21 Mart 2009 Cumartesi

Evrim Teorisi IV - Sonuç

Şimdiye kadar münhasıran gökler’den hareket ettik ve bu konuda bugüne dek ileri sürülenleri sınamak için Yaratılış’ı anlamaya çalıştık.
Ortaya sürdüğümüz verileri şifreler bazında kısaca bir toparlamak gerekirse, şöyle bir sonuçla karşı karşıyayız:
1) Her şeyin oluşması için Arz yeterli bir zamana sahip; bazı ehli kitap ilahiyatçılarının iddia ettiği gibi, Dünya ne 6.000 yaşında, ne de yaratılış 6 x 24 saat sürmüş.
2) Bildiğimiz anlamda “yaşam”, gökten indirilip yerde tutulan bir su (Müminun, 18) ile ve o suyun içinde başlamış; ve tabii yaşayan her şeyin özü su. (Gökten indirilen bu su ayrıntısına giremedik; burada sözü edilen su, “yağmur” değil, başka bir şey. Yağmur başka ayetlerde uzun uzun anlatılıyor. Başka bir çalışmada açarız inşallah. Küçük bir pencere: Arz’a çarpan ve su buzundan oluşan bir meteor mu acaba?)
3) Bütün canlılar tek bir “ortak ata”dana gelmişler. Hepimizin, tüm canlıların tek bir atası mevcut; Kitap’ın deyimiyle “hepimiz tek bir canlıdan yaratılmışız”.
4) Kozmos’un oluşturulmasında göze hemen çarpan bir aşama mevcut; ama biraz sağduyu, bu aşamanın canlılığın/yaşamın oluşumunda da rol oynadığını su götürmez bir biçimde ortaya koyuyor. Yaşam ortaya çıktıktan sonra belirli aşamalardan geçerek insana dek ulaşıyor.
5) İnsan “henüz hiçbir şey değilken”(Meryem, 67)den alınıp bugüne getirilene dek, sürekli olarak biçimlendirilmiş. İnsan için bir düzgünlük amaçlanmış ve insan o amaçlanan düzgünlüğe Allah tarafından ulaştırılmış. (Bu şaşkınlık uyandıracak kadar ilginç ayet üzerinde biraz durmanızı öneririm; bizzat Kuran’dan okumalısınız. “İnsan” veya “prototipi” mevcut, ama henüz hiçbir şey değil!)
6) Canlı türleri kendi içlerinde değiştikleri gibi, türler, birbirine de dönüşebiliyor. Bir canlı türü, bir başka canlı türü halini alabiliyor.
7) İnsanoğlu, üstün bir yaratık. Tamam; Kâinattaki en üstün yaratık değil belki ama en üstün olanlardan biri. Hiç kuşkusuz, Arz üzerinde yaşayan diğer canlı türleriyle kıyaslanmayacak kadar üstün.
8) Yaratılış söz konusu olduğunda, rastlantısallıktan bahsetmek mümkün değil! Şu klasik “alın yazısı” anlamında olmayan bir “kader” her şeye hakim. Her şey, bir planın, kozmik bir tasarımın bir ürünü. Özele indirgersek, “yaşam” ve “insan” rastlantı ürünü değil. Bilinçli bir oluşum söz konusu. Kısacası bir “yaratılmışlık” söz konusu; rastlantı sonucu oluşmuşluk değil. (Evrim Teorisi ile bu şifreden itibaren “görece” çelişmeye başlıyoruz.)
9) Allah, her şeyi yarattıktan sonra, bir yerlerden kayıtsızca bakıp Yaratılış’ın pörsütülmesine izin veren bir Güç değil; gerek gördükçe müdahale ediyor! Mükemmel olması gereken bir tasarım müdahaleye neden gerek duysun, diye düşünülebilir; evet, mükemmel bir tasarım mevcut, ama mükemmel bir “özgür irade” de mevcut. Bu özgür irade, Esas İrade’nin izniyle, “okul”daki müfredatı bazen pörsütme gücüne de sahip olacak kadar “akıllı”; belki bu da “müfredat”ın bir parçası. Öyle veya böyle, Yaratılış’a Allah tarafından bir müdahale olduğu su götürmez bir gerçek. (Evrim Teorisi ile bu şifrede bir hayli ters düşüyoruz; ve esasen düşmeliyiz de! Bilimin görevi burada son buluyor çünkü; bilim, o muazzam görevini başarıyla ifa ediyor ve bir kenara çekiliyor. Çekilirken de herhangi bir saygısızlıkta bulunmuyor üstelik.)
Tüm bunlar, Mesaj’dan çıkardığımız sonuçlar.
Söyler misiniz; yaşamı boyunca biyolojiyle hiç ilgilenmemiş biri dahi bu göstergelerden bir “evrim”e ulaşmıyor mu? Kendinize şunu sorar mısınız: Allah bu hususta neden bu denli bilgi ile donatmış Kitabını?
Şifrelerin ışığında baktığımızda, insanın maymundan türediğine dair hiçbir bilgi yok değil mi?
Gayet tabii olmayacaktı, çünkü insan maymundan türememişti; zaten Darwin de bunu iddia etmiyordu. Bilim dünyası, maymun ile insanın bir primat türünden, ortak bir atadan evrimleşerek geldiğini söylüyor; bunun neresi İslam’a aykırı?!. (“İnsan var ama henüz hiçbir şey değil”; hatırladın mı?)
İnsanın neden türediği bilimi ilgilendiren bir konu. Peki bilim nedir? Allah’ın bir başka Kitabı değil mi? Bilime duyulan bu korku neden?
Akla şöyle bir soru da gelebilir: Kuran neden her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıyor da, bazı şeyleri anlamak için bilime ihtiyaç duyuluyor?
Kuran’ı incelediğinizde şaşırtıcı bir şeyle karşılaşıyorsunuz: Kuran sadece Yaratılıştan söz etmiyor ki; hukuk, felsefe, ekonomi, kimya, astronomi, jeoloji, tıp, sosyoloji, psikoloji…
Bunların tümü en ince ayrıntısına kadar anlatılsaydı, Kuran bir stadyum’a sığmayacak büyüklükte bir hacime sahip olurdu; ve o zaman insanların akıllarını çalıştırmalarına gerek kalmazdı tabii. Oysa, yukarıda “akıl” ile “öte taraf” arasında bir ilişki, bir bağlantı olduğunu görmüştük. Kız çocuklarını diri diri gömen cahil bir topluma bir stadyum hacmindeki kitap gönderilir mi?!. (Jeolog dostlarım, “Siz dağları donuk durgun görürsünüz, oysa onlar bulutlar gibi dolaşmaktadır.” mealindeki ayet yeteri kadar açık değil mi; bu, henüz hiçbir bilimsel keşfe vakıf olmayan “görece” ilkel bir insan toplumuna daha veciz nasıl anlatılabilirdi ki?!.)
Peki, şimdi niye göndermiyor?
Gerek yok ki; bilim, “sırası gelen” her şeyi çözüyor zaten.
İşte sırf bu nedenle bile, din ile bilimin kavga etmemesi gerekiyor; herkes kendi işine bakacak!
Sen ona hurafeci diye saldırırken öteki de seni Allahsız komünist diye damgalarsa, işte böyle binlerce yıl kavga eder durursun!
Ama bu kısa çalışmada anlatmaya çalıştığım şey tam da bu işte: Bilim ile Kuran çelişmiyor! (Çeliştirmek için özel bir gayret sarf ederseniz, başka tabii!)
Bu çalışmayı da bu nedenle yaptım işte!
Bilim ile Kuran çatışmıyor; bırakalım Darwincilerle Hıristiyan ve Musevi ilahiyatçılar kozlarını paylaşsınlar; bizim böyle bir sorunumuz yok ki. (Esasında onların da yok, bu ayrı bir şey.)
“Biz insanlar, bir ağaca kıyasla değişik görünüşteyizdir. Hiç kuşkusuz, dünyayı bir ağacın algıladığından farklı algılarız. Fakat molekülün asıl yapısına bakınca, ağaçla insanın kalıtım açısından nükleik asit kullandıkları görülür. Hücrelerimizin kimyasal yapısını denetleyici enzimler olarak proteinleri kullanmaktayız. İşin daha da anlamlı yanı, nükleik asit bilgisini protein bilgisine çevirmek için, insanın da, ağacın da, gezegenimizdeki hemen tüm öteki yaratıkların da aynı şifre kitabını kullanmakta oluşlarıdır. Molekül benzerliği açısından temeldeki bu birlik için yapılabilecek akla uygun açıklama şudur: Ağaçlar da, insan da, balık da, salyangoz da, kısaca tüm canlı varlıklar, gezegenimiz tarihinin ilk dönemlerinde tek ve aynı yaşam başlangıcından kaynaklanmışlardır. (…) Bilinen organik molekül sayısı on milyarı aşar. Oysa bunlar arasında yalnızca ellisi yaşamın temel faaliyetlerine gereklidir. Aynı örüntüler değişik işlevler için şaşılası bir düzenle kendilerini koruyarak yinelenirler. Yeryüzündeki hayatın temelinde yatan ve hücrenin kimyasal yapısını kontrol eden proteinlerle kalıtsal talimatları taşıyan nükleik asitlerden oluşan moleküller, hem bitkilerde, hem hayvanlarda temelde aynıdır. Çınar ağacının da, bizlerin de yapısı aynı harçtandır. Zaman açısından yeterince geriye doğru gidildiğinde ortak bir atamız olduğu anlaşılır.”(Carl Sagan/Kozmos-Evrenin Ve Yaşamın Sırları/Altın Kitaplar Yayınevi, 1990.)
Ateist diye küfür ettiğiniz bu müthiş adam, bu olağanüstü ruh, bu seçkin abide bunları neredeyse 20 yıl önce söylemişti, şu anda yaşasaydı kimbilir daha neler söyleyecekti! Fena mı olacaktı yani! Adam farkında bile olmadan Kuran’ın emirlerini yerine getiriyor, tabiatı araştırıyor, insanın ve Kâinatın oluşumu hakkında ömür tüketiyor. Siz bu sözlerde Kuran’a aykırı bir şey görebiliyor musunuz? (Üstelik bu muazzam bilgin, bilim alanında son derece muhafazakâr/ihtiyatlı biriydi; tüm yaşamını bilime ve Evren’deki diğer canlılarla iletişime adamıştı.)
Ben bu mübarek adamla neden kavga edeyim ki?!.
Darwin’in “doğal seçilim”i temelde üç önerme üzerine bina edilmiştir:
1) Organizmalar değişir ve değişiklikler (en azından kısmen) kalıtımla yavrulara aktarılır.
2) Organizmalar hayatta kalabilecek olandan daha fazla yavru yapar.
3) Ortalama olarak, çevre koşullarına en uygun yönde değişiklik gösteren yavrular hayatta kalır ve ürer. Böylece, yararlı değişiklikler doğal seçilim yoluyla topluluklarda birikir.
Ben bu adamla neden kavga edeyim?!.
“Bu üç önerme doğal seçilimin nasıl işlediğini anlatsa da, Darwin’in bu ilkeye biçtiği temel doğruyu göstermeye yetmez. Darwin’in kuramının temel iddiası, doğal seçilimin, uygunsuzluğun celladı olmakla kalmayıp aynı zamanda evrimin yaratıcı gücü olduğudur. Doğal seçilim uygunluğu da kurmalıdır; her kuşakta rastlantısal olarak oluşan çeşitlilik tayfının en uygun kısmını koruyarak adım adım uyum yaratmalıdır.” (Stephah Jay Gould/Darwin Ve Sonrası/TÜBİTAK-Popüler Bilim Kitapları, 2000.)
“Rastlantısal olarak oluşan çeşitlilik tayfı…”
N’olmuş?!. Her şey o denli mükemmel ki, adam bunu yaratabilecek bir Güç’ün olduğunu kabul bile edemiyor ve bunu rastlantısallığa bağlıyor. (Belki de, o Güç’ü kanıtlamak mümkün olmadığı için, bunu görmezden geliyor; çünkü bunu deneyemiyor, sınayamıyor, gözlemleyemiyor, tekrar edip aynı sonuçları alamıyor.)
Bu adam birtakım şeyleri rastlantıya bırakıyor, hatta her şeyi rastlantıya bırakıyor diye bilim dünyasına sunduklarını tümden inkâr mı etmem gerekiyor? Bir zamanların islam ilahiyatçılarının icmaı, yani ortak kanaati dünyanın düz olduğu yönündeydi, buna uygun fetvalar yayınlıyorlardı; sırf bu konuda hata yaptılar diye, o bilginlerin tüm birikimlerini inkâr mı edeceğiz şimdi?!. (El Ezher Üniversitesi’nin Dünya’nın düz olduğu konusunda açıklaması var, deniyor, ben görmedim; kaynak aktaramayacağım için bunu parantez içinde veriyorum.)
“Doğal seçilime çok basit bir örnek, yeşil bir ağacın üzerinde yaşayan yeşil ve beyaz yaprak bitlerinden, beyaz olanların silinip gitmesi; yaprağın rengine benzerliğinden dolayı doğal bir koruma kazanan diğerlerinin avcılardan kurtulma yetenekleri nedeniyle nesillerini sürdürebilmeleridir.”(Gould/aynı eser.)
Buna nasıl itiraz edilebilir?
Evrimci İslam bilgini Cahız, bunu, esmer bir adamda koyu renk bitler ve kızıl saçlı bir adamda kızıl renkli bitler örneği ile açıklıyordu. Esmer adam, beyaz veya kızıl bitleri kolayca görüp öldürmekte, ama göremediği için öldüremediği siyah bitler yaşamaya devam etmekteydi.
Bu kadar mantıklı bir şey nasıl inkâr edilebilir?!.
Bakın, bizden bir örnek. Profesör Doktor Filiz Perkün, bundan 35 yıl önce neler yazmış:
“… Hayvanlarda kesintili olan diş dizeleri ilkel maymun olan parapithecus’lardan beri kesintisiz hale dönüşmüştür. İnsanlarda ise bütün dişler birbirine değecek şekilde dizilir ve diş dizeleri kesintisizdir.
