16 Mayıs 2010 Pazar

Karakteristik Yapı Belirleyicidir

Herkes, bundan sonra ne olacak, diye soruyor.

Bir şey olacağı yok, daha doğrusu “yeni bir şey” olacağı yok; çünkü bu zaten yeni bir süreç, inişli çıkışlı, gelgitli yeni bir süreç…

Kurucu irade, “insana kulluk”dan “özgür birey”e geçişe ilişkin destansı zaferi yepyeni bir Vatan yaratarak haleflerine emanet edip tarih sahnesinden çekildikten sonra ve özellikle marksizmi asla becerememiş olan Sovyetler’in yıkılmasının verdiği cüretle sahtekâr biçimlendiricilerin “küreselleşme” diye isimlendirdikleri kalleş tezgâh da devreye girince, işte tam da bu aşamalar esnasında “yeni bir şey” oldu ve bu “yeni şey” tüm hırçınlığıyla devam ediyor.

Bu “yeni şey”, nitelik değiştiren emperyalizmdi; artık çok zorda kalmadığı sürece ordu göndermiyor, sermaye ve kültür ihraç ederek “devşirme karakterlerle” ittifaklar kuruyor ve “amaç hasıl oluyor”du…

Masanın üzerindeki ekmeği -sınıfsal karakteristiği nedeniyle- gerektiği gibi bölüşmek istemeyen laik burjuvazinin karşısına çıkan mütedeyyin burjuvazi, -hiç kuşku duyulmayacak kadar açık olarak- dünya sermayesini yeniden biçimlendirmeye soyunan emperyalizmin desteğiyle kalktığı bu atağa sonuna kadar devam edecek.

“Durmak yok, yola devam!” diye özetlenebilecek bu atak, bazılarının sandığı gibi, taraflar ekmekten talep ettikleri parçayı kopardıkları zaman son bulmayacak; çünkü ekmek yeteri kadar büyük olmadığı gibi kabaran iştahlar da durulacak kadar küçük değil.

İlle de nispeten “yeni bir şey” aramak gerekiyorsa, özellikle Özal’la ortaya çıkan ve kendini özelleştirmelerde de somut biçimde gösteren “minimal devlet” mantığıyla hareket eden neoliberal maskeli “Ulus Devlet karşıtlığı” üzerinde durulabilir.

Genç Türkiye’yi birincilere emanet edenler; Ulus Devlet, birey hakları, cumhuriyet, demokrasi, belirli ölçülerde de olsa antiemperyalist duruş, aydınlanmacı ve Batı kültürü şiarıyla yola çıkmışlar ve mahvolmuş bir imparatorluktan onurlu bir Millet yaratma yolunda önemli adımlar atmışlardı.

Birinciler; bu yapı için elzem olan Devletçi yönetim biçimini pörsüttükleri, -şu veya bu biçimde yozlaştırdıkları- için emaneti sırtlayıp götürmekte aciz kaldılar.

İkinciler; laiklik başta olmak üzere, kurucu iradenin bu değerlerine inanmadıkları için, Türkiye’nin federal devletlere bölünmesi, hatta parçalanması pahasına da olsa, emperyalizmin de desteğiyle “kökten değiştirme” politikalarını “amaç hasıl olana kadar” kararlılıkla sürdürecektir.

Amaç; laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olma yolunda el yordamıyla da olsa yürümekte olan Cumhuriyeti yıkıp, yerine, Kuran’la uzaktan veya yakından hiçbir ilişkisi bulunmayan, neoliberal politikalarla yoksulu daha da yoksullaştıracak İslami bir devlet kurmak ve o devleti İslami(!) burjuvaziye(!) hibe etmektir. (“İslami burjuvazi” yaratılışa aykırı bir kavramdır.)

İsminden de anlaşılacağı gibi “devam edegelen süreç”, asla “beraberlikle” sona ermeyecek bir “final maçı”na benzetilebilir; taraflardan herhangi biri uzatmalarda da üstünlük sağlayamazsa, maç penaltı atışlarına gidecek ve sonuç -görece uzun bir süreçte- o veya bu biçimde mutlaka belirlenecektir.

Birinciler; her türlü hatalarına rağmen centilmence bir maç olması için ellerinden geleni yaparlarken “kibirlerine yenik düştükleri” için sürekli mevzi kaybetmişlerdir.

İkinciler ise; Atlantik ötelerinde hazırlanan kimi senaryolarla elde edilen kısmi ve mevzisel başarıların coşkusu içinde “kibirlerine yenik düştükleri” için mevzi kaybedecekler, nihai sonuç için henüz çok erken olduğunu pek yakında kavramak zorunda kalacaklardır.

Her iki kanattan da, “kibirlerine yenik düşenler” kibrin doğası gereği Ulus’a arkalarını dönmektedirler; ama yine her ikisi de, arkalarını döndükleri Ulus’un Türk Ulusu olduğunu unutmaktadırlar.

Türk Ulusu’nun karakteristiği, aşağılanmaya karşı koyuş refleksidir; gerek kurucu irade tarafından koşullar gereği zorla yaratılan laik burjuvazi, gerek “koşullar gereği” yine zorla yaratılmaya çalışılan İslami(!) burjuvazi(!) bu somut gerçeği görmemekte ısrar etmektedir.

Tarih, diyalektik yapısı gereği boşluktan hoşlanmamaktadır; bu da tarihin refleksidir.

“Sınıf”, “proleterya-sermaye” ikilisi şeklinde oluşmadığında, devreye tarihin bu boşluktan hoşlanmayan refleksi girmekte ve “yapay” da olsa, kendine özgü bir “sermaye-sermaye” sınıfı ortaya çıkmaktadır.

Yeteri kadar sanayileşemediği için işçi sınıfını oluşturamayan, emperyalist bir geçmişe sahip olmadığı için “hâlâ tıkır tıkır işlemekte olan bir dış pazar”a da sahip olamayan, emperyalist paylaşım savaşına girişecek ölçüde yeterli sermaye de biriktirememiş olan Türkiye’nin durumu budur.

Türkiye yoksulları, önce İslam’ın, sonra da “sol düşünce”nin değerleri insafsızca ezilip adeta yok edildiğinden, bu yapay sınıfsal kavgadan en zararlı çıkacak olan kesimi oluşturacaktır.

Ekmekten yine doyacak kadar pay alamayacak, bir taraftan her gün yeni yeni iğrençlikler ve ihanetlerle yüzleşip acı çekerken, bir taraftan da Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kendisine hibe edilen tüm çağdaş değerlerini, hatta Vatan’ının bir kısmını da kaybetme riski ile boğuşmak zorunda kalacaktır.

Çünkü kendi ayakları üzerinde durması gerektiğini bir an önce kavrayacağı yerde, tarihi bir yanılgıyla güvendiği “aydın”ı(!) kendisine ihanet etmektedir; bu ihanet de, “devşirilmiş aydın”ın karakteristik özelliğidir.

Türkiye ölçeğinde; sınıfsal özünü kavramaktan bir hayli uzak olan Türk yoksulu, en azından Ulus Devlet şemsiyesi altında kendini nispeten de ola koruyacak yeni bir kadro bulup çıkaramadığı takdirde, bu kaçınılmaz ve çirkin kavga -belki- uzun bir süre daha devam edecek, kasetler kasetleri izleyecektir.

Arz ölçeğinde ise; insanoğlu, kendini kendine yabancılaştıran kapitalizmin “ölü doğduğunu”, ne kadar suni teneffüs yaptırılırsa yaptırılsın asla dirilemeyeceğini anlayana kadar bu kavga tüm çirkinliği, acımasızlığı ve adaletsizliğiyle sürüp gidecektir.

Bir türlü proleterleşemeyen proleterya ve bir türlü sermayeleşemeyen sermaye sırasıyla cahillikten ve kurnazlıktan kaynaklanan -o veya bu nedenle- bu yapay gidişe kararlı bir biçimde itiraz etmeyebilir; ama unutulmaması gereken bir gerçek vardır:

“O”, itiraz etmektedir…

Bunu da, ilahların diline marazi bir hayranlıkla tapanların o pek sevdikleri deyişle bundan tam 1400 yıl önce “deklare” etmiştir.

Anlamamakta direnene, gerektiğinde zorla anlatabileceğini de…

Bu hep böyle olmuştur.

Çünkü “Yaratılış”ın karakteristiği de budur…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder