23 Aralık 2009 Çarşamba

Başka Nasıl Mücadele Edeceksin Ciğerim! (*)

“Siz ne biçim Müslüman komünistsiniz dostum; tüm bu olan biten karşısında nasıl bu denli sessiz kalabiliyor ve sürekli olarak merhamet konusunu işlemekle yetiniyorsunuz, ne oldu size böyle?!.” diye, belirgin bir sitem kokan vurguyla sordu dostlarımdan biri geçen gün. İstiyordu ki, gençlik yıllarımda olduğu gibi vurayım kırayım, ortalığı karıştırayım, onun bunun gırtlağını sıkayım…

Ne hazin değil mi?

Bizim gençliğimizde de kamplaşmalar vardı tabii; bir tarafta komünistler vardı, bir tarafta milliyetçiler, ama bugün olduğu gibi sahte değildi hiçbir şey; komünistler komünistti, milliyetçiler milliyetçi!

Yaptığımız şey doğruydu veya yanlıştı, doğrunun ne olduğunu kim bilebiliyor ki! Ama her iki taraf da mertçe davranıyordu. Yanlış yapabiliyordu, aşırıya kaçabiliyordu, insafsızca davranabiliyordu; ama dedim ya, tüm bunlar samimi duygularla yapılıyordu. Söz konusu olan vatan-memleket savunması veya garip gureba hakkıydı; milliyetçiler ülkemizin Sovyetler tarafından işgal edileceğinden korkarken, biz Vatanımızın emperyalizmin boyunduruğuna girmesinden, dolayısıyla fakir fukaranın daha da yoksullaşacağından endişe ediyorduk. Düşman belirgin biçimde ortadaydı; bize göre ABD idi, milliyetçilere göre ise Sovyetler Birliği…

O günlerde ideolojik görüşümüze göre, kimle, nasıl mücadele etmek gerektiğini biliyor, ona göre davranabiliyorduk.

Ne zaman ki Müslüman taklitçileri ve libofaşistler ortaya çıktı, her şey birbirine karıştı, sapla saman ayırt edilemez oldu!

Bu ne ikiyüzlülüktür, bu ne samimiyetsizliktir, bu ne ahlâksızlıktır ciğerim!..

Kapatılan DTP’nin Başkanı “Bizim barış ve demokrasi mücadelemiz sürecektir!” diye, bizim kuşağa gerçekten inanılmaz ölçüde garip gelen demogojik bir söylem kullanırken; Müslüman taklidi yapanlarlar ve libofaşistler -birinciler zımnen, ikinciler de açık bir biçimde-, son olarak şehit edilen yedi askerimizi kastederek “Bu olayın arkasında Ergenekon var!” biçiminde, yine bizim kuşağı hayret ve inanmazlık duyguları içinde dehşete sürükleyen yalanlar söyleyebiliyorlar. Psikolojik savaş o denli ustaca yürütülüyor ki, insan hayret etmekten, hatta paradoksal bir biçimde, bu ustalık karşısında gizli gizli hayranlık duymaktan kendini alamıyor!

Bu ne ahlâksızlıktır ciğerim, bu ne utanmazlıktır böyle!

Hele faşistler, hele onlar!..

Bunlardan biri dün akşam televizyonda, Avrupa’da parti kapatan tek ülke biziz, diye utanılacak ölçüde sahtekârca bir tavırla, hain hain sırıtıyordu ekrandan gözlerimizin içine pis pis bakarken!

Bu ne utanmazlıktır ciğerim, bu ne ahlâksızlıktır böyle!

Tuz dahi kokmuş artık; neyi nasıl eleştireceksin ki!..

Müslüman taklidi yapan siyasetçi, garip gurebayı mahveden ekonomik uygulamaların altına marazi bir hınçla imza atıp, gözlerimizin içine riyakâr bir tavır içinde bakar ve Kuran’a, İslam’a ters ne kadar uygulama varsa hepsini bir bir ve yine bizim kuşağa akıllara durgunluk verecek ölçüde garip gelen bir ikiyüzlülükle sergilerken; libofaşisti, liberalizmin ne kadar değeri varsa tümünün birden ırzına geçip, hem de bunu ahlaksızlığın zirvelerinde dolaşırken mide bulandırıcı bir ikiyüzlülükle ortaya koyarken; Kürtlerin temsilcisi olduklarını söyleyen toprak ağaları ve aşiret beyleri Kürt kardeşlerimiz yoksulluk sınırlarının katbekat altında inim inim inlerken ve işsizlik belasının kıskacında yanıp kavrulurken, onların bu sefaletine çare bulmaya bakacaklarına, ABD denen soysuz haydutun Kuzey Irak’taki çıkarlarının bekçiliğine soyunurken; komünist taklidi yapan kimi soysuzlar, Türkiye’yi İMF’nin, AB’nin, ABD’nin kulu kölesi yapanlara kol kanat gerip, libofaşistlerle kucak kucağa dans ederken…

Neyin mücadelesini, nasıl yapacaksın ciğerim!

Bir zamanlar açlıktan nefesleri kokan Müslüman taklitçileri şu anda yüzlerce milyon dolarlık yatırımlar yaparken, “Olsun, burası darülharp, ne yapılsa yeridir, bunlar İslam’ın bekası adına yapılıyor” çarpık mantığıyla onları destekleyen cahil Müslümanların çoğunlukta olduğu; ahlâktan zerre kadar nasiplenmemiş -üstelik ne acıdır, Tanrım ne hüzünlendiricidir ki, çoğu da eski komünist olan- libofaşistlerin neredeyse tüm medyayı ele geçirdiği; sosyal demokratların -sosyal demokrasinin kendi mantığı içinde tutarlı olan- acınası çaresizlikleriyle ona buna sitem etmekten başka hiçbir şey yapamadığı; gariban halkın geçim derdinin ve işsizliğin verdiği moral bozukluğu içinde Ergenekon tehditleriyle iyice sindirilip bir kenara itildiği bir ortamda…

Neyin mücadelesini, nasıl yapacaksın ciğerim!..

Eli kalem tutan sapkın kadın, bir biçimde ele geçirdiği gazete köşesinde Allahın her günü seksten, cinsellikten, haftada kaç kere seks yapmanın uygun olacağını, kimlerin kimlerle seks yapmasının daha heyecan verici olacağını anlatmaktan başka bir şey yapmazken; sahtekâr sözde ekonomist yine “bir biçimde göreve getirildiği” televizyon kanalında halkı eften püften borsa haberleriyle afallatıp, zihnini, düşünme yeteneğini dumura uğratırken ve programına davet ettiği libofaşistler vasıtasıyla garip gurebayı tüketime sevk edip elindeki avucundaki üç-beş kuruşu da hakim sınıflara kazandırmanın hesapları içinde ahlâksızlığın zirvelerinde gezinip dururken (seni sahtekâr seni; Keynes sana bunları mı söylemişti?!.); yedi askerimizin şehit edildiği o meşum günün ertesinde, mızraklarının ucuna Kuran sayfaları takan insafsızlar gibi “Bu işten pis kokular geliyor!” diye manşetler attıran gazete genel yayın yönetmenlerinin el üstünde tutulduğu bu kahrolası zillet ortamında tüm namuslu insanlar çaresizce feryat edip dururken…

Neyin mücadelesini, nasıl yapacaksın ciğerim!..

Ben kendime göre bir yol tutturmuşum: Bakın dostlarım diyorum, bunlar Müslüman taklidi yapıyorlar, esasında Müslüman değiller; bunlar liberal taklidi yapıyorlar, esasında liberal değiller; bunlar demokrat taklidi yapıyorlar, esasında demokrat değiller; bunlar komünist taklidi yapıyorlar, esasında komünist değiller; bunlar aydın taklidi yapıyorlar, esasında aydın değiller; bunların tümü uğursuz, tümü ahlâksız, tümü sahteci…

Bunlar mert değiller, bunlar hakiki değiller, bunlar sizden değiller!..

Bunun için de bir yol bulmuşum, “merhamet” üzerinde çalışıyorum; inananları, liberalleri, demokratları, aydınları, komünistleri merhamete davet ediyorum.

Kainatın, Arz’ın yaşından bahsedip, sadece yetmiş-seksen yıllık kısacık bir ömre sahip olan insanoğlunun bu gezegende ne kadar az bir süre kalacağını anlatıp onları yaptıkları bu hatalardan vazgeçirmeye çalışıyorum; eski kavimlerin -Adem’den önceki insan ırklarının- yaptıkları hatalardan söz edip, gelin biz de aynısını yapıp şu güzelim Arz’ı mahvolmaya sürüklemeyelim, şu kısacık ömürde birbirimize zulmetmeyelim diyorum; Arz üzerinde yaşayan her canlının merhamete mazhar olduğunu anlatıp, insanlara insan olduklarını hatırlatmaya çalışıyorum.

Başat hedef kitlem Müslümanlar, çünkü bu ülkenin halkı Müslüman, oy verenlerin tamamına yakını Müslüman; mücadele yollarından biri olan “demokrasi içinde kalarak mücadele” sürdürülecekse, iktidarları oylarıyle getirip götürenlerin hedef alınması gerekiyor…

Bakın tek bir örnek, ne kadar dehşet verici biçimde bir etki yapabilir: Ortalıkta tanrı gibi dolaşan ve kibrinden yanına yaklaşılmayan o Müslüman(!) var ya, işte o, Kuran’da sözü edilen en büyük günahlardan birini işliyor! Aynı kibri İblis göstermiş ve Allah’ın katından bu nedenle kovulmuştu! Gözünü sevdiğim Müslümanların buna benzer örneklerle kendilerine geleceklerini umuyor, bunun için çalışıyorum; “bu adam, kibir gibi en büyük günahlardan birini işlemekle kalmıyor, aynı zamanda Kuran’ın en muhteşem üç ayetini -Nahl 71, Bakara 219, Nisa 75- göz göre göre inkâr ediyor, bu nedenle bu adam Müslüman olamaz!” diye uyarmaya çalışıyor, didinip duruyor, acı içinde feryat ediyorum!

Müslüman bölüşümcüdür, elindeki servet ve imkânlardan herkesi yararlandırır; Müslüman yalan söylemez, Müslüman kibir göstermez; Müslüman zulüm işlemez, Müslüman merhametsiz davranmaz diye örnekler veriyor ve bu adamların Müslüman olmadıklarını halkıma anlatmaya çalışıyorum. Bunu, bu adamları Müslüman zanneden vatandaşlarım oylarıyla destekledikleri için yapıyorum; bunlara bu gücü veren, halkımın aptallık derecesine varan bu iyiniyeti!

Bununla kalmıyor, çok açık bir biçimde ve kabalaşmayı da alabildiğine göze alarak “libofaşistleri boşverin edin, bunlardan hiçbir şey olmaz!” diye bas bas bağırıyorum; ve bunu yaparken yine merhametten yola çıkıyorum; çünkü bunlar merhametsiz, bunlar hain, bunlar acımasız, bunlar riyakâr diye halkımın dikkatini çekmeye çalışıyorum. (Merhametli olmak kuzu gibi uysal olmayı zorunlu kılmıyor; üstteki paragrafta yer alan kaba sözler, bu pislik tiplere karşı gerektiğinde kabalık gösterilebilir, hatta bununla da kalınmayabilir şeklinde anlaşılmalıdır. İstiklâl Savaşı sadece merhametle kazanılmadı! Karşınızdaki silah kullanırken sizin ona terlik fırlatmanız tabii ki yeterli bir mücadele biçimi olamaz!)

Maun Suresi’ne neden bu kadar önem verdiğimi sanıyordunuz ciğerim!

Riyakârlığı neden bu kadar çok işliyorum sanıyordunuz!

Bu sahtekâr libofaşistler dışında, hangi görüşte olursanız olun, sizi tefekküre sevk edecek yegâne değer merhamettir; riya çamuruna batmanızı engelleyecek yegâne yol merhamettir; bunu anlatmaya çalışıyorum.

Ve bizi kurtaracak, bizi merhamet çizgisine çekecek yegâne şeyin de tefekkür olduğunu biliyorum. (Tefekkür ve merhamet birbirinden ayrılmaz iki önemli haslettir; doğru kullanıldığında bu iki haslet tüm sorunları bir bıçak gibi kesip atabilir!)

İçi irin dolu pis bir çukura doğru koşaradım gittiğimizi anlatmaya çalışıyorum ve bunu önleyebilmek için komünistleri, Müslümanları, liberalleri, sosyal demeokratları, milliyetçileri; kısaca namuslu insanları tefekküre davet ediyorum.

Çözülüyoruz…

Ama bizi çözen başkaları değil, bunu kendi kendimize yapıyoruz!

İnsanın baş düşmanı kendisidir, hatta belki de tek düşmanı kendisidir; işte tüm düşünenleri merhamete çağırırken bu gerçeğin altını çizmeye çalışıyorum.

İnsan kardeşlerime on altı milyar yıl-yetmiş yıl örneğini bu nedenle veriyor; tüm bu pisliklerin bize yakışmadığını anlatmaya çalışıyorum.

Türk-Kürt, zengin-yoksul, Müslim-gayrimüslim yok; sadece iyi-kötü var!

Bunu anlatmaya çalışıyorum…

Kitaplarımla, yazılarımla, feryatlarımla işte bunu anlatmaya çalışıyorum.

Bu gezegende sadece bir an için varız; yapmamız gereken tek şey, tüm insanoğlunun zulüm içinde inlemesine neden olan yapay sorunları çözecek olan tek şey merhamet göstermek… Bush’un yerine Allah’a samimi biçimde iman etmiş bir Müslüman olsaydı, Irak’ta bunca kan akar mıydı?!. (Tabii, bu Müslüman ABD’ye Başkan olamazdı; bu başka bir şey.)

Adam çirkin, Allah’ın dinini kendi çıkarı için kullanıyor; adam çirkin, üç kuruşluk çıkar veya makam mevki ve itibar için ülkesini emperyalizme peşkeş çekmekte bir beis görmüyor; kadın çirkin, bunca çürüme ve yozlaşma ortamında -belki de illiyet bağı nedeniyle- yılın üç yüz altmış beş gününde seksi yazarak ziyan ediyor o altın değerindeki köşesini; adam çirkin, sabah akşam yalan haber uydurmaktan, ona buna karaçalmaktan, sahte belge düzenlemekten başka bir şey yapmıyor!

Bu tipleri eleştirmek, onlarla polemiğe girmek zaman kaybından başka nedir; çocukluğumuzdaki o muazzam tekerleme ile, “kuş kuşluğunu” yapmaya devam etmeyecek mi?!.

O halde yapılması gereken şey, namuslu insanları hedef kitle olarak seçmek ve onların vicdanlarını harekete geçirecek konuları işleyerek bu çirkinlere topyekun savaş açmak.

Riyakârlar ve faşistler dışında, her insanın içinde mukaddes bir cevher olduğuna inanıyorum; yapmaya çalıştığım şey, herhangi bir nedenle üzeri örtülmüş bu mukaddes cevhere ulaşabilmek.

Dinini gerçekten bilen biri veya dinini tam olarak bilmemekle birlikte içinde taşıdığı o cevher harekete geçirilebildiğinde merhameti derhal ortaya çıkabilecek biri hiç bu saydığımız şeylere neden olabilecek bir davranış içine girebilir mi! (Çirkinleri değil; onları bilmeden destekleyen bizim gibi sıradan insanları kastediyorum.)

İçinde zerre kadar bile olsa merhamet barındıran bir kadın, “Kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır, bu nedenle eğridir; onu düzeltmeye kalkmayın, ondan bu eğri hali ile yararlanın” mealindeki sahte hadisi duyduğunda, “Ne biçim konuşuyosun be adam; Allah’ın o muazzez elçisi hiç böyle bir şey söylemiş olabilir mi?!.” diye feveran etmez mi?!.

İçinde zerre kadar bile olsa merhamet barındıran bir adam, sırf Müslüman diye oy verdiği riyakâr, bir zamanlar en az benim kadar fakir olduğu günlerden birkaç yıl sonra 300.000.000 dolarlık bir yatırıma kalkıştığında bir daha o adama oy verip onu başımıza vekil olarak getirir mi! (İçinde merhamet barındıran bu adama “riba”nın “aslında faiz değil, servetlerdeki haksız ve makul olmayan artış” olduğunu ve bu tespitin Kuran tarafından yapıldığını anlattığınızda, bu konuda bu adamı ikna ettiğinizde, halkın geride kalan garip gurebasına merhamet besleyen bu seçmen, bu riyakâra bir daha oy verir mi!)

İşte ulaşmaya çalıştığım cevher bu!

Bu nedenle sürekli olarak merhameti işliyorum; ne yani, bu zillet dolu günlerde, kafası zaten karmakarışık olan dostlarıma Marx’ın diyalektik materyalizmini veya Keynes’in ekonomik durgunluk günlerinde kamu harcamalarının neden artırılması gerektiği yolundaki görüşlerini mi anlatmalıydım! (Bunları anlatacağımız günler de gelecek inşallah; ama bu gün, o gün mü!)

Bugün halkımıza Marx’ı mı anlatmalıyız, yoksa Ebu Zer’i mi? (Ebu Zer, Allah’ın Elçisi’nin en yakın arkadaşlarından biridir ve İslam tarihinin ilk komünistidir.)

İçinde zerre kadar vatan sevgisi barındırmayan bir çirkine sabah akşam küfretmişsiniz neye yarar!

Ben, halkımın vicdanında barındığına emin olduğum merhametin peşindeyim!

Merhamet…

Hepsi bu!..



*(Kuşkusuz başka bir mücadele şekli var tabii; onu kırk yıldır anlatıyorum zaten!)

4 Aralık 2009 Cuma

Riya

Komünist?
Başımın üstünde yeri var; onun o paylaşımcı tefekkürüne aşığım.
Müslüman?
Elhamdülillah; onun o merhamet dolu yüreğine aşığım.
Milliyetçi?
Eyvallah; onun o vatan sevgisiyle çarpan kalbine aşığım.
Ateist?
Hoşgeldi, safa geldi; onun o mertliğini severim.
Gayrimüslim?
Amenna; hepimiz aynı Allah’a tapmıyor muyuz!
Diğer milletler?
Ne önemi var; aynı Adem’in torunları değil miyiz!
Liberal?
Olabilir; Adam Smith’in o “görünmez eli”ne rıza göstermeyi her ne kadar beceremesem de, liberalin o entelektüalizmini kim inkâr edebilir!
Hayvanlar?
Canlarım benim; böceğinden kedisine kadar hepsine sırılsıklam aşığım.
Tabiat?
Anavatan; dönüp dolaşıp kendimizi onun bağrına teslim etmeyecek miyiz!
Peki, İblis?
Müdahale alanım dışında; Tanrı onu mühletlendirmiş, elimden bir şey gelmez, kibrinin sonuçlarına katlansın bakalım. Ama o tevhit gösterisini, o sarsılmaz mertliğini, o yıkılmaz kararlılığını takdir etmemek de imkânsız tabii! Karmaşık bir konu (bir başka çalışmada irdeleriz).

* * *

Bu durumda soru kendini dayatıyor:
Genelde Arz’ın, özelde Türkiye’nin içinde bulunduğu bu yürekler acısı durumun sorumlusu olarak kimi göreceğiz de mücadele edeceğiz?
Suçlu kim?
Elimizden gelen ancak bu kadar; yazı yazarak mücadele…
De…
Kime karşı mücadele?
Lanetlenmesi gereken kim?
Kim bu pisliklerin sorumlusu?
Ateistinden komünistine kadar, milliyetçisinden müslümanına kadar, gayrimüsliminden liberaline kadar, en küçük canlısından tabiatına kadar her şeye eyvallah, da, sadece insan olmanın tüm benliğimize yüklediği o “yanlış olanla mücadele görevi”miz esnasında kime karşı taraf olacağız…
Bunca çaba, bunca emek, bunca risk, bunca stres…
Kime karşı?
Kim bu tüm melanetin sorumlusu?
“Esas mücadele”de taraf kim?
Esas mücadelede kim bu düşman?

* * *

Hırsız, uğursuz, soyguncu?
Tabii ki hayır; münferit olaylar ve apaçık, belirgin biçimde ortada; özel bir mücadeleyi gerektirmiyor. Yakalar hapse atarsın, orada ıslah olursa olur, olmazsa kendi bilir!
Özel bir çabayı gerektirmiyor!
Yalancı, sahtekâr, düzenbaz?
Tabii ki hayır; nefret edilesi bir karekter yozlaşması, ama çok açık, çok belirgin, safdışı etmek çok kolay!
Özel bir çabayı gerektirmiyor…
Sapık, ruh hastası, psikopat?
Tabii ki hayır; her üçü de ruhsal bozukluk sergileyen tipler aslında. Çok belirgin, çok açık, tamamen ortada. Götürürsün ruh hekimine o düzeltebildiği kadar düzeltir, düzeltemezse katlanmak zorundasın; adam hasta!
Özel bir çabayı gerektirmiyor…

* * *

Peki; özel çabayı gerektiren “pislik” kim?
“Esas mücadele” hangi pisliğe karşı verilmeli?
Belirgin olmayan, gizlenmeyi becerebilen, açığa çıkartılması ve mahkûm edilmesi zor olan bu “pislik” kim?
Kime karşı mücadele etmek gerek?
Yalancıdan, hırsızdan, uğursuzdan, psikopattan, soyguncudan, sahtekârdan, düzenbazdan, hatta İblis’den daha tehlikeli olan kim?
Kimden nefret etmeliyiz?
Kimden nefret etmeliyiz ki onunla mücadele ederek insanlık görevimizi ifa etmiş olabilelim?
Kim bu alçak?
“Esas mücadele” hangi alçağa karşı verilmeli ki deysin?
Kim bu alçak?!.

* * *

1) Gördün mü o dini yalan sayanı?
2) İşte odur yetimi itip kakan
3) Yoksulu doyurmayı özendirmez o.
4) Vay haline o namaz kılanların ki,
5) Namazlarından gaflet içindedir onlar.
6) Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar.
7) Ve onlar, yardıma/zekâta/iyiliğe engel olurlar.

(Maun Suresi’nin tamamı. Surelerin İniş Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim Meali/Türkçe Çeviri/Yaşar Nuri Öztürk/Yeni Boyut, 1997)

* * *

İşte böyle!..
Riyaya sapandır onlar!
Gösteriş yaparlar!
Yaratıcı, bu tip için başlıbaşına, müstakil bir Sure indirmiş ve bu riyakâr tipi sonsuza dek mahkûm etmiş!..
Kuran’ı incelediğinizde açıkça görüyorsunuz ki, Yaratıcı’nın affetmeyeceğini bariz biçimde belirttiği tek günah şirk koşmak, yani Yaratıcı’ya ortak koşmak.
Zamanımızda putlar falan kalmadı artık, kimse taşa, beze, oduna, Ay’a veya yıldızlara tapmıyor; peki, o halde şirk ortadan kalktı mı yani?
Hayır!
Allah’ın Elçisi’nin, “Beni en çok endişelendiren şey, ümmetimin riya batağına saplanmasıdır; çünkü riya gizli şirktir!” mealinde uyarısı, uyarıları var.
Riya gizli şirktir ve uzun ve karmaşık bir konu olduğu için bağımsız bir çalışmanın konusu olmalıdır. Bizim burada üzerinde durmamız gereken şey, riyanın hem Yaratıcı, hem de O’nun Elçisi tarafından lanetlenmiş olmasıdır.
Riya lanetlenecek bir alçaklıktır!
Ve riya yapan alçağın tekidir tabii…
Böylece, yukarıdaki soru da cevabını bulmuş olur: Esas mücadele kime karşı verilmelidir, tüm bu melanetin sorumlusu kimdir, Arz’ı ve ülkemizi yaşanılamaz ölçüde sefilleştiren alçak kimdir ve benzeri sorular böylece cevabını bulmuş olur!
Riyakâr; olduğu gibi görünmeyen ve göründüğü gibi olmayan, nefret edilesi bir tiptir ve Yaratıcı’nın da uyardığı gibi, bu tip, iyiliğe engel olur.
Apaçık ortada olmaz hiç!
Herkes tarafından fark edilmesi neredeyse imkânsızdır.
Kendisini iyi saklar.
Alçağın biri olduğunun anlaşılması zordur.
Yeteneklidir; bu nedenle kolay kandırır, kolay ikna eder.
Hırsız, uğursuz, sahtekâr, sapık, düzenbaz ve benzerleri bunun yanında sütten çıkmış ak kaşık gibi kalır; çünkü onlar alabildiğine ortada oldukları halde, bu, alabildiğine gizlenmektedir.
Demokrasiden, özgürlükten, refahtan-bolluktan, insan haklarından, kardeşlikten söz edip durur; ama “tipi dahi” bu hasletlerle uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını ortaya koymaktan kendini alamaz. (Çirkindir, gerçekten çirkin. İçinin çürümüşlüğü/yozlaşmışlığı yüzüne vuruştur.)
Ama bu “tipi” herkes kolay kolay “okuyamaz”…
İşte bu nedenle çok tehlikelidir, işte bu nedenle “esas mücadele” buna karşı verilmelidir, işte bu nedenle nefret edilmesi gereken karekter -belki de- sadece budur aslında!..
Dikkatle bakarsanız, bu tipi siyasette, üniversitelerde, meslek odalarında, kitapçılarda, sivil toplum örgütlerinde ve benzeri yerlerde görebilirsiniz.
Ama en çok medyada rastlarsınız buna…
Köşesinde ve ekranında hain hain sırıtırken yakalayabilirsiniz onu.
Bu, riyakârdır.
Haklının değil, güçlünün yanındadır her zaman.
Çok yeteneklidir aslında; iyi giyinir, iyi konuşur, iyi yazar.
Ne var ki, olduğu gibi görünmemekte, göründüğü gibi olmamaktadır.
Riya yapmaktadır.
İyiliğe engel olmaktadır…
Nefret edilesi bir tiptir bu.
Nefret edilesi bir tip…
Bir sürü adı vardır bunun; dünyanın birçok yerinde birçok isimle anılır.
Bizim halk “liboş” der buna.
O, liboştur…

23 Kasım 2009 Pazartesi

Sırıtıyordu

Gazetede gördüğüm fotoğrafın altındaki ilk cümleden sonrasını okuyamadım; o an neler hissettiğimi tam olarak çıkaramamıştım, sanırım deyim yerindeyse iliklerime kadar ürpermiş, mistik bir belirsizlik vakumunda çaresizce yitip gitmiş; gözlerimden değil ama ruhumun derinliklerinden süzülüp Kozmos’un engin derinliklerine doğru kahırla akan gözyaşlarıma mani olamamıştım.

Güzel bir kadındı.

Tüfekle vurup öldürdüğü -herhalde mumyalattığı- ve evinin salonuna yerleştirdiği kocaman bir aslanın sırtına elini dayamıştı. (Gazetedeki o kahrolası ilk cümlede, bu insan kardeşimin, bu yaratığı Afrika’da tüfekle vurup öldürdüğü anlatılıyordu.)

Sırıtıyordu.

Evet, sırıtıyordu…

O bir kadındı, bir anne, bir dişi…

Nispeten uzak sayılabilecek tarihi süreç içinde, yemek bulmak ve ailenin güvenliğini sağlamak gibi birtakım görevleri nedeniyle genlerinde vahşiliğe/ilkelliğe/acımasızlığa ilişkin birtakım kodları muhtemelen hâlâ taşımakta olan bir erkek için benzer şeyler söylenemezdi belki; ama o bir kadındı, bir dişi, bir anne…

Merhamet denen tanrısal hasleti bedeninin ve zihninin tüm zerrelerinde sınırsızca taşımak ve her şart altında bunun gereğini yapmak üzere Yaratıcı tarafından özenle kodlanmış olan bu yaratık, sırf spor olsun, gösteriş olsun, kahrolası bir burjuva bencilliğinin sefil mi sefil bir gösterisi olsun diye kalleşçe katlettiği bu nadide yaratığın cansız bedenini, kendi yavrularını büyüttüğü evinin salonuna koymuş ve Allah tarafından bu şekilde yaratılmış olmaktan başka hiçbir suçu olmayan bu biçare yaratığın yanında arsızca fotoğraf çektirmekten hiçbir utanç duymamıştı.

Katlettiği yaratığın, acımasızca/merhametsizce katlettiği Allah’ın yaratığının cansız bedeninin yanında, küçük burjuvalara has o belirgin sorumsuzlukla-şımarıklıkla sırıtıyordu.

Sırıtıyor, hava atıyordu!..

Hava atıyordu!..

Arz 4.6 milyar yaşındaydı, bilebildiğimiz Evren ise 16.000.000 .000… Bu fakirin zavallı hesaplarına göre, Güneşin kırmızı bir dev halini aldıktan sonra büzüşerek -belki de- bir beyaz cüce haline gelmesi için gereken süre olan muhtemel 7.000.000.000 yıl da hesaba katılırsa; sırf Güneş Sistemi bazında 23.000.000.000 yıllık, tüm Kâinat bazında da -belki- 50.000.000.000 yıllık muazzam bir serüvende sadece 70-80 yıl kadar, sözü bile edilemeyecek ölçüde kısa bir yaşam sürmekte olduğunun zerre kadar bilincinde olmadan, küçük burjuva şımarıklığı cenderesinde arsızca sırıtıyordu.

Sırıtıyordu…

Kuran’ın neden “Bismillahirrahmanirrahim” (Çok Merhametli, Hep Merhametli Allah’ın Adıyla) diye başladığını hiç bilmeden, bu “Çok Merhametli, Hep Merhametli” şifresinin Kuran’daki her ayetin başında neden tekrar edildiğinin hiç farkında olmadan (Tövbe ayeti hariç; ama bu tüyler ürpertici şifre, o ayetin içinde yine yer buluyordu; yani bu Kozmik Şifre, 114 Kuran ayetinde de yer alıyordu); Tanrı’nın, insanın yaratılışı esnasında bu nadide yaratığın (insanın) içine Ruhundan üfleyerek “yaratılmışların en şereflilerinden kıldığı” bu eserine, bu “Nefes” vasıtasıyla, bu en önemli hasleti de sınırsızca bahşettiğinin hiç farkında olmadan…

Öylece sırıtıyordu…

Çok kaba hesaplamalarla -bu kez- belki 50.000.000.000 yıl sürecek olan bu esraregiz serüvende, neredeyse “bir an” kadar kısacık bir süre için dahi olsa neden rol aldığının; Hz.Adem ile başlayan bu son insan ırkı kuşağında, 70-80 yıl kadar kısacık bir süre için dahi olsa neden yaşam bulduğunun; “yaşam” denen bu gizemli “tecrübenin” insanın ruhunu rafine etmek, “başka birtakım oluşumlar”a yapılacak büyük yolculukta/yolculuklarda “merhamet” denen hasletin güdülemesiyle ruhunu/zihnini/beden dışı oluşumunu geliştirmek olduğunun hiç farkında olmadan…

Öylece sırıtıyordu…

Bir erkek için bunlar söylenebilir miydi; bu fakir bunu gerçekten bilmiyor, bilemiyordu…

Ama o bir dişiydi, bir anne, bir kadın…

Bir dişi, bir kadın, bir anne nasıl olurdu da yaratılmış olmaktan başka hiçbir suçu olmayan bir nadide yaratığı sırf spor olsun, sırf sevk olsun, sırf kahrolası bir küçük burjuva gösterişi olsun diye böylesine acımasızca/kalleşçe/onursuzca katledebilir ve sonra onun cansız bedenini kendi yavrularını büyüttüğü evinin salonuna koyabilir, teşhir edebilirdi!..


