11 Mayıs 2010 Salı

Levhi Mahfuz'un Sarı Gözlü Kadını

10 Mayıs 2010…

Saat: 8.48…

O anda Dünya durmalı, depremler yerküreyi yırtmalı, gökler parçalanmalı, her yer alt üst olmalı ve herkes o tarafa doğru koşmalı; mahşer toplanmalı mahşer…

Çünkü o, yolun kenarında yatıyor, kaldırıma birkaç metre…

Uzun, kirli, özellikle kol uçları eprimiş bir elbise, el örgüsü olduğu anlaşılan bir hırka, bir hayli yıpranmış bir çift ayakkabı… Artık içinde ne varsa, sol eliyle sıkı sıkıya tuttuğu küçük bir çıkın.

Kaldırıma çekip yanıma oturttuğumda bir anda gözlerim doluyor, kulaklarım uğulduyor, kafamı yerlere vurasım geliyor. Bir anda nefret ettiğimi hissediyorum her şeyden, kendimden, herkesten, O’ndan bile…

Dişlerinin büyük kısmı yok, bir deri bir kemik… İsmini hatırlayamıyor. Gözleri bir tuhaf, sarı gibi… Bir şeyler söylemeye çalışıyor, ama net olarak anlaşılmıyor… Cümleleri tutarsız… Gençliğinde güzel bir kadınmış, belli; ama şu anda canlı cenaze gibi… Üzerinde kimlik yok. Adresini bilmiyor, -eğer varsa- ulaşılabilecek bir yakınının telefon numarasını da. Sadece -muhtemelen- yaşını hatırlıyor; altmış altı yaşında… (En az seksen gösteriyor oysa.)

Sağ elinde bir kısmı didiklenmiş, kocaman, kupkuru bir ekmek tutuyor; çöpten almış, dişsiz ağzıyla onu yemeye çalışıyor.

Dilenmiyor. Elindeki kuru ekmeğe ve muhtemelen gidip gidip gelen hafızasına odaklanmaya çalışıyor.

Tüm bunlara rağmen, “Başım döndü biraz.” derken gülümsüyor.

Mahzun mimiklerle gülümsüyor…

Bunun bilincinde olsun olmasın; Adem ile başlayan son insan ırkını sınava tabi tutuyor… Aslında bir Levhi Mafhuz görevlisi o; sınava çekiyor…

Yoldan yüzlerce araba geçiyor, binlerce kişi…

Kimse ilgilenmiyor, ilgilenemiyor…

Gökler çatır çatır çatırdıyor orada, ama duyan yok, duymak isteyen de…

Zaman yok, imkân yok, ne yapılabileceğini, bu gibi durumlarda nasıl davranılabileceğini kimse bilmiyor. Herkes can derdinde…

Bu gelip geçen arabalardaki ve yollardaki insanlar merhametten yoksun birer canavar değiller; vakitleri yok, işleri var, meşguller, bir yerlere yetişmek zorundalar… Herkes can derdinde! Herkesin derdi kendine yetiyor…

Ve bu ikiyüzlü, kendini beğenmiş, hot zot konuşan, kabadayı geçinen, ikide bir Kuran’dan pasajlar okuyan Allahın belası fakir, kadının eline birkaç kuruş tutuşturduktan sonra arabasına atlayıp kaçıyor oradan…

Vakti yok, geç kalmış, işe yetişecekmiş, bir sürü derdi varmış…

Palavralara bak!

Allah sistemimizin, düzenimizin, demokrasimizin, kapitalizmimizin, her türlü modern yaşama biçimimizin, her türlü İslami yaşama biçimimizin belasını versin!

Bu ikiyüzlü fakir dostunuzun da!..

Lanet olsun her şeye!

Bu ikiyüzlü alçak fakir dostunuza da!..

xxx xxx xxx

Sisteme, düzene, örgütlenmeye, bir arada kardeşçe yaşama palavralarına bak!

Fakir fukara için, yoksul ve yoksun için, o veya bu biçimde yardıma muhtaç olanlar için, düşmüş için, yitip gitmiş için, boynu bükük için, annelerimiz için annelerimiz, göstermelik birkaç namussuzluk paravanından başka hiçbir önlemimiz, hiçbir çaremiz, beş kuruşluk merhametimiz yok!..

Sistem, düzen, organizasyon, her ne boksa; katlanılabilir bir fire üzerine kurulmuş, fire de o altmış altı yaşındaki sarı gözlü kadın…

Yaşlılarımız bunlar be; ihtiyarlarımız, annelerimiz babalarımız...

Kahrolası egolarımızdan başka hiçbir şeyi düşünmeye, hiçbir şey için kaygılanmaya, hiçbir şeye merhamet duymaya vaktimiz yok!.. Her ne bok demekse, globalleşen dünyanın yeni düzeni olan vahşi liberalizm genlerimize öylesine sinsice, öylesine adice, öylesine merhametsizce sinmiş ki, her şeyi, herkesi rakip görüyor, İblis ile kol kola, ahlâksız bir rekabet ortamında rezilce sürüklenip duruyoruz…

Herkes rakip, herkes; özellikle düzeni aksatan, belirli bir kaynağın heba olmasına neden olan, bizi gayriiktisadi davranmaya itebilecek sarı gözlü ihtiyar kadın, kadınlar, erkekler, boynu bükükler, çaresizler, muhtaçlar!..

Formula yarışmaları düzenlemeye, kültür başkenti serserilikleri yapmaya, her yıl milyonlarca lale dikmeye, emekli Genel Kurmay Başkanlarının altına trilyonluk araçlar çekmeye, her üst düzey bürokrata Mercedes tahsis etmeye, 550 milletvikiline her ay on milyar lira vermeye, Güizalara Baroşlara milyon dolarlar ödemeye, yedi yıldızlı otellerde üç gün üç gece düğünler yapmaya ve benzeri serseriliklere paramız ve vaktimiz var; ama Kuran ineli 1400 yıl oldu, ülkeyi güya Müslümanlar yönetiyor, hâlâ bir “Muhtaçlar Bakanlığımız” yok!..

Bu gibi durumlarda bir telefonla Hızır gibi yetişecek kurumlarımız yok!

Hastaneler özelleşmiş, yaşlı bakım evleri emekli maaşı var mı diye soruyor!..

Muhtaç ihtiyar namussuzlar geberip gitsinler!.. Sürünsünler yollarda!..

Çünkü gayriiktisadi!..

Kapitalizm bunu söylüyor; bu işler gayriiktisadi…

Acımak yok!

Acımak yasak!

Acımak aptalca!

Göstermelik bir “Fakir Fukara Fonu”; otuz milyon açlık sınırındakiler için, on milyon civarındaki işsizler için, “yaşlı ve bunak” fireler için nedir ki!

Libaralleşen Müslümanlar servet peşinde koşmaktan, ihale takip etmekten, globalleşme uğruna öz kardeşlerini Batı emperyalizmine kul köle yapmaya uğraşmaktan bu gibi işlere vakit bulamıyorlar!

Seçim zamanı üç-beş beyaz eşya, Ramazan’da üç-beş riya çadırı…

Hepsi bu…

Kalanlar, “acıma” denen hasletin(!) farkında bile değiller zaten…

Acımak yok!

Acımak yasak!

Acımak aptalca!

Acımak gayriiktisadi! (Allah’ın belası iktisat bilimimiz böyle söylüyor!)

xxx xxx xxx

Harvard Üniversitesi Organizma Ve Evrim Biyolojisi Bülümü’nden Profesör Edward O.Vilson şunları söylüyor(Hayat Kitabı/NTV Yayınları):

“Aslında yıllar önce bir grup iktisatçı ve biyolog yok etmekte olduğumuz dünyanın değerini dolar bazında hesaplamaya çalıştı; su, hava, toprak vs. Ve hesapladıkları rakam yılda otuz üç trilyon dolardı.
… Bu bize tamamen bedava veriliyor ve doğal dünyayı yok ettiğimizde, onu kendi ekonomik aygıtımızla ikame etmek zorunda kalıyoruz; bir ormanı ya da bir su havzasını yok ettiğimizde olan bu.
… Yaptığımız şey Dünya’yı adım adım basbayağı bir uzay gemisine çevirmek; bir tür olarak içinde rahat edemeyeceğimiz bir araca çevirmek.
Zırdelilikten başka bir şey değil…” (Kanat Atkaya/Hürriyet/9.5.2010)

xxx xxx xxx


Hiçbir şey yapmaya gerek kalmadan, adam başına her ay 635 lira eder bu…

Beş kişilik bir aile için, hiçbir şey yapmaya gerek kalmadan 3.175 lira…

Bunun içinde, insanın kendi çabası ile yaratabileceği katma değer yok.

Rezzak, yarattığı her insanı, her ay nafakaya bağlamış; otomatik olarak her ay, altı buçuk milyar kişinin şahsi hesabına 635 lira aktarılıyor; karşılıksız, geri ödemesiz(!), hibe, bağış, Göksel İnfak…

xxx xxx xxx

Ve o sarı gözlü, yaşlı kadın, yanından yüzlerce araba, binlerce insan geçerken, yol ile kaldırım arasında öylece yatıyor…

Elinde, çöpten aldığı, bir kısmı didiklenmiş, kocaman ve kupkuru bir ekmek…

Gidecek, kalacak, bakım görecek, merhametle ağırlanacak hiçbir yeri olmadan…

Çünkü o bir “fire”, “katlanılabilir bir fire”; sistem/düzen bu fire üzerine kurulmuş…

xxx xxx xxx

Binlerce iktisatçı, binlerce siyasetçi, yüzbinlerce din adamı, binlerce parti-sivil toplum örgütü-dernek-vakıf; bir sürü din, mezhep, tarikat, cemaat…

Bir sürü riyakâr, bir sürü sahtekâr, bir sürü vicdansız/merhametsiz alçak!..

Ve her gün hot zot konuşan bu ikiyüzlü alçak fakir…

Kapitalizmimizin, liberalizmimizin, sistemimizin, düzenimizin Allah belasını versin!

İkiyüzlü bu fakir dostunuzun da…

xxx xxx xxx

Adem ile başlayan son insan ırkı da beceremedi.

Ve “Gökler” bunun farkında.

Her bir insana, her ay karşılıksız gönderilen 635 liranın kodomanlarca ve onlardan artan kemiklerle beslenmeyi içine sindirebilen alçaklarca gasp edildiğinin de…

Ve bu ikiyüzlü alçak fakirin her gün hot zot konuşmaktan başka bir halt yapmadığının/yapamadığının da…

xxx xxx xxx

Melekler daha önce de gördükleri için biliyorlardı; haybeye sitem etmemişlerdi!..

xxx xxx xxx

Eğer gerçekten varsa ve bu alçak fakirden bunun hesabını sormayacaksa, O’na da yazıklar olsun!

Günahsa günah; bu ülkede yaşayan ve her şeye isyan edip Ebuzer gibi belindeki kılıca sarılacağına hot zot konuşmaktan başka bir halt beceremeyen benim gibi bir alçaktan hesap sormayacaksa, O’na da yazıklar olsun!..

O sarı gözlü ihtiyar kadın, sizin benim gibi sıradan bir insan mıydı sanıyorsunuz?..

Öyle sanmaya devam edin arkadaş!

Sizin derdiniz size yeter…

Benim derdim de bana…

İki gündür aynalara küstüm.

O alçağı görmek acı veriyor…

1 yorum:

  1. Ayakta tutan, vazgeçirtmeyen, pes ettirmeyen de bu öfke değil mi zaten?
    Küsmeye hakkımız yok, biliyoruz.
    Yüreklerimizi zenginleştiren o fakiri seviyoruz.
    Onca koşturmamızda nefes almamızı sağlayan o yüreği seviyoruz.
    İyi ki varsın Yılmaz Yunak!

    YanıtlaSil