30 Mayıs 2010 Pazar

Elbiselerine Bürünüp Kibirlenenler

“Beyefendi, sürekli kasılıp böbürleniyorsunuz, hani nezaket kurallarını zorlamayacağımı bilsem ‘şımarıyorsunuz’ diyeceğim neredeyse. Sizce bu ötedenberi sahip çıktığınız disipline/öğretiye/dünya görüşüne uygun mu?”

“Sen nereden bileceksin be! Senin itikadın imanın yoksa ben ne yapayım; sen bunları boşver, ben ne diyorsam o!..”

*

“Sizce bu kadar kibre sapmak, insanlara bu denli tepeden bakmak, kendinizi herkesten bu denli üstün görmek ayıp olmuyor mu?”

“Sen nereden bileceksin be! Senin itikadın imanın yoksa ben ne yapayım; sen bunları boşver, ben ne diyorum, sen ona bak!..”

*

“Hani sürekli olarak kasılarak yürüyorsunuz ya… Yapmasanız…”

“Sen nereden bileceksin be! Senin itikadın imanın yoksa ben ne yapayım; sen bunları boşver, ben ne diyorum, sen ona bak!..”

*

“İyi de bu denli kibirlenerek insanlara yüzünüzü çeviriyorsunuz, ayıp olmuyor mu?”

“Sen nereden bileceksin be! Senin itikadın imanın yoksa ben ne yapayım; git müftüyle konuş, öğren bu konuları. Hem, sen onları boşver, ben ne diyorsam o!..”

*

“E, bu yaptığınız burnubüyüklük değil mi? Yani hoş bir şey değil, demek istiyorum. Böyle yapmasanız…”

“Sen nereden bileceksin be! Senin itikadın imanın yoksa ben ne yapayım; sen bunların ne söylediğini boşver, ben ne diyorum, sen ona bak!..”

*

“Asla ulaşamayacakları bir büyüklük kuruntusu taşıyanlar, aslında kendilerini küçük düşürmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Kimse bu konularda sizi uyarmıyor mu?”

“Sen nereden bileceksin be! Senin itikadın imanın yoksa ben ne yapayım! Benim başkalarının uyarılarına ihtiyacım mı var?!. Sen onların ne dediklerini boşver; ben ne diyorum, sen ona bak!..”

*

“Bence böyle yapmamalısınız. Her söylenene kulaklarınızı tıkıyorsunuz, sonra elbiselerinize bürünüp kibirlendikçe kibirleniyorsunuz… Bence hata ediyorsunuz…”

“Sen nereden bileceksin be! Senin itikadın imanın yoksa ben ne yapayım!.. Hem ne biçim konuşma o öyle; ‘elbiselerinize bürünmek’ falan, ne demek istiyorsun? Pahallı elbiseler giyip, neredeyse bir daire fiyatı tutarında saatler takıp, çoraplarımıza dahi isimlerimizi yazdırmamızı mı kastediyorsun yani?!. Sen kimsin be! Benden iyi mi bileceksin yani!..”

* * *

“Sen kimsin, nereden bileceksin be, bu ne biçim konuşma!” diye babalandıkları kim aslında biliyor musunuz?

Sırasıyla; Nisa 36, Yunus 75, İsra 37, Lukman 18, Sâd 75, Mü’min 56, Nuh 7…

Hem de, aynen “Kitap’ta geçen kelimeler”le…

Edep yahu…

26 Mayıs 2010 Çarşamba

KAPKAÇ NEDEN YASAK?

Başlıkta soru işareti var; fikir beyan etmiyorum yani, soruyorum sadece.

Yaşlıların, güçsüzlerin veya kendini savunmaktan acizlerin parası çalınıyor diye olamaz; çünkü bu saydıklarımın hiçbiri suç değil… Yoksa otuz milyon aç, on milyon işsiz olur muydu ülkede?!.

Riskse risk, yetenekse yetenek, girişimcilikse girişimcilik; hepsi var.

Rekabetin kralı yani…

O halde?..

Suç olan bir fiili övüyor, destekliyor falan değilim.

De…

Şeytan dürtüyor işte!

İstihdam yaratmıyor, demeye hakkınız yok; çünkü özelleştirmeler de istihdam yaratmıyor, hatta olanı da harcıyor.

Vergi vermiyor inek, de diyemezsiniz; kim veriyor ki?

Hele ahlâka aykırı demeye hiç hakkınız yok; otuz milyon aça, on milyon işsize, göçük altında kalmaya mahkûm masum Anadolu çocuklarına karşı yedi yıldızlı otellerde üç gün üç gece düğünler, kırk bin liralık saat takmalar, havuzlu villalar, dünün kıçıkırıklarının 600 milyon dolarlık yatırımları, çoraplara kendi ismini yazdıracak kadar şişkin egolar… Bunlar ahlâka çok mu uygun?!.

Adil değil demeyin sakın…

Herifçioğlu varlık barışında 7.500.000.000. lira getirdi. Hesabını yapmıştım size; ayda 1.000 lira kazanan biri hiç yemeyip içmeden hepsini bir kenara koysa, bu parayı 312.500 yılda biriktirebiliyordu; bu adil miydi?!. Liberal maskeli faşistin hiç kimsenin izlemediği boktan bir program için kamuya ait bir televizyon kanalından ayda 250.000 lira alması adil mi?!. Herifçioğlu her ay, 343 madencinin ücreti kadar parayı sadece tek bir televizyon kanalından alıyor; üstelik aldığı para benim vergilerimden oluşan para!

Sizin adalet anlayışınız bu mu?!.

O madenciler ayda 730 lira için göçük altında kalma “kader”ine maruz kaldılar; bu adil mi?!.

Alçak oğlu alçaklar ta analarının nikahından gelip petrol çalmak için Irak’ta 1.5 milyon kişiyi katlettiler, hiç sesiniz çıkmadı; bu adil miydi?!.

Türkiye’nin en çok Kurumlar Vergisi ödeyen kuruluşu olan Türk Telekom üç yıllık kârı karşılığında kapkaça kurban gitti; bu adil miydi?!.

Kapkaççı sermaye koymuyor, demeye de hakkınız yok.

Türkiye’nin en büyük medya kuruluşlarından biri el değiştirirken ortaya tek kuruş olsun sermaye kondu mu; o iki kamu bankası aynı krediyi bana verseydi, şu anda medya patronuydum; ne sermayesi?!.

İyi de, şiddet kullanıyor birader, demeye de hakkınız yok.

Şiddetin kralını uygulayan ABD deyyusu en yakın dostunuz değil mi; o otuz madenciyi gerekli tedbirleri almadan, ayda ortalama 730 lira için toprağın beş yüz metre altına göndermek şiddetin kralı değil mi?!:

İslam’da yeri yok, mu?..

Hah şöyle, sadede gelin!..

Bugüne kadar en az 500 tane ayet okudum size; bize reva görülen bu kahrolası düzenin İslam’da yeri var mı?!.

Açlar, susuzlar, işsizler, tedaviden mahrum olanlar, boynubükükler, itilip kakılanlar, hakarete uğrayanlar, göçük altında kalanlar, intihara sürüklenenler, kötü yola düşürülenler… (Kuran bunlara “mustazaf” diyor)

İslam bunlara cevaz veriyor mu?!.

Kapkaç neden yasak ciğerim; “kapkaçın kralına özgürlük” adına bilimsel makaleler döşeyerek yırtınanlardan biri açıklasa da anlasak…

Sizi Allahsız kırtosbağaları sizi!..

“Kapkaç” yasak, “kap ama kaçma, ortalıkta inadına inek gibi dolaş” serbest…

“Hukuk, toplumun genel menfaatini veya fertlerin ve toplumun ortak iyiliğini sağlamak maksadıyla konulan ve kamu gücüyle desteklenen kural, hak ve kanunların bütünüdür. Adalete yönelmiş toplumsal yaşama düzenidir.”

Yersen tabii…

“Kapkaç suçunu gasp olarak gören bir yargıç, koşullar uygunsa cezayı 36 yıla kadar çıkarabilir.”

Ben varım…

Kapkaççılar cezalandırılsın tabii.

Ama “kapkaç” tanımında anlaşamıyoruz.

Yukarıda sözünü ettiğim yargıcın başımın üstünde yeri var; ancak nereye bakacağını iyi bilmeli üstad:

Ölümlü maden kazaları:

(Yüzbinde)

Kanada……: 35
ABD...........: 27
Avustralya..: 13
Türkiye…...: 92 (Özelleştirmelerden sonra)

“E, bu istatistiğin kapkaçla ne ilgisi var?”, değil mi?!.

Üstelik, “kapkaç güncel bir konu değil ki!”, değil mi?!.

Hadi size iyi günler birader; Allah işinizi gücünüzü rast getirsin…

25 Mayıs 2010 Salı

“KADER” Mİ?!.


Önceki çalışmalarımın birinde, meşhur bir İslam ilmihalinden alıntı yapmıştım. O alıntı, “fakirler olmasa, zenginlerin dünya işlerini kim görür” biçiminde, ahlâksızca, haince, müfterice bir pasajdı.

Bu söylem, bugünlerde, “madenciler ölmese, muktedirlerin muktedirliklerini kim sağlar” biçimine dönüştü.

Buna “kader” diyor bazıları.

Madencinin kaderinde göçük altında kalarak can vermek varmış!

Tuhaf bir Tanrı dolaşıyor müfteri insan zihninde; gaddar, hain, merhametsiz, acımasız; fakiri zenginin işi görülsün diye, kadını erkeğin zevkleri tatmin edilsin diye, madenciyi de muktedirler zengin olsun diye yaratan…

İlaha bakın; fakir fukara düşmanı!
Kader, Kuran’da “Yaratılış Kanunları” anlamında kullanılıyor; yaşamın yaratılışı, mevsimler, Güneş’in doğuşu ve batışı, her canlılın rızkının Allah tarafından temin edilişi, Evren’in genişlemesi, canlı olan her şeyin bir gün öleceği ve benzerleri.

Kuran’daki bu tanımda; maden kazasında ölmek, zenginlerin dünya işlerini görmek için dünyaya fakir olarak gelmek, kimileri suşi ziyafetlerinde tıkınırken kimilerinin ekmek dahi bulamaması gibi üçkâğıtlara yer yok.

“Madencilerin ölmesi kaderdir” şeklindeki söylemler Allah’a iftiradır!

Allah’ın o muazzam Yaratışında bu tip gaddarlıklara, aptallıklara, üçkâğıtçılıklara, hainliklere, merhametsizliklere yer yok!

Allah’ın Yaratışı’nda eşitlik var, rızıklardan ihtiyaç ölçüsünde pay almak var, onurlu ve güvenli bir yaşam sürmek var, insan kusurlarından kaynaklanabilecek her türlü olumsuzluğa karşı mümkün olan en ciddi tedbirleri almak var…

Bir de “işi ehline vermek” var tabii…

Bu yapılmadığında; Allah tarafından özenle oluşturalan gezegen tarafından insanoğluna bedelsiz olarak sunulan bunca nimet ve imkâna, zenginliğe, bolluğa rağmen, yoksul ve yoksun bir yaşam sürerek perişan olmak kaçınılmaz.

Ne var ki, Kuran’da “Taha, 61” diye bir şey de var:

“İftira eden perişan olmuştur!” diyor, bu ayet…

“Madencilerin kaderinde bu var, fakirler dünyaya zenginlerini işlerini yapmak için geldiler” gibi sözlerle Allah’a iftira edenler bir gün hesap vermek zorunda kaldıklarında, kulaklarına işlerine gelen şeyleri fısıldayan o kalleş ve alçak ilahlarının nasıl da kayıplara karıştığını acı biçimde göreceklerdir.

Kuran’dan anlaşıldığına göre, ihtiyaç duyulduğu o gün müminlerini terk etmek de, bu “uydurulmuş İlahın kaderi”nde var. (Meryem, 81-82)

Aslında “paradoks” da Allah’ın Yaratışında yer alan fenomenlerden biri olmalı; yoksa yoksullar, yoksulların dünyaya zenginlerin işlerini görmek için geldiğini iddia edenleri neden bu makamlara getirsinler ki?!.

Siz ne yaparsanız yapın, sonuçta Yunus 100 tüm haşmetiyle karşınıza çıkmakta gecikmiyor…

Ve “Biz pisliği aklını kullanmayanların üzerine bırakırız!” diyor…

İşte bu nedenle, Zonguldak’taki maden ocağında ihanete uğrayan o masum Anadolu çocuklarının katlinden sadece muktedirler değil, o muktedirlerle savaşmayanlar da sorumlu.

Ben, siz, o.

Hepimiz…

Çünkü insana bahşedilen en önemli haslet olan “akıl”a ihanet ediyoruz.

Bu durumda, “yeni kaderler”(!) kaçınılmaz oluyor tabii…

Yaratıcı, aklını kullanayanları hiç sevmiyor.

Hiç!..
şikagodaki kader

22 Mayıs 2010 Cumartesi

GANDİ KEMAL

Hintliler “tenasüh”e inanırlar. Reenkarnasyondan farkı, bu “yeniden dünyaya geliş”in sürekli oluşudur.

Ölürsün doğarsın, ölürsün doğarsın…

İnanırsın inanmazsın; onlar inanıyorlar…


* * *

Mohandas Karamçand Gandi ne zaman öldü?

1948’de.

Bizim Gandi ne zaman doğdu?

1948’de…

Mahatma’dan on buçuk ay sonra.

Biraz daha erken doğsa, dokuz ay on gün olacak, iyi mi!


* * *

Mohandas, “Mahatma” olmak için çok çalıştı.

“Yüce Ruh” anlamına geliyordu çünkü lâkabı.

Öyle kolay erişilmiyor yüceliğe…

* * *

Hindistan Bağımsızlık Hareketi kurucusuydu.

Kime karşı kurulmuştu bu hareket?

Emperyalizme tabii…

Britanya mritanya malumatfuruşluğunu boşver.

İngilizlere karşı kurulmuştu.

O günün amerikasına yani…

* * *

Mahatma, yoksul çiftçi ve emekçileri, emperyalizmin alçakça vergilendirme politikalarına ve ayrımcılığa karşı protesto etmeleri için örgütledi.

Hem çok vergi alıyordu İngilizler, hem de aşağılıyorlardı.

Kim yardım ediyordu onlara?

İşbirlikçiler tabii; babam değil herhalde!

(O zamanlar sülüklerin parasını bugünkü adıyla MI 6 ödüyordu; bugün CIA ödüyor; “tenasüh” gerçek mi ne!)

* * *

Çıkrık ile kendi ördüğü basit giysileri giyiyordu.

Öyle havuzlu villaları, üzerinde ismi yazan çorapları, 40.000 dolarlık saatleri, gemileri, gemicikleri yoktu yani.

“Topluma hizmet eden kişi sade bir hayat yaşamalıdır ciğerim; ne o öyle yedi yıldızlı otellerde üç gün üç gece düğünler bakayım!” diye posta koyuyordu muktedirlere.

Haftada bir gün “konuşmama orucu” tutuyordu; konuştuğu günlerde de öyle “sureti haktan görünürken birtakım yaraları kurnazca kaşıma” gibi üçkâğıtlara yeltenmiyordu.

(“Şeyini şey ettiğimin şeyi”nin Sanksritçe’de karşılığı yok; biliyor muydunuz?)

“Hindu’yum, ama aynı zamanda hem Müslüman’ım, hem Hristiyan’ım, hem de Musevi’yim” diyordu; öyle diyalog miyalog palavralarına karnı toktu yani, meseleyi kendi içinde halletmişti.

En gıcık olduğu şeylerden biri de kast sistemi ve dokunulmazlık ayrıcalığı idi.

* * *

Gandi Kemal’i zor ve uzun bir süreç bekliyor yani.

Ayrımcılık (Müslim-gayrimüslim, zengin fakir, aristokrat-ayaktakımı, yandaş yazar çizer-Tekel işçisi falan hani) yok hemşerim, diyebilecek mi…

Dokunulmazlık denen hilkat garibesinin üzerine gidebilecek mi…

Villalardan, saraylardan, yedi yıldızlı otellerden, suşili ziyafet sofralarından uzak kalabilecek mi…

“Zengin olmayacağım, çocuklarımı ve çevremi de zengin etmeyeceğim!” diye konuşuyor, Mohandas Karamçand Gandi gibi…

Mohandas gibi konuşmak kolay!

Mesele “Mahatma” olmakta.

Bakacağız…

* * *

“Bugünün İngilizleri”nin yazar çizer takımı, “Alevi ulan bu herif, bir seks kasedi bile yok ulan bunun!” diye -güya dalga geçerek- belden aşağı vurmaya başladı bile.

Mahatma’nın “pasif direniş”i orada işe yaramıştı; burada pek işe yarayacak gibi görünmüyor.

Çünkü bu kez karşısında İngiliz hergeleleri değil, Amerikan “kurnazları” var.

Mahatma’yı geleneksel yöntemle, “vurarak” öldürmüşlerdi; bunlar da “geleneksel yöntem”i kullanıp, “belden aşağı vurarak” öldürecekler; belli oldu…

* * *

Tenasüh menasüh, reenkarnasyon meenkarnasyon…

“İngilizler”in ve “devşirmeler”in daha şimdiden beti benzi attığına göre, bu işte bir iş olsa gerek!

Alevi malevi, -şimdilik- bir seks kasedi bile yok; ama adam eski “Hesap Uzmanı”…

Kırk yıldır bu işin içindeyim; rüşvet yiyen bir hesap uzmanı görmedim hiç!

Kırk yıldır haşır neşirim, Hesap Uzmanı’na kefil olurum; ne yer ne yedirir!..

İster misin hesap sorsun.

Yandı gülüm keten helva…

İnşaat sektörü patlama yapmazsa ne olayım; bir sürü yeni hapishane meselesi hani…

Yüce Divan’da üç vardiya; iyi mi!..

* * *

Sosyal demokrasi ile olur mu derseniz, cevabım belli: Ben sosyal demokrat değilim, bana kolay kolay olmaz gibi geliyor.

Hele, özelleştirme dümeninin tek bir liman dahi kalmamacasına varan bu iğrenç saldırılarından sonra.

Ama Mohandas Karamçand Gandi, “tuzu kamulaştırarak” “Mahatma” olmuştu.

Bizimki de “tersine özelleştirme” diye bir şeyler söylüyor.

Bakacağız…

* * *

Tenasüh mü, menasüh mü…

Göreceğiz…

* * *

Gandi olmak kolay.

Mesele “Mahatma Gandi” olmakta.

* * *

“İyi de, Alevi ulan bu herif; -şimdilik- bir seks kasedi bile yok.”

Sizi gidi kırtosbağaları sizi.

Ulan gerçekten çok aşağılıksınız be!..

Benden uyarması: Eski Hesap Uzmanıdır.

Hesap sorarsa fena sorar; söylemedi demeyin.

Hadi, anlayacağınız dilde, ilahlarınızın dilinde sorayım:

Du yu andırstend mi?

19 Mayıs 2010 Çarşamba

KALLEŞ OĞLU KALLEŞLER

“Lütuf”; “önem verilen, saygı duyulan birinden gelen iyilik, yardım” diye geçer sözlüklerde.

Bir insanın bir başka insanın lütfuna muhtaç olması Yaratılış’a yapılabilecek en büyük hakarettir; hayır, “en büyük hakaretlerden biri” değil, “en büyük” hakarettir!

Bu hakaret aynen bir madalyon gibi iki yüzlüdür.

Madalyonun bir yüzünde islami literatürde “mütref” olarak geçen “bolluk ve refahla şımarmış”lar, diğer yüzünde ise bu şımarmışlara karşı savaşacaklarına onların “lütfuna mazhar olmak için” her türlü cambazlığı yapanlar bulunur.

Korku, çaresizlik, imkânsızlık, cehalet, yoksunluk, menfaat gibi kimi yapay insani zaafların arkasına sığınılsa da, “lütfa mazhar olmak için cambazlık yapmak” bu büyük günaha bal gibi de taraf olmaktır.

Nasıl olur da bir insan, bir başka insanın lütfuna sığınabilir!?.

Bu nasıl bir korkakça teslimiyettir böyle?!.

Arz’da yaşayan ve namusuyla didinip duran herkes, gezegenin kaynakları üzerinde eşit hakka sahiptir; bu, o kişi farkında olsa da böyledir, olmasa da… İnsana yakışan şey, servet ve refahla şımarmışlardan hayasızca yardım talep etmek değil, bu hakkı -o veya bu biçimde- bizzat alarak tasarrufuna geçirmektir.

Bunun için izlenecek yol, kişinin eğitimine, karakterine, dünya görüşüne, bilgi ve tecrübesine, müktesebatına, yeteneğine göre değişebilir; ama nihai hedef değişmez, değişemez.

Bu hedef, Dünya kaynakları üzerinde her insanın eşit hakka sahip olma keyfiyetidir. (Nahl, 71)

Bu hedef, herkesin bu kaynaktan kendisine ve ailesine yetecek miktarda pay alma hakkına sahipliğini tesis etmektir. (Bakara, 219)

Ama çok daha önemlisi, bu hedef; gezegen nimet ve imkânlarının herkes tarafından eşitçe bölüşülmesi için, bu Yaratılış düsturu doğrultusunda, servet ve nimetle şımarmışlarla savaşmak zorunda olduğunun herkes tarafından kabulü veya bu zorunluluğun herkese “zorla kabul ettirilmesi” keyfiyetidir...(Nisa, 75)

Yukarıdaki paragrafta “savaşmak” sözcüğü gelişigüzel kullanılmamıştır; kişi, “savaşmak”tan ne anlıyorsa, bu anlayış doğrultusunda tavır almak, meydana çıkmak, taraf olmak, mücadele etmek zorundadır.

Çocukların, yaşlıların, hastaların, engellilerin ve benzerlerinin böyle bir mükellefiyeti kuşkusuz yoktur; çünkü “Allah hiçbir benliğe yaratılış kapasitesinin üstünde bir yük yüklemez”. (Bakara, 286)

Bir zamanlar “komünistler fakirlikte eşit olmak istiyorlar” diye iftira kusanlar, aynı kusmuklarını uzun bir süredir İslam üzerine boşaltmakta; “Müslüman, ‘bir lokma bir hırka’ felsefesi doğrultusunda yaşamalıdır” mealinde fetvalar verip durmaktadırlar.

Müslüman, gerektiğinde “bir lokma bir hırka” ile yaşamalıdır tabii, tarih boyunca birçok kez yaşamıştır da; ama bugünün şartları böyle bir gerekliliği zorunlu kılmamaktadır.

Yapılan hesaplamalar, -kendi çabasıyla yaratabileceği katma değer hariç- her yıl otuz üç trilyon dolar tutarında rızkın gezegen kaynakları biçiminde Allah tarafından insanoğluna hibe edildiğini göstermektedir.

Bu “hibe”, bu “bağış”, bu “karşılıksız yardım”, kimi kahrolası kurnazlar tarafından gasp edilip hak sahibinden çalındığı (madalyonun bir yüzü); hak sahipleri de bu çalma işlemine karşı çıkıp savaşacakları yerde uysal bir koyun gibi pısırıkça bir kenarda oturmayı seçtikleri (madalyonun ikinci yüzü) için Rezzak’ın bu Rezzaklık niteliği küstahça ve aptalca sabote edilmekte, Kuran’ın tabiriyle “Allah aciz düşürülmeye çalışılmakta”dır. Oysa böyle bir şey mümkün değildir (Tövbe, 3); bu bir küfürdür ve bu küfrü işleyenler acıklı bir azapla karşı karşıya kalacaklardır. (Aynı ayet)

Sen kimsin ki ben senin lütfuna sığınayım sahtekâr!..

Lütfu Allah yerine bir yaratılmıştan beklemek, Yaratılışa yapılabilecek “en büyük hakaret”tir, çünkü bu, kelimenin tam anlamıyla “şirk koşmak”tır; çünkü Kuran’a göre, “lütuf bütünüyle Allah’ın elindedir” (Hadid, 29)

Bu yapıldığında, yani lütuf korkakça ve pısırıkça davranılarak Allah yerine bir başka ölümlüden beklendiğinde ortaya çıkan şey; Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) mimarlarından, 1.500.000 Iraklının katili cani Grosmann’ın vereceği ziyafet nedeniyle “sermaye” tarafından bugünlerde süslenmeye başlanan Çırağan Sarayı ile, Zonguldak’daki maden ocağında, yerin 450 metre altında mahsur kalan otuz emekçiye hâlâ (19.5.2010-11:34) ulaşılamamış olması gerçeğidir.

Ortaya çıkan şey işte budur: Büyük Ortadoğu Projesi mimarı Irak katiline Çırağan’da ziyafet düzenlenirken, ailesinin nafakasını çıkarmaktan başka amacı olmayan tertemiz Anadolu çocukları toprağın 450 metre altına canlı canlı gömülmektedir!..

“Şer” Allah’tan gelmez (Nisa, 79); BOP mimarı canilere Çırağan’ı sunan zihniyet (madalyonun bir yüzü) ile, burjuva iktisadı öngörülerinden yola çıkarak “gayriiktisadi” martavallarıyla gereken tedbiri almayarak/tedbir alınmamasına seyirci kalarak/bu hakkı talep etmeyerek-edemeyerek o otuz emekçiyi toprağın 450 metre altına gömen zihniyet (madalyonun diğer yüzü), gezegendeki her türlü şerrin sorumlusudur.

İnsan, madalyonun bu iki yüzünde yer alarak Allah’a kalleşçe davranmaya devam etmektedir.

Bu kalleşliktir!..

İnsanoğlu, kendisine sunulan nimet ve imkânları eşit biçimde paylaşmayarak Yaratıcı’sına ve Yaratılış’a kalleşlik etmektedir.

O madende mahsur kalan otuz emekçinin sorumlusu insanoğlunun bizzat kendisidir!

O otuz insan evladı, burjuva iktisadının ve o veya bu nedenle bu iktisada karşı çıkamayışın/çıkmayışın kurbanı olmuştur!..

Madalyonun iki yüzünde yer alan “kalleş oğlu kalleşler” bu sonuca yol açmışlardır; bu ahlâksız ihanet devam ettiği sürece, bundan böyle de benzer ahlâksızlıklara yol açmaya devam edeceklerdir!

Gezegen kaynakları tüm insanlar arasında eşit biçimde bölüşülmüş olsaydı, katiller mükellef sofralarda haince ağırlanırken, ailesinin nafakası peşindeki temiz Anadolu çocukları yerin 450 metre altında canlı canlı gömülü olmazlardı.

Hainler ile korkaklar; servet ve nimetle şımarmışlar(mütrefler) ile o veya bu nedenle, o veya bu biçimde bu alçaklara karşı koymaya kalkışmayanlar, karşı koymaya kalkışanları engelleyenler…

18 Mayıs 2010 Salı

O’nu Tekrar Gördüm



Daha önce iki kez görmüştüm.

Bir süre gizemli gizemli öylece bakışmıştık.

Yine bakıştık bir süre; aynen anımsadığım gibiydi, hiç değişmemişti…

Daha öncekilerde olduğu gibi, yine yeşil yeşil bakıyordu.

Sözcük uygun mu bilmiyorum, ama bu kez bana biraz “muzipçe” de bakıyor gibi geldi. O merhamet, o şefkat, insanı derinden sarsan o kadim ürperti yine duyumsanabiliyordu bakışlarında; ama bu kez belli belirsiz bir “muziplik” de sezilebiliyordu.

Araba ayrıldığında dikkatimi çekti. Gölgesine mi sığınmıştı, korumasına mı, bilmiyorum. Aracın biraz önce park etmiş olduğu yerde büzülmüş, bir yumruk büyüklüğünde top gibi olmuştu. “Anne anne!..” diye çığlık atarken küçük hıçkırıklarla ağlıyordu. Tehdit öylesine büyüktü ki… Kargalar, köpekler, büyük erkek kediler, arabalar, şehrin gürültüsü, insanlar, insanlar, insanlar…
Koybolmuş olmalıydı… Benden farkı yoktu… Bizden…

Karnı şiş olmasına rağmen, bir deri bir kemikti; muhtemelen birkaç gündür hiçbir şey yememiş, su bile içmemişti. Karnındaki şişliğin parazitten kaynaklanabileceği görüşündeydi doktor.

Korkudan nasıl da tir tir titrediğini görseydiniz, hiç kuşkum yok, gözyaşlarınızı tutamazdınız; öylesine savunmasız ve öylesine masumdu ki…

Su ile karıştırılmış süt kesmeyince, balıklı mama yemişti iki küçük tabak.

O sütü içişini ve mamayı yiyişini, beceriksizce bir telaşa bulanmış o çılgınca sevincini görmeliydiniz. Sütten beyazlaşmış olan o komik ağzını ve ağzının çevresindeki tüyleri de…

Küçük tırnaklarıyla sıkı sıkıya tutunduğu göğsümde uyuyakaldığında kendimi babası gibi hissettim; öyle hoş bir duyguydu ki…

Biçare yavru bir ara uyanıp o mahmur gözlerle bana baktığında gördüm O’nu…

Biraz önce çığlık çığlığa annesini arayan, ama şu anda mutlu mutlu mırıldanan o küçük kedi yavrusunun gözlerinin içinden bakıyordu bana.

Bu üçüncü görüşümdü; daha önce iki kez görmüştüm.

Yine yeşil yeşil bakıyordu.

Bu kez, belli belirsiz muzipçe…

“Gördün mü, görebildin mi?” diye merakla sorar gibiydi.

Para pul, mallar ve servetler, makam mevki, şan şöhret, itibar; tuzaklar, ihanetler, hileler, kurnazlıklar, aldatmalar; hırs, bencillik, açgözlülük, kibir; dertler, hastalıklar, acılar, ızdıraplar, çile…

Rezil bir çamur deryasında dermanlar tükeninceye dek amansızca bir çırpınış.

Ama “tüm olan biten” asla bundan ibaret değil!

Hayır.

Sır, tüm bu karmaşanın içinde ustalıkla gizli aslında.

Kulağa çılgınca geldiğinin farkındayım.

İçinde çığlık çığlığa savrulup durmakta olduğumuz bu cinnet ortamında, yaşamın sırrının tüm bu karmaşada gizli olduğu iddiasının kulağa bu kadar çılgınca gelmesinin, insani zaaflarımızdan oluşan kaçınılmaz hüznün devasa boyutlarını nasıl gösterdiğinin de…

Bir kedi yavrusunun gözleri, bir limonun yaprağı, bir martının çığlığı…

Hepsi birer işaret levhası.

Aslolanı gösteriyor.

Merhameti…

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Ahmet TUTAN 03.04.1952 - 17.05.1999



Saygıyla, sevgiyle, özlemle...
















Onu ilk gördüğüm günü hatırlıyorum…

Karizmatik biriydi; yakışıklı, etkileyici, kendinden emin, sağlam yapılı, alçakgönüllü… Hafif bir kabadayılık da sezilmiyor değildi vücut dilinden; gerektiğinde ne denli gözükara olabileceğini hemen anlayabiliyordunuz.

O kendine has gülümsemesi ilginç gelmişti bana; o sert görünüşünün altında, küçük bir çocuk gibi heyecanla pır pır atan güzel bir yüreğe sahip olduğunu açıkça ortaya koyuyordu bu gülümseme.

Tanıştırıldığımızda elimi gereğinden sertçe sıkmıştı; “Ne işin var burada, o benim arkadaşım, o benim dostum!” diye tehdit eder gibi…

“Mustafa Kemal” deyişimi hiç düşünmeden “Mustafa Kemal Atatürk” diye vurgulayarak düzeltmişti, taviz vermez bir kararlılık, ama aynı oranda nazik bir edayla.

Lâcivert Paradoks adlı kitabımın ilk sayfasına “Bir gün tekrar buluşacağımız inancıyla dostumuz sevgili Ahmet TUTAN’ın anısına” diye yazdığımızda nasıl da buruk bir mutluluk duymuştuk.

O beni sevmiş miydi, bunu hiç öğrenemedim; ama ben onu sevmiştim. Yukarıdaki fotoğrafını görünce, hâlâ sevdiğimi hatırladım.

Onunla ilgili tek pişmanlığım, onu sevdiğimi kendisine hiç söylememiş olmamdı; bu sütunları büyük bir dikkatle takip ettiğinden hiç kuşku duymuyorum; o halde tam sırasıdır:

Ben seni sevmiştim Ahmet Tutan; bunu sana zamanında söylemediğim için nasıl pişmanım bilemezsin.

Ben seni sevmiştim dostum…

Kısa bir süre sonra görüşmek üzere…

(Bu kez ben senin elini öyle bir sıkacağım ki, bu sefer sen düşünmek zorunda kalacaksın; bu adam ne anlatmak istiyor, diye.)

Biz seni hiç unutmadık sevgili Tutan.

Unutmayacağız da…

Yılmaz Yunak

16 Mayıs 2010 Pazar

Karakteristik Yapı Belirleyicidir

Herkes, bundan sonra ne olacak, diye soruyor.

Bir şey olacağı yok, daha doğrusu “yeni bir şey” olacağı yok; çünkü bu zaten yeni bir süreç, inişli çıkışlı, gelgitli yeni bir süreç…

Kurucu irade, “insana kulluk”dan “özgür birey”e geçişe ilişkin destansı zaferi yepyeni bir Vatan yaratarak haleflerine emanet edip tarih sahnesinden çekildikten sonra ve özellikle marksizmi asla becerememiş olan Sovyetler’in yıkılmasının verdiği cüretle sahtekâr biçimlendiricilerin “küreselleşme” diye isimlendirdikleri kalleş tezgâh da devreye girince, işte tam da bu aşamalar esnasında “yeni bir şey” oldu ve bu “yeni şey” tüm hırçınlığıyla devam ediyor.

Bu “yeni şey”, nitelik değiştiren emperyalizmdi; artık çok zorda kalmadığı sürece ordu göndermiyor, sermaye ve kültür ihraç ederek “devşirme karakterlerle” ittifaklar kuruyor ve “amaç hasıl oluyor”du…

Masanın üzerindeki ekmeği -sınıfsal karakteristiği nedeniyle- gerektiği gibi bölüşmek istemeyen laik burjuvazinin karşısına çıkan mütedeyyin burjuvazi, -hiç kuşku duyulmayacak kadar açık olarak- dünya sermayesini yeniden biçimlendirmeye soyunan emperyalizmin desteğiyle kalktığı bu atağa sonuna kadar devam edecek.

“Durmak yok, yola devam!” diye özetlenebilecek bu atak, bazılarının sandığı gibi, taraflar ekmekten talep ettikleri parçayı kopardıkları zaman son bulmayacak; çünkü ekmek yeteri kadar büyük olmadığı gibi kabaran iştahlar da durulacak kadar küçük değil.

İlle de nispeten “yeni bir şey” aramak gerekiyorsa, özellikle Özal’la ortaya çıkan ve kendini özelleştirmelerde de somut biçimde gösteren “minimal devlet” mantığıyla hareket eden neoliberal maskeli “Ulus Devlet karşıtlığı” üzerinde durulabilir.

Genç Türkiye’yi birincilere emanet edenler; Ulus Devlet, birey hakları, cumhuriyet, demokrasi, belirli ölçülerde de olsa antiemperyalist duruş, aydınlanmacı ve Batı kültürü şiarıyla yola çıkmışlar ve mahvolmuş bir imparatorluktan onurlu bir Millet yaratma yolunda önemli adımlar atmışlardı.

Birinciler; bu yapı için elzem olan Devletçi yönetim biçimini pörsüttükleri, -şu veya bu biçimde yozlaştırdıkları- için emaneti sırtlayıp götürmekte aciz kaldılar.

İkinciler; laiklik başta olmak üzere, kurucu iradenin bu değerlerine inanmadıkları için, Türkiye’nin federal devletlere bölünmesi, hatta parçalanması pahasına da olsa, emperyalizmin de desteğiyle “kökten değiştirme” politikalarını “amaç hasıl olana kadar” kararlılıkla sürdürecektir.

Amaç; laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olma yolunda el yordamıyla da olsa yürümekte olan Cumhuriyeti yıkıp, yerine, Kuran’la uzaktan veya yakından hiçbir ilişkisi bulunmayan, neoliberal politikalarla yoksulu daha da yoksullaştıracak İslami bir devlet kurmak ve o devleti İslami(!) burjuvaziye(!) hibe etmektir. (“İslami burjuvazi” yaratılışa aykırı bir kavramdır.)

İsminden de anlaşılacağı gibi “devam edegelen süreç”, asla “beraberlikle” sona ermeyecek bir “final maçı”na benzetilebilir; taraflardan herhangi biri uzatmalarda da üstünlük sağlayamazsa, maç penaltı atışlarına gidecek ve sonuç -görece uzun bir süreçte- o veya bu biçimde mutlaka belirlenecektir.

Birinciler; her türlü hatalarına rağmen centilmence bir maç olması için ellerinden geleni yaparlarken “kibirlerine yenik düştükleri” için sürekli mevzi kaybetmişlerdir.

İkinciler ise; Atlantik ötelerinde hazırlanan kimi senaryolarla elde edilen kısmi ve mevzisel başarıların coşkusu içinde “kibirlerine yenik düştükleri” için mevzi kaybedecekler, nihai sonuç için henüz çok erken olduğunu pek yakında kavramak zorunda kalacaklardır.

Her iki kanattan da, “kibirlerine yenik düşenler” kibrin doğası gereği Ulus’a arkalarını dönmektedirler; ama yine her ikisi de, arkalarını döndükleri Ulus’un Türk Ulusu olduğunu unutmaktadırlar.

Türk Ulusu’nun karakteristiği, aşağılanmaya karşı koyuş refleksidir; gerek kurucu irade tarafından koşullar gereği zorla yaratılan laik burjuvazi, gerek “koşullar gereği” yine zorla yaratılmaya çalışılan İslami(!) burjuvazi(!) bu somut gerçeği görmemekte ısrar etmektedir.

Tarih, diyalektik yapısı gereği boşluktan hoşlanmamaktadır; bu da tarihin refleksidir.

“Sınıf”, “proleterya-sermaye” ikilisi şeklinde oluşmadığında, devreye tarihin bu boşluktan hoşlanmayan refleksi girmekte ve “yapay” da olsa, kendine özgü bir “sermaye-sermaye” sınıfı ortaya çıkmaktadır.

Yeteri kadar sanayileşemediği için işçi sınıfını oluşturamayan, emperyalist bir geçmişe sahip olmadığı için “hâlâ tıkır tıkır işlemekte olan bir dış pazar”a da sahip olamayan, emperyalist paylaşım savaşına girişecek ölçüde yeterli sermaye de biriktirememiş olan Türkiye’nin durumu budur.

Türkiye yoksulları, önce İslam’ın, sonra da “sol düşünce”nin değerleri insafsızca ezilip adeta yok edildiğinden, bu yapay sınıfsal kavgadan en zararlı çıkacak olan kesimi oluşturacaktır.

Ekmekten yine doyacak kadar pay alamayacak, bir taraftan her gün yeni yeni iğrençlikler ve ihanetlerle yüzleşip acı çekerken, bir taraftan da Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kendisine hibe edilen tüm çağdaş değerlerini, hatta Vatan’ının bir kısmını da kaybetme riski ile boğuşmak zorunda kalacaktır.

Çünkü kendi ayakları üzerinde durması gerektiğini bir an önce kavrayacağı yerde, tarihi bir yanılgıyla güvendiği “aydın”ı(!) kendisine ihanet etmektedir; bu ihanet de, “devşirilmiş aydın”ın karakteristik özelliğidir.

Türkiye ölçeğinde; sınıfsal özünü kavramaktan bir hayli uzak olan Türk yoksulu, en azından Ulus Devlet şemsiyesi altında kendini nispeten de ola koruyacak yeni bir kadro bulup çıkaramadığı takdirde, bu kaçınılmaz ve çirkin kavga -belki- uzun bir süre daha devam edecek, kasetler kasetleri izleyecektir.

Arz ölçeğinde ise; insanoğlu, kendini kendine yabancılaştıran kapitalizmin “ölü doğduğunu”, ne kadar suni teneffüs yaptırılırsa yaptırılsın asla dirilemeyeceğini anlayana kadar bu kavga tüm çirkinliği, acımasızlığı ve adaletsizliğiyle sürüp gidecektir.

Bir türlü proleterleşemeyen proleterya ve bir türlü sermayeleşemeyen sermaye sırasıyla cahillikten ve kurnazlıktan kaynaklanan -o veya bu nedenle- bu yapay gidişe kararlı bir biçimde itiraz etmeyebilir; ama unutulmaması gereken bir gerçek vardır:

“O”, itiraz etmektedir…

Bunu da, ilahların diline marazi bir hayranlıkla tapanların o pek sevdikleri deyişle bundan tam 1400 yıl önce “deklare” etmiştir.

Anlamamakta direnene, gerektiğinde zorla anlatabileceğini de…

Bu hep böyle olmuştur.

Çünkü “Yaratılış”ın karakteristiği de budur…

11 Mayıs 2010 Salı

Levhi Mahfuz'un Sarı Gözlü Kadını

10 Mayıs 2010…

Saat: 8.48…

O anda Dünya durmalı, depremler yerküreyi yırtmalı, gökler parçalanmalı, her yer alt üst olmalı ve herkes o tarafa doğru koşmalı; mahşer toplanmalı mahşer…

Çünkü o, yolun kenarında yatıyor, kaldırıma birkaç metre…

Uzun, kirli, özellikle kol uçları eprimiş bir elbise, el örgüsü olduğu anlaşılan bir hırka, bir hayli yıpranmış bir çift ayakkabı… Artık içinde ne varsa, sol eliyle sıkı sıkıya tuttuğu küçük bir çıkın.

Kaldırıma çekip yanıma oturttuğumda bir anda gözlerim doluyor, kulaklarım uğulduyor, kafamı yerlere vurasım geliyor. Bir anda nefret ettiğimi hissediyorum her şeyden, kendimden, herkesten, O’ndan bile…

Dişlerinin büyük kısmı yok, bir deri bir kemik… İsmini hatırlayamıyor. Gözleri bir tuhaf, sarı gibi… Bir şeyler söylemeye çalışıyor, ama net olarak anlaşılmıyor… Cümleleri tutarsız… Gençliğinde güzel bir kadınmış, belli; ama şu anda canlı cenaze gibi… Üzerinde kimlik yok. Adresini bilmiyor, -eğer varsa- ulaşılabilecek bir yakınının telefon numarasını da. Sadece -muhtemelen- yaşını hatırlıyor; altmış altı yaşında… (En az seksen gösteriyor oysa.)

Sağ elinde bir kısmı didiklenmiş, kocaman, kupkuru bir ekmek tutuyor; çöpten almış, dişsiz ağzıyla onu yemeye çalışıyor.

Dilenmiyor. Elindeki kuru ekmeğe ve muhtemelen gidip gidip gelen hafızasına odaklanmaya çalışıyor.

Tüm bunlara rağmen, “Başım döndü biraz.” derken gülümsüyor.

Mahzun mimiklerle gülümsüyor…

Bunun bilincinde olsun olmasın; Adem ile başlayan son insan ırkını sınava tabi tutuyor… Aslında bir Levhi Mafhuz görevlisi o; sınava çekiyor…

Yoldan yüzlerce araba geçiyor, binlerce kişi…

Kimse ilgilenmiyor, ilgilenemiyor…

Gökler çatır çatır çatırdıyor orada, ama duyan yok, duymak isteyen de…

Zaman yok, imkân yok, ne yapılabileceğini, bu gibi durumlarda nasıl davranılabileceğini kimse bilmiyor. Herkes can derdinde…

Bu gelip geçen arabalardaki ve yollardaki insanlar merhametten yoksun birer canavar değiller; vakitleri yok, işleri var, meşguller, bir yerlere yetişmek zorundalar… Herkes can derdinde! Herkesin derdi kendine yetiyor…

Ve bu ikiyüzlü, kendini beğenmiş, hot zot konuşan, kabadayı geçinen, ikide bir Kuran’dan pasajlar okuyan Allahın belası fakir, kadının eline birkaç kuruş tutuşturduktan sonra arabasına atlayıp kaçıyor oradan…

Vakti yok, geç kalmış, işe yetişecekmiş, bir sürü derdi varmış…

Palavralara bak!

Allah sistemimizin, düzenimizin, demokrasimizin, kapitalizmimizin, her türlü modern yaşama biçimimizin, her türlü İslami yaşama biçimimizin belasını versin!

Bu ikiyüzlü fakir dostunuzun da!..

Lanet olsun her şeye!

Bu ikiyüzlü alçak fakir dostunuza da!..

xxx xxx xxx

Sisteme, düzene, örgütlenmeye, bir arada kardeşçe yaşama palavralarına bak!

Fakir fukara için, yoksul ve yoksun için, o veya bu biçimde yardıma muhtaç olanlar için, düşmüş için, yitip gitmiş için, boynu bükük için, annelerimiz için annelerimiz, göstermelik birkaç namussuzluk paravanından başka hiçbir önlemimiz, hiçbir çaremiz, beş kuruşluk merhametimiz yok!..

Sistem, düzen, organizasyon, her ne boksa; katlanılabilir bir fire üzerine kurulmuş, fire de o altmış altı yaşındaki sarı gözlü kadın…

Yaşlılarımız bunlar be; ihtiyarlarımız, annelerimiz babalarımız...

Kahrolası egolarımızdan başka hiçbir şeyi düşünmeye, hiçbir şey için kaygılanmaya, hiçbir şeye merhamet duymaya vaktimiz yok!.. Her ne bok demekse, globalleşen dünyanın yeni düzeni olan vahşi liberalizm genlerimize öylesine sinsice, öylesine adice, öylesine merhametsizce sinmiş ki, her şeyi, herkesi rakip görüyor, İblis ile kol kola, ahlâksız bir rekabet ortamında rezilce sürüklenip duruyoruz…

Herkes rakip, herkes; özellikle düzeni aksatan, belirli bir kaynağın heba olmasına neden olan, bizi gayriiktisadi davranmaya itebilecek sarı gözlü ihtiyar kadın, kadınlar, erkekler, boynu bükükler, çaresizler, muhtaçlar!..

Formula yarışmaları düzenlemeye, kültür başkenti serserilikleri yapmaya, her yıl milyonlarca lale dikmeye, emekli Genel Kurmay Başkanlarının altına trilyonluk araçlar çekmeye, her üst düzey bürokrata Mercedes tahsis etmeye, 550 milletvikiline her ay on milyar lira vermeye, Güizalara Baroşlara milyon dolarlar ödemeye, yedi yıldızlı otellerde üç gün üç gece düğünler yapmaya ve benzeri serseriliklere paramız ve vaktimiz var; ama Kuran ineli 1400 yıl oldu, ülkeyi güya Müslümanlar yönetiyor, hâlâ bir “Muhtaçlar Bakanlığımız” yok!..

Bu gibi durumlarda bir telefonla Hızır gibi yetişecek kurumlarımız yok!

Hastaneler özelleşmiş, yaşlı bakım evleri emekli maaşı var mı diye soruyor!..

Muhtaç ihtiyar namussuzlar geberip gitsinler!.. Sürünsünler yollarda!..

Çünkü gayriiktisadi!..

Kapitalizm bunu söylüyor; bu işler gayriiktisadi…

Acımak yok!

Acımak yasak!

Acımak aptalca!

Göstermelik bir “Fakir Fukara Fonu”; otuz milyon açlık sınırındakiler için, on milyon civarındaki işsizler için, “yaşlı ve bunak” fireler için nedir ki!

Libaralleşen Müslümanlar servet peşinde koşmaktan, ihale takip etmekten, globalleşme uğruna öz kardeşlerini Batı emperyalizmine kul köle yapmaya uğraşmaktan bu gibi işlere vakit bulamıyorlar!

Seçim zamanı üç-beş beyaz eşya, Ramazan’da üç-beş riya çadırı…

Hepsi bu…

Kalanlar, “acıma” denen hasletin(!) farkında bile değiller zaten…

Acımak yok!

Acımak yasak!

Acımak aptalca!

Acımak gayriiktisadi! (Allah’ın belası iktisat bilimimiz böyle söylüyor!)

xxx xxx xxx

Harvard Üniversitesi Organizma Ve Evrim Biyolojisi Bülümü’nden Profesör Edward O.Vilson şunları söylüyor(Hayat Kitabı/NTV Yayınları):

“Aslında yıllar önce bir grup iktisatçı ve biyolog yok etmekte olduğumuz dünyanın değerini dolar bazında hesaplamaya çalıştı; su, hava, toprak vs. Ve hesapladıkları rakam yılda otuz üç trilyon dolardı.
… Bu bize tamamen bedava veriliyor ve doğal dünyayı yok ettiğimizde, onu kendi ekonomik aygıtımızla ikame etmek zorunda kalıyoruz; bir ormanı ya da bir su havzasını yok ettiğimizde olan bu.
… Yaptığımız şey Dünya’yı adım adım basbayağı bir uzay gemisine çevirmek; bir tür olarak içinde rahat edemeyeceğimiz bir araca çevirmek.
Zırdelilikten başka bir şey değil…” (Kanat Atkaya/Hürriyet/9.5.2010)

xxx xxx xxx


Hiçbir şey yapmaya gerek kalmadan, adam başına her ay 635 lira eder bu…

Beş kişilik bir aile için, hiçbir şey yapmaya gerek kalmadan 3.175 lira…

Bunun içinde, insanın kendi çabası ile yaratabileceği katma değer yok.

Rezzak, yarattığı her insanı, her ay nafakaya bağlamış; otomatik olarak her ay, altı buçuk milyar kişinin şahsi hesabına 635 lira aktarılıyor; karşılıksız, geri ödemesiz(!), hibe, bağış, Göksel İnfak…

xxx xxx xxx

Ve o sarı gözlü, yaşlı kadın, yanından yüzlerce araba, binlerce insan geçerken, yol ile kaldırım arasında öylece yatıyor…

Elinde, çöpten aldığı, bir kısmı didiklenmiş, kocaman ve kupkuru bir ekmek…

Gidecek, kalacak, bakım görecek, merhametle ağırlanacak hiçbir yeri olmadan…

Çünkü o bir “fire”, “katlanılabilir bir fire”; sistem/düzen bu fire üzerine kurulmuş…

xxx xxx xxx

Binlerce iktisatçı, binlerce siyasetçi, yüzbinlerce din adamı, binlerce parti-sivil toplum örgütü-dernek-vakıf; bir sürü din, mezhep, tarikat, cemaat…

Bir sürü riyakâr, bir sürü sahtekâr, bir sürü vicdansız/merhametsiz alçak!..

Ve her gün hot zot konuşan bu ikiyüzlü alçak fakir…

Kapitalizmimizin, liberalizmimizin, sistemimizin, düzenimizin Allah belasını versin!

İkiyüzlü bu fakir dostunuzun da…

xxx xxx xxx

Adem ile başlayan son insan ırkı da beceremedi.

Ve “Gökler” bunun farkında.

Her bir insana, her ay karşılıksız gönderilen 635 liranın kodomanlarca ve onlardan artan kemiklerle beslenmeyi içine sindirebilen alçaklarca gasp edildiğinin de…

Ve bu ikiyüzlü alçak fakirin her gün hot zot konuşmaktan başka bir halt yapmadığının/yapamadığının da…

xxx xxx xxx

Melekler daha önce de gördükleri için biliyorlardı; haybeye sitem etmemişlerdi!..

xxx xxx xxx

Eğer gerçekten varsa ve bu alçak fakirden bunun hesabını sormayacaksa, O’na da yazıklar olsun!

Günahsa günah; bu ülkede yaşayan ve her şeye isyan edip Ebuzer gibi belindeki kılıca sarılacağına hot zot konuşmaktan başka bir halt beceremeyen benim gibi bir alçaktan hesap sormayacaksa, O’na da yazıklar olsun!..

O sarı gözlü ihtiyar kadın, sizin benim gibi sıradan bir insan mıydı sanıyorsunuz?..

Öyle sanmaya devam edin arkadaş!

Sizin derdiniz size yeter…

Benim derdim de bana…

İki gündür aynalara küstüm.

O alçağı görmek acı veriyor…

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Kabul Edilmemiştir

“İn ulan oradan terbiyesiz herif, tuh Allah belanı versin!”

“Fişliyoruz bunları, fişliyoruz; sıra bizde ulan!”

“Kanı bozuk bunların! Bunların kanı bu ülkenin kanı mıdır; sorarım!”

“Artislik yapma ulan!”

“Şeyini şey ettiğimin şeyi!”

“Ananı da al git!”

“Hadi güzelim, hadi şekerim, hadi hadi!”

“Müfteri”

“Namertsiniz ulan siz!”

“Namert babandır ulan!”

“Ama fena yaparız sonra ha!”

“Ne yapacaksın; öldürtecek misin?!.”

“Hastirin diyoruz, hastirin diyoruz!..”


* * *


Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkîlaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa’ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.


* * *


Efendim?..


* * *

“Erkeksen gelsene!.. Gel gel!..

“Ulan hay ben senin taa…”

“Otur yerine terbiyesiz!.. Sen bana nasıl sen dersin ulan?!.”

“Sen kimsin ulan?!.

“Yuuuu…”

“Alçak ulan bunlar!..”


* * *

Milli Mücadele kahramanı İsmet İnönü, bıyığı bahane edilerek Hitler’e benzetilmiş; bir soykırımcıya, bir katile, bir meczuba… (Üstelik, o bıyık “Hitler bıyığı” da değildi; hafifçe incelerek dudaklarının ucuna kadar geliyordu.)

İsmet İnönü o bıyığı bıraktığında, Hitler Viyana’da annesinin dizinin dibinde serserilik yapmakla meşgul, yirmi üç yaşında bir zıpırdı oysa… Onbaşı bile değildi daha.


* * *

E, ne bekliyordunuz ki!..

* * *

Bir bahar akşamı rastladım size,
Sevinçli bir telaş içindeydiniz…
Derinden bakınca gözlerinize,
Neden başınızı öne eğdiniz?..

* * *

O zamanlar, adam sevgilisine böyle hitap ediyordu; “siz” diye.

* * *

Banane banane şimdi durcam,
Banane banane şimdi öpcem.
Nerelere geldik diye sorma,
Sende istiyorsan açık konuş susma.
Bas gaza güzelim bas gaza.

* * *

Şimdi böyle… (Türkçesi de aynen yukarıdaki gibi.)


* * *

“Ulan sayın bilmemne, sen bana nasıl sen dersin ulan!”

“Kanıtlayamazsan namertsin!”

“Benim malvarlığmdan sana ne ulan!”

“Tuh!”

“Puh!”

“Yuh!”

“Hastirin diyoruz, hastirin diyoruz!..”


* * *

“Ulan bi susun be; bi bilmece çözdürmediniz be!”

* * *


Bu fasulyaaaa yedi buçuk liraaaa; hem kaynasın, hem oynasın!

* * *


“Kabul edenler?.. Etmeyenler?..”

“Kabul edilmiştir!..”

* * *

(Bu satırları yazarken, 2007’nin Ekim ayında on iki kahramanın şehit düştüğü Dağlıca’dan iki şehit haberi daha geldi.
Uzman Çavuş Metin Can…
Uzman Onbaşı Abidin Tanrıkolu…
Metin Can, yirmi üç yaşındaydı.
Abidin Tanrıkolu, yirmi dört…)

* * *

“Kabul edenler?.. Etmeyenler?..

“Kabul edilmiştir!..”

* * *

Mimiklerinden tiksindirici bir kurnazlık akan it kılıklı herife “Bu bavulun içinde ne var?” diye sormuşlar gümrükte.
“Tavuk yemi.” diye cevaplamış.
Bavulu bir açmışlar, yüzlerce kol saati; tümü sahte tabii, çakma marka…
“Tavuk bunları yer mi arkadaş?!.” diye çıkıştıklarında, “O benim sorunum değil hemşerim!” diye kestirip atmış, iğreti kravatını düzeltirken; “Ben önlerine koyarım; yerler yemezler; o, onların sorunu…”

* * *

Metin Can, yirmi üç yaşındaydı.

Abidin Tanrıkolu, yirmi dört…

* * *

Kabul edenler?..

5 Mayıs 2010 Çarşamba

"THE" 1 MAYIS 2010

Bu yazıyı belki yirmi kere yazdım sildim.

İnsanları, özellikle emekçileri üzmekten korktuğum için yaptım bunu.

“İnsanlar artık kavga istemiyorlar” diye uyardı dostlarımdan bazıları beni; bu uyarı, Marx’ın “sınıf” kavramı üzerinde bir kez daha düşünmeye itti beni…

Köle, efendisine başkaldırmazsa neden kavga çıksın ki?!.

Hz.Muhammad’e yöneltilen ilk suçlama tam olarak buydu işte: “Kavim kavga istemiyor, sustur şu yeğenini!” diyorlardı amcasına, o günün oligarşisini oluşturan tefeci bezirgânlar…

Hz.Muhammed, durduk yerde kavga çıkarmaya mı çalışıyordu?

“Hasıl olması istenen maksat ve planlanan şey” bu mudur?

Bugün çok şey anlatmayacağım size, Taksim’i neden 14.22’de terk ettiğimi de.

Küçük bir-iki tespit; hepsi bu…

Sarper Özsan, 1 Mayıs Marşı’nı 1974’te bestelemiş ve Cumhuriyet tarihinin en olağanüstü korosu olan “Aydınlık Korosu” ile icra ederek bu denli ölümsüzleştirmişti bu marşı. Nakarat kısmı, “1 Mayıs, 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı, devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın bayramı” idi. Beste gibi, söz de ona aitti. Nitekim, 2010 açılışında sahne alan Timur Selçuk da aynen böyle okumuştu marşı; ama sonrasında hoparlörden onlarca kez verilen bant kayıtta, “halkın” vurgulamasının “halkların” hale getirildiğini görecektik…

“Halk”, emperyalizmin dayattığı biçimde “halklar” olup çıkmıştı ilerleyen yıllarda…

Sınıf da “sınıflar”…

(Oradaydım; “işçi sınıfı”nın, emperyalizmin talebi doğrultusunda nasıl da “işçi sınıfları”na ayrıldığına kahırla tanıklık ettim.)

İşte, Taksim gezi parkında yaşlı bir ağaca sırtımı verip, “The Marmara”ya mahzun gözlerle bakarken bunları düşündüm.

O anda, amerikalı suikastçıların 1 Mayıs 1977’de neden hepimizi değil de sadece 37 emekçiyi katlettiğini bir kez daha anladım: “Maksat” hepimizi öldürerek bitirmek değildi; bölmek, parçalamak, ayrıştırmak, “işçi sınıfları” haline getirmekti.

Daha önce, “1 Mayıs 1977 bugün de devam ediyor” derken ne kadar haklı olduğumu bir kez daha duyumsadım. (Tek tesellim; yanılıyor olma ihtimalim.)

Disk’i, İşçi Partisi’ni, CHP’yi ve bazı küçük gurupları tenzih ederim; tabii, olan biten hakkında hiçbir fikirleri olmadığını sandığım/umduğum tüm emekçi kardeşlerimi de…

Konuşması işçiler tarafından engellenen Başkan o akşam o televizyon muhabirine ne diyordu: “Belli olmuştur ki, bundan böyle bu Konfederasyonlarla birlikte hareket etmek mümkün değildir; Ankara’da biber gazı yiyen işçiler, burada bize biber gazı sıkmışlardır.” Aynı Başkan, o gün, saat 13 civarında, “Madem dinlemeyeceksiniz, neden geldiniz buraya!” diye azarlıyordu emekçileri.

Sendika Başkanı alandaki emekçileri azarlıyordu…

Diğer Başkan, o malum televizyon kanalında kendisine sorulan, “Bir daha Taksim’e gelir misiniz?” biçimindeki “çanak soru”yu nasıl cevaplıyordu: “Taksim bizim için kutsal değildir! Başka yerler de vardır. Bizim için maksat hasıl olmuştur!”

Ne diyordu Başkan: “Bizim için maksat hasıl olmuştur!”

Sanırım, Taksim 2010’un özetini, aslında olay çıkmamasını vurgulamak isteyen İstanbul Valisi veriyordu:

“Her şey planlandığı gibi gerçekleşmiştir.”

1977’de maksat ve plan “bağımsız bir Türkiye ve sosyalizm talebi” idi; 2010’da bu maksat ve plan, konuşmacının sözleriyle aynen aktarırsak, “On-on dört saat değil, sekiz saat çalışma süresi istiyoruz” biçiminde sınırlandırılmıştı. (Bu, bundan 150 yıl önceki amerikan emekçilerinin talebiydi, zaten 1 Mayıs o gün 1 Mayıs olmuştu) Konuşmacı, İş Kanunu’na baksaydı bunun zaten böyle olduğunu, bu hakkın çoktan kazanıldığını görürdü; Kanun uygulanmıyorsa, bunun bir “sendika” sorunu olduğunu da…
Konuşmacının ne bağımsızlık gibi bir talebi vardı, ne de sosyalizm gibi…

Ama zaten “maksat” ve “planlanan şey” de buydu işte…

Bağımsızlık ve sosyalizm talepsiz bir işçi sınıfı olur mu?

Olmuş…

Parçalanmış, bölünmüş, ayrıştırılmış, ruhundan koparılmış…

“Demek ki oluyormuş!” diye manşet atmış gazete; olay çıkmamasını vurgulamak için.

Neden olmasın ki?!.

Sanki 1977’de emekçilerin üzerine ateş açanlar amerikalı suikastçılar değil de, emekçilermiş gibi…

Peki, amerikalı suikastçılar Intercontinantel’e neden konuşlanmamışlardı bu kez?

Neden konuşlansınlardı ki?!.

Orası artık “The Marmara” idi…

“Maksat hasıl olmuş, her şey planlandığı gibi gerçekleşmişti” zaten; yeni bir provakasyona ihtiyaç yoktu!..

Hrant Dink’e kadar kimlerin ismi anılmadı ki o gün…

Anılsın tabii, ne sakıncası var; ama aynı gün cenaze hazırlıkları yapılan dört şehidimiz anıl-a-madı, provokasyon olurdu çünkü; zaten Türk Bayrağı’nı taşıyan direk de ziftlenmişti, biri tırmanıp da Bayrağımızı yakmasın-yırtmasın, provokasyon olmasın diye.

(Türkiye’de, Türk şehitleri ve Türk Bayrağı provokosyon nedeniydi artık!)

Oysa provokasyon çıkmaması için yapılması gereken şey çok basitti:

“Türk işçi sınıfı” lağvedilmeliydi…

Lağvedilmişti zaten; geriye sadece “işçiler” kalmıştı; devrimci işçiler, muhafazakâr işçiler, Müslüman işçiler, milliyetçi işçiler, ayrılıkçı işçiler…

Paramparça…

Açlık sınırındaki otuz milyon kişi, işsiz dolaşıp duran milyonlar, tamamen yok edilen orta sınıf, yoksullar yoksullar yoksullar ve bölünmek üzere olan, Kamunun tüm birikimleri özelleştirme adı altında ona buna peşkeş çekilen bir ülke… Dili, dini, zihniyeti, değerleri, marşları, sendikaları… her şeyi amerikanlaştırılmış bir ülke…

Ve davul zurna eşliğinde göbek atan -gerçekten göbek atan- bir işçi sınıfı; daha doğrusu “işçi sınıfları”…

İşçi sınıfı, davul zurna eşliğinde göbek atmaz mı peki?

Atar…

Emekçi kardeşleri huzur içinde yaşıyorsa, evine ekmek götürebiliyorsa, işçilere namerde muhtaç olmayacağı şatlar sağlanmışsa, ülkesi emperyalizmin boyunduruğunda inlemiyorsa, sosyalizmi kurmuşsa, bir zafer kazanmışsa … Önemli ve stratejik kurumları kamunun/ halkın malı olmuşsa. Servet ve imkânlar artık hakça ve adeletli bir biçimde bölüşülüyorsa…

Bilal artık köle değilse, özgürleştirilmişse.

Abuzer, Muaviye’yi alt etmişse yani…

Aksi taktirde göbek atan “işçi sınıfı” değil, “işçi”dir…

Böylece, “Maksat hasıl olmuş, her şey planlandığı gibi gerçekleşmiştir” yani…

Dünya halklarının ve emekçilerinin düşmanı amerika’nın, lanetlenmeyi bırakın, isminin dahi anılmadığı bir 1 Mayıs!.. (Bunun sorumlusu emekçiler değil, onları “örgütleyenler”…)

“Maksat hasıl olmuş, her şey panlandığı gibi gerçekleşmiş” gerçekten.

Daha önce anlatmıştım ya; izler, işaretler, belirtiler…

Aynı akşam gözüm Bursa maçına iliştiğinde yine aynı şeyleri düşünmekten kendimi alamadım.

1977’de devrimci bir “Bursa” marşımız vardı; nakarat kısmı “Bir şehir ki efendiler yeşil Bursa diyorlar, hayda hay!” diye; dinleyenlerin tüyleri diken diken olur, heyecandan gözleri yaşarırdı.

Ve benim Bursa’m, 1 Mayıs 2010’da, sanırım ikinci golden sonra, “We are the champions” diye bağırıyordu hoparlörden… (Üç büyükler bizi buna alıştırmışlardı; özüne sadık kalan sadece Trabzon’du artık.)

“E, insaf be birader; golden sonra da mı kızıl komünist marşı bekliyordun yani!” diye hayıflandığınızı duyar gibiyim…

Böyle bir şey beklemiyordum sevgili dostlarım, böyle bir şey beklemiyordum…

Tek beklediğim şey, Tükçe bir marştı sadece…

Türkçe…

İçinde “the” olmayan bir şey yani…

Türkiye’de Türkler Türkler’le maç yapıyorlardı, ama o kahrolası hoparlör aynen Taksim’deki gibi yine devreye giriyor ve amerikanca seslenip bizi özümüzden hınçla kopararak amerikanlaşmaya zorluyordu; “maksat hasıl oluyor, her şey planlandığı gibi gerçekleşiyordu”…

Bu yıl Intercontinental’de amerikalı suikastçılar yoktu.

Neden olsunlardı ki?!.

Intercontinental, “The Marmara”ya dönüşmüş, “maksat hasıl olmuş, her şey planlandığı gibi gerçekleşmişti”… (Türkiye’ye asker gönderilemiyordu, bunun ne kadar tehlikeli olduğunu İstiklâl Savaşı’nda görmüşlerdi; o halde “B Planı”na geçilmeli, kültür gönderilmeli; Intercontinental, ilahların diline tapan işbirlikçi kodomanların da desteğiyle The Marmara’ya dönüştürülmeliydi.)

Ama unuttukları bir şey vardı:

Mustafa Kemal o zaman bunlar için “Geldikleri gibi giderler!” demişti…

Gitmişlerdi gerçekten.

Yine gideceklerdi.

Çünkü Türk Milleti’nin genlerine İstiklâl Savaşı ile yerleşen o bağımsızlık ruhu, “her şeye rağmen” Taksim’i yine hınca hınç doldurmuştu…

Gerçek maksat hasıl olacak, her şey panlandığı gibi gerçekleşecek bir gün…

Bu kaçınılmaz…

1 Mayıs 2010 Cumartesi

"THE" 1 MAYIS 1977


Birkaç metre önümdeki kız göğsünden vurulup yere düştüğünde, Atatürk anıtının yanında yere boylu boyunca uzanmış, sigaramı yakmaya çalışırken buldum kendimi.

Çakmak bir türlü yanmıyordu.

İntercontinental Oteli’nin 4. ve 5. katından üzerimize ateş eden adamların silahları sustuğunda, her taraf cesetlerle ve yaralılarla doluydu…

Emekçiler ölmüştü…

Emekçiler yaralanmıştı…

Emekçiler dağıtılmıştı…

O kız öldü mü bilmiyorum.

Ama belleğimde kalan en hazin şey, o kızın vurulması veya üst üste yığılan vatanseverlerin cesetleri değildi; neden bilmiyorum, beni en çok hüzünlendiren ve bugüne kadar hâlâ unutamadığım şey, herkes can havliyle kaçışıp dağıldığında, tüm alana yayılıp kalmış olan sahipsiz binlerce ayakkabıydı.

Ayakkabı tekleri…

Binlerce…

Hitler’in Yahudi katliamıyla ilgili filmlerde o üst üste yığılmış sahipsiz ayakkabıları her gördüğümde hep Taksim’i hatırlarım.

Silah sesleri de hâlâ kulaklarımda.

Silah sesleri de hâlâ kulaklarımda; çünkü 1 Mayıs 1977 henüz bitmedi, o kalleş gün hâlâ devam ediyor!..

Benim de içinde bulunduğum gurubu kastederek “Maocular Taksim’i Bastı!” diye ahlâksızca manşet atmıştı o kalleş gazete; aynen bugün attığı manşetler gibi adice bir yalandı bu da!..

Oradaydım, biliyorum; bana ateş edilmişti, bize!..

O gün biz ölmüştük orada, emekçiler…

Ahlâksız gazetenin iddia ettiği gibi olsaydı, Taksim’i biz basmış olsaydık, ölenler Türk emekçiler değil, İntercontinental’e konuşlanan amerikalı suikastçılar olurdu…

“Kısa yaz, yumuşak yaz, basit yaz!” diye uyardı birkaç gün önce bir dostum; okuyucu, okumuyormuş…

Bu konuda ayrıntıya girmeye kalkarsanız her şey birbirine karışır zaten; otuz üç yıldır çözülmedi (“çözülemedi” değil; çözülmedi.), ben bir yazıda mı çözeceğim…(Aslında çözülmesine gerek de yok, çünkü “çözülecek” bir şey yok; her şey ayan beyan ortada…)

Kısa, -ne demekse- yumuşak ve basit…

1 Mayıs 1977 suikastını Türk halkına kim yaptıysa, aynı şeyleri bugün de yapmaya devam ediyor.

Emekçilerin gaspedilen hakları…

Özelleştirmeler… (Fabrikalar, limanlar, petrokimya tesisleri, iletişim kuruluşları… Hepsi gitti, hepsi… Sırada köprüler, otoyollar ve nehirler var; bunlar da bittiğinde ruhlarımız… Kimi ruhlar çoktan özelleştirildi bile; bu devşirmeler, emekçiler için mücadele ettikleri o yılları “cinnet günleri” diye isimlendiriyor artık; bugün hepsi liberal(!), hepsi ABD ile kucak kucağa…)

500 Milyar dolara ulaşan iç ve dış borç…

Açlık sınırında yaşayan milyonlar, işsizlik cinnetindeki milyonlar, asgari ücret zulmünde inleyen milyonlar…

Günde ancak 3 gram kırmızı et tüketebilen Devlet memurları…

Bölünmenin eşiğindeki bir Ülke…

Açlara, perişanlara, yoksullara karşı; lüks ve debdebe içinde, üç gün üç gece düğün yapan Müslüman(!)lar; Varlık Barışı’nda 7 katrilyon beş yüz trilyon lirayı “ak”layanlar; süpermarket/özel hastane zinciri kuranlar, yeni medya patronları, yeni dolar milyarderleri…

Mehmet Koca bugün köşesinde “Etimle Oynama!” diye isyan ediyor.

Oynar sevgili dostum, oynar!.. Sizin yazmanız önemli değil, “okuyucu” bunu “okuyor” mu; önemli olan bu!.. “Okuyucu”, “okumuyorsa”, o neden oynamasın ki?!.

Ben ne dediğinizi anlıyorum.

Okuyorum çünkü.

Oradaydım çünkü…

“Okuyucu”, “okuyamıyorsa”, o oynar; 1 Mayıs 1977’de yaptığı gibi, çünkü 1 Mayıs 1977 bugün de devam ediyor.

Yaşam çoğu kere “belirtiler/izler/işaretler” sunar bize; hiçbir şey tesadüf değildir çünkü…

Bir dostuma, “Bu ‘the’ da ne demek Allahaşkına?” diye sorduğumda bana şu iletiyi geçti:

“The = Definite article (a specific object that both the person speaking and the listener know)
The = Belirli tanımlılık (konuşan ve dinleyenin her ikisinin de bildiği belirli bir şey.)”

Peki; Türkçe’de böyle bir şey var mı?

Burası Amerika mı?

“Okuyucu”, “okuyabiliyorsa”; daha doğrusu “okumaya niyeti varsa” yaşam ona bu izi/işareti/belirtiyi çok veciz bir biçimde sunuyor zaten.

Bugün, 1 Mayıs 1977’de üzerimize ateş açılan o otelin ismi ne?

“The” Marmara…

Peki, burası Amerika mı; o “the” ne oluyor?!.

Anadilimize de mi suikast yapılıyor yani?

Yoksa gerçekten “çok belirli” bir şey olduğu için mi böyle isimlendirilmiş bu “anıt”!..

1 Mayıs 1977 hâlâ sürüyor…

Suikast devam ediyor…

Taksim-Silivri hattına ek otobüs seferleri konuyor artık.

Suikastçı kim peki?

The assassin is very puşt, isn’t it?

Suikastçıyı kendi dilinde, amerikanca yazdım, hâlâ okuyamıyor mu okuyucu?

O halde bu zulüm, bu 1 Mayıs 1977 daha çok sürer ciğerim…

Daha çok sürer…

Neydi “the”?

Konuşanın ve dinleyenin her ikisinin de bildiği belirli bir şey…

Sen bu “belirli şey”i bilmiyormuş gibi yapmaya devam et ciğerim.

Sen bilmiyormuş gibi yapmaya devam et!

Yarın, ikinci bir İstiklâl Savaşı yapmak zorunda kaldığında bu söylediklerimi hatırlarsın!..

Ben sert, karmaşık ve uzun yazıyorum…

Sen “okumama”ya devam et!..

“Okey?”

Hiçbir şey tesadüf değildir, demiştim ya; Mehmet Koca, yukarıda andığım “Etimle Oynama!” adlı çalışmasını bakın nasıl ürpertici bir biçimde bitiriyor:

“Yoksa yakında Akdeniz açıklarında Türkiye Limanlarına yanaşmak için bekleyen çok sayıda gemi belirir, haberiniz olsun!”

Tesadüf(!)’e bakın!..

Ve diğer “tesadüf”e:

İnterncontinental’den “The” Marmara’ya…

Çok karmaşık gerçekten, çok sert ve çok uzun…

Isn’t it?