Heyhat!..

Bu fakir, bu kalleş dünyayı-bu zavallı dünyayı gerçekten hiç anlamadı-anlayamadı, muhtemelen bundan sonra da hiç anlayamayacak…

Sen, sen sevgili insan kardeşim, sen…

Sen bunu nasıl yapabilirsin gerçekten?!.

Sen bunu nasıl yapabilirsin?!.

İçinde taşıdığın o Nefes’e rağmen, sen nasıl bu denli sefilleşebilirsin?!.

Anlayamıyorum…

Ama belki daha da önemlisi, anlamak da istemiyorum…

Anlamak da istemiyorum…

Bir yaratık, bir başka yaratığı böylesine şımarıkça bir nedenle katletme hakkına sahip olabilir mi; benzer kalleşliklerden öylesine yoruldum ki, gerçekten anlamak dahi istemiyorum artık!..

Tanrı’nın içini derin derin çektiğini duyar gibiyim…

Sanırım “bu kez de” başaramadık!..

Heyhat!..


Yılmaz Yunak

22.11.2009

17 Kasım 2009 Salı

Kabadayı

Delikanlılığa geçiş yıllarımızda vermemiz gereken en önemli sınav kabadayılık ölçütlerinde mahcup olmamaktı.

Kolay değildi aslında.

Hiç kolay değildi, ama başka çare de yoktu.

Gözünü budaktan sakınmayacaktın; korkmayacak, korksan bile belli etmeyecektin; -başkalarına zarar vermemek kaydıyla- yasakları çiğneme hususunda yeterli cesareti gösterebilecektin; gerektiğinde üç-beş kişinin arasına dalıp kafanın gözünün yarılmasına razı olacaktın; yürüyüşünle, ses tonunla, mimik ve davranışlarınla en azından kabadayı adayı olduğunu açıkça ilan edecektin; kötü bir örnek tabii de, -o günkü koşulların dayatmasıyla- sigara, içki ve esrar içecektin… (Örneğin, benim yetiştiğim Harem’de, henüz çocukluk aşamasında temel şartlardan biri, Harem-Salacak seferini yapan vapurun tepesindeki bacanın yanından, kaptanın ve çımacının tüm engelleme çabalarına rağmen arkadaki pervanenin püskürttüğü sulara atlamaktı. Bu son derece tehlikeli sınavı geçemeyenler bırakın kabadayılığa aday olmayı, erkek bile sayılmazlardı. Biz bu sınavdan alnımızın akıyla çıktığımızda henüz sekiz-dokuz yaşlarındaydık.)

Ama bunlar işin şekil şartlarıydı ve önemlilik sıralamasında özden sonra gelen niteliklerdi.

Öz bambaşka bir şeydi, bambaşka bir şey…

Adil olacaktın. (Örneğin, kavgada yere düşen rakibine asla vurmayacak, hele yerdeki rakibine karşı tekmeni asla kullanmayacaktın. Pes ettiğini mimik ve tavırlarıyla ortaya koyan rakibine saygılı davranacak, gerekirse yaralarını sarması için ona yardımcı olacaktın.)

Mazlum birine asla ilişmeyecektin. (Kendinden küçükler, güçsüzler, yetiştirilme tarzları dolayısıyla yeterli cesareti göstermekten mahrum olanlar vb.)

Mahallenin namusu konusunda çok hassas olacaktın.

Kimsenin karısına-kızına yan gözle bakmayacaktın.

Vatanını, milletini, bayrağını, dinini, Mustafa Kemal’ini, fakiri-fukarayı koruma azmini; kısaca Türk Milletini Türk Milleti yapan ahlâki değerleri savunacak, bu yolda gerekirse canını vermekten bile kaçınmayacağını açıkça ilan edecektin. (Çok sonraları komünistler ve ülkücüler diye ikiye ayrılacak, ama -birtakım istisnalar dışında- doğru veya yanlış, mücadelemize bir üst boyutta devam edecektik. Kimimiz Amerikan 6.Filosunu Dolmabahçe kıyılarında sulara gömerken, kimimiz de Sovyetler Birliği’ne karşı kelle koltukta mücadele edecektik. Birbirimizi öldürmek gibi vahim hatalar dahil, bir sürü hatalar yapacaktık tabii, bir sürü hatalar; ama bu hatalar, hiçbir zaman kişisel çıkar peşinde koşmamız biçiminde meydana gelmeyecekti, her şeyi Vatan ve Millet için yaptığımız yönündeki sübjektif doğrularımızdan hiç ödün vermeyecektik. Sözgelimi, bu çabalar sonucunda zengin olan, kişisel çıkar sağlayan tek bir komünist veya tek bir ülkücü gösteremezdiniz. Kirlilik ve çürüme, Özal’la başlayacaktı.)

Hırsızlık yapmayacak, yapana göz yummayacaktın.

Yaşlılara gereken saygıyı gösterme hususunda dikkatli olacaktın.

Dedim ya; öz bambaşka bir şeydi, bambaşka bir şey…

Mert olacaktın ciğerim, mert olacaktın!..

Mert olacaktın!..

Kafayı çekip geceyarısı “Heyt, var mı ulan bana yan bakan!?.” diye nârâ atan arkadaşlarımız bile mahalleli tarafından sempatiyle karşılanırdı; çünkü mahalleli bilirdi ki, bu nârâ atan genç aslında bunu kimseye bir hakaret kastıyla yapmıyor, delikanlılığın adrenaliyle vecd içinde kabadayılık müessesesine ilanı aşk edip duruyordu.

Bizim lügatimizde kabadayılık böyle bir şeydi işte.

Şimdilerde her şey gibi, kabadayılık da değişti.

Çürüdü…

Yozlaştı…

Çirkinleşmekle kalmadı, iğrençleşti üstelik!..

İğrençleşti!..

Şimdilerde kabadayılığı delikanlılar değil, bu aşamayı çoktan geride bırakmış olan sözde erkekler ve sözde kadınlar yapıyorlar; ama eski kabadayılık ölçütlerine zerre kadar saygıları yok.


Adil değiller…

Mazlumlara saldırmakta en ufak bir beis görmüyorlar…

Mahallenin namusunu bırakın korumayı, ellerinden gelen her türlü namussuzlukları göstermek için birbirleriyle yarışıyorlar. (Türkler Ermenileri kesti diyorlar, Kıbrıs’ı verelim artık diyorlar, Mustafa Kemal’i ve onun ilke ve devrimlerini işlevsiz kılmak için her türlü fesadı gösteriyorlar, stratejik olsun olmasın Kamu kuruluşlarını emperyalizme teslim etmek için fikirler üretiyorlar, eline Türk Bayrağı alan herkesi Ergenekoncu ilan etmekten geri durmuyorlar, Andımızdan nefret ettiklerini saklamak gayretinde bile bulunmuyorlar, “Türk” sözcüğüne duydukları kini haykırmak için hiçbir fırsatı heba etmiyorlar, iktisadi liberalizm denen alçak sistemin fakiri daha fakir yaptığını görmekten marazi bir zevk alıyorlar; çünkü bundan çıkar sağlıyorlar.)

Ülkenin namuslu kadınlarını kızlarını tahrik etmekten asla çekinmiyorlar…

Vatan, Millet, Bayrak, Din gibi bir kaygıları yok!.. Hatta tam tersine, bu yüce duyguları törpülemek, mümkünse zihinlerden silip atmak için delicesine yarışıyorlar…

Hırsızlık yapıyorlar, yapana göz yumuyorlar…


Yaşlılara saygı göstermemek hususunda alabildiğine rezilleşmeyi hüner addediyorlar. (Yaşı seksene dayanmış değerli vatan evlatlarının, yaşlılığın verdiği türlü hastalıklar ve yoksunluklara rağmen, kuru bir sandalye üzerinde, aç-susuz-ilaçsız yetmiş iki saat sorgulanmasından marazi bir zevk alıyorlar ve bunu açıkça yazmaktan büyük zevk duyuyorlar.)

Çünkü mert değiller!..

Namertler!..

Bunlar kendilerini liberaller ve demokratlar olarak tanıtıyorlar… (Kimi istisnaları var tabii; eski kabadayılığın genlerimize yüklediği adalet duygusu nedeniyle onları tenzih etmek temel görevimiz hâlâ, Allah’a şükürler olsun. Bizim eleştirdiğimiz kesimi diğerlerinden ayırmak için bu namertlere “liboş” demek gerekiyor sanırım; çünkü aslında liberal de değiller, riya yapıyorlar sadece.)

Bunlar; profesör, yazar, gazeteci, televizyoncu, kanaat önderi gibi kimi sıfatlarla anılıyorlar…

Vatana, Millete, Türk Bayrağına, Mustafa Kemal’e, Orduya, Dine, fakire-fukaraya, mazluma zerre kadar saygıları yok!..

Tamam, kabadayı gibi görünüyorlar; ama kabadayılığın özü konusunda zerre kadar bir kaygıları yok.

Çünkü namertler…

Hırsızlar, zalimler, adaletsizler, ahlâksızlar…

İki temel namertliği birden yapıyorlar.

Bunlardan birincisi riya!..

Riyakâr bunlar; oldukları gibi görünmüyorlar, göründükleri gibi olmuyarlar.

İkincisi, oportünistler!..

Komünist eğitimine başladığımız yıllarda bizi eğiten abilerimizin nefretle andıkları, kin kustukları, her fırsatta lanetledikleri bu sözcüğün Türkçe’deki karşılığı “fırsatçılık”…

Bunlar fırsatçılar!..

Sinsi bir şekilde pusuya yatıyorlar ve fırsat bulduklarında arkadan saldırıya geçiyorlar!..

Çünkü bunlar namertler!..

Mertlik denen hasletten zerre kadar nasiplenmemişler!..

İftira atıyorlar, sahte belgeler üretiyorlar, emperyalizmle işbirliği yaparak vatanlarına ihanet ediyorlar…

Zengin oluyorlar…

Makam ve mevki sahibi oluyorlar…

İtibar görmek için Vatan hainliği yapıyorlar…

Çünkü bunlar namertler!..

Mertlik denen bu Tanrısal hasletten zerre kadar nasiplenmemişler…

Bunlar bırakın gerçek kabadayı olmayı, Harem-Salacak seferi yapan vapurun pervane suyuna bile atlayamazlar!..

Bunlar namertler!..

Bunlardan bir bok olmaz ciğerim!..

Her devrin adamı olduklarından ve bunun farkındalığıyla namertlik çamuru içinde acz içinde yuvarlanlanmaktan başka çareleri olmadığından bunlardan bir bok olmaz!..

Gerçek kabadayılar bir gün tekrar ortaya çıkacaklar ve bu riyakâr/oportünist sülükleri ait oldukları irin mahzenlerine geri gönderecekler.

Bunu bir yere yazın!..

Gerçek kabadayılar bir gün tekrar ortaya çıkacaklar ve bu sülükleri tükürükleriyle boğmakta zerre kadar tereddüt etmeyecekler!..

Türk Milleti’nin tarihi boyunca bu hep böyle olmuştur!..

Haydi çocuklar, haydi aslanlarım, haydi Türk Mileti…

Haydi çocuklar, birer Türk Bayrağı kapın, Harem’e koşun!..

Haydi çocuklar, vapurlara!..

Haydi Türk Milleti…

Sınava!..

6 Kasım 2009 Cuma

Genetiği Değiştirilmiş Organizma


Son günlerin gözde konusu, GDO kısaltmasıyla anılan şu “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” meselesidir.

Bu konuda konuşabilmek için Nisa Suresi’nin 119. ayetini bilmek gerekir. Anılan ayet tırnak içinde ifadelerle şöyle demektedir(Tırnak içinde, çünkü bu ifadeler İblis’e aittir; ayet, İblis’in sözlerini nakletmektedir):

“Yemin olsun, onları saptıracağım, onları boş kuruntulara mutlaka iteceğim. Onlara mutlaka emir vereceğim de davarların kulaklarını yaracaklar; onlara muhakkak emredeceğim de, Allah’ın yaratışını/yarattıklarını değiştirecekler.”

Tırnak içindeki ifadeler burada bitmekte ve ayet şu veciz cümle ile son bulmaktadır: Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı yandaş edinirse açık bir hüsrana kesinlikle yuvarlanmış olacaktır.

Bu genetik değiştirme operasyonunda üç unsur yer almaktadır: İblis, İblis’e uyarak Allah’ın yaratışını değiştirecek olanlar ve İblis’in dürtüklemesiyle harekete geçenlerce “değiştirilecek olan”lar.

İblis.
İblis’e uyarak genetik operasyon düzenleyenler.
Genetik değişikliğe uğratılacak olan organizma.

Biz bu çalışmada, özellikle üçüncü unsuru, yani “değiştirilmiş” olan organizmayı irdeleyeceğiz. Ama şu tespiti yapmaktan da geri kalmayacağız. Unsurlardan ilk ikisi “etken” unsurdur; bunlar, İblis ve ona uyanlardır. Son unsur ise “edilgen” unsurdur ve bu unsurun pek de “günahı” olmasa gerektir. Çünkü yapılan şey kendi iradesi dışında gerçekleşmekte; İblis ve yardakçıları bu “edilgen unsur” üzerinde birtakım tasarruflar icra ederek bu unsuru normal yaratılışının dışına çıkarmaktadır. (Organizmanın tamamen günahsız olduğu sanılmamalıdır; konu, aşağıda kısaca ayrıntılaştırılacak ve deyim yerindeyse “organizmanın kendi kaşındığı” gözler önüne serilecektir.)

Ne var ki, bu, bu üçüncü unsurun, yani “genetiği değiştirilmiş organizmanın” ne denli sefilleştiğinin göz ardı edilmesini de gerektirmez tabii. Bu unsur hususunda her türlü eleştiri özgürce yapılabilir; çünkü bu unsur artık Allah’ın yarattığı orijinal bir unsur değil, değiştirilmiş/özünden saptırılmış/fıtratının dışına çıkarılmış bir unsurdur. Yapılacak eleştiri Allah’ın orijinal yaratığını değil, özü bozularak yozlaştırılmış olan ve artık İblis ve onun ayarttıkları tarafından kullanılan yaratığı hedef alacaktır.

Bu unsur özellikle irdelenmeli, eleştirilmelidir ki, böylece fıtratından henüz sapmamış olan yaratıkların bu unsur nedeniyle çürümesinin/yozlaşmasının/bu unsurla birlikte sefilleşmesinin önüne geçilebilsin. (Bu önemli bir husustur, çünkü GDO toplum içinde rahatça dolaşabilmekte, asli organizmalar ile o veya bu biçimde ilişkiye girebilmektedir.)

Tüm insanlığı tehdit eden bu organizma konusunda bilinmesi gerekenler çok kısa olarak şöyle özetlenebilir:

1) Genetiği değiştirilmiş organizmanın temel özellikleri şunlardır:

a) Bu organizma değiştirtilmiştir.

b) Aslında değiştirilmemiş gibi davrandığından tespiti güçtür.

c) Bu organizma artık eskisi gibi değildir; fıtratının dışına çıkmıştır.

d) Bu organizma artık işlevinin tam tersini sergilemektedir.

e) Bu organizma artık kendini inkâr etmektedir.

f) Bu organizma artık yararlı değil zararlıdır.

g) Bu organizma bir parçası olduğu bütüne artık ihanet etmektedir.

h) Bu organizma, yaratılışı esnasında genlerine özenle yerleştirilen kozmik değerleri artık taşımamaktadır. (Merhamet, yardımlaşma, vatan sevgisi, namus, ahde vefa, fedakârlık, paylaşımcılık, haysiyet vb.)

ı) Bu organizma ne yazık ki dahil olduğu bütün içinde mutasyonlara neden olmaktadır ve bu mutasyonların yararlı değil zararlı olduğu bizzat organizmanın eylemlerinden de anlaşılabilmektedir.

j) Bu organizma, gerçekte böyle olmadığı halde, kendisini liberal/demokrat olarak nitelendirmekten hoşlanmaktadır.

k) Bu organizma halk arasında “liboş” olarak isimlendirilmektedir.


2) Genetiği Değiştirilmiş Organizma Nasıl Tespit Edilebilir:

Bu mesele doğası gereği karmaşık olmakla beraber, kısaca şunlar söylenebilir.

a) Organizma, diğer organizmalardan belirgin bir farklılık göstermez; konuya vakıf olmayanlar organizmayı “ sağlıklı” sanabilirler.
b) Organizma, çeşitli meslek sınıflarına dağılmış olabilir; ama genel olarak şu mesleklerde yoğunlaşmayı hedefler:
ba) Öğretim üyeliği, özellikle profesörlük
bb) Yazarlık
bc) Gazetecilik
bd) Köşe yazarlığı
be) Televizyonculuk
c) Organizmayı tespit etmenin başlıca iki yolu vardır:
ca) Organizma rahat görünmeye çalışmaktadır, ama genetik yapısı önemli ölçüde değiştirildiği için bunu beceremeyeceği korkusu yüzünden (ki bu korkuya obsesif bozukluk denir, organizma bu korkuyu zihninden atamamakta, sürekli olarak bunu düşünmekte, yani “takıntı” yapmaktadır) davranışlarında da tutarsızlık vardır (ki bu davranış tutarsızlığına da kompülsif bozukluk denir; dudaklarını ısırır, burun delikleri aniden büyür, eliyle saçlarını düzeltir vb.) Bunların içinde karılarının kafasına içi dışkı dolu kavanoz fırlatanlar görülse de, bunlar çoğunlukla bu obsesif-kompülsif bozukluklarını saklamayı becerebilirler.
cb) Yukarıdaki şıkta açıklanan nedenlerle, bunların tespitinde bu şıkta açıklanacak olan yöntemlere başvurulmalıdır. Bu yöntem denenmiş/sınanmış bir yöntem olduğu için yüzde yüz doğru sonuç vermektedir.
Yöntemin özü, genetiği değiştirilmiş organizmanın birtakım değerlere duyduğu kinin dış görünüşüne, özellikle mimik ve davranışlarına yansımasının kaçınılmazlığıdır. Organizma aşağıda belirtilen sözcükleri duyduğunda veya hissettiğinde hemen değişmekte, duyduğu kin mimik ve davranışlarına yansımakta; bu yolla da, genetiğinin değiştirilmiş olduğunu ne kadar saklamaya çalışsa da başarılı olamamakta ve GDO olduğunu alenen itiraf etmektedir. Bu sözcüklerin başlıcaları şunlardır:
cb1) Mustafa Kemal Atatürk
cb2) Vatan sevgisi
cb3) Bayrak/Türk
cb4) Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü
cb5) Kemalizm
cb6) Kıbrıs
cb7) Şehitler
cb8) Karma ekonomik sistem
cb9) Paylaşımcılık, özel olarak sosyalizm, genel olarak eşitlik
cb10) İstiklâl Marşı
cb11) Lozan
cb12) Konjonktüre uygun diğer milli ve manevi hasletler

3) Genetiği Değiştirilmiş Organizmaya Nasıl Davranılmalıdır:

GDO, genetiğiyle oynandığı ilk bakışta fark edilmese bile öylesine iğrenç bir organizmadır ve bu iğrençlik Yaratıcı’nın normal organizmalarına bahşettiği “idrak” tarafından öylesine kesin bir biçimde ve çabukça hissedilmektedir ki, bu organizmayı sevmek, hatta bu organizmaya sempati duymak bile mümkün değildir.
Ancak bu, bu organizmaya kötü davranılması gerektiği düşüncesine yol açmamalıdır; çünkü bu organizma genetiğiyle oynanarak zeten yeteri kadar aşağılanmış bir organizmadır. Keyfiyetin esas vahim tarafı, GDO’nun, genetiğiyle oynanmış olduğunun bilincinde olması, belli etmemesine rağmen bunun ızdırabını şiddetli bir biçimde yaşamasıdır. İblis’in, kışkırttığı kişiye verdiği emirde, GDO’nun temel niteliklerinin yanısıra birtakım değerlerden de mahrum edilmesi de yer almakta; ama bunun ancak farkına varabilecek ve bu nedenle de -buna izin veren- Yaratıcı’ya isyan ederek bir kez daha günaha girmesini sağlayacak yeterlilikte bir “idrak” ile sınırlandırılması da özellikle belirtilmektedir.
Açıklanan bu nedenler, GDO’nun ne kadar sefil olduğunun bilincinde olduğunu ve bunun ızdırabını yaşadığını gözler önüne serdiğinden, GDO’ya gerektiğinden fazla kötü davranmak insafsızlık olacaktır.
Ne var ki, sağlığın korunabilmesi için birtakım önlemler almak da kaçınılmazdır.
Bu konuda nelerin yapılabileceği çok kısa olarak şu şekilde sıralanabilir:

a) GDO’ya GDO değilmiş gibi davranılabilir. Gerçi GDO bunu hemen anlayacak ve obsesif birtakım sıkıntılar yaşayacaktır; ama bu önlenemez bir şeydir, yapılabilecek hiçbir şeyin olmadığının bilinci içinde, bu konuda üzülmek gereksizdir. GDO, GDO’luğuyla başbaşa bırakılmalıdır.
b) Ruh ve beden sağlığı açısından, GDO ile uzaktan bile olsa ilişkiye girmekten kaçınılabilir.
c) GDO’nun bulunduğu ortam terk edilebilir.
d) Çok fazla tahrik etmişse, pek önerilmese de “Sen gerçekten bu denli puşt musun ulan?!.” diye anlamsız bir soru sorulabilir; ve cevabın niteliğine göre hafif bir yaptırım uygulanabilir. (Örneğin, yere tükürülebilir; fazlası gereksizdir, çünkü değmez.)
e) GDO görüldüğünde yüzde istemsiz olarak oluşan iğrenme duygusunu bastırmak için baş bir başka yöne çevrilebilir.
f) Bazen GDO ile tokalaşmak zorunda kalınabileceği ihtimali göz önünde bulundurularak, ceketin sol cebinde “drammamine” taşınabilir. Bu, mide bulantısına karşı etkin bir ilaçtır; gerçi yan etki olarak kabızlığa yol açtığı söylenmektedir, ama bu, vereceği yararlar düşünüldüğünde göze alınması gereken bir risktir.
g) GDO’nun sıkça görülebileceği yerlere “Dikkat, GDO çıkabilir!” şeklinde uyarı levhaları konulabilir. (Üniversiteler, basın ve yayın organları, kitapçılar gibi…)
h) Kabul edileceğinden kuşku duyulmakla beraber, kendi inisyatifi dışında genetiğiyle oynanan bu organizmaya merhamet göstermesi için Allah’a yalvarılabilir. (Bu şık, okuyucuya şaşırtıcı gelebilir; çünkü kendi inisyatifi dışında genleriyle oynanan bu organizma neden suçlu görülsün de Allah’a onu affetmesi için yalvarılsın gibi bir soru akla gelebilir. Evet, bu organizmaya kendi inisyatifi dışında müdahale edilmiş olabilir, ama özde bu organizma bu işlem için çanak tutmuş; para, güç, itibar, makam-mevki, aşağılık kompleksinden kaynaklanan kimi nedenler dolayısıyla yalakalık yapmak gibi “statü edinme kaygıları” nedeniyle bu işlem için gönüllü olduğunu İblis’in ayarttığı kişilere belli etmiştir. Bu keyfiyet, bir zamanlar komünist olan kişilerin hâlâ komünist kalışları veya bir zamanlar ülkücü olan kişilerin hâlâ ülkücü kalabilmeleriyle ve gerçekten liberal ve demokrat olan kimilerinin de hâlâ liberal ve demokrat kalabilmeleriyle kanıtlanmış bir olgudur. GDO, bir zamanlar savunduğu değerleri inkâr etmesi ve yalakalığa yatkın ruh haliyle İblis’in aklını çeldiği kimilerinin kobay malzemesi olmayı kendi istemiş; halk ağzıyla söylemek gerekirse, GDO kendi kaşınmıştır ve “kaşınanı kaşırlar” özdeyişi doğrultusunda kobay olarak kullanılmayı kendi hak etmiştir.)

Sonuç: Konu her ne kadar karmaşık gibi görünse de, aslında bu kısa çalışmada da görülebileceği gibi, aslında bu kadar karmaşık değildir.
Bu çalışma bir cümle ile ifade edilmek istenirse, “GDO zavallı ve sefil bir yaratıktır.” cümlesi yeterli olacaktır.
Çünkü GDO gerçekten de zavallı ve sefil bir yaratıktır!..
Tüm organizmalar, bu illete uğramamak için Yaratıcı’ya gece gündüz yakarmalıdırlar.
İblis’in ve yardakçılarının genleriyle oynamak için durmaksızın organizma aradığı unutulmamalıdır.
Organizma organizmalığını bilmeli, genetiğinin değiştirilmesine çanak tutmamalı, buna asla müsaade etmemelidir. (Özellikle davarlar kulaklarına sahip çıkmalıdırlar.)
Allah tüm organizmaları bu lanetten korusun inşallah…

2 Kasım 2009 Pazartesi

İnsanın Acınası Çürümüşlüğü

İnsan, şu görece gerçekten inanılmayacak kadar kısa ömründe, bazen hiçbir şeyin yapılamayacağı, belki tek yapılabilecek olan şeyin biraz geriye çekilerek olan biteni tanrısal bir hüzünle izlenebileceği dönemler yaşar.

“Tanrısal bir hüzün”; çünkü hiç kuşkusuz tüm o olup bitenleri Tanrı da hüzünlü gözlerle izliyor olmalıdır. Özenle yarattığı ve içine ruhundan üfleyerek onu “en şereflilerden” kıldığı bu seçkin yaratığının “satatü edinme” kaygılarından kaynaklanan sefil çabalarını hüzünlü gözlerle izleyen Tanrı’nın, bizim kısıtlı zihnimizin kavrama kapasitesine uyarlanmış biçimiyle betimlemek gerekirse, derin bir iç çektiği bile muhtemeldir.

Büyük müfessir Muhammed Esed, putlara tapan cahiliye dönemi insanlarının bu zavallı çabalarını tahlil ederken, bu insanların aslında “Göklerde” bir yer edinmek için bu putları Tanrı ile aralarında aracı kılmaya çalıştıklarını, putların simgelediği güçleri yücelterek bunu Tanrı ile aralarında bir köprü olarak kullanmak istediklerini; aslında yegane kaygılarının, putların varsayılan güçlerini kullanarak Göklerde bir “statü” kaynağı yaratmaya çalışmak olduğunu tespit eder.

Gerçekten de, o dönemin verileri incelendiğinde, cahiliye devri insanlarının aslında Allah’ın varlığına inandıkları, ama atalarından miras aldıkları bu sapıklığı terk edemedikleri, bu sapkınlık tüm zihinsel paradigmalarını prangaladığı için özgür düşünme melekelerini kaybettikleri ve Yaratıcı indinde bir yer edinmek için bu zihinsel çarpıklıktan yardım talep etmekten kendilerini alamadıkları görülür.

Putataparlığın temel unsurları, her şeye muktedir bir İlah, o İlah ile irtibat kurarak birtakım ayrıcalıklar vücuda getirebileceğine inanılan ikincil birtakım ilahlar ve bu sapkınlığı içselleştirmiş insan adı verile yaratıktır.

Her şeye muktedir bir ilah…

O İlah ile irtibat kurduğuna ve birtakım ayrıcalıklar sağlayabileceğine inanılan ikincil birtakım ilahlar…

Ve bu sapkınlığı içselleştirmiş insan denen yaratık…

Akıl açısından hemen reddedilebilecek olan bu acınası sapkınlık, mantık açısından bir kalemde silinip atılamaz; çünkü tarihsel süreç içinde bu sapkınlığa altyapı oluşturabilecek mantıksal mekanizmalar insan zihninin derinliklerinde silinemez izler bırakacak kadar etkili olabilecek süreçler bulabilmiştir.

Kuran’da affedilmeyecek tek günah olarak anılan “şirk koşmak” ve bunun yaptırımları, bu tarihsel süreç içinde insan benliğine yeteri kadan nüfuz etme yeteneğini gösterdiği ve bu sapkınlığın yine insan zihninden bir kalemde silinip atılmasının zorluğu nedeniyle “dikkat çekmeye yönelik” bir uyarı olabilmesi için bu şekilde düzenlenmiştir.

Yaratıcı bilmektedir ki, insan uygarlığı ne kadar tekâmül ederse etsin; genler, kollektif hafıza ve gelenekler yoluyla varlığını sürdürecek olan bu sinsi düşman, hiçbir zaman tam anlamıya safdışı edilemeyecek, insanı tüm çirkinliğiyle “kirletmeye” devam edecektir.

Ve Tanrı yine bilmektedir ki, putlar biçim değiştirecek, hatta somuttan soyuta sıçrayabilecek; “açık şirk”, yerine “örtülü şirk”e bırakarak mevcudiyetini devam ettirecektir. Allah’ın Elçisi’nin “Benim en çok çekindiğim şey gizli şirktir, yani riyadır; ümmetimi mahva sürükleyecek olan şey işte budur!” mealindeki yakınması bu temel tepbite dayanmaktadır.

Bu, acınası, kahrolası, lanet olası bir sapkınlıktır.

Mahzun ruhların çilesi, bu hüzünlendirici gerçek karşısında yapılabilecek hiçbir şeyin olmaması nedeniyle belki bir adım geri çekilerek tüm olan biteni dehşetle izlemek zorunda kalışın verdiği bu katlanılamaz çiledir.

Riya, “göründüğü gibi olmamak ya da olduğu gibi görünmemek”tir; Türkçemiz Arapça kökenli bu namertliği muhteşem bir tanımlamayla “ikiyüzlülük” olarak isimlendirmektedir. (“Riya” namertliğini somutlaştıran Maun Suresi, namaz kılar gibi yapanları teşhir etmektedir ve Surenin ikinci, üçüncü ve yedinci ayetleri bunu yapanların yetimi itip kaktıklarını, yoksulu doyurmayı özendirmediklerini; yardıma, paylaşımcılığa ve iyiliğe engel olduklarını anlatırken; altıncı ayeti, bunların “gösteriş yaptıklarını” açıklamaktadır.)

Uygarlığın bu aşamasında, meselenin, putataparlık/şirk konusunda somuttan soyuta sıçranıldığı bugünleri ilgilendiren yanı “ikiyüzlülüğün/riyanın”, “kamu haklarını ilgilendiren boyutu”nun günümüzde neden olduğu tahribattır.

İlah nitelik değiştirmiş(para, makam, mevki, güç, iktidar…), soyut ikincil ilahlar yeniden şekillenmiş(yetenek, bilgi, akıl, entelektüellik…), “statü kaygısı” sınır seviyesine yükselmiş(basın yayın organları, edebiyat, üniversiteler…); riya yapanlar, riya yapanlarla(insan) şirketleşerek “şirk” kavramını tahayyül sınırlarını zorlayan seviyelere yükseltmişlerdir.

Ve bu kez, tarihi süreç içinde aklın terk edilmesiyle oluşan bu “zavallılık” doğal olarak biçim değiştirmiş; paradoksal bir biçimde aklın da kullanılması sonucunda “ihanet” halini almıştır.

Günümüzde akıl, aklı tahkir için kullanılmaktadır ve ne olduğu hakkında tutarlı bir fikir ileri sürülemeyen ve “zaman” diye isimlendirilen yanıltıcı mekanizmanın şaşırtıcı biçimde şaşmaz adaletinin yanısıra, belki de bu çarpıklığın düzeltilmesi hususunda tek güvenilir mekanizma Tanrısal bir müdahale olarak ortaya çıkmaktadır.

Akıl, kavranılması zor bir paradoksal biçimde, riya girdabında süreklenip dururken aklı öylesine dehşet verici bir biçimde tahkir etmektedir ki, bu yaratığa bu hasleti bağışlayan Yaratıcı muhtemelen yeni bir oluşuma vücut verecek müdahaleler planlamak durumunda kalmaktadır.

Bir zamanlar statü kazanmak için riya batağında kulaç atanlar, kazandıklarını sandıkları statü ile yetinmeyip ilahlık mertebesine transfer olurlarken, bu kez yeni nesil riyakârlar, bir zamanlar statü kazanmak için riya yapanlar nezdinde statü kazanmak için riya yapmaya başlamış, her türlü ahlâki değerler aşınarak, belki de bir daha geri gelmemecesine kaos ummanında yitip gitmiştir.

Artık, cinnetin boyutlarını sergilemesi açısından tek bir örnek bile yeterli hale gelmiştir: Bir profesör(akıl), Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucu Ordusu’nu lağvetmeyi (aklı tahkir) dahi teklif edebilmektedir.

Kimbilir, belki de, Arz’ın insandan tekrar arındırılması kendini dayatmaktadır.

Çünkü, akıl aklı tahkir peşinde bu denli gaddarca saldırılar düzenlerken, saldırganların dışındaki kitleler bu tecavüze ya seyirci kalmaktadır, ya da vahim biçimde destekler görünmektedir bunu… Irak’a Amerikan saldırısının yeni ilahlar ve bu yeni ilahlar nezdinde statü kazanmak için riya yapanlar tarafından kabul görmesi; Mustafa Kemal Türkiyesi’nin bir zamanlar statü kazanmak için riya yapmakta iken şimdilerde ilahlığa sıçrayanlar ve bu yeni ilahlar nezdinde statü kazanmak için riya batağında debelenenler(akıl) tarafından bu denli gaddarca saldırılara uğraması(aklı tahkir); dozu gittikçe artan saldırılardan yorulmak bilmeyen iktisadi liberalizmin(akıl), dünya halklarını bu denli insafsızca yoksullaştırmasına rağmen(aklı tahkir) aynı halklar tarafından adeta sineye çekilmesi artık akılla açıklanabilecek şeyler olmaktan çoktan çıkmıştır.

Bu denli büyük bir çürüme, belki de Arz’ın insandan bir süre için tekrar arındırılması zorunluluğunu beraberinde getirecek; bu müdahale, mahzun ruhlar için belki de bir an için nefeslenme imkânı sağlayacaktır.

Çünkü cinnetin boyutları katlanılabilir olmaktan çoktan çıkmıştır…

18 Ekim 2009 Pazar

Yağmur

“N’oluyor ulan burada?!.”

Kadının kocası olmalıydı. Uzun boyu, iriyarı vücudu, kocaman elleri, çatık kaşları ve her an saldırıya hazır olduğu izlenimini veren öfkeli vücut diliyle bir hayli ürkütücü biriydi. Üzerinde kendisini daha da iri gösteren bol bir eşofman vardı. Karısını merak etmiş olmalıydı.

“N’oluyor be?!. Geceyi bu herifle geçirmeye mi karar verdin kız?!. İki saattir n’oluyor ulan burada?!.”

Çömeldiği yerden öfkeyle doğrulurken içini hınçla çeken genç kadın, “Ne bağırıp duruyorsun be!” diye çıkıştı adama. “Bıktım bu pislikten! Baksana yine bu herif gelmiş, ama söz dinlemeye niyeti yok gibi görünüyor. Bir halt yaptığını sanıyor. Yerlere bak! Ne bu pislik be!?.”

Otuz-otuz beş yaşlardında, güzel sayılabilecek bir kadındı. Dar bir kotun üzerine aynı renk bir bluz giymiş, uzun saçlarını küçük bir tokayla ensesinde toplamıştı. Mimiklerindeki nefret elle tutulurcasına somutlaşmıştı, gecenin karanlığında ne renk olduğu belli olmayan gözlerle yere çömelmiş olan ihtiyara bakıyordu.

Siteye elektrik sağlayan trafonun yanındaki çöp tenekelerinin bulunduğu açık alandaydılar. Her biri kocaman yedi-sekiz konteynerin bulunduğu çöplük alanda sekiz-on kedi oradan oraya koşuşup duruyor, ihtiyarın çöp tenekelerinin bulunduğu taşlık alana özenle serpiştirdiği et parçalarını kapmaya çalışıyorlardı.

Nispeten küçük olan kedilerden birini hafifçe tekmeleyen kadın, “Siz gittikten sonra buranın ne hale geldiği sizi hiç ilgilendirmiyor mu?!.” diye hırladı, çömeldiği yerden zorlukla doğrulmaya çalışan ihtiyara doğru. “Pisliğe bakın!.. Siz gidiyorsunuz, bu lanet hayvanlarla biz kalıyoruz burada!.. Şu pisliğe bakın!.. Geçen gün bu et parçalarından iki tanesini bizim bahçeye bırakmışlardı… Size göre hava hoş tabii, siz uğraşmıyorsunuz!..”

İyice doğrulurken belini ovuşturan ihtiyar, “Bunu bilmiyordum.” diye mırıldandı özür dilercesine önce, ama sonra daha da dikleşerek “Bu tuhaf…” diye devam etti. “Siz… Tamam eşiniz belki de, ama siz bir dişisiniz, daha merhametli olmak zorundasınız. Bu… bu nasıl olabiliyor, anlayamıyorum…”

“Ne biçim konuşuyorsun ulan ihtiyar öyle; dişi mişi!?. Adamı hasta etme babalık, aklından zorun mu var moruk?!.”

Biraz uzaktaki elektrik direğinden yansıyan loş ışıkta iriyarı adama doğru dönen ihtiyar, “Kadınlar evlat…” diye mırıldandı yine düşünceli bir ses tonuyla. “Kadınlar… Genetik yapıları ve doğurganlık yetenekleri nedeniyle daha merhametli olmak durumundalar. Bu… bu onlara doğanın bir hediyesi, bir armağan… Onlar anne oluyorlar, yavru yapıyorlar… Onlar daha merhametli olmak zorundalar…”

“Yok ya!.. Böyle her tarafı pislet, sonra siktir olup git, kalanlarla biz uğraşalım! Merhametmiş!.. Bu pezevenklere yardım edeceğine insanlara yardım etsene göreyim seni! Millet açlıktan kırılıyor görmüyor musun; onlar için bir şey yapmak aklından geçmiyor tabii, işin kolayını bulmuşsun; bu pislik yaratıklara üç-beş parça bir şeyler ver, egonu tatmin et, sonra siktirip git. Bu pislik ne olacak?!.”

İriyarı adamın eliyle işaret ettiği yere bakan ihtiyar, “İyi de, burası zaten çöplük be evlat..” diye mırıldandı yine hüzünlü bir sesle. “Sabah çöpçüler süpürür, yağmur yağar, temizlikçiler temizler; ne bileyim… Burası zaten çöplük…”

“Bunlara vereceğinize insanlara bir şeyler versenize… Millet açlıktan kırılıyor, siz bunlara takmışsınız!”

Kadına dönen ihtiyar, “Bu benim işim değil.” diye itiraz edecek oldu, alttan alır bir sesle. “Hem… Siz… Siz neden bu denli nefret dolusunuz be çocuklar?.. Nedir sizi bu denli acımasızlaştıran? Şurada üç-beş kediye yemek verip gideceğim. Bu sizi neden bu kadar öfkelendiriyor ki?..”

“Ukalalık yapma ulan!” diye tersledi ihtiyarı, iriyarı adam. “Yağmur yağarmış da, temizlermiş de!.. Bu havada mı yağmur yağacak moruk!.. Zaten burnumdan soluyorum, bir de sen canımı sıkma!”

İçine çekerken eliyle gözlerini ovuşturan ihtiyar, “Neden burnundan soluyorsun evlat?” diye sordu. “Sizi bu denli öfkeli yapan şey nedir?”

“Senin krizden mrizden haberin yok galiba babalık!.. Herkes işsiz, herkes perişan, kimsenin kimsenin derdiyle ilgilenecek hali yok; herkes kendini kurtarmanın peşinde! Bu siktiriboktan dünyada hangi merhametten söz ediyorsun?!. Merhametmiş, peh!..”

“Belki de sorun budur.” diye mırıldandı yine ihtiyar. “Birbirinize karşı öylesine nefret dolusunuz ki, bir şeyleri görebilme, bu suni sorunları çözebilme yeteneğinizi de kaybetmişsiniz… Paylaşmazsanız… paylaşmazsanız, sorunların çözüleceğini nasıl umarsınız ki! Off, bilmiyorum çocuklar… Size ne oldu böyle gerçekten bilmiyorum…”

“Tamam babalık, hadi siktir ol git, seni bir daha buralarda görmeyeyim; bak söylemedi deme!.. Giderken biraz da yağmur yağdır istersen de ortalık temizlensin ha, ne dersin?!.”

“İster misin gerçekten?”

Yere hınçla tükürürken içini çeken iriyarı adam, “Neyi ister miyim babalık?!.” diye sordu hınçla. “Neden söz ediyorsun moruk?!.”

“Yağmur… Gerçekten ister misin?”

Pırıl pırıl gökyüzüne doğru bıkkın mimiklerle bakarken ihtiyarı sertçe iten iriyarı adam, “Ulan siktir ol git ihtiyar!” diye bağırdı, karısının kolundan sertçe çekiştirip eve doğru götürürken.

“Bu son moruk!.. Seni bir daha buralarda görürsem canına okurum, söylemedi deme; hadi şimdi siktir ol git buralardan gerizekalı! Bu havada mı yağmur yağacak yani?!. Hadi, şu yağmuru yağdır da paylaştır bizimle ha!..”

Kediler aniden kaçışmaya başladığında iriyarı adam ve karısı hiçbir şey anlayamadılar. Gökyüzünden bir anda sular boşalmaya başlamıştı. İriyarı adam ve karısı eve doğru kaçmaya başladıklarında, gökten bir şelale gibi dökülen azgın suların sadece onları hedef aldığını, her taraf kupkuruyken suların sadece onların üzerine boşaldığını anladıklarında ihtiyar ortalıktan çoktan kaybolmuştu.

Dar sokağın ortalarındaki müstakil evlerine can havliyle sığınıp pencereden korku içinde çöp tenekelerinin bulunduğu alana doğru bakan iriyarı adam ve karısı, elektrik direğinden yansıyan loş ışık altında kedilerin oradan oraya koşuşturduklarını gördüler. Herbirinin ağzında küçük birer et parçası vardı.

Ve yıldızlarla pırıl pırıl aydınlanan gecede, her taraf kupkuruyken kendi bahçelerinin nasıl olup da bir anda sular içinde kaldığını hiçbir zaman anlayamadılar.

Gergin ve sessiz geçen sabah kahvaltısından sonra işe gitmek üzere arabalarına bindiklerinde şoför mahallinin ve arka koltuğun nasıl olup da sırılsıklam olduğunu ve o küçük et parçasının arka koltuğun üzerine nasıl geldiğini de…

14 Ekim 2009 Çarşamba

Geldim Annem

Onu gördüm.

Saf sevgiyi.

Katışıksız, çıkarsız, lekesiz, hesap kitapsız…

Kozmik sevgiyi.

Tanrısal sevgiyi…

Ne binbir hesaplı arka plan içeren riyakâr Ermeni Açılımı vardı orada, ne emperyalizm tarafından dayatılan sözde Demokratik Açılım, ne de katillerin reisine alçakça sunulan Nobel Barış Ödülü…

Saf bir sevgi vardı, katışıksız, lekesiz, hesapsız kitapsız…

İktisadi liberalizmin bencillik abidesi-hüzün abidesi “gizli el”i görünmüyordu ortalıkta, kucağına aldığı çocuğa sahte bir sevgiyle sarılan devlet adamını fotoğraflayan gazeteci ya da dağıtacağı erzak paketlerini görüntületmek için o riyakâr tarafından özellikle davet edilen televizyoncu…

Orman, kendi sakinlerinin çıkardığı seslerin armonisi içinde tedirgince nefes alıp veriyor, gökyüzü bu tılsımlı anın dağılmasını önlemek istercesine her yana özenle kol kanat geriyor, kelebek kanat çırpmayı bırakmış, derin bir farkındalık şuuru içinde “zamanı” izliyordu.

“Geldim annem…” diyordu genç kadın, gözlerinden akan yaşlar çenesinden ormanın bağrına birer birer damlarken…

“Geldim annem…”

Ben bilmiyordum, o devlet adamı, o gazeteci, o televizyoncu, o iktisatçı, Obama’ya Nobel ödülünü layık gören kurum da bilmiyordu bunu; çünkü kısıtlı idrakle malûl zihnimiz, sistem tarafından durmaksızın sefilleştirilen çıkar ve rekabet peşindeki bencil egolarımızın sürekli saldırıları sonucunda daha da malûlleşmiş, merhameti ve paylaşımı dramatik bir hırsla söküp atmıştı fıtratından. Fıtrat katledilmiş, çıkarcı cahil egoların irin kokulu zindanlarında prangalandığı yerde çürümeye terk edilmişti.

“Geldim annem…” diye bildirimde bulunan o genç kadının o kutsal gözyaşları bütünün bir parçasıydı ve “parça, bağrında bütünün tüm bilgisini barındırır” gerçeği doğrultusunda, bütünden süzülen tüm merhameti o ormana sınırsızca sunuyor; kozmik merhametin tüm bereketini yine bütünün bir parçası olan o ormanla paylaşmaktan, bereketi tüm orman sathına usta bir ziraatçı gibi tohumlamaktan geri kalmıyordu.

Saf bir sevgi hakimdi ortama, hesapsız, sınırsız bir merhametle bezenmiş katışıksız, saf bir sevgi…

Yine hiçbirimiz bilmiyorduk ki, bunca çirkinliğe rağmen dünya hâlâ ayakta kalabiliyorsa, bu merhamet tohumlayıcıları tarafından ayakta kalabiliyordu.

“Geldim annem…” diye inliyordu genç kadın; ve bilimin zirvesinde olduğumuz bu çağda her ne kadar inandırıcı gelmese de, bilimsel olmasa da, işte dünya tam da bu iki kelime sayesinde hâlâ ayakta kalabiliyordu.

“Geldim annem…”

Belediye tarafından kendileri için artık kısır sayılabilecek, yeteneklerini yitirdikleri için beslenme imkânı sunmayan Beykoz’daki o ormana atılan yüzlerce köpek, merhamet elçilerinin Levhi Mahfuz’dan ödünç alıp getirdiği yemekleri bir an önce yemenin sevinç ve telaşı içinde kuyruk sallayıp şükranlarını dile getirirken, o ve o bir kenara çekilmişler, on altı milyar yıllık derin hatıralar eşliğinde öylece bakışıyorlardı.

Gördüm.

Buluşmanın o mistik büyüsü içinde onlar beni görmediler, ama ben onları gördüm…

Üzerinde kot pantolon ve mavi bir tişört bulunan genç kadın yere diz çökmüş ağlarken, o büyük köpek kocaman pençelerini kadının omuzlarına koymuş, onun gözyaşlarını öpüyordu.

Öpüşüyorlardı.

On altı milyar yıllık bir hasretle öpüşüyor, kucaklaşıyor, bütünleşiyorlardı.

Irak’ta, Vietnam’da, Kamboçya’da parçalanan çocuklar; Hiroşima ve Nagazaki’de kavrulan yaşlılar; bu inanılmaz bereketli cennet Arz’da “uygar Batı’daki” çiftçilere birtakım kotalar konurken Afrika’da açlıktan ölen kara derili biçareler; Sivas’ta olduğu gibi, dünyanın dört bir tarafında din ve mezhep taassubu nedeniyle diri diri yakılan masumlar; acımasız ekonomik sistemler nedeniyle, aç kalmamak, sefalete düşmemek, namerde muhtaç olmamak için bir ömür boyunca çılgın gibi didinip durmaktan nasıl olağanüstü bir serüven içinde yaşadıklarının farkında bile olamadan yitip gittiklerini artık acı biçimde kavramış olan kırgın garip gureba; din, dil, deri ve benzeri önemsiz farklılıklar nedeniyle birbirlerini nasıl anlamsızca boğazladıklarının artık tam olarak bilincinde olan mahzun ruhlar; paylaşmak dururken, her şeye sahip olmak için bütüne, aslında kendine ait olan parçalara hayasızca zulmettiklerini artık acı bir biçimde kavramış olan pişmanlık dolu benlikler, Maun Suresi damgalı riyakâr biçareler…

Levhi Mahfuz görevlileri de dahil, herkes, hepsi oradaydı ve benimle birlikte o genç kadını ve o genç kadının gözyaşlarını saf bir sevgiyle öpen o kocaman köpeği izliyordu huşu içinde.

“Geldim annem…” diye inliyor, ağlıyor, “beyan ediyordu” genç kadın.

Köpeğin gözlerinin içine merhamete bulanmış saf bir sevgiyle bakarken, “Geldim annem…” diye mırıldanıyordu Kâinat’a

“Geldim annem…”

“Geldim…”

9 Ekim 2009 Cuma

Yani, şey demek istiyorum yani... hani bilmem anlatabildim mi yani?



Uluslararası Para Fonu toplantılarına katılanlara 20 ton kırmızı etin yanısıra birbirinden lezzetli onlarca çeşit yemek, tatlı ve içecek ikram edilmiş; heyet mensupları özellikle imambayıldıya hayran kalmışlar…

Binlerce katılımcıdan söz ediyoruz, öyle üç-beş kişiden değil; Türkiye’nin tanıtımına bakın!..

Emeği geçenleri tebrik etmezsiniz de ne yaparsınız!..


***


İçeride ziyafet sürerken, dışarıda kızlı erkekli vatan hainleri toplanmışlar, ellerinde pankartlar, bu toplantıları protesto ediyorlar.

Çoğu da üniversite öğrencisi olacak, cahiller sürüsü…

Polis üzerlerine saldırıp ağızlarını burunlarını kırınca da başlıyorlar bankaların, küresel sermayenin yerli ortaklarının şirketlerinin camlarını kırmaya… Milli servet heba oluyor.

O anda orada bulunan veya oradan geçmekte olan turistleri de ne kadar korkutuyorlar. “Ay bunlar ne kadar barbar şeyler böyle!” diyor, turistin biri.

O vatan haini gençler, Türkiye’nin tanıtımına nasıl darbe vurduklarının farkında değiller.

***


Dışarıdaki halk öfkeli…

“Başbakan onlara yer gösterdi, gidip orada yapsınlar gösterilerini!” diye hiddetleniyor biri.

Bir diğeri, giyim kuşamından, mimik ve davranışlarından anlaşıldığı kadarıyla, bundan sekiz yıl önce her Cuma çıkışında bu tip protestolarla yeri göğü inletenlerden biri olduğu hemen belli olan bir başkası, “En iyi protesto yeri sandıktır!” diyor, bilge bir edayla. “Bu gençlere ne oldu böyle; bu ne ahlâki zaaftır böyle!..”

Mini etekli, makyajlı, modern görünümlü güzel kız, “Ay çok korktuk vallahi!” diye sitem ediyor; “Bunlar Türkiye’nin tanıtımına ne kadar zarar verdiklerinin farkında değiller mi Allahaşkınıza?!.”


***

O esnada orada olanlardan bazıları daha aktif: Ellerine kalın sopalar almışlar, polisle birlikte protestocu gençleri kovalıyor, yakaladıklarının sırtına basıyorlar sopayı… “Zaten,” diyorlar, “Hayat pahalılığından, yoksulluktan, işsizlikten anamız ağlamış, ekonomik kriz elimizdekini avucumuzdakini silip süpürmüş, hepimiz sersefil olmuşuz, bir de bu hainler, komünistler ortalığa dökülmüşler, bankaların, bilmemne burgerlerin falan camlarını kırıyorlar!.. Bunlara memleketi böldürtmeyeceğiz!.. Komünist pezevenkler, geberteceksin bunları!..”

“Hain ulan bunlar!” diye bağırıyor gençten biri. “Aymefeyi protestoymuş; işleri güçleri yok namussuzların, ona buna çamur atmak için ortalığı savaş alanına çeviriyorlar. Hain ulan bunlar!..”


***

Sokağa bakan banklardan birinde oturup olan biteni hüzünlü gözlerle izlemekte olan yaşlı adam, “Hain ulan bunlar!” diye bağıran gençten adama, “Ekonomik kriz dünya çapında yüzde bir küçülmeye neden olurken, Türkiye’de neden bu oran yüzde altı buçuk ciğerim, biliyor musun?” diye soruyor, kederli bir sesle.

“Ne bileyim babalık!” diye cevap veriyor genç olanı. “Hükümet burada memleketin geleceği için toplantılar yaparken bu namussuzların her şeyi böyle alçakça baltalama çabalarındandır belki, bilmiyorum, ne anlarım ben bu işlerden ya!”

“Peki; demokratik açılım için ne düşünüyorsun?” diye soruyor yaşlı adam aynı buruk ses tonuyla.

“Valla” diye söze giriyor genç olanı, “Açılımı açmak iyi bir şeydir babalık. Açılımın açılmasında, yani şey diyorum, herkese demokrasi falan yani… Yani demek istiyorum ki, açılımın açılımına katkıda bulunmak için, açılımın da açılımının açılması, yani şey demek istiyorum yani, hani bilmem anlatabildim mi yani?!.”

“Nereye, işe mi?” diye soruyor yaşlı olan, ayağa kalkıp yürümeye başlayan gençten olana.

“Ne işi babalık?!.” diye öfkeleniyor gençten olan. “Hangi işten bahsediyorsun, iki yıldır işsizim, perişan durumdayım babalık! Elde yok, avuçta yok; valla utanmasam hırsızlığa başlayacağım!..”

***

Akşam oluyor.

Kongre merkezinden çıkan katılımcılar, şiş karınları ve mütebessim çehreleriyle pahalı arabalarına doğru yürümeye başlıyorlar korumaları eşliğinde…

Hâlâ aynı bankta oturmakta olan yaşlı adam içini çekiyor, elindeki sigara paketinden bir sigara çıkarırken.

Dumanı havaya üflerken ağacın dalındaki kargayla göz göze geliyor.

Karga başını iki yöne doğru sallıyor.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Hakaret

Muhalefeti boşverin, bu işi bitirin!

Bunu söyleyen kişi, ABD Dışileri Bakanı Hillary Clinton.

Türkiye ile Ermenistan arasında 10 Ekim’de imzalanması beklenen protokol öncesinde söylemiş bunu.

Türk Hükümetine söylüyor bunu…

Talimat veriyor!..

Muhalefeti boşverin, bu işi bitirin!


xxx xxx xxx


Küfürbazlar kongresinde artık küfüre son verilmesi tartışılırken söz alan bir delege “Peki, duvara çivi çakarken çekici elimize vurduğumuzda ne yapacağız?” diye sorunca kongre dağılmış.

xxx xxx xxx

Şu anda önümdeki klavyeye elimi uzatamayacak ölçüde rahatsızım; grip, bu eskimiş yaşlı bedeni pençesine almış, acımasızca yumruklayıp duruyor… Nefes alacak halim bile yok.

Ama çekiç tam da parmağıma denk geldi işte!..

xxx xxx xxx

Kimsin ulan sen?!.

Senin ataların daha o boktan ülkeni keşfetmeden binlerce yıl önce biz bu topraklarda hüküm sürmekle kalmıyor, görece yakın zamana kadar üç kıtayı egemenliğimiz altında tutuyorduk şırfıntı!..



xxx xxx xxx


Hastalıktan olsa gerek; sanırım kime babalanmam gerektiğini karıştırmış olmalıyım.

Doğru ya; çekiç aslında benim elimde tabii, onu parmağıma vuran benim!..

Şırfıntının ne kabahati var?!.

xxx xxx xxx

Garip!..

Bir başkası bana hakaret ettiğinde ne yapmam gerektiğini biliyorum.

Ama kendi kendime hakaret ettiğimde ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.

Tüh Allah kahretsin!..

Yazıklar olsun ulan bana!..

Ben bu hallere düşecek adam mıydım be!..

Verin ulan şu çekici bana!..

30 Eylül 2009 Çarşamba

İçimizdeki Kurt ve Kuzu...

Kabahat… Eksiklik… Hata…

Bu ve benzeri nitelemeler “kusur”u tarif ediyor.

Peki; kabahatsız, eksiksiz, hatasız; bir başka deyişle ahlaki açıdan kusursuz insan olur mu?

Olur!..

Bir tane olur; ve onu aynaya bakarken görebilirsiniz sadece…

O halde neden bağırıp çağırıyor, yazıp çiziyor, onu bunu eleştirip duruyoruz; nedir amacımız?..

Kusursuz insanı aramıyoruz biz, böyle bir şeyin olmayacağını biliyoruz; bizim aradığımız, bu kusurlarını en aza indirmiş, kusursuzluğu kendine ilke edinmiş olan insan…

İşte bunun peşindeyiz.

İstisnasız her insanın içinde bir sapık, bir alçak, bir namussuz, bir bencil, bir katil, bir hırsız; kısacası kusurlarla dolu-dopdolu bir “ego” var. Önemli olan, içimizdeki bu “öteki”ni mümkün olduğu kadar dizginleyebilmek.

Zaten aksi olsaydı, yani her şeyiyle kusursuz bir insan olsaydı, bu, o insanın “iyi biri” olduğunu göstermezdi; yaratılışça eksik biri olduğunu, birtakım kusurlar işleme yeteneğine sahip olmadığı için seçeneksiz olarak “iyi biri” olmak zorunda kaldığını gösterirdi ki, buna bir meziyet demek de doğru olmazdı tabii.

Örneğin, birtakım ilahiyatçılar meleklerin “günah işleme yeteneğinden yoksun” yaratıldıklarını, bu nedenle tamamen kusursuz olduklarını iddia ederler ki, bu, melekleri “ruhsuz bir robot” konumuna indirmekten başka bir şey değildir ve esasen bu, meleklere övgü olmaktan çok, onları yermek için kullanılması gereken bir nitelikten başka bir şey değildir. (Kaldı ki, melekler böyle olmasa gerektir; çünkü insanın yaradılışı esnasında Tanrı’ya sitem etmekten kendilerini alamamışlardır.)

Konumuza dönecek olursak; “insan”dan beklentilerimiz ne olmalıdır?..




Hani o kızılderili bilgenin söylediği gibi; insanın içinde hem kurt vardır, hem kuzu; hangisinin kazanacağı, sizin hangisini beslediğinize bağlıdır.




(FOTOĞRAF: http://www.alivenotdead.com 'dan alınmıştır )


Yeri gelmişken bu “kurt” ve “kuzu”dan ne anladığımızı söylemeliyiz:

Bu çalışmamızda, kurt, insanın “ego”sunu; kuzu ise “vicdan”ını simgelemektedir; yoksa tüm yaşamını -elinden geldiğince- zalime karşı mücadeleye adamış olan bu satırların yazarı fakirin insanlara şu bildiğimiz kuzu olmayı öğütleyebileceği kadar anlamsız bir şey olamaz tabii…

Zor bir meseledir bu, bir hayli zor bir mesele. Düşünürler bunu tarih boyunca tartışırken, dinler de “öteki taraf”a ilişkin birtakım hatırlatmalar yaparak sorunu çözmeye çalışmıştır. Adam Smith kurtu tamamen serbest bırakmayı önerirken, Marx, kuzuların birleşip kurta karşı savaşmasını disipline etmeye çalışmıştır. Hiristiyanlık “itiraf” meselesi üzerinde dururken, İslam “fıtrat” hatırlatmasıyla insanı motive etmeye çalışmıştır. (“İtiraf” günah çıkarma ve o günahı bir daha işlememe üzerinde dururken; “fıtrat” yaratılış itibariyle insanın Tanrı’dan bir “nüve” taşıdığı ve o nüveye layık olmak için mücadele etmesi gerektiği ilkesini hatırlatır.)

Zor bir meseledir bu…

İçimizdeki kurt ile kuzu her an amansız bir mücadele içinde didişip durmaktadırlar ve “sistem tarafından özellikle üretilmiş birtakım etmenler” ile sürekli aldatılıyor olmanın farkına varışın yüklediği içgüdüsel birtakım hoşnutsuzlar bu mücadelede insanı kurta doğru itelemekte hiç tereddüt etmemektedir.

Yine de, birtakım psikolojik rahatsızlıklar hariç, insan aslında kusurlarıyla başa çıkabilecek yaratılıştadır. Örneğin, psikolojik birtakım dürtülerle cinayetler işleyen bir seri katil, aslında klasik anlamda “suçlu” bile değildir; çünkü o cinayetleri işlerken suç işlediği kanaatinde değildir, hatta tam tersine, o bir “görevli”dir ve görevi doğrultusunda didinip durmaktadır. Ama sözgelimi, birisinin parasını çalmak veya mirasına konmak için cinayet işleyen biri sınırsız derecede suçludur; çünkü içindeki kurt-kuzu çelişkisinde kurtu beslemekten yana tavır koymaktadır. (Yasalarımızdaki “tahrik indirimi” bu ilkeye bina edilmektedir; çünkü “kıskançlık”, “töre” veya benzeri faktörler kurtun dizginlenmesine mani olan psikolojik faktörlerdir; bu faktörler nedeniyle suçlu “indirim” hakkından yararlandırılmaktadır.)

Aslında sorun toplumsal yaşama içgüdümüzden kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Kusurların tamamına yakını “sürü halinde yaşamak zorunda oluşumuz”dan kaynaklanmaktadır; ama ne yaparsınız ki, insan bu şekilde yaratılmıştır ve bu değiştirilemez gerçeği kabul etmek zorundadır. (Sürü halinde değil de tek tek yaşasaydık, özellikle “mülkiyet” kavramı bu denli genişleyip bir karabasan halini almayacaktı ve bu “malik olma” dürtüsünden kaynaklanan sorunlarla boğuşmak zorunda kalmayacaktık. İnsani zaaflardan kaynaklanan “töre cinayetleri” olmayacaktı mesela. Kapitalistler “çocuk işçi” gibi acaip bir günahla yüz yüze kalmayacaklardı. İktidardakiler milletin malını özelleştirme masalı altında ona buna peşkeş çekip kendileri de nasiplenemeyecekti. Bush Irak’ı işgal etmeyecek, Obama “namuslu adam” ayaklarıyla dünyayı kandırıp durmayacaktı… Birtakım gazeteciler Amerikan ve Avrupa Birliği fonlarıyla kendilerinden geçip vatanlarına ihanet etmeyeceklerdi… gibi.)

Peki, mademki “sürü halinde” yaşamak üzere yaratılmışız, mademki birtakım sorunları önlemek mümkün değil, mademki kurtu besleyen faktörler bu denli yoğun, o halde ne yapmalıyız?

Temel mesele bu işte!

Ne yapmalıyız?..

Rejimi değiştirip, insanları sadece geçinebilecekleri kadar bir servete sahip olmaya zorlayabiliriz; ama bu hem çok uzun bir süreçle ilgili bir meseledir, hem de bu bilinç düzeyinde henüz böyle bir organizasyon mümkün değildir. (Bildiğiniz gibi, bazı yerlerde denendi, ama başarılı olunamadı; çünkü insanoğlunun zihinsel altyapısı -yoksa “üstyapısı” mı- buna hazır değildi. Trajikomik olarak, adalet, bizzat adaletsizliğe uğrayanlar tarafından reddediliyordu; çünkü birtakım kurtlar alabildiğine zalim oldukları gibi, alabildiğine de kurnazdılar ve kurt-kuzu çelişkisindeki diğer insanları bu kurnazlıkarıyla kendi saflarına çekebiliyorlardı.)

Kadere sığınabilir, başımıza gelen her şeyden Tanrı’yı sorumlu tutarak teselli bulabiliriz; ama bu da pek mümkün gibi görünmüyor, en azından belirli bir bilinç düzeyindekiler için mümkün görünmüyor; çünkü sağlıklı bir zihin, bunun hiç de böyle olmadığını fısıldayıp duruyor insanın kulağına… Tanrı, Amerika’nın Irak’ı işgal edip milyonlarca kişiyi öldürmesini neden tasarlamış olsun ki! Vietnam’da çoluk çocuk yüz binlerce insanın napalm bombalarıyla kavrulmasını nasıl bir Tanrı planlayabilir ki; böyle Tanrılık mı olur?!. Hangi Tanrı, “Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz!” diye kin kusabilecek kadar gaddar kullar yaratır ki?!.

Yasalardaki cezaları çok ağırlaştırıp suç işlenmesini en aza indirmeye çalışabiliriz. Örneğin, Çin, rüşvet alanları idam ediyor; Taliban, zina yapan kadını taşlayarak öldürüyor; Amerika’nın bazı eyaletlerinde taammüden cinayet işleyenler idam ediliyor… Ama bu durumda bu “yetkiyi” kimin, ne ölçüde ve nasıl kullanacağı sorunu ortaya çıkıyor. Örneğin rüşvet için ölüm cezası çok ağır, zina yapan kadını taşlamak adice bir şey, taammüden cinayet ise genellikle “yoksulların ve zencilerin üzerine yıkılan” bir suç; özellikle ABD’de iyi bir avukatın mucizeler(!) yarattığı hiç de sır olan bir şey değil… (Hele, Amerika denen zalim işin içindeyse… Kennedy’yi kimin öldürdüğü hâlâ bir sır mesela; ikiz kulelere saldırı ise başlı başına bir “kirli organizasyon”…)

Yine başa döndük; o halde ne yapmalıyız?..

Belki de yapmamız gereken şey, bu meselenin uzun bir süreci kapsadığı bilinci içinde, kendi evimizin önünü süpürmeye devam etmek. Tabii, kendi evinin önünü süpürmenin de belirli bir bilinç düzeyini gerektirdiğini, bu süreç içinde insanın kendisini yalnız, aldatılmış ve kullanılmış olduğunu hissetmesinin de kaçınılmaz olduğunu bilerek…

Kuzu kendi evinin önünü süpürmeye devam ederken, kurt hiç durmaksızın ona buna saldırıp duracak, hakları gaspedecek, zulüm yapacak, olmadık çirkinlikleri sergilemeye devam edecek…

Ve tüm bunlar yetmiyormuş gibi, bir de “kibir” içinde ortalıkta dolaşmaya devam edecek!.. (İnsanoğluna takdim edilen ilk günah kibirdir; insanın yaratılış sürecinde İblis tarafından işlenmiştir. Bu maraz, istisnasız tüm dinlerde büyük bir günah ve çok büyük bir çirkinliktir. Kibir içinde ona buna tepeden bakan dümbelekler bu hatırlatmaya da kibir içinde yaklaşacaklardır; ama bu konuda seçeneksizdirler çünkü bu onların doğası gereği böyledir!)

Katlanılması zor bir durum!..

Tabii, durumu daha da katlanılamaz boyutlara çıkaran şey, aslında kuzu gibi görünen şeyin gerçekten kuzu olup olmadığı meselesi olacaktır. Bu kuzu kimi zaman politikacı olarak karşınıza çıkacak, kardeşlikten, dostluktan, barıştan, adaletten, hak ve hukuktan söz edecektir; kimi zaman yazar olarak karşınıza çıkacak, gerçekten samimi görünmeye çalışarak kitleleri kandırmaya çalışacaktır -bunlardan bazıları “Türkler Ermenileri kestiler” gibi şeyleri ağızlarından “özellikle” kaçıracaklardır-; kimi gazeteci olarak karşınıza çıkacak ve temelde çok mantıklı görünen “Türklerle Kürtler aynı masaya oturup yemek yeseler fena mı olur” şeklinde yazılar yazacaktır; kimi de çıkıp, “Bu savaş artık bitsin!” gibi çok mantıklı şeyler söyleyecektir ve eklemeyi de ihmal etmeyecektir, “Artık analar ağlamasın, çocuklarımız ölmesin!” diye…

Ve kuzu ızdırap çekmeye devam edecektir; çünkü bu gibi sözleri edenin aslında kuzu değil de kurt olduğunu bal gibi de anlayacaktır anlamasına ama, diğer kuzuların bunu anlamaması karşısında yapacak bir şeyi olmamasının kahrını çekmeye başlayacaktır bu kez de…

Meselenin en dramatik boyutu, kuzuların, kuzu gibi görünen bu kurtları tanıyabilme yeteneğinden yoksun oluşlarıdır. Örneğin, bu kuzular, kuzu gibi görünen kurtlara, “Türkler Ermenileri ne zaman kestiler kardeşim; bir tehcir uygulandı kuşkusuz, ama o günün koşullarında bu kaçınılmazdı ve hiç de sizin söylediğiniz gibi bir katliam değil, karşılıklı öldürmeler söz konusuydu!” diye diklenmeyi; “Türklerle Kürtler zaten yüzlerce yıldır aynı masada yemek yiyor ulan puşt!” diye babalanmayı; “Hangi savaştan söz ediyorsun ulan kalleş; savaş iki nizami ordu arasında olur, buradaki düpedüz bir terör sorunudur!” diye karşı çıkmayı; “Haktan-hukuktan, kardeşlikten, adaletten söz ediyorsun, ama kitleler açlıkla, sefaletle, borç harçla, işsizlikle, zilletle boğuşurken, bu yoksul ve itilmiş-ezilmiş kesim için herhangi bir şey yapmak aklının ucundan bile geçmiyor; tek derdin zenginleşmek, daha da zenginleşmek, her şeye sahip olmak kardeşim!” diye hesap sormayı akıllarından bile geçirmeyeceklerdir; çünkü ismi üstünde bunlar “kuzu”durlar.

Kuzu olmak belki kolaydır da, “kuzu olmayı seçmek” zordur herhalde; çünkü kuzu nasıl iğrenç bir şekilde kandırıldığının farkına varamazken, “kuzu olmayı seçen” aslında her şeyi fark ediyor olmanın ruhunda yarattığı tiksindirci reddiye ile de uğraşmak zorunda kalmaktadır. Bu tiksindirici reddiye, aslında kendi içinde bir kurt potansiyeli taşımasına rağmen kuzu olmayı özellikle seçmiş olan bu ruh için bir başka imtihan sahası olmaktadır. Bu dayanılmaz aldatılmışlık hissi içinde, kuzuluktan kurtluğa geçip geçmeme konusunda dönem dönem tüm ruhunu bir karabasan gibi sarıp duran bu duyguya karşı verilen mücadele aslında pek de kolay olmamakta; ama kuzu, bu mücadeleden de kuzu olarak çıkmayı seçmekte, çünkü ne kadar çelişkide kalırsa kalsın, ahlâki birtakım nedenlerle son tahlilde kuzu olarak kalmayı sürdüreceğini ta başından bilmektedir.

Bu bir ahlâk meselesidir…

Esasında, meseleyi içinden çıkılması neredeyse imkânsız hale getiren de bu “farkındalık” olsa gerektir: Evet, kurt her zaman kurt olmaya devam edecektir, çünkü yaşamın diyalektiği içinde onun görevi budur; ama kuzu, bu “sahte kuzu/kurt” gerçeğini görmemekte-görememekte öylesine ısrarcı davranmaktadır ki, “kuzu olmayı seçen” işte bu farkındalık nedeniyle dönem dönem pes edecek noktaya gelmektedir.

Ama pes etmemekte, edememektedir; çünkü o kuzu olmayı özellikle seçmiştir ve ahlâki olarak bir başka tercih karşısında seçeneksizdir. Seçeneksizdir; çünkü yaşam denen bu fenomendeki itici gücü bizatihi ahlâkın ta kendisidir. (Evet; ahlâk tabiiki göreceli bir kavramdır, ama bu onun bir erdem olduğu gerçeğini; bir insanın sırf “insan olduğu için ahlâklı olmak zorunda olduğu” gerçeğini değiştirmez.)

O halde, kendi evinin önünü süpürmekte olan kuzuyu bir başka görev daha beklemektedir ki, bu görev de en az kuzu olmayı özellikle seçmek kadar kutsal bir görevdir: kuzu, kendi evinin önünü temizlerken, bir taraftan kurtlarla mücadele etmeye devam edecektir -ki bu görece kolay bir şeydir-, bir taraftan da kuzuyu kurta karşı-kuzu görünümündeki kurta karşı mücadeleye örgütleyecektir.

İşte zor olan budur!

Ama kaçınılmaz olan da budur!..

Namuslu biri bir taraftan namuslu kalmaya devam ederken, bir taraftan da namussuzlara karşı mücadele edecek ve bu arada namussuzu görmemekte ısrar eden diğer namusluları bu konuda eğitmeye/örgütlemeye çalışacaktır.

Zordur tabii…

Çok zordur…

Ama ne yaparsınız ki, başarı için bir o kadar da kaçınılmazdır.

Doğası gereği çok uzun bir süreci kapsayan bu sorunun bir başka çözümü yoktur…

Kuzu, bu kutsal görev esnasında kapasitesi ölçüsünde ve içgüdüleri istikametinde kuzuluğunu sürdürecektir: Kimi parti kurarken, kimi yazı yazacak, kimi basit bir nefer olmayı sürdürürken, kimi de lider olarak ortaya atılacaktır.

Kimi Beykoz ormanlarındaki terk edilmiş köpeklere yemek götürecek, kimi Anadolu’nun ücra bir kasabasında zor şartlar altında öğretmenlik yapmayı seçecek, kimi sahip olduğu her türlü imkânı elinin tersiyle iterek bir hekim olarak kendini cüzamlı hastalara adayacak, kimi eline silahı alarak mazlum milletlerin emperyalizme karşı verdiği mücadelede saf tutmak için diyar diyar gezecek, kimi de ömrünü hapishanelerde geçirmek pahasına kurtlarla var gücüyle mücadele edebilmek için kendi yöntemini geliştirecektir. Tüm bunları yaparken salt fedakârlığın yetmeyeceğini, eğitimin ve örgütlemenin de elzem olduğunu hiç unutmayacaktır.

Hedef, tüm bu uğraş esnasında kuzu olarak kalmayı sürdürebilmek olacaktır; çünkü kurt zalim olduğu kadar da kurnaz olmayı -içimizdeki kurdu pohpohlayarak, özendirerek, cazip imkânlarla kendi safına çekip kullanmayı deneyerek- sürdürmeye devam edecektir.

Evet, hedef, tüm bu uğraş esnasında, “kuzuluğu özellikle seçmiş olmayı” sürdürebilmek; ne kadar zor da olsa, içimizdeki kuzuyu beslemeye kararlılıkla devam etmeyi tercih etmek olacaktır…

Ki en zoru da bu olsa gerektir…

Kurt olmanın her türlü cazibesine rağmen içindeki kuzuyu beslemeyi seçmiş olanlara selam olsun…

25 Eylül 2009 Cuma

Sahip olduğum Değerler

Yeni bir yasa çıktı… Sonra süresi uzatıldı, falan…

1.6.2009 tarihi itibariyle sahip olduğunuz değerleri Maliye Bakanlığı’na beyan ediyorsunuz, bunun üzerinden yurt dışındaki değerler için %2, yurt içindeki değerler için %5 vergi ödüyorsunuz ve söz konusu değerleri kayıt altına alıyorsunuz, falan. (Konu uzun ve karmaşık, ayrıntılarının bugünkü çalışmamızla direkt ilgisi yok, bu nedenle onları geçiyorum.)

Ben de oturdum, 1.6.2009 itibariyle hangi değerlere sahibim, diye düşündüm; amacım bunları beyan etmek ve kayıt altına alınmasını sağlamaktı.

Ve ortaya çarpıcı bir tablo çıktı…

“Sahip olduğum değerler” hususundaki araştırmam, bir taraftan, zaten bir süredir tüm benliğimi pençesine alan o mistik hüznü daha da derinleştirirken, diğer taraftan da bu konudaki kararlılığımın daha da pekişmesini sağladı.

Ne var ki, sahip olduğum değerleri beyan edip kayıt altına alarak, gerek sonraki kuşaklara, gerekse Levhi Mahfuz’a emanet etmek için girdiğim gayrette, bırakın ayrıntıları, anabaşlıklarda bile böylesine derin bir çürümüşlükle karşılaşmak bir hayli de acı verici oldu.

Gururla ve şerefle sunduğum beyannamemdir:

Sahip olduğum değerler şunlardır:

İslam:

Bizi yaratan Güç merhametliydi, çok merhametliydi. Bizden de böyle olmamızı istiyor, bu nedenle, son peygamberine indirdiği Kitabına “Hep Merhametli, Çok Merhametli Allah’ın Adıyla” diye başlayarak bunu tüm bilincimize adeta bir nakış gibi işliyordu. Merhameti önşart olarak kayıtladıktan sonra birtakım değerlerin de altını kalınca çizmekten geri kalmıyordu tabii…

Canlılara merhametli davranacaktık, fakire fukaraya yardım edecektik, çevreye zarar vermemek için çok özenli olacaktık, kimsenin hakkını yememek için elimizden geldiği kadar dikkatli olacaktık, Kuran diyalektiği içinde zalim-mazlum çatışmasında mazlumun yanında yer almakla kalmayıp zalime karşı amansız bir savaş yürütecektik, küfre batmamak yani “gerçeğin üzerini örtmemek” için gayret gösterecektik vs…

Çok önemli bir husus olarak da, Yaratıcıyla insan arasına başka hiçbir gücün girmemesi için elimizden geldiği kadar gayret edecek, putların tümünü kırıp bir tarafa fırlatacaktık. “Efendi” tek olacaktı, bir tek!..

Her biri birer put olan para, mal mülk, itibar, makam mevki, kısacası “ego”, bu “Tek Efendi”ye ortak koşulmayacak; “şirk belası” tüm benliğimizden irinli bir çıban gibi sökülüp atılacaktı.

İnsan insanı sömürmeyecek, ezmeyecek, aldatmayacak, onuruyla oynamayacaktı; insanla birlikte diğer canlılar sırf Yaratan’dan ötürü sevilecek ve onlara sırf bu nedenle saygı gösterilecekti; tüm yaratıklar dünya nimetlerinden yararlandırılacak, insan “kendisine ve bakmakla yükümlü olduklarına yeterli olanından artanını” dağıtacak, özellikle insanların bu nimetlerden “eşit” bir biçimde yararlanma ilkesi kutsal bir değer olarak sahiplenilecekti.

Bunlar, Kuran’dan karine yoluyla çıkarılan birtakım saptamalar değildi; muhkem ayetlerle, açıkça, hiçbir tereddüte yer bırakmayacak bir biçimde disiplin altına alınmış hükümlerdi ve biz bu hükümleri uygulamayı en büyük ibadet olarak görecektik…

Ama heyhat!..

Bu “değerim”, bugün için geçer akçe değil artık!..

Yoksulluk, açlık, sefalet, zillet -özelikle zillet-, şirk…

Oruç Babalar, Telli Babalar, Hz.Yüşalar, makam ve mevkiler, mallar mülkler, itibarlar, tarikat şeyhleri, Kuran orta yerde bir abide gibi dururken tamamına yakınının sahte olduğu gün gibi aşikar olan 1.000.000 hadisle uygulanmaya çalışılan hurafeler, bitadlar, cahillikler, insafsızlıklar…

“Garip gureba” söyleminden, “bir lokma, bir hırka” espirisinden, “Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz inşallah”a ve oradan da 600.000.000 dolarlık şahsi yatırımlara uzanan sapkınlıklar… Allah’ın nimetlerinin belirli ellerde toplanıp bir zulüm aracı haline gelmesine imkân tanıyan yasal düzenlemeler, sahtecilikler, ihaleler, zillet dolu kirli operasyonlar…

Sosyalizm:

“Herkesten yeteneği ölçüsünde alacak, herkese ihtiyacı ölçüsünde verecek” bir sistem kuracaktık. Kimse kimseyi sömürmeyecekti, açlık ve sefalet ortadan kalkacaktı, işsizlik gibi alçaltıcı bir sorunla karşılaşılmayacaktı, eğitim ve sağlık gibi temel gereksinimler bedava olacaktı, toprak ağalarının toprakları köylülere dağıtılacaktı, Devlet ve Kamu İktisadi teşekkülleri -çok doğal olarak- zarar etmeyi de göze alarak her yere, her kesime hizmet götürecek, ucuza ürettiği mal ve hizmetleri halkına yine ucuza satacaktı…

Hasta olan birine “paran var mı?!.” gibi alçakça/kalleşçe bir soruyla yaklaşılmayacak, “Ağrın var mı kardeş?” diye sorulacaktı, gözlerinin içine derin bir merhametle bakılırken…

Tüm insanlar eşit olacak, yetenek ve liyakat sosyal statüde belirleyici olurken, bu hasletlere bir üstünlük ve imtiyaz hakkı tanınmayacaktı. Kimse onun bunun kulu kölesi olmayacak, memleketin servetleri herkese ait olacaktı.

Ama heyhat!..

Bu "değerim" bugün için geçer akçe değil artık!..

Kalleş mi kalleş, hain mi hain, acımasız mı acımasız iktisadi liberalizm zihnimizin ırzına öylesine geçti ki, sosyalistler çok uzun zamandır bu gibi ilkeleri düşünecek lükse bile sahip değiller artık. Pratik dayatmalar karşısında her şey gibi sosyalistler de çürümekten, yozlaşmaktan, ufalanıp gitmekten kurtulamadılar. Şimdi tek yaptıkları şey birbirlerini yemekten ibaret… Bu onların suçu değil tabii; öylesine alçakça hücumlara maruz kaldılar ki, zihni liberalizm tarafından iğfal edilen cahil kitleler karşısında öylesine hüzünlü travmalar yaşadılar ki, şu anda içine hapsoldukları zihinsel gettolarının dar kalıpları içinde, ne yaptıklarını bilmez bir durumda eski dostlarına saldırmayı sosyalizm sanır oldular. Birçoğu döndü; bu dönenlerin tamamına yakını birtakım gazetelerde köşe yazıları yazarak “eski cinnnet günleri”ni hayasızca karalamakla ve iktisadi liberalizme övgüler düzmekle “yollarını buluyorlar”…

Bir gece, üçü, sabaha kadar tartışmışlardı: Mahir Çayan dağa çıkmayı savunuyor, Doğu Perinçek ve Cengiz Çandar onu bundan vazgeçirmek istiyorlardı; şehirlerde kalmayı, halkın içinde örgütlenmeyi savunuyor, sosyalizmin bunu gerektirdiğine onu ikna etmeye çalışıyorlardı. Mahir Çayan öldürüldü, Doğu Perinçek yaşamının çoğunu hapislerde geçirdi -hâlâ hapiste tabii-, diğeri ise sığındığı liberalizmin cazip(!) koynunda metalaşıp gitti…

Artık “herkesten yeteneği ölçüsünde, herkese ihtiyacı kadar” ilkesi, “gücü gücü yetene”ye dönüştü; sosyal demokratlardan zaten beklenemezdi tabii de, sosyalistler de artık bu dönüşüme isyan etmeyi düşünmekten uzaklar; emperyalizmin ve Tanrı’nın düzenine karşı olan iktisadi liberalizmin ekmeğine yağ sürmekten başka hiçbir işe yaramadığı ortada olan “kavga/didişme/laf ebeliği” onlara daha cazip geliyor artık…


Vatan Sevgisi:

Bir zamanlar sağcısı solcusuyla bir namus meselesi yaptığımız bu kavram bizi ayakta tutan ve dirençli kılan en önemli kutsalımızdı. Ülkücüler ve komünistler bu namus meselesi yüzünden birbirimizi öldürüyorduk; kavga biçimimiz doğruydu yanlıştı, bu başka bir şey, ama “Vatan” dendiğinde akan sular durur, ruhumuzun tüm asilliğiyle canımızı ortaya koymaktan kendimizi alamazdık. O günün koşulları içinde Amerikan 6. Filosunun uğursuz askerlerinin Dolmabahçe’de püskürtülmesi ve karaya çıkarılmaması bizim için bir hayat memat meselesiydi. O tarihlerde, “bu cinnet günlerini” şimdi hayasızca yazıp çizenler de aramızdaydı; tüm Türk gençliği tek yürek halinde bir namus abidesi gibi aynı anda nefes alıp veriyor, Vatan’ın kutsal topraklarını bu uğursuz güruhun çizmeleri altında ezdirmeyeceğimize yeminler ediyorduk.

Ama heyhat!..

Bu "değerim", bugün için geçer akçe değil artık!..

Şimdi şaka gibi geliyor, değil mi?!.

Abdullah Öcalan’ın “halklar” söylemi içinde milliyetçi bir çizgiye kaymaya başladığı günlerde, ona en şiddetle karşı çıkan ve Vatan’ın tek ve bir olduğunu haykıran kişi yine Doğu Perinçek idi. Şimdi ikisi de hapiste, ama birine Ergenekoncu yaftalaması altında vatan haini muamelesi yapılırken, diğerine neredeyse bir kahraman gibi davranılıyor.

“Söz konusu olan Vatan savunmasıysa, gerisi teferruattır!” ilkesi, iktisadi liberalizme tesim olanlarla ayrılıkçıların kurduğu anonim şirketin deposunda, daha kendini amorti bile etmeden çoktan hurdaya ayrıldı artık.

Artık hiç utanmadan “ulus-devlet”in modasının geçtiği yazılıp çiziliyor; bırakın bu kutsal değere sahip çıkmayı, gençler “Vatan sevgisi” denen kavramla tanışamıyorlar bile artık…

“Her karışı şehit kanlarıyla sulanmış Vatan toprakları” sözü artık açıkça alayla karşılanıyor, hor görülüyor, onların tabiriyle “arkaik” bir düşünce olarak addediliyor.

Ay yıldızlı şanlı bayrak zor bela dalgalanıyor gönderinde…


Mustafa Kemal:

Bir zamanlar sahip olduğumuz değerlerin başında bu ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk geliyordu; bizi “tebaa” olmaktan çıkarmış, bir “millet” haline getirmişti; artık padişahın kulları değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin özgür vatandaşlarıydık.

Dünya tarihinde emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını başlatan ve her türlü imkânsızlıklara rağmen bu olağanüstü maceraden alnının akıyla çıkan bu Kahraman, bizim en önemli direnç ve gurur kaynağımızdı. Bu, Türk’ün ikinci Ergenekonu’ydu; tarih sahnesine yine şerefimizle çıkıyor, kendi topraklarımızda kendimizin efendisi oluyorduk.

Zimbabve’de (eski Rodezya) bile devrimin ilk gününde, devrimci hükümet tarafından yapılan açıklamada, emperyalizme karşı verilen bu şanlı macadelede Mustafa Kemal’in örnek alındığı söyleniyor, bu mazlum milletlerin tekrar onur kazanmasında bizim Kahramanımızın örnek alınması göğsümüzü kabartıyor, gözlerimizi yaşartıyordu.

Artık biz onurlu bir millettik, kahraman bir millettik; Sevr’i o alçaklara ve yerli işbirlikçilerine yedirmiş, Lozan’ı alınlarına paslanmaz çivilerle çakmıştık.

Ve bunu bu Kahraman sayesinde başarabilmiştik.

“Mavi gözlü bu Dev” tarihi bir kişilikten ziyade, “zihinsel motivasyonumuzun bitip tükenmek bilmeyen enerjisi”ydi; bu enerjiyle yatıyor bu enerjiyle kalkıyorduk ve pek tabii karşımıza çıkan her türlü zorluğu yine bu “Kutsal Enerji” ile alt edebiliyorduk.

O kadar ki, 1930’lu yıllarda, Hollanda’ya yerli üretimimiz olan uçak satabilecek düzeye bile gelmiş, Devlet gözetiminde yurdu bir baştan bir başa imar etmeye girişmiş, Kamu İktisadi Teşekkülleri vasıtasıyla neredeyse her türlü ihtiyacımı kendimiz karşılayabilecek konuma gelmiştik.

Benzer tüm atılımlarımızda hep bu “bitip tükenmek bilmeyen enerji” hazinemizden yararlanıyor, Türk Milleti’nin neler başarabileceğini bu “kutsal imaj” sayesinde tüm dünyaya gösterebiliyorduk.

“Mavi gözlü Dev” sıradan bir betimleme değil, her türlü enerjimizi ondan aldığımız “zihinsel bir çimento” idi bizim için; bizi birbirimize bağlıyor, emperyalizmin karşısına bir “beton” gibi dikilmemize imkân sağlıyordu.

Ama heyhat!..

Bu "değerim", bugün için geçer akçe değil artık!..

Mavi gözlü Dev…

Artık bir şaka gibi geliyor, değil mi?..

“Dinci”ler bir kenara çekilip avuçlarını ovuşturuyorlar, artık onların mücadele etmesine gerek kalmadı; iktisadi liberalizmi savunan bahtsızlar, ulus-devlete kin kusmakta hiçbir beis görmeyen alçaklar ve kudurganlığından hiçbir şey kaybetmemiş olan kahpe emperyalizm onların bu kavgasını daha sıkı sahiplendi artık.

“İndirin şu adamın resimlerini Kamu dairelerinden!” diye bile küstahlaşabiliyorlar; ve hiçbir güçlü sesle karşılaşmamanın cesaretlendirmesiyle azgın bir köpek gibi saldırmakta bir an bile duraksamıyorlar artık!..

“Ne mutlu Türk’üm diyene!” vecizesinin ders kitaplarından çıkarılmasının zamanı geldi; bu kutsal topraklarda yaşayan insanlar “Türk’üm” demeye utanır hale getirildiler artık…

Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri “intikam böğürtülerinin” tepkisiz kalmasının zafer sarhoşluğu içinde, ağızlarından irinli salyalar akıtarak saldırganlaştıkça saldırganlaşabiliyorlar artık…

“Çimento” çözülüyor; “beton” dağılmak üzere…

Kaderin garip cilvesine bakın; tarihin adeta bir muhasebeci titiziğiyle yaptığı muazzam saptama ne kadar ilginç:

İslam…

Sosyalizm…

Vatan sevgisi…

Mustafa Kemal…

Ve tüm bu kutsal değerlerimize hayasızca saldıranlar:

Dinciler, kendilerini “liberaller” diye isimlendiren kimi faşistler -“kimi”; çünkü liberallerin içinde kısmen de olsa birtakım istisnalar hâlâ var- ve emperyalizm…

Yani; Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, yine “emperyalizm ve yerli işbirlikçileri”…

Ama unuttukları bir şey var!..

Tüm koşullar ne kadar umutsuzca görünüyor olursa olsun, tüm bu değerlere sahip çıkanlar adına ben beyannamemi veriyor ve sahip olduğum bu değerleri tarihe ve Levhi Mahfuz’a zimmetlemeyi büyük ve kutsal bir onur addediyorum.

İşte, içimi hınçla karışık mistik bir gururla çekerken beyan etmekten onur duyduğum değerlerim:

İslam.

Sosyalizm.

Vatan Sevgisi.

Mustafa Kemal.

Bu beyannameyi almak için kendini yetkili addedenleri -emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerini kastediyorum- uyarmadan geçmek gibi bir niyetim de yok tabii:

Bunların üzerinden vergi hesaplamaya kalkışmayın boşuna; çünkü hiçbir hesap makinesi bu hesabı yapabilecek kapasitede olmadığı gibi, yeryüzünde hiçbir emperyalist de böyle bir cüreti gösterebilecek yürekte -ve yetenekte- değil.

Daha önce yapmıştınız ve ağzınızın payını almıştınız; bu şerefli Millet daha ölmedi; bu kez alacağınız da bundan farklı olmayacaktır.

Bu da böyle biline!..


Not: Bu çalışma, hayatlarının tek namuslu dönemlerini “cinnet yıllarım” diye nitelemekten kendini alamayan “onursuz mahlûklara”, Allah’ın mükemmel dinini şahsi menfaatleri için kullanmaktan çekinmeyen dinsizlere ve ülkemiz üzerindeki emelleri hiçbir zaman kaybolmamış olan kahpe mi kahpe emperyalistlerle onların yerli işbirlikçilerine ithaf olunur.

İslam, sosyalizm, Vatan sevgisi ve Mustafa Kemal bağlılarına selam olsun.

Ne mutlu onlara…

Onlar Allah’a emanet olsunlar inşallah…