“Bunun yanında segital yön yüz küçülmesi diş dizelerini de etkilemiş ve insan diş dizelerinin bu yön boyutları da daha küçük bir hal almıştır. Bu küçülme diş hacimlerini de etkilemiştir. Maymunlarda bile görülen, köpek dişlerinin karşı çeneye taşması ve buna bağlı olarak maymun diasteması adı verilen aralıklar insanlarda yok olmuştur.
“Ancak, halen diş kavisleri ve dişlerin küçülme temposu, çene kemiklerinin ufalma hızına uymamakta ve belirli bir yavaşlık göstermektedir.
“Bu yavaşlığa bağlı olarak akıl dişlerinin sürme arızalarına ve dişlerin sıkışıklık ve çapraşıklıklarına daha sık olarak rastlanmaktadır.”(Prof.Dr.Filiz Perkün/Çene Ortopedisi- cilt 1/1973)
Diş Hekimim Nuran Çulcuoğlu, bu konuyu sorduğumda, bazı ailelerde artık yirmi yaş dişlerine sartlanmadığını özellikle belirtmişti. Ateşin denetim altına alınması ve yiyeceklerin pişirilerek yumuşatılması, eskisi kadar güçlü ve yoğun diş gerekliliğini ortadan kaldırmış gibi görünüyor.
Kimi insan, yırmi yaş dişlerinin çenesinde kendisine yer bulamaması nedeniyle çok sıkıntılı anlar yaşıyor, bu hepimizin bildiği bir gerçek; ne yani, Tanrı Yaratış’ta bir kusur mu işledi ki, bu tip “genel” sorunlarla karşılaşıyoruz?!.
Tabii ki, hayır; değişen şartlara göre biçimlendirilmemiz devam ediyor; hepsi bu! (Kudret’in büyüklüğüne bakın: Küçük bir transistörlü radyo, şartlar değiştiğinde ve geliştiğinde kendisi de gelişerek plazma tv olarak yaşamını sürdürüyor; Allah bu denli önemli bir eser üretmiş işte!)
Bunları söyleyen insanlara alay olsun diye muz uzatırlar ya hani; ne hazin bir yanılgı içinde olduklarını dahi göremiyorlar bunlar. Tamam, maymunla %99 akrabayız, ama bilmedikleri şey, o uzattıkları muzla da %50 akraba oluşumuz; bunu genetik bilimciler genlerle kanıtlıyorlar!
Son yapılan araştırmalar, Güney Amerikada yaşayan dev kertenkeleler ve boa yılanları üzerine. İkisi ciddi yakınlıkta akraba, ama kertenkelenin ayakları varken, yılanın yok. Bu ayaklar nasıl oldu da evrimleşerek kayboldu diye araştıran bilimadamları, inanılmaz bir Tanrısal Mühendislikle karşılaşıyorlar: Ayaklar kaybolmuyor aslında; ayakların oluşumundan sorumlu gen, o bölgedeki aktivitesine son veriyor ve ayaklar gövdeyle birleşiyor. Ama şaşırtıcı olanı, bu genin, bu ayak yapma yeteneğini hâlâ bağrında barındırıyor olması. Tanrı öyle muazzam bir şey yaratmış ki, yarın bir gün şartlar değişse ve ayaklar o yılana tekrar gerekli olsa, yapılması gereken tek şey o geni harekete geçirmek, bilim adamları buna aktive etmek diyorlar, hepsi bu. Daha da şaşırtıcı olanı, Tanrı o gene öyle kesin ve öyle matematiksel bir buyruk vermiş ki, o gen “ne zaman aktive olacağını/olması gerektiğini” biliyor; siz kabul etseniz de etmeseniz de, siz komünist ateistleri hapislere koysanız da koymasanız da!
İşte bir başka hazin olan şey de bu: Evrimci, farkına bile varmadan Yaratıcı’nın ne muazzam bir Sanatçı olduğunu anlatırken, yobaz kafa bunun tam tersini yaparak Tanrı’nın o kadar da yetenekli olmadığını kanıtlamaya çılışıyor; çelişkiye bakın! (Gözünü sevdiğim Müslüman kardeşlerim, Allahaşkınıza dikkat: Sözüm size değil; “karılarını kıskanmayan komünistler” kadar aşağılık iftiralar atan namussuzlara! Onlar kendilerini bilirler!)
“Az gittiler uz gittiler, bir arpa boyu yol gittiler. Balinaların karada yaşayan dört ayaklı atalarının arka bacakları zamanla bir yumruya dönüştü. Pokicetus yürüyordu, ama ambolucetus hem yüzüyor, hem yürüyordu. Omurgasına eklemlenen leğen kemiği sayesinde karada kendi ağırlığını taşıyabiliyor; bu arada perdeli ayakları, omurgasını dalgalandırarak yüzerken, su altında ek güç sağlıyordu. On milyon yıl sonra, boyu 18 metreyi bulabilen yılan benzeri Basilosaurus’un küçülmüş bacakları vardı. Bazı kanıtlar, diz eklemleri ve ayaklarına kadar hâlâ tam olarak varlığını koruyan bu bacakların, çiftleşme konumunu almaya yardımcı olduğunu düşündürüyor. Bugün, balinanın arka bölümleri çok küçük ve içerlek daha çok üreme organlarına destek oluyor. Daha uzun ellerin ve ayakların kodunu taşıyan genleri de koruyorlar, hatta bazıları bir ya da iki bacaklı doğuyor. Bundan 15 yıl önce, erken dönemleriyle ilgili o kadar az şey biliniyordu ki, yaradılışçılar balinaları, günümüzdeki türlerin doğal seleksiyon sonucu ortaya çıkmış olmadığına dair iddialarının kanıtı olarak gösteriyorlardı. Oysa şimdi, balinalar evrimin en iyi örneklerinden biri oldular. (National Geographic, Kasım, 2001)
Buyrun size türlerin dönüşümü!
Bunda tanrısal olmayan ne var?!.
Dergi “yaratılışçılar” derken tabii ki kendi dünya görüşünü ortaya koyuyor; tamam da bu neyi değiştirir. Onlar rastlantısal mutasyonlar desinler, biz Allah diyelim; bu, türlerin -gerektiğinde- birbirine dönüştüğü gerçeğini değiştiriyor mu?!.
Yukarıda altını çizdiğim cümleyi bir kez daha okuyun; “daha uzun ellerin ve ayakların kodunu taşıyan genleri de koruyorlar.”; Yaratıcı bu denli muhteşem bir “kodlama” yapmış işte. Yarın ihtiyaç olursa o kol ve bacaklar tekrar çıkabileek yeteneği bağrında barındırmaya devam ediyor.
Sonuçta türler birbirine böyle dönüşüyor işte!
Ama önemli bir mesele var; ve yavaş yavaş işin can alıcı noktasına da geliyoruz tabii…
Bakın bir ateist(!) bilimadamı nasıl da kıvranıyor(!): “Darwin’in 130 yıl kadar önce ortaya koyduğu bu teori hâlâ aşağı yukarı aynı şekliyle kabul görmektedir ve birçok olgunun açıklanmasında başarılı olmuştur. Ancak, bilinç konusu bir istisna oluşturuyor gibi görünmekte, Darwin’in teorisinin kalıplarına uymayı inatla reddetmekte, büyük ve başa çıkılması zor bir sorun olmaktadır.” (Marian Stamp Davkins/Hayvanların Sessiz Dünyası/TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2000. Bu bilimci, su katılmamış bir evrimcidir ve “namuslu” biri olduğunu da işte böyle ortaya koymaktadır.)
Benzer sıkıntıyı Darwin de yaşamış: “Maymunların zekasının niçin insanlar kadar gelişmemiş olduğu sorusuna, ancak genel sebeplere dapanarak cevap verilebilir. Birbirini takip eden gelişme basamakları hakkında bilgisizliğimiz gözönünde tutulacak olursa, daha kesin herhangi bir cevap beklemek anlamsız olacaktır.” (İnsanın Türeyişi/Charles Darwin/Sol Yayınları, 1968/Sayfa113)
Aynı kaygıyı taşıyan bir başka namuslu ateist daha var, bakın neler diyor: “Bu sorular herkesi olduğu kadar bilim insanlarını da meşgul etmektedir. Daha sonra göreceğimiz gibi bugün bazı tezler ortaya koysalar da biyologlar için bilinç hâlâ başa çıkılması zor ve şaşırtıcı bir sorundur. Şaşırtıcıdır, çünkü onların, bilinen evrimsel bakış açısına tam uymamaktadır. Bu, bilim insanlarının kendilerini rahatsız hissetmelerine yol açar. Öyle ki bazen bilincin bilimsel bir konu olduğnu bile reddederek bunun, bilimsel olarak ele alınamayacağını ve dolayısıyla herhangi bir bilimsel teori için sorun oluşturmadığını söylerler. Ama gerçekte bir sorundur ve dahası biyolojinin kilometre taşlarından biri olan Darwin’in doğal seçilim teorisi açısından bir sorundur.” (Marian Stamp Dawkins/Hayvanların Sessiz Dünyası/ TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2000)
Peki, Darwin’in yakın dostu ve yandaşı Thomas Henry Huxley, 1863’te ne diyordu: “İnsanlarla hayvanlar … arasındaki uçurum derinliğine hiç kimse benden daha çok inanmış değildir. … çünkü olağanüstü düşünme ve konuşma yeteneği yalnızca onda vardır; ve o … bu yeteneğinin üstünde, bir dağın doruğunda dikilir gibi, kendisine göre aşağıda kalmış soydaşlarının çok yukarısında durarak, gerçeğin tükenmez kaynağından derilen ışın demetini, yer yer, o görkemli benliğinden yansıtır.” (Aktaran: Roger Levin/Modern İnsanın Kökeni/TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2000)
Hüzünlendirici bölümlerdeyiz değil mi?
“Bilinç” sahibi bir yaratık olarak insan, nedenini tam olarak çıkaramasa da, insanı sözde yücelten tüm bu satırları içine sindirmekte zorlanıyor; psikolojisi, yolunda gitmeyen bir şeylerin varlığını fısıldıyor kulağına… Büyük deha Freud’un tanımlamalarıyla; “süperego”, “ego”nın işlevini ıskalamasından huzursuz, bilinçsiz bir hayvansal içgüdünün itelemesiyle “ego”ya diş gösterip durmakta!
“Tanrı’nın Nefesi” ile ödüllendirildiği veya yeryüzünde “halife kılındığı” için olsa gerek, insan, bu anlatımların satır aralarında, yaratılışına uymayan birtakım alçaltıcı ithamların gizliliğine dair kuşkular duymaktan kendini alamıyor.
Şifrelerin işaret ettiği üstün yaratık, tüm yaratılmışları kucaklayıp emanetine alan üstün ve ayrıcalıklı bir yaratık; o bir insan!
Ama, biyolojik araştırmaları bilimle sınırlamak zorunda olan bilimadamlarının evriminin üstün yaratığı bu şerefe nail değil; çünkü o bir insan değil, o bir hayvan-insan!
Görünen o ki, şifrelerin üstün yaratığı “insan” ile, Evrim Teorisinin üstün yaratığı “hayvan-insan” arasında gerçekten derin bir uçurum var!
Darwin’in ilham perisi Adam Smith’in ve izleyicilerinin sadece kendi çıkarını düşünen ve bunu yüce bir ilke edinen, tüm soylu duygulardan bihaber bu üstün hayvanı, Allah’ın “halife” olarak atadığı, merhamet sahibi, şuurlu, fedakâr; bir gün öleceğini ve kendisine Nefesinden üfleyen Yaratıcı’sına hesap vereceğini bilen özel bir yaratık değil! O, hayvanlar aleminin üstün bir üyesi; hepsi bu! (Bu insanların dönem dönem ırkçılığa varan sapkın görüşler ileri sürmeleri tabii ki yanlıştı; Batılı beyazın diğer türlerden üstün olduğunu söylemeleri tabii ki yanlıştı, ama bu o şartlarda, o adamlara pek de yanlış gelmiyordu, çünkü ırkçılık o tarihlerde ayıplanan bir şey değildiBize düşen görev, bu sapkın görüşü mahkûm etmekten ibarettir; teoriyi olduğu gibi dışlamak değil. Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombasını Einstein mi atmıştı yani?!. Bugünün birçok teknoloji harikasını bu bilgine borçlu değil miyiz?!.)
Peki; bu durumda Darwin’i tümden reddetmemiz mi gerekiyor?
İşte tüm sorun bu!
Bilimin işi buraya kadar; ve bilim işini namuslu bir biçimde ve tam olarak yapıyor!
Bize düşen, bilimin bu tıkandığı noktada devreye girmek ve sorunu “inanç” düzeyine taşıyarak kabul edilebilir tezler ileri sürmek… (Tez, antitez ve sentez böyle oluşuyor işte; bu da Allah’ın bir yasası! İnananlar da olacak, inanmayanlar da, hatta kafası karışık olanlar da… Ama hakaret, hele iftira hiç olmayacak!)
Darwin, Adam Smith ve benzerlerinin -izah edemeyecekleri için ve esasen izah etmelerine de gerek olmadığı için- telaffuz etmekten özenle kaçındıkları o yüce haslet “merhamet”, doğal seçilim tarafından şekillendirilen “rastlantısal” mutasyonrların refakatindeki içgüdülerden mi mürekkep?!.
Böyle şey olur mu?!.
Her şey bir rastlantıdan mı ibaret gerçekten?!.
Bakın “namus” nasıl önemli bir erdem: “Şimdi bir düşünün: Yumurtanın içindeki moleküller üzerinde, kimyasal süreçlerin hızını düzenleyen maddelerin üretimini başlatıp durduran binlerce komutun yazılı olduğu iddiasından daha inanılmaz bir şey olabilir mi? Önceden oluşmuş parçalar fikri çok daha akla yakın geliyor. Kodlanmış Komutlar görüşünü destekleyen tek şey ise, bunun var olduğunun görülmesidir.” ( Stephan Jay Gould/Darwin Ve sonrası/Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler/TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2000)
Bu sevgili bilimadamı daha ne yapsın ey Müslaman kardeşlerim? “Evet, bunlar var, görüyorum, ama inanamıyorum işte!” diye namuslu bir biçimde itiraf ediyor… (Bilimadamının görevi dinin sahasına girmek değil ki, o gözlem, bulgu ve deneyinin sonuçlarını açıklar, siz de bundan yararlanırsınız; hepsi bu! Ameliyata girerken canınızı emanet ettiğiniz cerraha “Sen Tanrı’ya inanıyor musun bakalım!?.” diye soruyor musunuz?!.)
Batılı dürüst bilimadamlarının bu imdat çığlıkları beni nasıl hüzünlendiriyor bilemezsiniz; ama daha hüzünlendirici olanı, İslam dünyasının bu çığlıklara kulak kapatmadaki dirençliliği… Bu kısa çalışmanın kitaplaştırılmaya çalışıldığı günlerde (Ekim veya Kasım 2000), gazetelerde çıkan haberlere göre, zalim diktatörlerce yönetilen İslam ülkelerinden birinde, “kadını incitmeden dövmenin suç olmadığı”na dair bir mahkeme kararı yayınlandı; incitmeden dövmenin tarifi de: Mahkeme kararına göre, dövülen kadının kemikleri kırılmadığı sürece “incitme” vücut bulmuyormuş!.. (Bu olay Darwin’den yaklaşık 150 sene sonra oluyor… Ama haklısınız; bunun Evrim Teorisi ile ne ilgisi var ki!)
İlk yedi şifrede bire bir örtüşen evrim ve Kuran, 8. şifre olan “Kodlanmış Komutlar Silsilesi” meselesinde biraz ters düştü, değil mi?
Ama son sırada çok daha ters bir mesele var: Yaratılışa Müdahale…
Bakın Gould nasıl şaşkına dönüyor: “İnsanları ve şempanzeleri tam olarak birbirinden ayıran hiçbir özellik ya da yetenek bulunmadığını kabul etsek bile, en azından aramızdaki genetik farklılıkların epey büyük olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa, iki türün görünüşü çok farklıdır ve doğal koşullar altında çok farklı davranırlar. Ancak yakın zaman önce, Mary-Claire King ve A.C.Wilson, iki tür arasındaki genetik farklılıkların bir dökümünü yayınladılar. Sonuçlar, sanırım çoğumuzun hâlâ yaşattığı eski bir önyargı için oldukça sarsıcı nitelikte. Günümüzün bütün biyokimyasal tekniklerinden yararlanarak ve olabildiğince fazla proteini inceleyerek elde ettikleri sonuca göre, genel genetik farklılığın olağanüstü derecede küçük olduğu görülüyor.
“Güzel bir paradoks: aramızdaki farkların yalnızca bir derece meselesi olduğunu kuvvetle savunuyorum, ama yine de çok farklı hayvanlarız. Eğer genetik uzaklık bu kadar küçükse, biçim ve davranıştaki bunca ayrılığa neden olan şey nedir?
“Ortalama bir insan beyninin ağırlığı 1300 gram dolayındadır; kafamız, bu kadar büyük bir beyni alabilmek için, diğer hiçbir büyük memelinin kafasına benzemeyen, şişkin ve yuvarlak, balona benzer bir şekil almıştır.
“Bu ölçüte göre, bekleneceği gibi, şu ana kadar yaşamış en iri beyinli memelileriz. Başka hiçbir tür, memelilerin ortalama beyin büyüklüğünü bizim kadar aşmamıştır.
“Varacağım sonuç sıra dışı değil, üstelik havasını indirmekle iyi edeceğimiz şişkin egomuzu da teşvik ediyor. Ne var ki, beynimiz, büyüyen vücudumuzun talepleriyle ilişkili olmayan bir şekilde, gerçek bir büyüklük sergilemiştir.”(Stephan Jay Gould/Darwin Ve Sonrası/Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler/TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2000)
Gould ve diğer evrimci bilimadamlarına sorulması gereken soru şudur: Vücudumuzun talepleri ile ilişkili olmayacak şekilde büyüyen beynimiz, bu nedenle, neden “doğal seçilimin bir ürünü” olsun ki?!. Doğal seçilim mekanizmasının büyük beyin hayranı olmadığını biliyoruz; doğal şartlara çok başarılı bir biçimde uyum göstermiş olan milyonlarca tür canlı mevcut, ama bunların beyni büyük değil. Biliyoruz ki, yeryüzündeki bütün organizmalar içinde, vücut ağırlığına göre en büyük beyne sahip olan organizma “Homo Sapiens”, yani biziz. Neden? Milyonlarca türde bu ayrıntıya girmeyen doğal seçilim, neden sıra bize geldiğinde “kodlanmış komutunu değiştirme” gereğini hissetsin?!.
Sevgili Gould, “Eğer genetik uzaklık bu kadar küçükse, biçim ve davranışlardaki bunca ayrılığa neden olan şey nedir?” diye soruyordu. Gould’u biraz “düşünmeye” davet ediyorum. (Aslında, mükemmel bir biçimde düşündüğüne eminim ve insanlık adına kendisine müteşekkirim; zaten düşünmese bu satırları yazamazdı.)
Oxford Somerville Collega’da öğretim üyeliği yapan Marian Stamp Dawking, hayvanlar dünyasını inceleyen bir bilimci; üniversitede hayvan davranışları konusunda dersler veriyor… Kitabından anlaşıldığı gibi, evrime inanan biri ve bunun doğal sonucu olarak Darwinci tabii… Tüm kitap boyunca “bilinç” denen olguyu araştırıyor; ve şu tespitleri itiraftan da kaçınmıyor:
“Biyolojide hâlâ cevap bekleyen sorulardan en derinlikli ve gizemli olanı bilinç konusudur. Böyle bir içsel yaşama niçin sahibiz? Bu olgu neden ve nasıl gelişti? …
“Doğal seçilim bilinçli canlıları bilinçsizlerden neden daha çok kayırsın?
“Eğer herhangi bir şeyi ne kadar iyi yaptıkları değerlendirildiğinde, bilinçli ve bilinçziz hayvanlar arasında bir fark yoksa o zaman bilinç doğal seçilim yoluyla evrilmiş olamaz”(Hayvanların Sessiz Dünyası/Hayvanlarda Bilincin Varlığı Üzerine Bir Araştırma/TÜBİTAK Bilim Kitapları, 2000.)
Hiç kimse, Darwinci doğal seçilimcilik açısından, “bilinç”in gerekliliğini savunamaz. Hatta doğru olan belki bunun tersidir; çünkü son derece başarılı milyonlarca tür, tam anlamıyla bilinçsiz bir yaşam sürmektedir. (Konumuz itibariyle “bilinç”i doğru tanımlamalıyız: O canlı “kendisinin farkında” mı; en azından “ben bir canlıyım, doğdum, yaşlanıyorum ve bir gün öleceğim.” diye düşünebiliyor mu? Yoksa harikulâde bir tasarımcı olan bal arısının bilinçsiz olduğu iddia edilebilir mi?)
O halde ortaya çıkan sonuç, “bilinç”in doğal seçilimin bir ürünü olmadığıdır.
Ancak bu yetmez; bilincin neyin ürünü olmadığını söylemek, neyin ürünü olduğunu söylemekten daha kolaydır, ama “bilinçli “ bir canlının kolay cevaplar yerine doğru cevaplar üzerinde “kafa yorması” da bizatihi bilincin bir talebidir!
“Beynin hacmindeki en büyük evrimsel patlama son birkaç milyon yıl içinde olmuştur.
“İnsan evrimi üzerinde çalışanlardan bazıları, beynin evrimindeki o muazzam patlamanın ardında bulunan ayırıcı baskının bir kısmının, ilk olarak, bilme işlemlerinden sorumlu olan neokorteks alanlarında değil, motor korteksde (vücudumuzun hareketlerini düzenleyen bölüm. Yürüme, oturma, atlama gibi. Y.Y.) yer almış olduğuna inanır. Onlar, insanların dikkati çeken yetenekleri olan; nesneleri isabetli fırlatma, zarif bir şekilde hareket etme, av hayvanlarından hızlı koşarak onları yakalama gibi şeylerin üsdünde dururlar. Bilme işlemlerinden sorumlu olan neokorteks sonradan atağa kalkmıştır. “ (Carl Sagan/Cennetin Ejderleri/e yayınları, 1986)
Hatırladınız mı: İnsan önce yaratılıyor, sonra şekillendiriliyor, sonra kıvama erdiriliyor ve “tamamlanıyor”… Sagan farklı bir şey söylemiyor…
İşte bu çalışmanın en temel sorusu budur: Bilme işlemlerinden sorumlu olan neokorkteks "neden sonra” atağa kalkmıştır. Onu atağa kaldıran şey nedir?
Tanrı’nın Nefesi tabii…
Sagan devam ediyor: “Düşünüleceği üzere, işaret dilleri sözcüklerle tamamlanmış ve sözcükler sonraları işaretlerin yerini almıştır; başlangıçtaki sözcükler o nesne veya hareketin sesle taklit edilmesi şeklinde ortaya çıkmış olabilir. … Fakat beyinde yeni bir kuruluş olmaksızın bütün bunlar gerçekleşemezdi.”
Tabii ki “beyinde yeni bir kuruluş” olmuştu; insanın içine Tanrı’nın Nefesi üflenmişti!..
“Adem, Adem olmazdan önce maymundu.”
Çalışmaya bu cümle ile başlamıştık ve tüm çalışma esnasında bazen satır aralarında, bazen de direkt olarak, Abdülkadir Bidil’in bu sözüne itiraz etmiştik.
Peki o halde kime müdahale edildi?
Yoksa bu soruyu “ne”ye müdahale edildi?” diye değiştirmek daha mı doğru olur!
Her şey, bundan 7.5 milyon yıl önce başladı… (Bilimin genel inanışı bu; siz isterseniz 1 milyon yıl deyin, isterseniz 39 milyon yıl, sonuç değişmeyecektir.)
Arz yeteri kadar hazırlanmış, “kıvamına erdirilmiş”ti; tüm bu “emanet”i sırtlanacak “bilinç” için her şey özenle hazırlanmıştı.
Yaratıcı’nın ta milyarlarca yıl önce bizzat kodladığı gibi, sonradan “insan” sıfatını alacak olan yaratık “müdahale” için hazır bekliyordu.
Yaratıcı’nın “iki elimle” diye tarif ettiği şefkat dolu ama liyakatle sorumlandırıcı o müdahale yapıldıktan 5.5 milyon yıl sonra (günümüzden iki milyon yıl önce), artık “Homo Habilis” olarak adlandırılılması gereken Australopithecus iki ayağının üzerinde devinmeye başlamış; ortak atadan geldiği maymunla arasına kesin bir sınır çizmişti. Artık yürürken ön ayağının dışını yere sürtmüyor, yani “setiklemiyor”; boş kalan ellerini kullanmayı öğreniyordu. Yaklaşık 300 milyon yıl daha geçince, sonraları “Homo Erectus” adını alacak olan bu yaratık, iki ayağının üzerinde rahatça yürümeye başlamıştı; çünkü omurgası artık dik durmasını sağlayacak biçimde değişikliğe uğramış, “S” biçiminde bir görüüm kazanmıştı. (Bu arada bir kısmını bildiğimiz, bir kısmını da asla bilemeyeceğimiz bir sürü şey oluyordu tabii; örneğin bu canlının “larinks”i boynunun aşağısına doğru kayıyordu, elinin başparmağı kavramaktan ziyade tutmaya yönlendiriliyor, ayak başparmağı büyük bir değişiklik geçiriyor ve yürüme işlevine uyarlanıyordu vs… Tabii, inanılmaz boyutlardaki beyinsel patlamayı saymazsak…)
Bu “tamamlanışlar” ve “kıvama erdirilişler”, bizim için inanılmayacak kadar uzun kabul edilecek süreleri içeriyor olabilirdi; ama Kozmik takvim esas alındığında, bunların neredeyse her biri bir “an”a karşılık geliyordu.
Nihayet günümüzden yaklaşık 100.000 yıl önce, deyim yerindeyse, tüm Kâinat’ın nefesini tuttuğu an gelişti: Beyni antık yeterli büyüklüğe ulaşan Homo Erectus, “Homa Sapiens”e dönüştürülüyor, yani “insan” haline getiriliyordu.
Tanrı’nın o Kudret dolu Muhteşem Nefesi, bu yaratığın içine üflendiğinde birçok şey birden oldu.
Allah ile insan arasında, ayrıntısını bilmediğimiz bir ahdleşme yapıldı; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna insan, “Evet, sen bizim Rabbimizsin; buna tanıklık ederiz.” diye cevap verdi. (Araf, 172); o güne dek yaratılmış her şey “bilinç”e emanet edildi (Ahzâb, 72); yeryüzüne bir halife atanması kararlaştırıldı (Bakara, 30); “Ve Allah Adem’e isimlerin tümünü öğretti” (Bakara, 31)… (“İsimlerin tümünün öğretilişi”ni, “bilim yapma yeteneği ile donatılmak”, “şeyleri/olayları/olguları anlayıp yorumlayabilecek bilinç kapasitesine ulaştırılmak” şeklinde anlayabilir miyiz?)
Ve “niyetler”in de içinde yer aldığı “canlı yayın” böylece başlamış oluyor; Levhi Mahfuz “her şeyi” titiz bir biçimde an be an keydetmeye geçiyordu. Artık sahip olduğu “özgür irade”si nedeniyle bir parça “O” haline getirilen “insan”, mağrur bir ifadeyle kafasını göğe doğru kaldırıyordu...
Ve melekler toptan secde ediyorlardı!.. (Sâd, 73)
İnanıyormuş gibi yapanların anlamsız bir şiddetle inkâr ettiği, inanmıyormuş gibi yapanların ise artık kesinlikle tespit ettiği (ama itirafa gerek görmediği) bu gerçeği, moleküler antropoloji bakın nasıl açıklıyor:
“20. yüzyılda, antropolojiye ilişkin en belirgin gelişmelerden biri 1960’larda ortaya çıktı. Buna göre antropolojik araşatırmalar çoktan yok olmuş türlerin fosilleşmiş kemiklerine değil; bunun tam tersine, yaşayan hayvanlardan alınan kan örneklerine dayandırılıyordu. Genetik yakınlığı ölçmek için insanlarla insansı maymunlardan (şempanze, goril, orangutan) alınan kan örneklerindeki protein albüminlerine antikor yanıtının gücüne dayalı yetkin bir sınama yöntemi kullanılmaktadır. Buna göre, bu iki türe ait albümin yapısı aynı ise, yanıtın gücünün de aynı olması gerekir. Bir proteinin yapısı diğerinden ne denli farklı olursa bu yanıtın gücündeki farklılık da o denli büyük olur. Bu testlerin altında yatan varsayıma göre, protein yapısındaki benzerlik genetik yakınlığı, farklılıklarsa genetik uzaklığı belirtmektedir.
“Bu yöntemi uygulayan bilimadamları şu sonuca varmışlardır: bu üç insansı maymun arasındaki akrabalığın, bunların her birinin insana akrabalığından daha yakın olduğu yönündeki antropolojik değerlendirme yanlıştır.
“İnsanın atası şempanze değil, insanın yanısıra şempanzelerle gorillerin de ortak atası olan değişik bir tür kuyruksuz insansı maymundur.” (Modern İnsanın Kökeni/Roger Lewin/TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2000.)
Moleküler antropoloji, maymunla insanın ortak bir atadan geldiklerini kanıtlıyor, buraya kadar tamam; ama “insansı maymun” betimlemesine katılmıyorum; çünkü o atadan şu anda herhangi bir iz yoktur; dolayısıyla o yaratığa insansı da olsa “maymun” demek doğru değildir. Ayrıca betimleme biçimi neden “insansı maymun” da, “maymunsu insan” değil; o aşamada bu yaratık henüz insan değildi, tamam; ama yine aynı nedenle, o aşamada bu yaratık maymun da değildi. (O yaratığın maymun olduğu kanıtlansaydı buna itiraz etmezdim, gerek yok çünkü; ama şu anda bu kanıtlanmış değil.)
Aynı bilginin, aynı kitapta bir başka yerdeki betimlemesi bana daha kabul edilebilir geliyor:
“İnsan bugünkü Afrika insansı maymunlarının atası olmadığı gibi, onlar da bizim atamız değildir. İnsan da, Afrika insansı maymunları da (şempanze, goril, orangutan) ortak bir atadan gelmişlerdir.”

O atadan bugün herhangi bir iz mevcut değildir; çünkü Kadiri Mutlak’ın Mutlak Kararı’ndan sonra bu tür iki dala ayılmış, biri insan olma yönünde emin adımlarla yürürken, diğeri bugünkü insansı maymunları oluşturmak üzere evrimleşmeye devam etmiş, çeşitli dallar halinde günümüze kadar gelmiştir.
İşte bu nedenle soru, “ne’ye müdahale?” olmalıdır; çünkü insan maymundan gelmediği gibi, maymun da insandan gelmemektedir.
Son ortak ata ne insandır, ne maymun.
Müdahale için seçilen yaratık, bu müdahaleden sonra kendi orijinal yapısını kaybetmiş, maymun ve insan olarak iki türe dönüşmüştür.
İnsanın ve maymunun her ikisinin ortak bir atası mevcuttur; ve bu nedenle şempanze ile insanın genetik yapısı % 99 aynıdır. (Ve çok yakın akrabadır tabii.)
Ve o Muhteşem Nefes nedeniyledir ki, bu inanılmaz orandaki genetik yakınlık, yine inanılmaz oranda bir bilinç farklılığı doğurmakta zorlanmamıştır.
Ancak hiç duraksamadan eklenmesi gereken şey şudur; O yaratık nasıl betimlenirse betimlensin, bu, “Allah’ın yolu ve yasası” dahilinde uygulanmış bir işlemdir; bu nedenle, insanı aşağılayacağı endişesiyle bu ortak ata nedeniyle kaygı duyulabilecek herhangi bir şey mevcut değildir. Her şeye gücü yeten Yaratıcı, eğer dileseydi herhangi bir ortak ata mekanizmasına başvurmadan da yaratabilirdi bizi; ama böyle yapmamışsa, böyle yapmamıştır; bu konuda herhangi bir muhaletfet şerhi düşmek kimsenin cüret sınırları içinde olmamalıdır.
Madem maymundan geldik, o halde maymun neden evrimleşip insanlaşmıyor; neden hâlâ konuşmuyor?!.” sorusuna verilen bu doyurucu cevaba eklenmesi gereken bir şey daha vardır: Maymun hiçbir zaman konuşmayacaktır ve hiçbir zaman insanlaşma aşamasına kadar evrimleşemeyecektir. Bu, birbirine bağlı iki nedenle mümkün değildir: Birincisi, o, “Tanrı’nın Nefesi”ni taşımamaktadır; ikincisi, ilk nedenin sonucu olarak hiçbir zaman “bilinç” sahibi olmayacak ve konuşmayacaktır, çünkü o, bu şekilde tasarlanmamış ve kodlanmamıştır. (“Konuşamayacaktır” değil, “konuşmayacaktır”; çünkü Yaratıcı bunu böyle uygun görmüş ve böyle kodlamıştır. Maymunun konuşmasına gerek yoktur.)
“Beyin, kuşkusuz, konuşma (dil) olgusunun gerçekleşmesinden sorumlu anatomik aygıtın ögelerinden yalnızca biridir. Beyindeki dil merkezleri; larinks, farinks, ses telleri, dil, dudaklar, altçene ve üstçeneden oluşan ses donanımının çeşitli ögelerinin işlevlerini düzenleyip denetler. Bu donanım, büyük ölçüde, yumuşak dokudan (kas, kıkırdak, deri gibi) oluştuğu için, fosil kayıttan silinip gider.
“İnsan dışında, tüm memelilerde, larinks, boynun yukarısında yüksek bir konumda yer almaktadır. Bu durum iki ayrı sonuç doğurmaktadır. Birincisi, larinksin, nazofarinks (burun boşluğunun “arka kapısı” yanındaki havalandırma boşluğu) içine kilitlenmesini, böylelikle de, su içerken hayvanın soluk alabilmesini sağlamak gibi önemli bir işlev görür. İkincisi, larinksin yüksek konumda yer alışının doğal sonucu olarak, farinks boşluğunun (ses kutusunun) küçük oluşu yüzünden, hayvanın çıkarabileceği sesler çok sınırlıdır. Dolayısıyla, belirli memeliler için, ses oluşturma (vacalization), temelde, larinkste oluşan seslere nitelik kazandıran ağız boşluğu ve dudakların biçimine bağlıdır.
“İnsanlarda larinks, boynun çok aşağısında yer aldığı için eşsamanlı yutkunma ve soluma imkânsızdır; dolayısıyla bunlar besinleri ve sıvıları yutarken boğulma tehlikesiyle yüz yüze gelebilirler. Bu çapta tehlikeye karşılık, larinksin aşağı konumunun kimi yararlar sağlaması gerekir; bu yarar da, en belirgin olarak, ses tellerininin yukarısında daha çeşitli niteliklerde seslerin oluşmasına olanak sağlayan çok daha geniş bir farinks boşluğu biçiminde kendini gösterir. New Yok, Mount Sınai Tıp Fakültesi’nden Laitman, ‘Gerçek anlamıyla söz üretebilmemizin anahtarı genişlemiş farinkstir’ demektedir.
“Laitman ve arkadaşları, bebeklerde bedensel gelişmenin bu bağlamda insanın evrimsel gelişimini özetleyerek yinelendiğini ortaya koymuşlardır. Bebek doğduğunda tıpkı memelilerde olduğu gibi, larinks, boynun yukarı kesimindedir; bu, onların meme emme sırasında boğulmalarını önler. Aşağı yukarı bir buçuk yıl içinde, larinks aşağı doğru kayarak yaklaşık 14 yıl sonra, erişkin insanın düzeyine varır; konuşma yeteneğinin gelişimi, bu kayma süresine denk düşer.”(Roger Lewin/aynı eser.)
Maymun işte bu nedenle konuşamaz!..
O, bir şey yer veya içerken boğulma tehlikesini göze alamamış evrimsel bir canlıdır; oysa insan, boğulma riski de göze alınarak üretilmiş, o ana kadarki genel evrime Gökler tarafından müdahale edilerek “özele” çevrilmiş, özel bir türdür.
Altı çizilmesi gereken husus, insan’a gelinceye kadar tam anlamıyla devrede oan “doğal seçilim mekanizması”nın, bu aşamadan sonra devreden çıktığıdır, insan özeli bazında tabii ve bir süreliğine… Bir canlı Yaratıcı’nın Mesajı’na muhatap olacak ölçüde biliniç kazanacaksa, bu mutlak surette bir müdahale ile olacaktır; ve bu müdahale, bir anlamda “doğal seçilim mekanizması”na, “evrim”e bir müdahaledir. (Allah yarın bir öküzün bilinçlenip mantıklı bir şekilde konuşmasını, Kuran okumasını; mahkemelerden, kadının kemiklerinin kırılmaması şartıyla istenilebileceği kadar dövülmesine imkân tanıyan kararlar çıkarmamasını murat ederse, muhtemelen bu öküz için de aynı mekanizmayı devreye sokacaktır.)
Bu, insanda aynen böyle olmuştur.
Bu, son derece hayati bir meseledir; bu mesele ihmal edildğinde, insan bir “hayvan insan” konumuna düşürülmekte, “özel yaratılmışlık ayrıcalığı” elinden koparıp alınmakta ve Adam Smith gibi birtakım düşünürlerce “yaşamak için rekabete” zorlanmaktadır; insana yakışmayan bu kahrolası didişme, merhamet eksikliğinden ve gönül gözü körlüğünden kaynaklanmakta olup, bu çalışmada bu konuya yer verilmeyecektir. (Benzerleriyle Değiştirilenlerin Hikaysi’nde bu konu genişçe irdelenmiştir.)
Ama bu konuda birkaç paragraf yazmak da insanın boynunun borcu tabii:
“Ancak Marx ve Engels, bir şeyi açıklamakta zorlanıyorlardı: Canlıların nasıl var olduğu sorusu. Çünkü canlıları ‘yaratılmamışlık’ temelinde açıklayan bir tez olmadıkça, dinin uydurulmuş bir afyon olduğunu ileri sürmek ve tüm tarihi maddeye dayandırmak mümkün olmazdı.
“Marx’ın beklediği açıklama, Darwin’den geldi. Marx, Türlerin Kökeni’ni eline alır almaz kitabın önemini anladı. Engels’e yazdığı 19 Aralık 1860 tarihli mektubunda, Darwin’in kitabı için ‘bizim görüşlerimizin tabii tarih temelini içeren kitap budur işte’ diyordu.
“Komünizmin bu iki kurucusu tarafından bu denli yüceltilen Evrim Teorisi, doğal olarak onların takipçileri tarafından da hararetle benimsendi. Dünyanın neresinde olursa olsun, her türlü konünist rejim ya da hareket, Darwinizm’i ve neo-Darwinizm’i sonuna dek savundu, onu kendi entelektüel temel taşlarından biri olarak kabul etti.”
İşte yüz elli yıldır bu nedenle kavga ediliyor; konunun tabiatla, biyolojiyle,antropolojiyle falan bir ilgisi yok!
Evrim Teorisi yıkılmalı ki, komünizm de yıkılsın!..
Peki; evrim teorisini sadece komünistler mi benimsiyorlar; başka ideolojiler de bu teoriden yararlanmaya çalışmıyor mu?!.
Gayet tabii başka birtakım ideolojiler de bu teoriyi benimsiyor, bu teoriden hareket ediyor; ama onlar tehlikeli değil ki!
Komünizm tehlikeli!..
Bu ideoloijiler içinde, komünizm kadar Kuran’a yakın olanı yok; Allah muhafaza, komünizm gelse, Kuran hükümlerinin pek çoğu kendiliğinden hayata geçecek; işte tehlike burada!.. (Bunları, bizim körler için, gözleri olan ama bırakın onların dedikleri gibi % 5’i, % 1 bile görmeyen bu körler için söylüyorum; yoksa bilimadamlarının komünizmle momünizmle ilgilendikleri yok, onlar işlerini yapmaya çalışıyorlar. İslâm ilahiyatçısı Mehmet Bayrakdar Hoca komünist mi yani?!.)
Evrim teorisi düşmanlığıyla ucuz kahramanlık yapmak kolay tabii; alsanıza hakim sınıfları karşınıza!.. Allah’ın rızıklarını eşit şekilde paylaştırmayanları, bunu engelleyenleri, servetlerinden ihtiyaç sahibi yoksulları yararlandırmayanları alsanıza karşınıza!
Sizi sahtekârlar sizi!.. (Evrim teorisi’ne samimi biçimde karşı çıkan dindarları -hangi dinden olurlarsa olsunlar- tenzih ederim; sözüm onlara değil! Ben bu kahramanlara(!) gıcık oluyorum!)
“Evrim Teorisi” işlevini tamamlamış, bilime yaptığı muazzam katkılarla tarihin şerefli hafızasındaki o muhteşem yerini almıştır. Bugünden itibaren, bu teoriyi tarihe emanet ediyor ve bundan böyle “Evrim Kanunu”nu insanlığın dikkatine sunuyorum.
Son sözü, ismi bile bir başka güzel olan bir Sure söylesin; Muhammed Suresi’nin 24. ayeti’nde Allah şöyle diyor:
“Peki bunlar, Kuran’ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var!”
Yılmaz Yunak
18/3/2009

Not: “Müslümanlarla böyle mücadele edilir mi?” diye düşünebilecek kimi dostlarım için son kez tekrar ediyorum. Müslümanlarla değil böyle, hiç mücadele edilemez; neden mücadele edilsin ki!
Bu çalışma, kendisi de Müslüman olan bu fakir tarafından Müslüman dostları için yapılmıştır ve bu bir mücadele değildir. Çalışmanın kimi yerlerinde “esaslı bir mücadele” olduğu doğrudur tabii; ama bu mücadele Müslümanlarla değil, Müslüman taklidi yapan uğursuzlarladır!
Bir Müslümanla neden mücadele edilsin ki!..

2 yorum:

  1. parapithecus, insanın evriminde rolü olan fosil bir primattır.

    YanıtlaSil