9 Nisan 2010 Cuma

Tahterevalli Sendromu

“Benzerleriyle Değiştirilenlerin Hikâyesi” adlı kitabımın bir bölümünü “Tahterevalli Sendromu” diye isimlendirmiş ve satırlarıma “Servet ile merhamet bir tahterevallinin iki ucunda oturmaktadır; biri yükseldiğinde diğeri alçalır” diye başlamıştım.

Bu, uzun yıllara dayanan gözlemlerimin, amansız çelişkilerle dolu ruhsal yolculuğumun ve neredeyse çocukluğumdan beri tümüyle isyanlarla dolu yıldırıcı hayal kırıklıklarımın ruhumda oluşturduğu şaşırtıcı deneyimlerin ortaya koyduğu bir hayli ürpertici bir tespittir. (Çocukluğumda ve gençliğimde yağlıboyacılık yapıyordum; ustam olan bamam, kansere yakalandığında sigortasız olduğu için hastaneye kabul edilmemişti; “özde” bugün de değişen bir şey yok; çünkü sağlık sistemi, Dünya Bankası’nın veya ona eşdeğer bir alçak kurumun itelemesiyle giderek özelleşiyor, paralı hale geliyor, parası olan tedavi imkânı bulabiliyor. Şimdi size tüm bu çalışmayı bir cümlede özetleyecek bir soru: Hasta olan birine “paran var mı kardeş?” diye sorulabilir mi, sorulamaz mı?)

Servet, merhameti çözüp parçalamakta, benzetme yerinde ise, ekonomik literatürde “kötü paranın iyi parayı piyasadan kovması”nda olduğu gibi, onu insan ruhundan kovmakta; servetteki artışa paralel olarak, onu adeta her gün, her an, her vesile ile törpülemekte, eritmekte ve giderek tamamen yok etmektedir.

Tarih kitaplarının satır araları dikkatle ve eleştirel bir mantıkla incelendiğinde, savaşların o kitaplarda yazıldığı gibi eften püften nedenlerden çıkmadığı; aslında her savaşın, bir “paylaşım savaşı” (Kuran’ın emrettiği “paylaşım” değil elbette) olduğu gerçeğine ulaşılacaktır. İnsanoğlunun en merhametsiz eylemi haksız savaştır; ve bu eylemin arkasında yatan gerçek de “merhamet”in ortadan silinmiş olmasıdır. İnsanoğlu en büyük zulümlere Hristiyanların mezhep kavgalarında ve iki dünya savaşında maruz kaldı ve şu anda Arz’ın çeşitle yerlerinde yaşanan görece küçük ölçekli savaşlarla da bu maruz kalış devam ediyor. (Çünkü abd denen katil hırsıza henüz haddi bildirilemedi.)

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşanan Vietnam Savaşı henüz hafızalardan silinmedi; o savaşta ortaya konulan vahşet ve zulüm henüz çok taze… Binlerce amerikalının ve yüzbinlerce Vietnamlının can verdiği, güzelim Vietnam’ın mahvolduğu bu anlamsız(!) savaşın gerekçesi neydi? Sözde gerekçe kuşkusuz bilinmektedir: Konünizmi engellemek…

İşin aslı bu muydu peki?

Ruhunu, kapitalizmin bir gün kendisine de yönelmesi muhtemel aldatıcı ışıltısına rehin bırakmamış her benlik hemen kabullenecektir ki, esas sorun, emperyalizmin neden olduğu “merhamet yitikliği”dir. Yaratıcı’nın insan benliğine büyük armağanı olan o Tanrısal Nefes, emperyalizmin kahrolası çıkarları tarafından tutsak alınmış, halifenin gönül gözü/kalp gözü körelmiş; cenneti andıran o güzelim ülkede, 8-10 yaşlarındaki çocukların kutsal bedenleri napalm bombaları ile kavrularak emperyalizmin oluşturduğu uluslararası şirketlerin veya uluslarası şirketlerin oluşturduğu emperyalizmin kara/kapkara servetleri muhafaza edilmek istenmiştir. (Irak’ın işgaline hiç girmeyelim; bugün ağzımı bozmak istemiyorum.)

Dikkatli ve basiretli bir gözlemci, gerek Hristiyanların mezhep savaşlarının, gerek iki dünya savaşının ve Vietnam alçaklığının, gerekse de dünyamızda yaşanmış olan ve halen yaşanmakta olan diğer savaşların tamamına yakınının da benzer nedenlerle çıkarıldığını hemen teslim etmek zorundadır.

İnsanın “Tanrıca”lığının en büyük kanıtı olan “merhamet” tarihin her döneminde, ekonomik çıkar ve servet hırsı tarafından insan ruhundan kovulmuştur.

Merhamet ve servet ikilisinin bir tahterevallinin iki ucunda oturmakta olduğu gerçeği, matematik bir kesinliktir. (“Kesin” sözünü sadece cahillerin kullandığını pekala bilen bu fakirin gönlü rahat; çünkü bunu Kuran söylüyor; bu nedenle bu fakire göre kesin!) İnsan ruhunu yaratan Güç, bunun böyle olduğunu, insanlığa mesajında tüm açıklığıyla ortaya koymakta ve servet karşısında yenilgiye uğramaya mahkûm bu ruhu aynı mesajında durmaksızın uyarmaktadır.

O kitabımda uzun uzun anlatmaya çalıştığım şey, “sonraki merhaleler”de önemli görevler üstlenecek olan insan ruhunun, servet karşısında yitip gitmemesi/marhemat denen Tanrısal Esinti’sini yitirmemesi için, tüketebileceğinden fazlasına sahip olmaması gerektiğidir. Tüketebileceğinden fazlasını depolayabilme imkânını bulabilen insanoğlu, insanlığından çıkmakta, liyakatini ispatlama şansından uzaklaşmakta, Tanrısal Nefes’e ihanet etmek zorunda kalmaktadır; bu, hiç tereddüt edilmeyecek derecede açık bir gerçektir.

Peki; Tahterevalli Senrdomu tam olarak nedir…

Yukarıda kısaca anlattığım şeyleri, yani servetin merhameti silip süpürdüğü, onu insan hayatından kovduğu, liyakatini kanıtlama şansını elinden aldığı gerçeğini servet sahiplerinden bazıları da görmektedir. Belki de, “görebilenler”in göremeyenlere göre daha şanssız olduklarını söylemek mümkündür; çünkü görebilenler, görebildikleri için acı çekmektedirler…

Acı çekmektedirler.

Çünkü görebilmektedirler…

Bu sapkın(!) görüşüme muhatap olan kimi servet sahiplerinin mimiklerinden, hareketlerinden, vücut dillerinden bunu rahatça okuyabiliyorum; gerçekten acı çekiyorlar…

Bu öyle zorlu bir savaş ki, ne servetlerinden vazgeçebiliyorlar, ne de merhametlerinden… Üstelik, fark ettikleri bir şey daha var ki, işte bu, bu insanları mahvediyor: Servetleri arttıkça, bir başka deyişle servetleri yükseldikçe, merhametleri azalıyor, giderek yok oluyor… Ama işin daha da vahim tarafı, bu amansız girdaba tutsak olduklarında biliyorlar ki, daha da gaddarlaşmak, daha da vicdansızlaşmak, daha da merhametsizleşmek zorundalar; çünkü servet denen belanın durup nefes alacak, mola verip ferahlayacak vakti hiç yok… Her geçen gün, servetin büyüdüğü her gün, savaş daha da acımasızlaşıyor; merhamet daha da derinlere doğru alçalıp giderek yok oluyor. “Durmak yok, yola devam” şiarı, işte bu gerçeği yansıtıyor; çünkü durduğunuz zaman düşüyorsunuz…

Kapitalist sistem gerçekten çok acımasız. “Rekabet” adındaki İlah, “Rekabet” diye isimlendirilen Tanrı, müminlerinden tam bir teslimiyet istiyor. Öyle kurallar koymuş, öyle mekanizmalar geliştirmiş ki, tüm sistemin tasarlayıcısının bizzat İblis olduğu açıkça görülebiliyor. Bu dinde, Tanrı ve İblis ortak bir çalışma yürütüyorlar; mükemmel bir işbirliği içindeler. (“Tanrı” kelimesinin “T” harfini özellikle büyük yazıyorum; çünkü bu tanrı gerçekten de Tanrı…)

Daha ucuza mâlet; daha kârlı sat…

Kapitalist mantık, “insana rağmen” rekabet koşıllarında daha fazla kazanmak için hen şeyi, her yolu mübah görüyor; çünkü başka çaresi yok, kaçınılmaz bir şey bu…

Sümürülecekler içine erkekler, kadınlar, çocuklar (özellikle çocuk işçiler), ormanlar, nehirler, göller, madenler, denizler, türü yok olmak üzere olan hayvanlar; hatta kendi çevresi yetersiz kaldığında başka ülkelerin halkları, doğal zenginlikleri, namusları…

Sömürülebilecek ne varsa!..

Ama düstur hep aynı, hiç değişmiyor: Daha ucuza mâlet; daha kârlı sat!..

(Ekonominin irin kokulu mahzenlerinin kendine özgü şartları nedeniyle taktiksel geri çekilişler bu gerçeği değiştirmez; örneğin, o ülkeyi enflasyonla mı yoksa enflasyonsuz mu sömüreceğiniz, o irin kokulu mahzenin şartlarına göre değişir. Arz ve talep dengesinin nasıl manipüle edileceği ve fiyatların nasıl oluşacağı da… Bu konu uzun; burada ayrıntısına giremeyiz.)

Kölecilik ortadan kalkmamış, biçim değiştirmiştir. Zamanımızın Bilalleri, zamanımızın Bilalleri olduklarının farkında değillerdir; hiçbir zaman özgür olamayacaklarını bilememektedirler, çünkü “oyun” çok ustaca oynanmaktadır. Bilal özgürlüğüne kavuşmuştu, ama zamanımızın Bilalleri için bu neredeyse imkânsız derecede zordur; çünkü bir “sahip”in en büyük zaafı merhametidir ve şimdiki sahipler bu “lüks”ü göstermek lüksüne sahip değillerdir. Rekabet Tanrısının buyrukları doğrultusunda rekabet edilen diğer müminler o denli merhametsizdirler ki, bunların daha da merhametsiz olmaktan başka seçenekleri yoktur.

Aksi takdirde kaybederler…

Rekabet Tanrısına, Piyasa Tanrısına, Doğal Fiyat Tanrısına, Serbest Pazar Tanrısına mümin olmak, o Tanrıya iman etmek, sanıldığı kadar kolay değildir. İslam’ın Tanrısı ne kadar merhametli, ne kadar bağışlayıcı, ne kadar sevgi dolu ise; yukarıda saydığım Tanrılar da o oranda acımasız, merhametsiz ve sevgisizdir. İslam’ın Tanrısı koyduğu kurallarda ne kadar ruhsat tanımakta ise, bu Tanrılar da koydukları kurallarda o denli katıdırlar: Maliyete artıran her şey yasaktır! Ücretler düşürülmeli, ikramiyeler kaldırılmalı, çalışma saatleri artırılmalı, hammadde nerede ucuz ise oradan temin edilmelidir. Hammadde veya ucuz işgücü nedeniyle paranın yabancı ülkelere gitmesi önemli değildir, çünkü hangi ülkede olurlarsa olsunlar müminler birbirlerinin kardeşleridirler!..

Servet kolay elde edilmiyor! İnsanları “alabildiğine katılaştıran” unsur, İblis’in reyonundaki en değerli ürün: Ver merhameti, al ürünü!..

Bu dinin bu ilk düsturu, Hz.Muhammed’e vahyedilen ilk Sure olan Alak Suresi’nin bir benzeri; tek fark, “Oku” diye değil, “Ver merhameti” diye başlaması…

İşte bunun farkında olan servet sahibinin yaşadığı karabasan, ruhunda kopan ve onu tarif edilemez biçimde kasıp kavuran fırtınanın yol açtığı sendrom bu: Farkında; dolayısıyla acı çekiyor.

Farkında; bu nedenle acı çekiyor…

Acı çeken zengin bazen hayır işlerine veriyor kendini, bazen ikinci bir dine. (Ama yine de ilk dininde ısrar ediyor tabii; “alabildiğine katılaşabilmekte özgür olduğu veya bunun zorunda olduğu” dine; çünkü seçenek yok!)) Bazen sanatta yoğunlaştığını görüyorsunuz onun, bazen sporda. Kimi siyasette bir arayışa giriyor, kimi dergahta…

Ama nafile tabii.

Acı çekmeye devam ediyor.

Çünkü farkında…

Bu sütunu izleyenlerdenseniz, bu fakirin aşırı zenginliğe, tüketilebilecek olandan fazlasına sahip olunmasına karşı olduğunu biliyorsunuzdur. Öyleyse, servet sahiplerini uyarmak için bunca gayrete neden giriyor bu fakir? İstatistikler, servet sahiplerinin, Arz nüfusunun % 4’üne yakın olduğunu gösteriyor. Yüzde 96 bu fakire yetmiyor mu da, % 4 için bu kadar uğraşıyor?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce bazı şeyleri açıklamak gerekiyor.

Bu fakirin, insanların tümünü Müslüman yapmak gibi bir amacı yok, hatta bu fakirin bırakın tüm insanları, birtakım insanları Müslüman yapmak gibi bir amacı bile yok; çünkü böyle bir yeteneğinin olmadığının farkandı, Arapçası bile yok zavallının! Bu, herkesin özgür iradesiyle, kendi seçimiyle, iyice araştırıp kafasındaki tüm kuşkuları sildikten sonra karar vermesi gereken bir şey. (Tabii, bu “riya” ortamında, bu “çamur” ortamında, ne’ye göre karar verecekse! Benim yaşam düsturum olan Bakara 219’un Suudi Kralı tarafından Türk hacılara dağıtılan mealine bakın: “… Sana iyilik için neyi dağıtacaklarını da sorarlar; onlara, “affetmek” olduğunu söyle.” Ne anladınız? Kim kimi veya kim neyi affediyor? Oysa bu harikulâde ayet, kişinin, ailesine yetecek olandan fazlasını dağıtması gerektiğini söylüyor.) İsteyen, istediği yolda özgürce hareket etmeli, inanıyorsa inanmalı, inanmıyorsa inanmamalıdır. İslam, her insana cehenneme girebilme özgürlüğü tanıyor. Bu o kadar böyle ki, mesajı insanlığa tebliğ ile görevlendirilen o eşsiz ruh dahi uyarılmıyor mu; “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların tümü toptan iman ederdi. Hal böyle iken, mümin olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın!” diye… (Yunus, 99) Hatta, bu yine o kadar böyle ki, o güzelller güzeli, “Sen hırslanasıya istesen de, insanların çoğu inanmayacaktır!” diye uyarılmıyor mu? (Yusuf, 103)

Bu satırları yazmamın iki amacı var:

Birincisi, servet sahiplerinin içinde birçok iyi insan olması, birçok değerli kardeşimin bulunması; ikincisi ise, merhameti silip süpüren servet belasının def edilmemesi halinde başamıza nelerin geleceğini -“gelebileceğini” değil, “geleceğini”- çok iyi bilmem… Nüfusun % 96’sını oluşturan kardeşlerimin “Benzerleriyle değiştirilmemeleri” için, milyonlarca yıllık bu muhteşem serüvende bir kez daha yenik düşmemeleri, bir kez daha mahcup olmamaları için, bu belanın bir an önce def edilmesi gerekiyor!..

Zira, bir, “Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarmış elebaşlarına emirler yöneltiriz de onlar orada bozuk gidiş sergilerler. Böylece o ülke aleyhine hüküm hak olur; biz de oranın altını üstüne getiririz.” diye uyarılıyoruz (İsra, 16); iki, “Allah pisliği aklını kullanmayanların üzerine bırakır.” (Yunus, 100) diye dakkatimiz çekiliyor…

Ülkeleri yönetenler, ülkelerin başında bulunanlar, bu % 4’ü oluşturanlar, yani servet sahipleri; bu, çok az istisna hariç dünyanın tüm ülkelerinde böyle! (“Demokrasi” mi?.. Mizahı bırakın birader; burada ciddi bir konu üzerinde çalışıyoruz!) O halde, bu “servet ve nimetle şımarmış elebaşlar”ı, ülkeleri yöneten bu servet sahiplerini engellemek, Yunus Suresi’nin 100. ayetinde belirtildiği gibi, akıl sahiplerinin, yani nüfusun % 96’sının görevi… Ya bu kötü gidiş sergileyenleri servetlerinden kurtarıp merhamet çizgisine çekeceğiz, ya da “ülkemizin altı üstüne gelecek”, yani “benzerlerimizle değiştirileceğiz” (İnsan, 28)… (Bu uzun bir mesele: Ben, insan ırkının vahim hatalar yaptıkça Arz’dan silindiğini, bu anlamda, Hz.Adem’in ilk insan olduğuna değil, bizimle başlayan son insan ırkının ilk ferdi olduğuna inanıyorum. Ayrıntılar için sözünü ettiğim kitaba başvurmalısınız.)

Bu aşamada, “T Sendromu”na yol açan gerçekleri biraz daha açmak gerekiyor.

Kuran incelendiğinde hemen görülen, uzun uzun uğraşmaya, gayret sarf etmeye ve harhangi bir bilim dalında uzman olmaya gerek olmadan görülebilen bir şey var: Biraz sonra ayrıntısını vereceğim, bu, “hemen ve çok kolayca anlaşılabilen ayetler”in dışında, bazı ayetler şu anda anlaşılamıyor, çünkü bilim henüz o seviyeye gelmedi (en azından bu fakir o seviyede değil); bazı ayetleri anlamak ise biraz zor oluyor, çükü bu ayetleri anlayabilmek için, o ayetin konusuna giren bilim dalında uzmanlaşan kişilerden yardım almak gerek. Örnek isterseniz, birincisine, Mearic Suresi’nin 4. ayetini(1) ve Secde Suresi’nin 5.ayetini (2); ikincisine ise, Tekvir Suresi’nin 1. ayetini (3) gösterebiliriz. Mearic Suresi’nin 4. ayetini ve Secde Suresi’nin 5. ayetini henüz tam olarak anlayamıyoruz (yukarıda söylemiştim; en azından ben anlayamıyorum); çünkü bilim henüz o seviyeye gelmedi. Einstein’ın “izafiyet teorisi” bu konuda bir şeyler anlatıyor gibiyse de, belki de henüz zamanı gelmediği için tam olarak içinden çıkılamıyor.Tekvir Suresi’nin 1. ayeti ise, ancak iyi bir astrofizikçinin anlayabileceği boyutlarda. (Bu, Kuran’ın tümüyle anlaşılamayacağı anlamına gelmez elbette; sadece, özel bazı konuların daha bir gayret göstermek suretiyle anlaşılabileceği anlamına gelir. Ben anlamam, ama anlayan bir astrofizikçiye sorarım örneğin. Allah, kullarının anlamayacağı şeyleri neden Mesaj’a koysun ki!)

Hemen ve çok kolayca anlaşılabilen, anlaşılabilmesi için çeşitli şekillerde örneklendirilen, uyaran, tehdit eden; bir başka ifadeyle neredeyse “tokatlayan/çimdikleyen”, gaflet uykusunda ısrar eden insanoğlunun suratına “soğuk su boca eden” yüzlerce ayetten çıkan sonuç şu:

Servet, insan fıtratına aykırı!..

Servet, insanın Yaratılış Kanunlarına aykırı!..

“İhtiyaçtan artanı” ve “Eşitlik” konusunda, bu sütunda okuduğunuz bir önceki çalışmamda (İslamcı Komünist) yeterli sayıda ayet zikrettiğim için, burada tekrar ederek vaktinizi almayacağım; sadece “O mal ve servet arzusu yüzünden alabildiğine katıdır.” mealindeki Adiyat 8’i vermekle yetineceğim.

“O, mal ve servet arzusu yüzünden alabildiğine katıdır!”

Mal ve servet arzusu insanı alabildiğine katılaştırabiliyorsa, varın, bu mal ve servete sahip olanın durumunu siz hesaplayın!..

Katı, kamkatı, katının da katısı…

Bu adamdaki bu katılıkta merhamet barınabilir mi?!.

Yeri gelmişken hemen belirtmem gerekiyor: Birtakım Yaratılış düşmanları, birtakım alçaklar konuyu saptırıyorlar. İnsan hiç kuşkusuz mal ve servete sahip olacaktır; sorun, bunun ne kadar olacağıdır… Bunun ölçüsünü, bu sütunu izleyenler bilirler; ayrıca, Bakara 219. ve Nahl 71. ayetler bu konuda yeterli “kanıt”ı sunmaktadır bize.

Çok kısa bir özetle denilebilir ki, insan, kandisini “alabildiğine katılaştırmayacak kadar” mal ve servete sahip olmalıdır. Kimseye muhtaç olmadan, namerde el açmadan, ailesini şerefle, haysiyetle geçindirebilecek kadar servete tabii ki sahip olmalıdır. Bunun somut bir ölçüsü verilemez; bunu zaman ve şartlar belirler. Örneğin bir ev, bir araba, bir imalathane, büyükçe bir tarla; ne bileyim, yazlık bir ev hatta… Hatta keşke mümkün olsa da, “katılaştırmamak” şartıyla daha da fazlası olsa; ama Kuran’ı gördünüz işte; katılaştırıyor birader, katılaştırıyor. Bunu seni Yaratan Güç söylüyor sevgili Müslüman; bunu seni Yaratan Güç söylüyor; kendi yarattığı insanı ondan daha mı iyi bileceksin yani!..

Allah ne diyorsa o!..

Fazlası, Yaratılış Kanunlarına meydan okumak, insan ruhundaki “Özel Nefes”in içsel tezahürü olan “merhamet”i karanlıklara hapsetmek, “benzerleriyle değiştirilme” keyfiyetine davateyi çıkararak milyonlarca yıllık bu muhteşem serüvene ihanet etmek anlamındadır.

Bakara 219 ve Nahl 71 mucizeleri boşuna vahyedilmedi!..

“T Sendromu”, bu sendromu yaşayanlara “İlahi bir ihtar”dır!..

Bu ihtara uymayıp-uyamayıp, isyanda ısrar edenlerle mücadele ederek hem tüm insanlığı, hem de bizzat o sendromu yaşayıp ızdırap çekenleri kurtarmak, “akıl sahipleri” için “zorunlu bir görev”dir.

Nüfusun % 4’ünü oluşturanlar “emperyalizm” adı verilen uğursuz örgütlenmeyle dirsek temasına girdiklerinde, yanlarında çalıştırdıkları ve dolayısıyla merhametsizliklerine ortak ettikleri mutsuz kardeşlerimle büyük bir kitleyi oluşturmaktadırlar. İnsanoğlu, bir gün, öyle veya böyle, Nisa 75. ayet doğrultusunda(4), bunlarla mücadele etme şansını yakalayacak, bu mutluluğa mazhar olacaktır -ya da daha önceki kuşakların hatasını tekrarlayarak tribünde oturacak ve maç bittiğinde tribünleri çok uzun bir süre boş bırakmak zorunda kalacak; tribünler tekrar dolduğunda ise o zaten orada olmayacaktır-.

Akılla ödüllendirilen -yoksa “sınava tabi tutulan” mı- insanoğlu bu ihtarı iyi değerlendirmelidir…

Peki; bu fakir çalışmalarını neden hep “merhamet” üzerine bina ediyor…

Çünkü “merhamet” denen bu İlahi hasleti insan ruhundan söküp attığınızda, geriye aslında hiç de mükemmel olmayan bir hayvan kalıyor ortada…

Hayvanları severim, hatta onlara aşığım; en iyi dostlarım arasında hep hayvanlar var.

Ama “sonradan hayvanlaşanlar” veya şartların itelemesiyle “hayvanlaşmak zorunda kalanlar”…

İşte buna canım sıkılır.

“Ölüm” denen bir şey var sevgili dostlarım; bundan kaçmak mümkün değil; öyle veya böyle, bir gün hepimiz “oraya” gideceğiz.

Ben oraya hiç de mükemmel olmayan bir hayvan olarak gitmek istemiyorum; servetlerinden dolayı katılaşmak zorunda olan dostlarımın da böyle gitmesine gönlüm elvermiyor.

Neden “paylaşıp” bu sorunu kökten çözmeyelim ki?!.

“Rekabet, rekabet rekabet”; e, illallah birader!..

Neden “yardımlaşma, yarrdımlaşma, yardımlaşma”yı denemiyoruz?

Artık yorulmadınız mı sevgili dostlarım?

Artık yorulmadınız mı?..

“Hepimiz kardeşiz”, koskoca bir yalandan mı ibaret yoksa?..

Her şey bir yalandan mı ibaret gerçekten?..





1) Mearic 4: Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselir O’na.
2) Secde 5: İş ve oluşu gökten yere doğru çekip çevirir, sonra o, O’na yükselip çıkar. Bir günde ki, süresi sizin saymakta olduğunuz günlerden bin yıla denktir.
3) Tekvir 1: Güneş büzülüp dürüldüğünde.
4) Nisa 75: Size ne oluyor da Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz, bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder” diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar ve yavrular için savaşmıyorsunuz!

Not: Bu iş, zenginlerin mallarını ellerinden alıp fakirlere dağıtarak çözülmez; bu, ucuz filmlerde veya hayal satan kitaplarda olur ancak. Bu bir sistem meselesidir. Bu sistemde kimsenin kimseyi incitmesine, malını mülkünü elinden almasına gerek kalmaz zaten…
Kuran’da “Kamu malından aşıran onu bir gün yüklenip getirir.” mealinde (Ali İmran, 161) ürpertici bir ayet var; çözüm bu ayette yatıyor işte.
“Kamu malı” ne demek?
“Kamu” ne demek?
Hadi biraz yardım:
Kamu (eski dilde “amme”): Halk hizmeti gören devlet organlarının tümü/Bir memleket halkının tümü/Hep/Bütün.
Ve son soru:
Allah, “kamu malı” kavramını Mesaj’ına neden koymuş; bu bir hata sonucu mu olmuş, yoksa bizi Yaratan Güç bize bir şey mi söylüyor?
Allah’a emanet olun…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder