31 Ağustos 2009 Pazartesi

Zamanınız yetmeyecek

“Bir gece çocuğunuzu alıp burada yatın, ne olur!” diye ağlıyordu 650 lira ücret alan Adapazarlı işçi, karısı ve kanserli kızıyla geceyi geçirdiği bankın üzerinde… Hastane on yaşındaki kanserli kızı tedavi ediyordu, ama kıza ve annesine yatacak yer temin etmediği için akşam oldu mu kızı ve annesini kapının önüne koyuyor, o biçareler de gidecek bir yerleri olmadığı için, otele verecek para da bulamadıkları için hastanenin bahçesindeki tahta bankın üzerine serdikleri bir örtünün üstünde çocuklarını uyutuyor, kendileri de bankın dibine çöküp öylece sağa sola bakıyorlardı.

Aslında sağa sola bakmıyorlardı tabii; baktıkları yer direkt olarak Levhi Mahfuz’du, ama biz kalleş insanlar, biz bencil insanlar, biz vicdansız insanlar, biz henüz insan olamamış zavallı sözde insanlar, biz namussuz insanlar ve çoğunlukla biz olup bitenin hiç farkında olmayan sığ insanlar, onların sağa sola baktıklarını sanıyorduk.

Direkt olarak Evren’in gözlerinin ta içine bakıyorlardı aslında; varoluşun gözlerinin ta içine…

Küçük kız olayların tam olarak farkında değildi, bu belli oluyordu… Sadece ağlıyordu… Neden kimsenin kendileriyle ilgilenmediğini düşünürken, neden herkes evinde uyurken kendisinin bu bankın üzerinde uyumak zorunda kaldığını düşünürken, neden yaşamın bu denli acımasız olduğunu düşünürken, aslında bunları tam olarak düşünemezken ama genlerindeki tüm Evren’in bilgisini barındıran yazılımın motivasyonuyla henüz tam olarak biçimlendiremediği düşünceleri oradan oraya uçuşup dururken öylece düşünmeye, bu hissettiklerinden anlamlı bir motif oluşturmaya çalışırken sadece ağlıyordu.

Kanser tedavisi nedeniyle o güzelim saçları dökülmüştü, kafasını bir bez parçasıyla sarmışlardı ve o ve anne-babası öylece ağlıyorlardı hastanenin bahçesindeki tahta bankın dibinde…

Ve biz Kürt açılımını, Ergenekonu, Amerika’nın Kuzey Irak’tan çekilme takvimini, dünya güzellerinin neden hep aynı ülkelerden çıktığını, o genç o…. ile o kart zamparanın neden ayrıldıklarını, Fener ile Galatasaray’ın turu geçip geçemeyeceğini, İstanbul’a yapılacak üçüncü köprünün kimleri nasıl zengin edeceğini, müslümanların(!) eskiden bir lokma bir hırka felsefesiyle davranırken bugün nasıl olup da 600 milyon dolarlık yatırımlar peşinde koştuklarını, neden hepsinin altında artık ‘jeep’ler olduğunu, tatillerini neden yedi yıldızlı otellerde, turistik tesislerde geçirdiklerini ve benzerlerini tartışıp duruyorduk!..

Bu sabah kedilere yemek verirken beni sözde azarlayan o zavallı kadın da hiçbir şeyin farkında değildi aslında; kilometrelerce uzakta oturmama rağmen, “Bunlar sizin kedileriniz, bizim değil!” diye şikayet ederken, tek bir organizmadan oluşan Kainat’ın ve görevleri nedeniyle her şeyi tek tek kayıt altına alan Levhi Mahfuz üyelerinin kendisini ne denli bir ciddiyetle süzdüğünün farkında bile değildi.

Biz zannediyorduk ki, hepimiz ayrı ayrı, bağımsız birer ferdiz ve sonsuza dek yaşayacağız. Oysa bilmiyorduk ki, ayrı ayrı bağımsız fertler diye bir kavram yok, hepimiz bir bütünün parçasıyız ve yaptığımız iyi-kötü her şey dönüp dolaşıp bizi buluyor.

Bir başka yanılgımız da “zaman” denen bir şeyin olduğu yönündeki o kışkırtıcı düzenekti. Zannediyorduk ki zaman denen bir şey var ve o ileriye doğru akıp gidiyor; bu çarkın içinde ufalanıp gidenler, ölenler, yok olanlar hep başkaları, bize hiçbir şey olmayacak ve biz sonsuza dek yaşayacağız!..

Oysa bilmiyorduk ki zaman denen bir şey yok, bu bir yanılsama; “geçmiş/şu an/gelecek” diye kavramlaştırdığımız şeyler hazin bir yanılsalmadan ibaret. Hep “şu an”dayız, hep “şu an”ı yaşıyoruz; “sürekli bir şimdi”nin içinde bilinçsizce debelenip duruyoruz.

Marazi bir hırsla servetini artırmak için didinip duran sözde Müslüman da bu yanılgının bir aktörü, kendisinden başka herkese çamur atmak peşinde ömür tüketen benim sevgili komünist kardeşim de…

Evren 16.000.000.000 yaşında ve benim acizane hesaplamalarıma göre içinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi için bu süre en az 7-8 milyar yıl daha sürecek. Yaklaşık 25.000.000.000 yıllık bu yanılsama içinde bizim şu kısacık 70-80 yıllık ömrümüz bir anlık, küçük, değersiz, ismi bile anılamayacak bir ışımadan ibaret; küçücük bir ışıma, hepsi bu!

Ölüm denen bir şeyle karşı karşıyayız ve bu olgu bizim tüketim üzerine kurulu yaşantımızı bir anda anlamsızlığa, hiçliğe, hazin bir sonuçsuzluk girdabına çekip bilinmeze savurmakta hiç tereddüt etmiyor.

O halde, bu “hiç”liğe kendimiz bir anlam vermek zorundayız. Varoluşçuluk felsefesindeki “anlam yükleme çabası”ndan söz etmiyorum; çünkü bu düşünce biçimi her birimizin ayrı ayrı birer fert olduğu ve öldüğümüzde her şeyin biteceği varsayımına dayanıyor.

Gerçek böyle değil!

Öldüğümüzde hiçbir şey bitmeyecek!..

Bu, insan bedeninde her gün ölen binlerce hücreye benzer bir mekanizma; evet, her gün binlerce hücre ölüyor, ama yerine hemen yenisi üretiliyor ve bizim “yaşam” diye isimlendirdiğimiz bu karmaşık mekanizma bir biçimde devam ediyor.

Bir zamanlar güvendiğim ve içten bir inançla sarıldığım iki kutsalım mevcuttu; biri komünizmdi bunlardan, diğeri de İslam…

Ama artık biliyorum ki, bu ikisi de hazin bir biçimde yozlaştı ve yaşam denen bu karmaşık ilişkiler yumağına anlam katmaktan, her şeyi belirli bir disiplin içinde evrimleştirmekten uzaklaştı, eridi, yozlaştı, yok oldu gitti.

Eskinin Müslümanlarının bir kısmı artık zengin olmak, daha zengin olmak, daha da zengin olmak peşinde koşarken, bir kısmı da bugüne kadar kendisine yapılanların intikamını almak peşinde… Hem kendilerine zulmediyorlar, hem çevrelerindekilere…

Kuran bir kenara fırlatılıp atıldı!..

Hiçbir İslam alimi bunun aksini söylemeye kalkmasın, çünkü artık inandırıcı olmak vasıflarını kaybettiler; Kuran bir kenara fırlatılıp atıldı ve sayıları artık milyonlarla ifade edilen sözde hadislerle kurmaya çalışıyorlar kendi sözde İslamlarını…

Heyhat!

Ama durum aynen böyle…

İran, Mehdi’nin gelmek üzere olduğunu, artık buna göre davranmak gerektiğini açıkladı ve bizim sözde Müslümanlar bunun üzerine balıklama atlamak cinnetini göstermekte gecikmediler.

İslam disiplini içinde Mehdi diye bir şey yok; bunların tümü uydurma, tümü safsata, tümü yalan dolan!..

Hz.İsa’nın tekrar geleceği aptalca, salakça bir aldanış; gelecek olsaydı Allah’ın Elçisi Muhammed Mustafa gelirdi, neden Hz.İsa gelsin?!.

Bunların hiçbiri olmayacak; çünkü Kuran dinin tamamlandığını, kemale erdiğini, kendisinin insanlar için yeterli bilgileri ihtiva ettiğini söylüyor; ve bu Kitabın içinde ne Mehdi saçmalığına en ufak bir gönderme var, ne Hz.İsa’nın tekrar geleceği salaklığına!..

Dün televizyonda Levhi Mahfuz’un kendisini dikkatle izlediğinden habersiz zavallı teyzenin Hz.Yuşa denen bir faninin on yedi metrelik sözde mezarında, elindeki kilidi anahtarla açması ve kilidi orada yatan faninin mezar taşına sürterek kızına koca dilemesi; türbanlı bir üniversite öğrencisi kardeşimin “Biz burada Hz.Yuşa’dan değil, Allah’tan, Hz.Yuşa’nın yüzü suyu hürmetine dilekte bulunuyoruz.” diye saçmalaması ne hazindir ki Kuran’da kelimesi kelimesine yazan şeyler… Kuran bir kenara fırlatılıp atıldığı için bilmiyorlar; cahiliye devrinin müşrik Arapları da aynı şeyleri söylüyorlardı, “Biz” diyorlardı, “Bu putlardan bir şey istemiyoruz, onları Allah’a aracı kılmaya çalışıyoruz!”…

Size “şah damarınızdan daha yakın bir Güç” dururken, Hz.Yuşa da kim oluyor; size “şah damarınızdan daha yakın bir Güç” dururken o kilit açma, taşlara cüzdan sürtme, iç çamaşırı sürtme, orada yatan zavallıdan birtakım isteklerde bulunma ve bu istekler için bu zavallıları Allah’a aracı kılma da ne oluyor?!.

Müslümanlar böyle de benim sevgili komünist kardeşlerim çok mu farklı?!. Bana her ay düzenli olarak dergi gönderen konünist kardeşim, Ergenekonun bir Amerikan operasyonu olduğu iddia ederken, yaşamının yarısı hapishanelerde geçmiş Doğu Perinçek’in de bir Amerikan ajanı olduğunu ve Amerikan politikaları güttüğünü söylemekte hiçbir beis görmüyor; bu şerefli komünist bir yılı aşkın bir zamandır suçunun ne olduğunu dahi bilmeden Ergenekondan içeride yatarken!..

Kendilerine “liberaller” diyen ahlâksızlardan söz etmek bile gereksiz; öylesine zavallı ve öylesine hiçler ki, onlardan tek kelimeyle söz etmek bile gelmiyor insanın içinden. Bunlardan biri geçenlerde, “Artık kan akmasa, bu savaş dursa, analar artık ağlamasa…” diye ahlâksızca konuştuktan sonra, “Artık kürtlerle Türkler bir masaya oturup beraber yemek yeseler, sohbet etseler fena mı olur?” diye aynı ahlâksızlıkla soruyordu.

Sanki bugüne kadar aksi oluyormuş, sanki Kürtlerle Türkler aynı masada yemek yemiyormuş gibi… Amerika’dan aldıkları talimatla işi öylesine ileri götürdüler ki, bilmeyen biri, bir zamanlar Hitler’in Yahudilere yaptığını biz de Kürtlere yapıyoruz zannedecek…

Benim bir sürü Kürt dostum var; bugüne kadar ben onların Kürt olduğunu bilmiyordum, onlar da benim Boşnak olduğumu bilmiyorlardı… İnsanları öylesine böldüler ki, bu saatten sonra milli birliğimiz artık nasıl sağlanır kimse bilmiyor!

Biçare insanlar, yapılanların Irak’ta petrol jandarmalığı için olduğunu, Irak’ta ölen Amerikan askerlerinin yerine artık Türk askerlerinin ölmesi için nasıl bir dümen çevrildiğini bilmiyorlar ve ismi durmadan değişen bu “açılım” denen kirli tezgâhın bizi nasıl paramparça ettiğini göremiyorlar!..

Tüm insanların Adem ve Havva’dan geldiğini (aslında Ademler ve Havvalar tabii; bu ayrı bir konu) savunan insanoğlunun böyle etnik köken zavalılıklar nedeniyle nasıl kan revan içinde kaldığını göremiyor insan kardeşlerim; bu saatten sonra da görme imkânları yok, çünkü başlıkta gördüğünüz gibi, buna zamanları yetmeyecek!

Çünkü “zaman” denen bir şey yok ve çünkü ayrılık gayrılık denen bir şey yok!

Hepimiz tek bir organizmanın parçalarıyız ve bu parçalardan her birine verilen zarar aslında tüm organizmaya verilen zarar demek; ama bunu bugüne kadar görmedik, şu anda göremiyoruz, bundan sonra da göremeyeceğiz!

Çünkü “geçmiş/şu an/gelecek” diye bir şey de yok!

Her şey bize uzun gibi gelen kısacık bir “an” içinde olup bitiyor…

“Yaşam” diye isimlendirdiğimiz bu tecrübe, “merhamet ve bilgi” konusunda kutsal bir deneyimleme aslında… Her şey bu iki kavram çerçevesine bina edilmiş…

Merhamet…

Bilgi…

Bu ikisinden başka bir şey yok!..

Kenarına sığındığı bankın yanında feryat figan ağlayan o Adapazarlı baba bunu haykırıyor bize, ama anlamadak, anlamıyoruz ve anlamayacağız!..

Mehdi varsa, Hz.İsa tekrar gelecekse, Kuran 6600 küsur ayetinde bir şeyler anlatmaya çalışıyorsa bunların tümü o kanserli küçük kızın babasının gözyaşlarında billurlaşıyor; ama anlamadık, anlamamıyoruz ve anlamayacağız!..

Cennette kırk bakire, altmış dul peşinde koşan ve dünyadaki servetlerin tümüne sahip olmak için durmaksızın onun bunu hakkını yiyen Müslüman da anlamadı bunu, Doğu Perinçek’in Amerika için çalıştığını iddia eden komünist de…

Kendisini “liberal” diye isimlendiren zavallı zaten bu “anlama potansiyeli”nden mahrum; ondan uzun uzun söz etmeye gerek bile yok!.,.

“Merhamet” ve “bilme”, ruhun olgunlaşması ve “diğer taraf”ta sürecek bir başka oluşum için iki mihenk taşı. Ruh bunlarla olgunlaşacak ve Kuran’ın sözünü ettiği “bir başka oluşum”da bu yetilerle yoluna devam edecek.

Ama anlamadık, anlamıyoruz ve anlamayacağız…

Evren tek bir organizma, sen-ben diye bir şey yok, her şey herkesin…

“Zaman” denen bu muamma içinde bir anlık da olsa “ışımamızın” nedeni, kanserli kızının yanında gözyaşı döken o “işaret levhası” baba…

Sağlıktan para kazanmanın ne kadar zavallıca bir şey olduğunu anlamadık, anlamıyoruz ve anlamayacağız; ille de bu salaklığa inanmak istiyorsan, işte sana Mehdi, işte sana tekrar dünyaya dönen Hz.İsa!..

O Adapazarlı baba bize her şeyi anlatıyor, ama anlamıyoruz!..

Her şeyi, tüm olup biteni hüzünlü gözler ve çatık kaşlarla izleyen Tanrı içini çekip duruyor merhamete bezenmiş derin bir öfkeyle…

Ama anlamadık, anlamıyoruz ve anlamayacağız…

Çünkü “zaman” yetmeyecek!..

Çünkü “zaman” denen bir şey yok!..

Artık bireysel çaba göstermek devri kendini zorla dayatmıştır.

Merhamet…

Bilgi… (Tek bir bütünün parçaları olduğumuza ve burada ruhlarımızı rafine etmek için bulunduğumuza dair bilgi.)

Herkes aynanın karşısına geçmeli ve kendi gözlerinin içine bakarak “ne yapıyorum?” diye sormalı artık.

Ne yapıyorum?..

Merhamet ve bilgi konusunda ne yapıyorum?..

Çünkü “yarın” bu sorulara muhatap olacağız; “yarın” yanılsaması içinde “şu an”da…

Yaratıcı, Adem’den önceki insan ırklarını ortadan kaldırırken de içini böyle çekmişti, ama o ırklar da bu “Göksel İç Çekiş”i duymamışlardı…

Onlar bizdik aslında…

Bunu bile anlayamadık…

Türk, Kürt, Boşnak, İngiliz, Hintli, Rus, Çinli, Eskimo…

Servetlerine servet katma peşinde marazi bir hırsla sağa sola saldıran sözde Müslümanlarla, görevi yoksulluk/fukaralık nedeniyle perişan olan emekçileri savunmakken ona buna çamur atmakla ömrünü heba eden sözde komünist işbirliği yapmışlarcasına Allah’ın düzenine kafa tutmakla uğraşırken; ayda 650 lira kazanabilen ve kanserli kızını hastanenin bahçesindeki bankın üzerinde geceletirken gözyaşlarıyla feryat eden o Adapazarlı baba hepimize seslenen bir Levhi Mahfuz görevlisi aslında…

Tanrı’nın nasıl da içini çektiğini anlatmaya çalışıyor bize!..

Şu anda saat 13.11 ve namazın sesini de artık hoparlörle dışarı aktarırken sesi sonuna kadar açan riya içindeki Müslüman müezzin de duymuyor bu “Göksel İç Çekişi”i…

Kuran’da “Namazda sesini ne çok kıs, ne de çok yükselt.” diye açık hüküm olmasına rağmen…

İntikam alıyor!..

Yoksulluk içindeki Adapazarlı babanın sesini böylece bastırabileceğini sanıyor!..

“Göksel İç Çekişi” böylece bastırabileceğini sanıyor!..

Ve ayda sadece 650 lira kazanabilen Adapazarlı o işçi baba, kanserli kızının saçsız başını okşarken gözlerimizin ta içine bakarak ağlamaya devam ediyor!..

Biz, biz o kahrolası Mehdi’yi beklemekle yetiniyoruz…

Heyhat!..


İstanbul, 29/8/2009