5 Mayıs 2010 Çarşamba

"THE" 1 MAYIS 2010

Bu yazıyı belki yirmi kere yazdım sildim.

İnsanları, özellikle emekçileri üzmekten korktuğum için yaptım bunu.

“İnsanlar artık kavga istemiyorlar” diye uyardı dostlarımdan bazıları beni; bu uyarı, Marx’ın “sınıf” kavramı üzerinde bir kez daha düşünmeye itti beni…

Köle, efendisine başkaldırmazsa neden kavga çıksın ki?!.

Hz.Muhammad’e yöneltilen ilk suçlama tam olarak buydu işte: “Kavim kavga istemiyor, sustur şu yeğenini!” diyorlardı amcasına, o günün oligarşisini oluşturan tefeci bezirgânlar…

Hz.Muhammed, durduk yerde kavga çıkarmaya mı çalışıyordu?

“Hasıl olması istenen maksat ve planlanan şey” bu mudur?

Bugün çok şey anlatmayacağım size, Taksim’i neden 14.22’de terk ettiğimi de.

Küçük bir-iki tespit; hepsi bu…

Sarper Özsan, 1 Mayıs Marşı’nı 1974’te bestelemiş ve Cumhuriyet tarihinin en olağanüstü korosu olan “Aydınlık Korosu” ile icra ederek bu denli ölümsüzleştirmişti bu marşı. Nakarat kısmı, “1 Mayıs, 1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı, devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın bayramı” idi. Beste gibi, söz de ona aitti. Nitekim, 2010 açılışında sahne alan Timur Selçuk da aynen böyle okumuştu marşı; ama sonrasında hoparlörden onlarca kez verilen bant kayıtta, “halkın” vurgulamasının “halkların” hale getirildiğini görecektik…

“Halk”, emperyalizmin dayattığı biçimde “halklar” olup çıkmıştı ilerleyen yıllarda…

Sınıf da “sınıflar”…

(Oradaydım; “işçi sınıfı”nın, emperyalizmin talebi doğrultusunda nasıl da “işçi sınıfları”na ayrıldığına kahırla tanıklık ettim.)

İşte, Taksim gezi parkında yaşlı bir ağaca sırtımı verip, “The Marmara”ya mahzun gözlerle bakarken bunları düşündüm.

O anda, amerikalı suikastçıların 1 Mayıs 1977’de neden hepimizi değil de sadece 37 emekçiyi katlettiğini bir kez daha anladım: “Maksat” hepimizi öldürerek bitirmek değildi; bölmek, parçalamak, ayrıştırmak, “işçi sınıfları” haline getirmekti.

Daha önce, “1 Mayıs 1977 bugün de devam ediyor” derken ne kadar haklı olduğumu bir kez daha duyumsadım. (Tek tesellim; yanılıyor olma ihtimalim.)

Disk’i, İşçi Partisi’ni, CHP’yi ve bazı küçük gurupları tenzih ederim; tabii, olan biten hakkında hiçbir fikirleri olmadığını sandığım/umduğum tüm emekçi kardeşlerimi de…

Konuşması işçiler tarafından engellenen Başkan o akşam o televizyon muhabirine ne diyordu: “Belli olmuştur ki, bundan böyle bu Konfederasyonlarla birlikte hareket etmek mümkün değildir; Ankara’da biber gazı yiyen işçiler, burada bize biber gazı sıkmışlardır.” Aynı Başkan, o gün, saat 13 civarında, “Madem dinlemeyeceksiniz, neden geldiniz buraya!” diye azarlıyordu emekçileri.

Sendika Başkanı alandaki emekçileri azarlıyordu…

Diğer Başkan, o malum televizyon kanalında kendisine sorulan, “Bir daha Taksim’e gelir misiniz?” biçimindeki “çanak soru”yu nasıl cevaplıyordu: “Taksim bizim için kutsal değildir! Başka yerler de vardır. Bizim için maksat hasıl olmuştur!”

Ne diyordu Başkan: “Bizim için maksat hasıl olmuştur!”

Sanırım, Taksim 2010’un özetini, aslında olay çıkmamasını vurgulamak isteyen İstanbul Valisi veriyordu:

“Her şey planlandığı gibi gerçekleşmiştir.”

1977’de maksat ve plan “bağımsız bir Türkiye ve sosyalizm talebi” idi; 2010’da bu maksat ve plan, konuşmacının sözleriyle aynen aktarırsak, “On-on dört saat değil, sekiz saat çalışma süresi istiyoruz” biçiminde sınırlandırılmıştı. (Bu, bundan 150 yıl önceki amerikan emekçilerinin talebiydi, zaten 1 Mayıs o gün 1 Mayıs olmuştu) Konuşmacı, İş Kanunu’na baksaydı bunun zaten böyle olduğunu, bu hakkın çoktan kazanıldığını görürdü; Kanun uygulanmıyorsa, bunun bir “sendika” sorunu olduğunu da…
Konuşmacının ne bağımsızlık gibi bir talebi vardı, ne de sosyalizm gibi…

Ama zaten “maksat” ve “planlanan şey” de buydu işte…

Bağımsızlık ve sosyalizm talepsiz bir işçi sınıfı olur mu?

Olmuş…

Parçalanmış, bölünmüş, ayrıştırılmış, ruhundan koparılmış…

“Demek ki oluyormuş!” diye manşet atmış gazete; olay çıkmamasını vurgulamak için.

Neden olmasın ki?!.

Sanki 1977’de emekçilerin üzerine ateş açanlar amerikalı suikastçılar değil de, emekçilermiş gibi…

Peki, amerikalı suikastçılar Intercontinantel’e neden konuşlanmamışlardı bu kez?

Neden konuşlansınlardı ki?!.

Orası artık “The Marmara” idi…

“Maksat hasıl olmuş, her şey planlandığı gibi gerçekleşmişti” zaten; yeni bir provakasyona ihtiyaç yoktu!..

Hrant Dink’e kadar kimlerin ismi anılmadı ki o gün…

Anılsın tabii, ne sakıncası var; ama aynı gün cenaze hazırlıkları yapılan dört şehidimiz anıl-a-madı, provokasyon olurdu çünkü; zaten Türk Bayrağı’nı taşıyan direk de ziftlenmişti, biri tırmanıp da Bayrağımızı yakmasın-yırtmasın, provokasyon olmasın diye.

(Türkiye’de, Türk şehitleri ve Türk Bayrağı provokosyon nedeniydi artık!)

Oysa provokasyon çıkmaması için yapılması gereken şey çok basitti:

“Türk işçi sınıfı” lağvedilmeliydi…

Lağvedilmişti zaten; geriye sadece “işçiler” kalmıştı; devrimci işçiler, muhafazakâr işçiler, Müslüman işçiler, milliyetçi işçiler, ayrılıkçı işçiler…

Paramparça…

Açlık sınırındaki otuz milyon kişi, işsiz dolaşıp duran milyonlar, tamamen yok edilen orta sınıf, yoksullar yoksullar yoksullar ve bölünmek üzere olan, Kamunun tüm birikimleri özelleştirme adı altında ona buna peşkeş çekilen bir ülke… Dili, dini, zihniyeti, değerleri, marşları, sendikaları… her şeyi amerikanlaştırılmış bir ülke…

Ve davul zurna eşliğinde göbek atan -gerçekten göbek atan- bir işçi sınıfı; daha doğrusu “işçi sınıfları”…

İşçi sınıfı, davul zurna eşliğinde göbek atmaz mı peki?

Atar…

Emekçi kardeşleri huzur içinde yaşıyorsa, evine ekmek götürebiliyorsa, işçilere namerde muhtaç olmayacağı şatlar sağlanmışsa, ülkesi emperyalizmin boyunduruğunda inlemiyorsa, sosyalizmi kurmuşsa, bir zafer kazanmışsa … Önemli ve stratejik kurumları kamunun/ halkın malı olmuşsa. Servet ve imkânlar artık hakça ve adeletli bir biçimde bölüşülüyorsa…

Bilal artık köle değilse, özgürleştirilmişse.

Abuzer, Muaviye’yi alt etmişse yani…

Aksi taktirde göbek atan “işçi sınıfı” değil, “işçi”dir…

Böylece, “Maksat hasıl olmuş, her şey planlandığı gibi gerçekleşmiştir” yani…

Dünya halklarının ve emekçilerinin düşmanı amerika’nın, lanetlenmeyi bırakın, isminin dahi anılmadığı bir 1 Mayıs!.. (Bunun sorumlusu emekçiler değil, onları “örgütleyenler”…)

“Maksat hasıl olmuş, her şey panlandığı gibi gerçekleşmiş” gerçekten.

Daha önce anlatmıştım ya; izler, işaretler, belirtiler…

Aynı akşam gözüm Bursa maçına iliştiğinde yine aynı şeyleri düşünmekten kendimi alamadım.

1977’de devrimci bir “Bursa” marşımız vardı; nakarat kısmı “Bir şehir ki efendiler yeşil Bursa diyorlar, hayda hay!” diye; dinleyenlerin tüyleri diken diken olur, heyecandan gözleri yaşarırdı.

Ve benim Bursa’m, 1 Mayıs 2010’da, sanırım ikinci golden sonra, “We are the champions” diye bağırıyordu hoparlörden… (Üç büyükler bizi buna alıştırmışlardı; özüne sadık kalan sadece Trabzon’du artık.)

“E, insaf be birader; golden sonra da mı kızıl komünist marşı bekliyordun yani!” diye hayıflandığınızı duyar gibiyim…

Böyle bir şey beklemiyordum sevgili dostlarım, böyle bir şey beklemiyordum…

Tek beklediğim şey, Tükçe bir marştı sadece…

Türkçe…

İçinde “the” olmayan bir şey yani…

Türkiye’de Türkler Türkler’le maç yapıyorlardı, ama o kahrolası hoparlör aynen Taksim’deki gibi yine devreye giriyor ve amerikanca seslenip bizi özümüzden hınçla kopararak amerikanlaşmaya zorluyordu; “maksat hasıl oluyor, her şey planlandığı gibi gerçekleşiyordu”…

Bu yıl Intercontinental’de amerikalı suikastçılar yoktu.

Neden olsunlardı ki?!.

Intercontinental, “The Marmara”ya dönüşmüş, “maksat hasıl olmuş, her şey planlandığı gibi gerçekleşmişti”… (Türkiye’ye asker gönderilemiyordu, bunun ne kadar tehlikeli olduğunu İstiklâl Savaşı’nda görmüşlerdi; o halde “B Planı”na geçilmeli, kültür gönderilmeli; Intercontinental, ilahların diline tapan işbirlikçi kodomanların da desteğiyle The Marmara’ya dönüştürülmeliydi.)

Ama unuttukları bir şey vardı:

Mustafa Kemal o zaman bunlar için “Geldikleri gibi giderler!” demişti…

Gitmişlerdi gerçekten.

Yine gideceklerdi.

Çünkü Türk Milleti’nin genlerine İstiklâl Savaşı ile yerleşen o bağımsızlık ruhu, “her şeye rağmen” Taksim’i yine hınca hınç doldurmuştu…

Gerçek maksat hasıl olacak, her şey panlandığı gibi gerçekleşecek bir gün…

Bu kaçınılmaz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder