bu topraklarda ölüme mahkûm edilmiştir.

Bu ihanet derhal son bulmalı, planlı ve karma ekonomi ivedilikle devreye sokulmalıdır. Özellikle her türlü üretici ve küçük esnaf sınırsızca desteklenmeli, Türkiye yeniden kendine yeter hale getirilmelidir. (Kes sesini edepsiz; amerika, serbest piyasasına neden zırt pırt müdahale ediyor; oradaki son büyük kamulaştırmaları babam mı yaptı; bu, serbest piyasaya müdahale değil mi?!.)

* Anadilimiz Türkçe’miz bizim gözbebeğimizdir…

Emperyalizm kültür alanında da yoğun bir saldırıya geçmiş, Anadilimiz özellikle boktan amerikanca sözcüklerin istilasına uğratılmış, dünyanın yaşayan en eski dillerinden biri olan mübarek dilimiz yoğun bir kahpe taarruzla kirletilmiştir.

Center, ambulans, plaza, hospital, agresif, minimal, maksimal ve benzeri boktan mı boktan sözcükler dilimizden derhal atılmalı; Fransa örneğinde olduğu gibi, anadilimizi koruyucu yasalar Yüce Meclis’te bugünden tezi yok görüşülmeye başlanmalı ve bu temizlik harekâtı derhal sonuçlandırılmalıdır. Çalışma alanları gereği zorunlu olanlar dışında, amerikanca isimler taşıyan işyerlerine belirli bir süre verilmeli, bu süre içinde isimlerini değiştirmeyen firmalar derhal kapatılmalı, ait oldukları veya kendilerini öyle gördükleri topraklara kovulmalıdır! (“Paşa”yı “pasha” diye yazmayı akıl edebilen “idiot”; bu müthiş yaratıcılığınla övünüyor musun?!.)

Yedi yüz yıl önce söylenmiş şu sözün Türkçe’sine, güncelliğine ve güzelliğine bakın; yedi yüz yıl, dile kolay:

“Ete kemiğe büründüm; Yunus diye göründüm.” (Yunus Emre, 1240-1321)

“Anadilde eğitim”in kutsallığından dem vurarak beğeni toplamaya çalışan ama Türk çocuklarına yabancı dilde eğitim verilmesini isabetli bulan kimi sersemler derhal kendilerine gelmeli, her düzeydeki Türk okulunda amerikanca eğitime derhal son verilmelidir.

(Yabancı dil öğrenilmesi teşvik edilmeli, Türk gençleri emperyalizmle özellikle savaşabilmek için bu dilleri çok iyi bilmelidir; bu başka bir şey, kendi topraklarımızda amerikanca eğitim başka bir şey, dangalak! Amerikanca eğitim alan gençlerimiz, aynen onları eğiten salak hocaları gibi, “saçlarım kırıldılar, tırnaklarım uzamıyorlar, bu çiçekler ne güzel kokuyorlar, kitaplar yere düştüler” diye konuşmaya başladılar, sersem seni!.. Senin Nobel ödüllü yazarın bile “kızın bacakları çok güzeldiler” diye amerikan ağzı yazmaya başladı; her çoğul özneye mutlak çoğul yüklem öneren boktan amerikanca gibi!.. Sen, “kulaklarım uğulduyorlar, gözlerim yaşardılar, bademciklerim şiştiler, ayaklarım ağrıyorlar” diye mi konuşuyorsun ebleh, pardon “idiot”?!. Biz de artık amerikalılar gibi, bir liraya “bir lira”, iki liraya “iki liralar” mı diyeceğiz, izansız!?.)

* Türk’ü Türk yapan tüm değerler bizim gözbebeğimizdir…

Gözbebeğimize saldıranlara aynı şiddetle karşılık vermek en doğal hakkımızdır!..

Bugüne kadar sabreden Yüce Türk Milleti bu hakkı bizzat korumaya zorlanmamalı, bu konuda daha fazla tahrik edilmemelidir!..

Emperyalistler ve Domuzlar Körfezi Çıkarmacıları, Türk Milleti’nin sabrının taşmak üzere olduğunu bir an önce görmelidirler.

Mustafa Kemal imzalı not, kan kokan avuçlarına bir kez daha tutuşturulmak üzeredir!..

“Geldikleri gibi giderler!..”

(Bu söz, Marmara’daki emperyalist filolara çakmak çakmak gözlerle bakarken söylenmiş ve her şey aynen söylendiği gibi gelişmiştir!)

Hiç kuşkusuz, bu sefer de aynen böyle olacaktır!..

Allah, Türk Milleti’yle beraberdir!..

Ne mutlu Türk’üm diyene…

14 Mart 2010 Pazar

Kalleşlik doğalarında var !

Akreple söyleşi…

* * *

“Deprem öldürür mü?”

“Öldürür.”

“‘Deprem öldürmez, bina öldürür’ sözü yanlış mı yani?”

“Değil, eksik… Çürük bina yaparsan yıkılır, ama sonuçta o çürük binayı yıkan da depremdir.”

“Peki, öldürdüğüne göre, deprem eleştirilebilir mi?”

“Tuhaf bir soru… Niyetine bağlı tabii de, eleştirilebilir aslında!… Daha doğrusu, deprem, başka şeylerin eleştirilmesi için araç olarak kullanılabilir. Deprem sonrasında insanlar hassas olur, bu zaaftan yararlanmak gerekir. Hele ölümler de olmuşsa fıstık gibi olur; felaket nedeniyle iyice hassaslaşan insanın bilinçaltına bir şeyler sokuşturabilmek daha kolaylaşır. Normal zamanlarda eleştiremediğin, alay konusu yapamadığın birçok değeri, özellikle Türk’e ilişkin birçok değeri bu bahaneyle yerden yere vurabilir, bu değerlerden hıncını alabilir; üstelik görev konusunda irtifa kazanacağın için bu yolla gazetenin parasal kaynağını da garantiye alabilirsin.”

“Depremi anlatırken, Mustafa Kemal’in devrimleri de eleştirilebilir mi? Örneğin deprem ile Cumhuriyetin kurulması, saltanatın kaldırılması, hilafetin kaldırılması, padişahın kulluğundan çıkıp Türk Milleti’nin asli bir unsuru olunması arasında bir ilişki kurulabilir mi?”

“Nedensellik açısından böyle bir ilişki kurulamaz; ama konu ne olursa olsun, Cumhuriyet, Cumhuriyetin temel ilkeleri, Mustafa Kemal, Mustafa Kemal’in devrimleri, Türklük, Vatan, vatanseverlik, Ulus-Devlet, İstiklâl Marşı, Türk Bayrağı ve benzeri değerlerin eleştirilmesinde fayda vardır. Hatta, bu tip eleştirilerde bu tür değerlerle alay edilirse daha hoş olur, şık olur, kalıcı etki yapar. Değerler neden vardır, eleştirilmek için; fırsat buldun mu kaçırmamak gerekir.”

“Depremle Mustafa Kemal’in devrimlerinin ne ilgisi var; bu ahlâksızlık olmaz mı?”

“Olabilir… Ama bunun bir önemi yoktur. Ahlâksızlık bizim genlerimizde var, benim babam da böyleydi; bu bir doğa meselesi, bu bizim doğamızda var. Akreple kurbağa hikayesindeki gibi, bu bir doğa meselesidir. Kendisini dereden geçirmesini istediğinde ‘Ya beni sokarsan?’ diye soran kurbağaya ne demiş akrep. ‘Olur mu gözüm; o zaman ikimiz de boğuluruz.’ Peki, kurbağa derenin tam ortasında sırtında müthiş bir acı hissedip sulara gömülürken, ‘Neden yaptın bunu, bak ikimiz de öleceğiz şimdi.’ diye zorlukla fısıldadığında hangi cevabı almış akrepten? ‘Dayanamadım ne yapayım; bu benim doğamda var!’”

“Ama bu aptallık değil mi; akrebin kalleşliği yüzünden ikisi birden ölmüş!”

“Haklısın, ama yapılabilecek bir şey yok; bu onun doğasında var!”

“Peki, abd öldürür mü?”

“Ne ilgisi var şimdi?!.”

“Hani, ‘deprem öldürür, bahane olacaksa deprem eleştirilebilir, hatta tüm değerler eleştirilebilir; hiç ilgisi bulunmasa bile fırsat bu fırsattır diye Mustafa Kemal, onun devrimleri ve Türk’e ilişkin tüm değerler de eleştirilmelidir’ demiştin ya; abd de önüne geleni öldürdüğü için, öldüren her şey, her değer(!) eleştirilebilir mi diye merak ettim.”

(İç çekme sesleri…)

“Efendim?”

“ABD öldürmez, daha doğrusu öldürür öldürmesine de eleştirilemez, eleştirilebilecek olsa bile bu açık açık yapılmaz, açık açık yapılacak olsa bile bu gazetede yapılamaz, bu gazetede yapılabilecek olsa bile yayınlamayız zaten.”

“Neden? Hani siz ahlâksızlığı, ilkesizliği, kalleşliği dahi göze alıyordunuz, bunu kaçınılmaz görüyordunuz, bu sizin doğanızda vardı hani; ne oldu? Yoksa bu da bu kelleşliğin, bu ahlâksızlığın bir yansıması mı?”

(İç çekme sesleri…)

“Duyamadım?”

“Ahlâksızlığa evet, ama aptallık?.. Akrep aptalmış kardeşim, kendin söyledin işte; biz ABD’ye aynısını yapsak onlara bir şey olmaz, ama para göndermeyi keseceği için biz batarız, keriz miyiz biz!.. Türk Milleti’ni sokup zehirleyerek ihanetin zevkini daha uzun süre çıkarmak varken, velinimetimizi neden sokalım ki! Hem depremle ABD’nin ne ilgisi var kardeşim; konuyu neden saptırıyorsun ki şimdi?!.”

“Seni akrep seni!.. Depremle saltanatın kaldırılmasının, hilafetin kaldırılmasının, Cumhuriyetin kurulmasının, Atatürk Devrimlerinin, Türk’e ilişkin tüm değerlerin ne ilgisi var cibilliyetsiz?!.”

(İç çekme seslerine eşlik eden diş gıcırtısı sesleri…)

* * *

Yapılabilecek bir şey yok; bunlar böyle işte, kalleşlik, hainlik doğalarında
var!..

* * *

Aslında yapılabile…

* * *

Yukarıdaki yarım kalmış cümleyi okuyucu kendisi tamamlamalıdır…





Not 1: Bu hikâye(!) bir hayal ürünü değildir; gerçek bir olaydan aktarılmıştır.
Not 2: Gerçek akrep kelleş değildir, sırtına bindiği kurbağayı falan da sokmaz; bu cibilliyetsizlik, bu cibilliyetsizlere has bir şeydir…
Not 3: “Cibilliyet” Arapça bir sözcüktür. “Yaratılış, tabiat, huy, karakter” anlamındadır. Türkçe’de daha çok “karakter” anlamında kullanılır.
Not 4: Kefen niyetine yırtık pırtık bir battaniyeye sardığı iki yaşındaki yavrusunu toprağa teslim etmeden önce birkaç dakika daha koklayabilmek için kazılmış mezarın başında içini çeke çeke ağlayarak direnen o Elazığlı anneyi gördünüz mü televizyonda? İşte bu cibilliyetsiz, o korkunç acılar içindeki annenin bu felaketini bile Mustafa Kemal’le ve Türk’e ilişkin değerlerle alay etmek için kullanabilecek ölçüde hain; çünkü bu, onun doğasında var!
Not 5: Bir insanın “fıtraten”, yani yaratılıştan kötü olup olamayacağı tartışmalıdır. Bu konuyu bir başka çalışmada irdeleyeceğim; “insan”ın ne olduğunu da…

10 Mart 2010 Çarşamba

Adamı Hasta Etme Birader !

amerika birleşik devletleri’ne kızmamak, hatta bu kalleş devletten nefret etmemek mümkün mü?!.

İkinci Dünya Savaşı fiilen bitmiş olmasına rağmen 6 Ağustos 1945’de, kızlı erkekli küçük çocuklar henüz uykudayken, hiç sıkılmadan ve utanmadan “little boy” (küçük çocuk) ismi verilen atom bombası üzerine bırakıldıktan birkaç saniye sonra Hiroşima ölü bir kentti artık; o küçük çocukları ve o kentte yaşayan tüm canlılarıyla... (Dünyada insanların üzerine atom bombası atan tek devlet abd’dir.)

Tek bir bombayla 250.000 kişiyi öldürmüşlerdi soykırımcı oğlu soykırımcılar. (Soykırımcı oğlu soykırımcılar tabii; çünkü bunların ataları da böyleydi.)

Ne var ki, bu ilk soykırım değildi; tabiatın asil çocukları Kızılderililer, Afrika’dan vahşi hayvanlar gibi toplanıp kafesler içende amerika’da köle olarak kullanılmak üzere gemilere yüklenen biçare zenciler, anayurtlarında napalm bombalarıyla kavrulan Vietnamlılar, Kamboçyalılar, Iraklılar…

Guetamala, Şili, Panama, Endonezya, Nikaragua, Meksika, Küba, Dominik, Kore, Laos, Lübnan…

Gözünüzü kapayıp parmağınızı dünya haritası üzerinde herhangi bir yere koyun, orada mutlaka bu katil sürüsünün parmak izlerini göreceksiniz…

Bu gerçek herkes tarafından biliniyor; uzatmaya gerek yok.

Ama benim midemi bulandıran bu değil; kendi Başkanlarını (Kennedy) öldüren, kendi ikiz kulelerini bombalayıp binlerce vatandaşını katleden; Guantanamo’da, gizli hapishane gemilerinde insanları kendi kanlarında boğan, kendi barsaklarıyla idam eden, Irak’ta küçük çocukların ırzına geçip bunu filme alan, Şabra ve Şatilla’da üç gün içinde 3.500 Filistinliyi buldozerlerle ezerek paramparça yapan bu uğursuzları kanıksadık artık…

Bu devlet katil, kana susamış, ahlâksız, insanlık düşmanı…

Bu malum…

Benim midemi bulandıran bu kana susamış katiller değil.

Benim midemi bulandıran, bizim ikiyüzlü, ahlâk yoksunu uğursuzlarımız…

İkiyüzlü…

Ahlâktan nasiplenmemiş…

Haysiyet satıcıları…

Ermeni soykırım tasarısı üç-beş sapkın tarafından kabul edildiği için güya öfkelenip yazı yazmaya, söz söylemeye, tavır koymaya (tavır koyuyormuş gibi yapmaya aslında) cüret eden (cüret ediyormuş gibi yapan aslında) zavallılar…

Seni ikiyüzlü dansöz seni!..

Bu Millet, bu kıvırmalarını yutuyor mu sanıyorsun?!.

Daha kısa bir süre önce, “evet biz Ermenileri kestik özür diliyoruz” diye mahcup bildiriler yayınlayan, “Türkler 1.5 milyon Ermeni’yi kesti” dedirtilerek nobel ödülü sahibi yapılıp eline milyon dolarlar tutuşturulan Türkçe özürlü yeteneksizi ayakta alkışlayan; sözde Ermeni soykırımını kastederek “karanlık tarihimizle yüzleşmek zorundayız” diye utanmazca makaleler yayınlayan sen değil miydin uğursuz!?. (Karanlık geçmişinle yüzleşmek istiyorsan Milli mücadele esnasında Millet kan revan içinde cephe cephe dolaşırken amerikan ve İngiliz mandası için uğraşan atalarının hatıralarını oku!)

“Karanlık geçmişle yüzleşme” fikrinin nereden aklına geldiğini Türk halkının bilmediğini sanma sakın! Obama TBMM’de yaptığı ve ne acıdır ki sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında, “Her ülke kendi geçmişi üzerine çalışmalıdır. Geçmişle hesaplaşma, daha iyi bir gelecek kurmakta bize yardımcı olur. bu Mecliste 1915’in korkunç olayları konusunda sert görüşler olduğunu biliyorum. Benim görüşlerim üzerinde de çok değişik yorumlar yapılabilir.” diye talimat verdiğinde, mesajı çoktan almıştın zaten! (Obama’nın konuşmasının çevirisi Ali Tartanoğlu’na aittir.)

Gözümün içine bakarak cevap ver:

Tam üyelik için ruhunu peşkeş çektiğin Avrupa Birliği; Mustafa Kemal’in resimlerini duvarlardan indir, Türk sözcüğünü Anayasandan çıkar, üniter devlet yapından vazgeç diye kin kusan Avrupa Birliği; İslam’ı ve Muhammed’in paylaşımcılığını boşver, ılımlısı sana yeter, patriği ekümenik yap, diye hot zot eden Avrupa Birliği; ilk okullarında okuttuğu öğrencilerinin sıralarının üzerine koyduğu haritalarında Diyarbakır’dan sonrasını Türkiye sınırları içinde göstermeyen Avrupa Birliği seni tam üye yapmak için bu soykırım yalanını da kabul etmeni şart koşacak mı, koşmayacak mı?!.

Gelecek zaman fiilini bırakalım; gizli kapılar ardında bunu çoktan şart koştu mu, koşmadı mı?!.

Mustafa Kemal sağ iken, bunlar O’nunla birkaç dakika görüşebilmek için, birkaç dakikalık randevu koparabilmek için ayağımıza kadar gelmiyorlar mıydı, ruhsuz?!. O tarihlerde böyle küstahlaşmaya cesaret edebiliyorlar mıydı?!.

O tarihlerde karşılarında dimdik duran bir Türk Ulusu vardı çünkü!..

Aztekleri, Mayaları, İnkaları tarihten silen kim; Avrupalı sömürgeciler değil mi?!. Bundan âlâ soykırım olur mu?!.

“Gerekirse Kâbe’yi de bombalamalıyız!” diyebilecek kadar soysuzlaşabilen kim; amerikalı ırkçı bir senatör değil mi?!.

Bunlar, kıçlarını yalamak için yanıp tutuştuğun ilahların değil mi?!.

Rezil adam-rezil kadın seni!

Daha ne konuşuyorsun!

Hem her türlü şaklabanlığı yapacaksın, hem “bizi süpürüp deliğe atmayın, bizi kullanın, bizden faydalanın” diye salya sümük ağlayıp zırlayanları haklı çıkarmak için makaleler döşeneceksin, hem de üç tane kıçıkırık amerikalı hıyarağası bu boktan tasarıyı kabul etti diye sözüm ona efelenmeye kalkacaksın…

Bir de kalkmış utanmadan-sıkılmadan, üç-beş milyar dolarlık silah alımından vazgeçmek havucuyla bu ahlâksızların silah tüccarlarından medet umuyor, sana hamilik yapmaları için bu katiller sürüsüne bel büküp gerdan kıvırıyorsun!

Venezüela Devlet Başkanı Hugo Chavez, George Bush için “Hitler, senin yanında bebek kalır!” dediği günlerde, sen bu soysuzlar için methiyeler düzmekle meşguldün.

Obama Ankara’ya gelip TBMM’inde konuşma yaptığında vekillerin onu ayakta alkışlarken, kendisine liberal diyenlerden sadece Cüneyt Ülsever bu çakma zenci için “garson” benzetmesini yapmıştı; bu nedenle, bu konuda konuşma hakkına ancak o sahip olabilir.

Senin konuşmaya yüzün mü var?!.

Sen…

Sen midemi bulandırıyorsun!..

Sen midemi bulandırıyorsun!..

Adamı hasta etme birader!..


Not: Kötü sözlerim için bu gazetenin okurlarının beni hoşgöreceğini umuyorum; atalarımı Hitler’le, katliamcı amerikalılarla ve üçüncü dünya ülkelerinde soykırım üstüne soykırım yapan Avrupalılarla bir tutmaya kalkan bu uğursuzlara ve ilahlarının yeşil parasıyla gözü dönmüş yerli işbirlikçilerine karşı uysal bir koyun olmayı hep reddettim, şimdi de reddediyorum, bedeli ne olursa olsun bundan böyle de reddedeceğim… Dışarısı tamam, ama içeriden hançerlenmek insana koyuyor birader!

8 Mart 2010 Pazartesi





HAYDİ GENÇLİK HOP HOP HOP


İşsizlik çığ gibi büyüyor… Üniversiteyi bitiren her üç gençten biri işsiz. (Gazeteler)

Gençler işsizlik ve parasızlıktan evlenemiyorlar. (Prf.Dr.Osman Altuğ)


* * *


Bu gençler çocukluktan çıkıp ergenliğe ne zaman adım attılar?

Sekiz- on yıl önce

Tamam.

Sekiz yıl öncesine dönelim.

2002’ye…


* * *


Kamuoyu araştırma şirketleri 2002’nin en önemli olayının 3 Kasım seçimleriyle AKP’nin iktidara gelişini gösteriyor. Bu seçim 2002’ye damgasını vuran olaymış. (Gazeteler)


* * *


2002’nin en büyük kuruluşları…

En çok vergi ödeyenler, en fazla ciroya sahip olanlar, en çok üretim yapanlar, en çok işçi çalıştıranlar falan…

Sırasıyla…

TPAO
Elektrik Üretim A.Ş.
Türkiye Şeker Fabrikaları
Tekel
Arçelik
Tüpraş
Petrol Ofisi

Arçelik dışında hepsi Devletindi.

Tekel işçileri hariç kurtulduk hepsinden…


* * *


İşsizlik artıyor, sefalet dizboyu, halk perişan, fakir fukara etin tadını unuttu, vatandaş cinnetin eşiğinde. (Gazeteler)

“Ne ilgisi var kardeşim?!.”

* * *

Özelleştirilen işyerlerinde işten atılma oranı ne?

% 68.2

“Ne demek istiyorsun?!. N’olmuş yani?!. Atmasınlar da beslesinler mi?!.”

* * *


1986-2004 arasında 167 Kamu Kuruluşu özelleştirilmiş.

Gelir ne kadar? 5.6 katrilyon…

Gider? 7.8 katrilyon…

E, bu işte bir tuhaflık yok mu?

“Karışma; sen anlamazsın!”

Hayır, şeyi anlayamadım, hani kâr eden kuruluş neden satılır onu işte; neden satılsın ki, kâr ediyor?

“Cahil!.. Minimal devlet minimal; kafan basmıyor mu?!.”


* * *


Başka?..

Seka
Petkim
Eti Alüminyum
Erdemir
Eti Bor A.Ş.

“Ne diyor bu ya?!.”


* * *

Türk Telekom son beş yılın Kurumlar Vergisi şampiyonu. (Gazeteler)

Kamu kuruluşları sayıları az olmasına rağme Kurumlar Vergisinin % 53’ünü ödüyor. (Gazeteler)

Ardından…

Türk Telekom, Lübnanlı Hariri ve ortağı Telekom İtalia’ya…

Ama ismi hâlâ Türk!..

“E, n’olmuş?!.”

* * *


Özelleştirmelerden elde edilen gelir, Türkiye’nin 8 günlük faiz borcunu anca karşılıyor.

“Özelleştirmeye karşılar, komünist ulan bunlar!”

Özel sektör tabii ki olsun, da, Süt Endüstrisi Kurumu?

“Devlet peynir mi yapar birader?!.”

E, yapsa, fakir fukara da ucuz ve kaliteli peynir yese olmaz mı?

“Cık!.. Fakir fukara peynir yemeyiversin; geberir mi?!.”


* * *

2002’de iktidara gelen AKP’nin Maliye Bakanı ne demişti?

“Her şeyi babalar gibi satıyoruz, Sümerbank’ın ismini de tarihten siliyoruz elhamdülillah!..”

Sümerbank’a ismini kim koymuştu, kimdi isim babası?

Mustafa Kemal Atatürk…

“Geç bile kalınmış hemşerim!”

* * *

Fabrikalar, limanlar, tersaneler…

Araç muayene istasyonları bile.

Elde avuçta bir şey kalmadı; şimdi sırada otoyollar, köprüler, ovalar, dağlar, bayırlar, nehirler hatta gözyaşlarımız mı var?

“Sana ne; sen milli irade misin?!.”

Bankacılıkta ve Borsada yabancı sermaye payı ne?

“Susturun ulan şu herifi; borsayı düşürecek vatan haini!”

* * *

Et ne olacak? Bari Devlet hayvan üretse, hayvan varlığımız giderek azalıyor diyorlar; üretici, yem maliyetlerini karşılayamayacak durumdaymış…

“Ergenekoncu-darbeci uydurması bunlar! Devlet hayvan mı yetiştirirmiş!

“Şeyini şey ettiğimin şeyi!

“Tuh!..”

“Yuh!”

“Sıra bizde inşallah; fişliyoruz bunları! Yaptığımız budur arkadaşlar!..”

“Bunların kanı bu ülkenin kanı mıdır, sorarım!?.”

* * *


2002’den 7 yıl sonra…

Ergenliğe geçen çocuklar şimdi 23 yaşında…

19.8.2009… Gazeteler…

Et fiyatları çıldırdı… Artış % 100… Bir kilo et 8 liradan 15 liraya fırladı… Fakir fukara etin tadını unuttu…

* * *

2002’den 8 yıl sonra…

O çocuklar şimdi 24 yaşında…

6.2.2010… Gazeteler…

Et fiyatları çıldırdı… Artış % 100… Bir kilo et 23 lira ila 30 lira arasında satılıyor… Fakir fukara etin tadını unuttu…

3.3.2010… Saat 9.48… TÜİK enflasyon rakamlarını açıklıyor…

Şubat ayında aylık enflasyon %.1.45, yıllık enflasyon % 10.3…

Yıllık %10.3 mü; e nasıl olur, sadece ette % 100?..

“Kes! Sen anlamazsın! TÜİK’ten daha mı iyi biliyorsun yani!”

“Şeyini şey ettiğimin şeyi!..”

“Tuh!..”

“Yuh!..”

“Sıra bizde inşallah. Fişliyoruz bunları! Yaptığımız budur arkadaşlar!..”

“Bunların kanı bu ülkenin kanı mıdır; sorarım!?.”

* * *


Deniz Gezmiş, 6 Mayıs 1972’de, gece karanlığında idam edildiğinde 25 yaşındaydı.

Çalmamıştı, ihaleye fesat karıştırmamıştı, fakir fukaranın hakkını yememişti, kimseden rüşvet veya komisyon(!) almamıştı, aniden zenginleşmemişti; silahı vardı tabii, ama yaşamı boyunca kimseyi yaralamamış, öldürmemişti. Kaçırdığı dört süprüntü amerikalıyı serbest bırakacak kadar da insancıldı.

Ülkesini Amerikan emperyalizminden korumaya çalışıyordu.

Türkiye’yi ileri karakol yapmayı hedefleyen Truman Doktrini amerikan senatosunda okunduğunda henüz 13 günlüktü.

Arkadaşlarıyla birlikte amerikan 6. Filoyu kıçından tekmeleyip Türkiye’den kovduğunda 23 yaşındaydı.

Milli Demokratik Devrim diye haykırdığında 24.

Kalbinin Vatan sevgisiyle pır pır atmasının bedelini ödemişti!

İdam edildiğinde 25 yaşındaydı…


* * *

“Ne ilgisi var birader, Deniz Gezmiş de nereden çıktı şimdi?!.”

“Şeyini şey ettiğimin şeyi!..”

“Tuh!..”

“Yuh!..”

“Sıra bizde inşallah! Fişliyoruz bunları!.. Yaptığımız budur arkadaşlar!..”

“Bunların kanı bu ülkenin kanı mıdır; sorarım!?.”


* * *

Teröristbaşını ülkeye getiren timin Komutanı ve şeref madalyalı Generaller içeri alındığında, etrafta bir tane genç bile yoktu…

Kokainden içeri alınan Tarkan aynı gün, aynı kapıdan çıkarken ağlayan genç kızları, delikanlıları gösterdi kameralar… Hepsinin iki gözü iki çeşmeydi… Ne duygusal bir sahneydi … Güzel saçlı o sarışın kız nasıl da hıçkırıyordu…

Canım be…

Kokainden içeri alınan Tarkan için iki gözü iki çeşme ağlayan gençler, muhtemelen Deniz Gezmiş’in yaşındaydılar.

Kimi 23, kimi 24, kimi 25…

* * *


Erol Büyükburç’un, gençleri oynayıp çoşmaya, hayatın zevkini çıkarmaya çağıran eski bir şarkısı geldi aklıma.

Haydi gençlik hop hop hop…

* * *


Bugün 5 Mart 2010…

Soykırım tasarısı amerikan Temsilciler Meclisinde kabul edildi. (Gazeteler)

Türkiye örovizyona amerikanca parçayla katılıyor. (Gazeteler)

We Could Be The Same… (Aynı Olabilirdik.)

* * *

Ne güzel şarkıydı be…

Haydi gençlik hop hop hop…

7 Mart 2010 Pazar

Köklerinden Nefret Eden Ahlaksız Kırtosbağaları

“Relaks be badi Allahaşkına; vat hepın ya?!.”

“Senin için relaks demesi kolay tabii; riski minimize etmem için boslara hemen prezentasyon yapmam gerekiyor, emercinsi…”

“Ven?”

“Essunespasıbıl!”

“Yu rayt, sori… Bu prenzantasyon meselesi beni de irrite ediyor. Maksimizasyonunu çek ettin mi, dedlayn ne? Brif aldın mı?”

“Brif için no taym, spontane bir durum. Haytek kullandım. Fiidbekten sonra her olasılığa karşı leptapta nikneymle davnlood ettim, print alıp klasifikeledim. Nanstop gidiyorum, finişteyim.”

“Komünikeyşın sentırda start almaktan başka çare yok; konsensüs sağlanırsa, domine etmek daha kolaylaşacak. Ay ting so.”

“Okey de, beni provoke etme may frend. Artık trend yang jenerasyon, hepsinin sivisini çek edip bunu deklare ettim bile. Absürd ama partnırlar departmanda fultaym çalışacak mentalitede olmayanları elimine edeceklerdir. Listi apteyd edip data bazında tekrar seyvetmem lazım.”

“Bu proseste agresif edvayzırların seni asiste etmesinin konsepte daha uygun düşeceğini sanıyorum. Rasyonalite önemli, fizıbıl olmalı.”

“So?..”

“Sosu, yu nov, tink tenk pragmatizmi kriterlere daha uygun, biraz da manipüle ettin mi tamamdır, insaydır treyding meselesi hani, of dı rekord tabii. Nosyonumuzu ve misyonumuzu unutma; ambiyansı tolore etmekte zorlanabilirler, bikerıfıl. Kombinezasyonu vulgarize etmelerine izin verme.”

“Okey…Dont vori… Şovrumda bir aysti?”

“Tenks. Ekstrem bir şey çıkmazsa bugün bilbordda gördüğüm bir haspitıla gitmem gerek; benim drayvır yeni seküritiden badigardla birlikte aşağıda bekliyor. Meybi bir başka gün. Bay…”

“Dont bi leyt may frend. Bay…”

* * *

“Yes may diir yes; yu ken taç dis!”

* * *

Bunların dedeleri Fransızcayla başlamışlardı bu kepazeliğe, o zamanın ilahları Fransızlardı çünkü; o zavallı dedeler, ilahlar gibi konuşurlarsa onlar gibi olacaklarını sanıyorlardı.

İşgalcilerine “Sahip, Sahip” diye seslenen yenilmiş, ezilmiş, hiçleştirilmiş sömürge yerlilerinden farksızdılar oysa!..

(“Sahip”; “efendimsin”, “sen benim sahibimsin”, “ben senin mülkiyetindeyim” anlamına geliyordu.)

Sonra ilah değişti, özenilen dil de…

Zamanımızda her şey basit bir züppelik gibi görünüyor başta, sıradan bir özenti veya aşağılık karmaşasından kaynaklanan bir güvensizliğin dışavurumu. (“Aşağılık karmaşası”, “aşağılık kompleksi”nin Türkçesiymiş; birkaç saniye önce öğrendim, çok da hoşuma gitti.)

Ama derinde, belki bilinçaltında, kendi halkından, kendi tarihinden, kendi dilinden nefret yatıyor; esasen kendine duyulan nefret; çünkü ilahlar ondan üstün, onlar amerika’da doğmuş!.. (Küçük “a” tabii; gücüne mi gitti?!.)

Diğer dillere eyvallah, bilmekte fayda var, hatta mümkünse birden çoğunu öğrenmeli; İngilizce, Fransızca, Rusça, Arapça, Urduca…

Ama Türkçe’yi böyle yarı amerikanca konuşmak…

Allahsız kırtosbağaları…

(Yüz yıl yaşayan şu kadim dostum bana gücenmez, onu kastetmediğimi biliyor; onu o mübarek kabuğundan öpüyorum.)

Meslek dili bu olan bilgisayarcıları, farkında olmadan böyle konuşan kimi iyi niyetli dostları, mesleki zorunluluklar nedeniyle işyerlerine yabancı isimler koymak zorunda olanları ve benzerlerini tenzih ederim; benim şu kısa çalışmamda ve öncekilerde de kimbilir ne Türkçe hataları var; ama bunu, “ihanet” kabul edilmesi kaçınılmaz olan bu rezillikten ayrı tutmak gerek tabii.

Tüm dünya dilleri içinde bir benzerinin bulunmadığına inandığım güzelim “cankurtaran”ı “ambulans”a çevirdik, şimdi nasıl yazacağımızı tartışıyoruz; rezilliğe bakın! (Bu “ambulans”ı ülkemizde ilk kez telaffuz edenin Allah bin türlü belasını versin!)

Bu sersemlikten, bu salaklıktan, bu şımarıklıktan, bu ihanetten sıkıldım artık ciğerim!

Güzelim “hastane”mizi bile “hospital/hospitıl, haspitil/artık her ne haltsa” haline getirdiler; içim acıyor be!

İnsan kendi köklerinden bu denli mi nefret eder ulan!..

Sıkıldım, bunaldım, nefret ettim; çünkü yukarıdaki yabancı sözcüklerin hepsinin Türkçe karşılığı var; olmasa eyvallah!.. ( Bir zamanlar “kompütür/kompüter/kampütır” der, nasıl yazacağımızı, nasıl telaffuz edeceğimizi tartışırdık; şimdi “bilgisayar” gibi harikulâde bir sözcük kullanıyoruz, fena mı oldu yani!)

Ama kuş kuşluğunu, züppe züppeliğini yapacak tabii…

Bence en iyisi arı duru bir Türkçe…

Bakın, ne kadar sade, öz ve anlamlı:

“Beyefendi yanlış anlamayın ama hay ben sizin taa…”