12 Mart 2009 Perşembe

Adam gibi adam

Geçenlerde bir dostum, “Adam Gibi Adam”ı anlatan bir kitap yazmamı rica etmişti. İçinde bulunduğu ruh halini anlamak zor değildi: Etrafını öylesine pislik tipler sarmıştı ki, o anda aslında benle konuşmuyor, yüksek sesle düşünüyor; bu kötü gidişi önlemek adına neler yapılabileceğini hesaplamaya çalışıyordu. Farkındaydı veya değildi, tam olarak anlaşılmıyordu; ama bilinçaltını tırmalayan bir şeyler olduğu açıktı: İnsanlık kötü bir akıbete doğru hızlı adımlarla ilerliyordu, bir şeyler yapılmalıydı…
Televizyondaki iğrenç tipi izlerken, bu dostumun söylediklerini aklımdan geçirmeden edemedim: “Adam gibi adam” ne menem bir şeydi?.. İşte, ekrandaki tip karşımdaydı; anlaşıldığı kadarıyla birkaç yabancı dil konuşuyordu, bir-iki üniversite bitirmişti, giyimi-kuşamı yerli yerindeydi, kendinden emin bir tavırla konuşuyor, hatta bu konuşmasını hafif alaycı mimiklerle destekleyerek daha da etkili hale getirebiliyordu… Tarafsız bir gözlemci, bu yaratığı bir-iki dakika izledikten sonra gayet içten bir şekilde “İşte, adam gibi adam!” diyebilirdi.
De…
De’si vardı işte…
Alaycı mimiklerle desteklediği küstah bakışlarını objektife dikmiş, “Türkiye’yi kimin yönettiği, hangi partinin iktidara geldiği beni zerre kadar ilgilendirmiyor; beni ilgilendiren şey, Avrupa Birliği’ne bir an önce nasıl gireceğimizdir.” diye kendi ülkesine ve kendi halkına kin kusuyordu… Benzer birkaç cümleden sonra, alaycı mimikleri ve etrafındakilere tepeden bakan tavırları daha bir anlam kazanıyordu: Biz cahil, ilkel, beş para etmez, aşağı tabakadan insanlardık; o ve benzerleri bizden değillerdi ve Avrupa Birliği’ne girildiğinde o ve bir avuç seçkin(!), medeniyetle buluşmuş, üstün ırk arasına katılmış olacaklardı… Ülkeyi kim yönetirse yönetsin o ve onun gibiler için fark etmiyordu; çünkü onlar zaten bizden değillerdi, bu nedenle yöneten ve yönetim biçimi onları bağlamayacaktı. Onlar, “sahiplerle” öylesine bir dayanışma içindelerdi ki, ülkeyi yönetecek güç onların yaşam biçimlerini o veya bu şekilde etkileme yeteneğine sahip değildi. Onlar, “efendilerle” çoktan kaynaşmışlar, çoktan “onlardan biri” olmuşlardı… Yönetimin gücü efendilere ve ruhlarını o efendilere satmış bu efendilere yetmezdi; veya belki daha doğru bir anlatımla, yönetimin zafiyeti onlara zarar veremezdi… Türk olmak da neydi ki?!. Milli ve manevi değerler de neyin nesiydi; biz kimdik ki birtakım değerlere sahip olacak ve bu konuda hassasiyet gösterebilecektik!.. Kıbrıs meselesi, Türk Devleti’nin onuru, Ay Yıldızlı Bayrak, Türk Dili, ülkenin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü, milli haysiyetimiz, gururumuz, hatta “amerikalı sahipler”in on bir askerimizin başına çuval geçirmesi… Bunların tümü “safra” idi ve yükselmek için gerektiği kadarı aşağı atılabilirdi… Özelleştirme, istisnasız her şeyin satılabileceği yönünde öylesine bir bilinç oluşturmuştu ki, bu kör bilinç, satılmakta olan veya satılması gereken şeyin ne’liği üzerinde bile durmuyordu artık; Makyavel, bunların yanında bir anda süt dökmüş bir kediye dönebilirdi… Her şeyi bu denli açık olarak ortaya koymuyordu kuşkusuz, ama mimiklerinden, özenle kurduğu cümlelerden, konuşmasının arasına bilinçle serpiştirdiği vıcık vıcık riyakârlık, sahtecilik, fırsatçılık ve özentilik kokan amerikanca sözcüklerden ve milli ve manevi değerler söz edildiğinde takındığı mesaj içeren o sefil tavırlarından bunu açıkça anlayabiliyordunuz; zaten o da bunun böyle anlaşılması için özel bir gayret sarf ediyordu… Özel bir gayret sarf ediyordu; çünkü bizle konuşur gibi yaparken aslında yaptığı şey, “efendiler”e özel mesajlar göndermekten ibaretti…
Bizle konuşur gibi yaparken, aslında Avrupalı ve abd’li efendilere irade beyanında bulunuyordu; bu yolda satılabilecek, atılabilecek ne varsa hemen feda edebileceği yönünde…
Pislik bir tipti; tam anlamıyla pislik, iğrenç, süprüntü, çukur bir tip…
Bu ve benzerleri Türkiye’deki işsizliğe başka bir pencereden bakabilme yeteneğine de sahiptiler: Ülkedeki işsizlik çok da kötü bir şey değildi; çünkü rekabet koşulları nedeniyle bu işsizleri ucuza çalıştırmak mümkündü ve bu da Batı ile rekabet edebilmek için olumlu bir şeydi:
Ucuz işgücü ve ucuz maliyet…
İnanmadığınızı biliyorum, çünkü gerçekten inanılacak gibi değil; ne var ki, bu konuda yazıları dahi var ve hepsi arşivde saklanıyor. Ucuz işgücünü böylesine olumladığını gördüğünüzde isyan etmeden duramıyordunuz; ama yapacak bir şey yoktu, bunların hepsi böyle işte!.. (Aslında, yapacak birçok şey var tabii; bu fakir yirmi yıldır bunu anlatıp duruyor, ama yeteri kadar anlaşılır olmadığı veya modası geçmiş fikirlerinin pek rağbet görmediği anlaşılıyor!..)
Bir ara, bu pisliği ve beni 10-15 dakikalığına bir odaya kapattıklarını ve hiçbir şeye karışmadıklarını hayal ettim; hayal mayal, yine de güzel bir duyguydu…
Evet; birkaç dil konuşabiliyordu, birkaç üniversite diploması taşıyabiliyordu, “efendiler/sahipler” gibi giyinebiliyordu; ve tabii, bal tutup parmağını sıkça yaladığı açıkça belli olduğundan muhtemelen bir hayli varlıklıydı da…
Da…
Tüm bunlar “adam gibi adam” olmaya yetmiyordu; bu berrak bir şekilde görülebiliyordu işte!.. (Ne ilginç değil mi; “nefret” konusunda her dakika ukalalık yapan ve bunun iyi bir şey olmadığını anlatmaya çalışan bu fakir, şu anda nefretinden tir tir titremekte!.. Genetik yapımızdan, evrimimizden ve Yaratıcı’nın ruhlarımızı kodlaması esnasında duyduğu gereklilikten kaynaklanıyor olmalı; yoksa “zalime karşı mücadele”de nasıl başarılı olabilirdik ki!..)
Adam gibi adamlık… Hiç de kolay bulunan bir haslet değil…
Birkaç yıl önce ciddi bir ruhsal rahatsızlık yaşamıştım. O “tuhaf günler”in başlangıç sancıları esnasında yine televizyonda gördüğüm bir haberi hiç unutamadım; her şeyi sorgulamaya başladıktan ve bunun doğal bir sonucu olarak gelişen bir hayli çileli bu maceradan sonra iyice anladım ki, ruhsal rahatsızlığımı tetikleyen kimi unsurlar arasında bu “sıradan haber” de vardı…
Ak sakallı bir ihtiyardı… Çok fazla eğitim görmediği tavırlarından, mimiklerinden, davranışlarından belliydi. Bizim gibi; ortalama, sıradan, kendi halinde, alçak gönüllü biriydi… Tam hatırlayamıyorum, sanım Güneydoğu illerimizin köylerinden birindeydi… Yere çömelmişti ve iki elindeki ince çubuklarla yerden bir şeyler topluyordu. Kamera yere odaklandığında, topladığı şeylerin akrep olduğu belli oldu. Yaşlı adam, elindeki çubukları maharetle kullanıyor, özenle yakaladığı akrepleri bir kavanoza dolduruyordu. Hareketlerinde belli belirsiz bir şefkat havası sezebiliyordunuz; merhametle davranıyor, herhalde hayvanların canını yakmak istemiyordu… Etrafında birkaç adam ve kadının yanı sıra on-on beş de çocuk vardı. Yaşlı adam tipik bir müslüman görünümünde olduğu için içimin bir an huzurla dolduğunu hissetmiştim. Kötü günler geçiriyordum, Yaratıcı’nın içimize üflediği o esrarengiz “Nefes”in tezahürlerinden birini görmeye, merhameti koklamaya, insanlık bilincini yaşamaya ihtiyacım vardı. Yaratan tarafından yaratılan bir mahlûk, sırf bu nedenle bile hak ettiği merhameti görebiliyordu…
Hiç unutmuyorum, hiç!..
Tüm yaşamım boyunca böylesine acı çekerek ağladığım çok az günler olmuştur. Öylesine acı çekiyordum ki, bu acım yüzünden o anda Yaratıcı’ya öfke duymuş ve isyan etmiştim… O anda aklımdan geçenlerin, dolayısıyla öfkemin Levhi Mahfuz’a kayıtlandığını şu anda biliyorum, ama bundan hiç gocunmuyorum; çünkü Yaratıcı’nın da benim duygularımı paylaştığına ve bu nedenle beni affedeceğine inanıyorum.
İlkel bir tören gibiydi; insanın kanını donduran, nefret ve isyan duygularını dayanılmaz boyutlara taşıyan, bizim bilmediğimiz kendine özgü nedenlerle Yaratıcı’nın şimdilik müdahale etmediği hazin bir tören… Önce kuru otlar, çalı çırpı hazırlandı… Bir yatak, bir yuva, bir sığınak gibi… Sonra bu sığınağın(!) etrafına çepeçevre çalı çırpı dizildi ve ateşe verildi… Kavanozdan çıkarılan panik içindeki akrepler benimle birlikte yuvanın içine konuldu; ve bir süre beklendi… O anda kendimi Mahşer’de buldum: Panik içinde Cehenneme doğru götürülüyordum; çıldırasıya korkuyor, kaçmak istiyor, avaz avaz bağırıyordum…
Ama hiçbir şey değişmiyordu…
Yuva(!) ateşe verildiğinde yaşanan o panik… Kimi yavru o biçarelerin birbirlerini ezercesine oraya buraya kaçma çabaları…
O çığlıkları… Çıkardıkları o tarif edilemez ses, o feryatlar…
Aman tanrım, o feryatlar!.. .
Hiçbir suçunuz olmadığı halde yakınlarınızla, belki çocuklarınızla birlikte yanıyorsunuz; bunun tam anlamıyla idrakindesiniz ve kaçacak hiçbir yer yok!.. Bacaklarınız, sırtınız, başınız hep alev almış, müthiş acı çekiyorsunuz; bu arada gözünüz yakınlarınızda, çocuklarınızda, yavrularınızda… ve onlar da yanıyor, onlar da yanıyor… ve… ve kaçmaya çalıştığınız yer, sizi çepeçevre kuşatan etrafınızdaki çember de alev alev...
Bu, bardağı taşıran damlalardan biriydi: İnandığım tüm İslami ve insani değerleri paramparça edip bir kenara fırlatan o kahredici günden sonra, çok ciddi bir tedavi görene kadar, akıl hastanelerinden kurtuluncaya kadar bir daha kendimi toparlayamadım…
Evet, yaşlı adam bizden biriydi, her türlü manevi değerin ırzına göçmeyi göze alabilen yukarıdaki örnekte verdiğim liberale hiç benzemiyordu; kurduğu cümlelerin arasına amerikanca sözcükler sokuşturmuyor, Kamu’nun kutsal hazinesinin “özelleştirme” adı altında ona buna peşkeş çekilmesi için çırpınıp durmuyor, açlık sınırında yaşayan kitlelere “ucuz işgücü” diye özel bir önem atfetmiyor, “sahiplere” yaranmak için vatan hainliğini göze almıyordu…
Da…
Gönül gözü kapalıydı…
Uzaktan bakıldığında Müslüman ve insan gibi görünüyordu ama merhametsizliği ve bundan kaynaklanan affedilemez vahşetiyle İslam’ı ve tüm insani değerleri bir çırpıda silip atıyordu.
“Adam gibi adam” arayışımızda, paradigma farklılığı nedeniyle meselelere değişik pencerelerden bakabiliriz; bu son derece doğaldır. Kimimiz komünistiz, kimimiz liberal; kimimiz milli ve manevi değerlerin takipçisiyiz, kimimiz evrensel değerlerin…
Peki; ortak bir payda bulmak mümkün mü?..
Aziz Nesin Allah’a inanmıyordu, ama tüm yaşamı boyunca hayır peşinde koştu durdu; İslami söylemle, bu unutulmaz dahinin yaşamı “hayırlarda yarışmakla” geçti…
Freud… Bu dahi psikiyatri alanında öylesine muazzam önsezilere sahipti ki, neredeyse iki asır geçmesine rağmen, bırakın onun ayarında bir dehanın bulunabilmesini, ona yaklaşabilen biri dahi çıkmadı ortaya… Ama bu deha hem ırkçıydı, hem de kadın düşmanı… “Kadın düşmanı” diye nitelemek dahi yanlış aslında; çünkü kadını insandan bile saymıyordu ki ona düşman olsun!..
Buyurun size “bizden” bir örnek: İslami literatürde “hadis” diye aktarılan garip bir söz var: “Kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bu nedenle, onu düzeltmeye çalışmayın; ondan bu eğri haliyle yararlanın!”
Kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı Tevrat’ta geçer; Kuran, Adem’in yaratılışını anlattıktan sonra “Ondan da eşini yarattı” diye bilgi verir. (İnsanın yaratılış macerasına ilişkin bu konu çok ayrıntılı ve bir o kadar da zevklidir: Geniş bilgi için “Kuran’daki Maymun” adlı kitabımı okumanızı salık veririm.) Yeryüzünde kadını “meşrulaştıran” ve onu hak ettiği saygınlığa kavuşturan ilk yazılı kaynak Kuran’dır. Allah’ın Elçisi’nin sözü (hadis) diye aktarılan bu saçma sapan söz, hiç o Muazzam Ruh’a ait olabilir mi?!. (Ne demek “ondan bu eğri haliyle yararlanın!”; bu söz hiç Kuran’dan onay alabilir mi?!.)
Ama ne yaparsınız ki, bu söz, isimlerinin önünde “Prof.Dr.” yazan kimi alimlerden(!) bile taraftar bulabilmektedir.
Yani, “adam gibi adam” olabilmek için nüfus kağıdınızda “Müslüman”, kartvizitinizde “prof.” yazması da yetmiyor işte…
Hele bir de bu mukaddes değerleri siyaset aracı yapanlar var; vay canına, hele bir de bunlar var!..
Suratına baktığınızda bir şey hissediyorsunuz; tam olarak anlam veremediğiniz bir şey; ama biliyorsunuz ki bir şey bilincinizi tırmalıyor, “gönül gözünüz”le ucundan kıyısından algılayabildiğiniz o uğultu bir şeylerin habercisi, size bir şeyler anlatmaya çalışıyor…Kulağınızda değil belki ama vicdanınızda yankılanan bir ses, “Bu adam” diyor, “Bu adam bir riyakâr, bir sahtekâr; bu adam… bu adam uğursuz bir tip!..”
Adam görünüşte tüm İslami değerleri sınırsızca savunuyor; ama gelin görün ki, bir kolunu abd’ye, diğerini AB’ye kaptırmış!.. Üstelik bunu zorunluluktan da yapmamış; politik çıkarları onlarla örtüşüyor; tek neden bu!.. Üzerinde bir parça düşündüğünüzde, savunduğu değerlerin tamamına yakınının eski Arap kabullerinden oluştuğunu, İslamla uzaktan yakından bir ilgisi olmadığını görebiliyorsunuz; ve bu uğursuz davranışının nedeninin bu olduğunu hemen anlayabiliyorsunuz… Ne var ki, yapabileceğiniz hiçbir şey yok; çünkü eninde sonunda her toplum layık olduğu biçimde yönetiliyor!..
Öğrenimse öğrenim, karizmaysa karizma, kararlılıkla kararlılık, makamsa makam-mevki ise mevki; her şey mevcut; ama “adam”lık eksik; çünkü yukarıdaki paragrafların birinde tartıştığımız gibi, “adam”dan ne anladığımız farklı!..
En çıplak gösterge, bir taraftan tüm İslami değerlere sahip çıkarken, diğer taraftan liberalizmi katıksız savunuyor olmak…
Yani, riya yapmak, riyakârlık…
Bu kadar sırıtan bir yalpalamanın -çoğu kişi görmese/göremese bile- Levhi Mahfuz’dan onay alması mümkün mü?!.
“Lanet olsun be!..” deyip geçmek en iyisi… En iyisi, çünkü üzerinde daha fazla konuşmaya dahi değmez bir çukur tiplemesi uğruna sizi bu çalışmadan soğutmak istemiyorum… (Bu uğursuz tipi hemen tanıdığınızı biliyorum, en azından “riya” kokusu aldığınızı…)
Bu konuda söylemeden geçemeyeceğim tek şey ise şudur: Teorik olarak herkesi kandırmanız mümkündür; ama bilmelisiniz ki O’nu kandırmak mümkün değildir…
O kanmıyor!..
Bir gün Üsküdar’dan Harem’e doğru yürürken, sahildeki beton korunağın arkasındaki kayalıklarda oturan bir adama ilişti gözüm. Orta yaşlı, hırpani kılıklı, ürkütücü bir tipti. Saçı başı dağılmış, sakalları uzamış, elbisesi yer yer eprimişti. Hani şu “tinerci” diye isimlendirdiğimiz yitikleri andırıyordu.
Adamın kendi kendine konuştuğunu, ara sıra tebessüm ettiğini görünce meraklanıp biraz daha yaklaştım ve beton çıkıntının kenarına oturarak onu izlemeye başladım. Hava sıcaktı; ara sıra denize uzanıyor, avuçladığı suyu başına, boynuna döküyor sonra tekrar kayaların arasına bakıp konuşmaya başlıyordu.
Gözucuyla fark ettiğinde bana doğru dönerek bir süre süzdü beni.
“Biraz bozukluğun var mı moruk?..”
Kelimeleri ve vurgulaması kabaydı, ama niyetinin bu olmadığı belli oluyordu.
Elimi cebime atıp cüzdanımı çıkarırken karşı taraftaki çay bahçesini işaret etti:
“Şuradan kaşarlı bir tost kapsana ciğerim, bir de gazoz söyle babalık, anadın mı!..”
Bir an için hiddetlendiğimi hatırlıyorum, ama neden kızıyordum ki; tinercinin benden farkı yoktu; riya yapmaktansa, bildiği gibi davranmayı seçiyordu…
Üç-beş dakika sonra geri döndüğümde ayağa kalkmış beni bekliyordu; bakışları bir tuhaftı, daha doğrusu anlam karmaşasıyla doluydu: Takdir, teşekkür, saygı, caydırıcılık, bıkkınlık…
Kayaların üstüne oturduktan sonra benle hiç ilgilenmedi. Önce gazozdan birkaç yudum aldı, sonra elindeki tosttan küçük parçalar kopararak kayaların arasına atmaya başladı.
Bu seferki duygularım hiddetten çok bir acıma diye tarif edilebilirdi: Ben ona tost almıştım, o ise tostu yiyeceğine parçalıyor ve kayaların arasına atıyordu; deli olmalıydı…
Can sıkıntısı içinde kalkmaya hazırlanırken kayaların arasında bir hareketlenme çarptı gözüme; ve o anda zaman zaman duyumsadığım o gerçek dışı boyutta buldum kendimi:
Zayıf bir fareydi… Küçük tost parçalarını bir kedi gibi havada yakalıyor ve kayaların arasında, göremediğim bir yere götürüyor, sonra aceleci adımlarla geri dönüyor ve aynı hareketleri tekrar ediyordu.
Kendimi birden tinercinin yanında buluverdim:
“Bu, Melahat Abla, moruk!..”
Biraz ileride duran ve bu seremoniye katılmayan bir hayli iri fareyi göstererek sordum:
“O kim?”
Dudaklarını ileri doğru uzatıp kafasını takdirle sallayan tinerci, “O Muhittin Abi.” diye cevapladı sorumu. “Biraz sinirlidir, biraz da vahşi… Melahat Ablanın kocası sanırım, ama pek yüz vermiyor; mimikleri ve jestleriyle racon kesiyor, sonra da gidiyor. Seni biraz kessin, tehlikeli olmadığına kanaat getirirse biraz sonra gider.”
Gerçekten de, Muhittin Abi beni bir süre inceledikten sonra ağır adımlarla çekti gitti.
“Neden yemiyor, nereye götürüyor?”
Gazozundan bir yudum daha içen tinerci, “Yeni doğum yaptı.” diye mırıldandı. “Bir ara gördüm ama sayamadım, sanırım 8-9 tane yavru var; on-on beş gündür emziriyordu, artık yiyecek de veriyor.”
Tinerciyle bir süre bakıştık ama konuşmadık. Kayaların üstünde düşmeden yürümeye gayret ederken garip adamın dost sesiyle omuzumun üstünden kaçamak bir bakış fırlattım o yöne doğru..
“Teşekkür ederiz ciğerim. Biz hep buradayız; yolun düşerse uğra, laflarız…”
O gün akşama kadar bu olayı yorumlamaya çalıştım. Acemi müzisyenler gibiydim; notayı bir yakalıyor, bir kaybediyordum. Neler olup bittiğini, niçin bu şekilde davrandığını tinerciye neden sormadığımın cevabını çok sonra buldum: Hani anlamını bilmediğiniz, yabancı dilde romantik bir şarkı dinlerken sözleri kendiniz yazar, melodiye kendi anlamınızı yüklersiniz ya, benim yaptığım da buna benzer bir şeydi… Öyle yoğun duygularla yüklenmiştim ki: Merhametin o tanrısal kokusu, tüm canlıların kardeşliği, dışlanan ve hatta tiksinilen bir türle böylesine naif bir ilişkinin şaşırtıcı sıra dışılığı, diğergamlığın o esrarengiz çağrışımı, içinde yaşanılan topluma isyanın romantik çekiciliği, bir şeyleri biliyor olmanın vermiş olduğu o reddedilemez hüznün mistik lezzeti, yitip gitmişliği dahi kabullenebilecek ölçüde yoğun bir protesto biçimi…
Hırpani kılıklı, argo konuşan, kaba, işsiz-güçsüz, korkutucu biriydi tinerci…
De…
Bir şeylerin bilincine varmış, bir şeyleri aşmış, bir şeyleri elinin tersiyle itebilme cesaretini gösterebilmişti…
Bence yiğit biriydi; namuslu, cesur, merhametli, gözüpek, sevecen…
Ama kaçmayı seçmişti.
Kaçmayı seçmişti ve bu, “adam gibi adam” arayışımızda görmezden gelebileceğimiz kadar küçük bir sürçme değildi!..
Keşke bunun başka bir yolunu biliyor olsaydı veya biliyorsa keşke buna da cesaret edebilseydi ve aramızda kalmayı sürdürebilseydi…
Ama bazen kaybetmeyi kabullenmek aslında kazanmanın ta kendisi olabiliyordu ve belki de bu görünüşte yitik dostumuz bu gerçeği yakalayabilmişti; kimbilir!..
Merhamet, akıl ve namus dostlar…
Merhamet, akıl ve namus…
Aslında üçü de soyut birer kavramdan ibaret, tamam; ama somutun, bir başka deyişle gerçeğin ne olduğunu kim biliyor, kim böyle bir iddia ile ortaya çıkabilir ki!..
Merhametten hepimiz farklı şeyler anlıyoruz, akıl deseniz bir başka meçhul, namus ise tam anlamıyla bir anlayıştan/bir kabulden ibaret; bu kavramlara herkesin farklı anlamlar yüklediği çok açık değil mi?!.
Ne var ki; yine de aslolan bu olmalı; doğru veya yanlış, eksik veya fazla, ilahi veya değil…
İnsanoğlunun görebileceği, anlayabileceği, dolayısıyla tam olarak idrak edebileceği büyüklükte bir Kâinat haritası yapmaya kalksanız, bu haritada Arz’ı kalemin ucuyla bile gösteremiyorsunuz; kalemin ucu bile o kadar büyük bir nokta bırakıyor ki, ölçek bir anda paramparça oluyor…
İşte Arz, yani üzerinde yaşadığımız Dünya bu kadar küçük!..
Benzer yöntemi yaşam süremize de uygulayabilirsiniz: Arz ile kıyaslandığında insanoğlu 23 Aralık’ta ortaya çıktı ve henüz birkaç saatlik; Evren ile kıyaslandığında ise ömrümüz yani tüm bir insan ırkının ömrü neredeyse saniyelerle ifade edilebilecek ölçüde yeni ve kısa!..
Koca Kâinatta, uzay ve zamanda var mıyız, yok muyuz belli değil!..
Yaşamımız görünüşte öylesine ince bir pamuk ipliğine bağlı ki, Evren’deki trilyonlarca göktaşından biri bile bizi sonsuza dek oyun dışı etmeye yetiyor…
Bu kadar küçük, bu kadar kırılgan ve bu kadar kısa süreli isek, üstelik tüm bunlara rağmen henüz hiç kimsenin tarif bile edemediği “akıl/bilinç” gibi Tanrısal bir yetiyle de donatıldıysak, bunun mutlaka bir nedeni olmalı…
Belki de kuşku duyamayacağımız tek şey bu!..
Bir karikatür görmüştüm: Mikroskobun altındaki tek hücreli organizma “Barış için geldik, size zarar vermeyeceğiz; bizi başkanınıza götürün!” diye çıkışıyordu merceğe doğru saf saf bakarken…
Bu zavallı organizmadan farklı olduğumuz gibi küstahça bir kanaate sahibiz!..
Üstelik, çevremize şöylesine bile bakmayı akıl dahi edemiyoruz: 600 yıl yaşayan çınar, 120 metrelik sekoya, Güney Amerika’daki 4.000.000 yaşındaki bodur bitki, esrarengiz piramitler, izah edilemeyen Aztek ve Maya uygarlıkları; telepati, telekinezi, durugörü, kehanet, eşyanın tabiatını değiştirdiği söylenen ermişler, su üzerinde yürüyebilenler; sadece Güneş Sistemi dahi ele alındığında hayranlıktan dudak uçurtacak düzeydeki aritmetik, geometri ve eşgüdüm; saniyesi saniyesine, her 72.000 yılda bir yakınımızdan geçen kuyruklu yıldız, Güneş patlamalarında uzaya tehditkâr birer dil gibi atılıveren Arz’ın 800 katı büyüklüğündeki alev sütunları; ve derin bir öğretinin canlı bir göstergesi olan, Ay yüzeyindeki derin kraterler, “bakın, ne kadar korumasızsınız” dercesine gözümüze gözümüze sokulan Tanrısal işaretler…
Ama heyhat!..
Beş temel ölçüt…
Merhamet, namus, akıl, cesaret ve çalışkanlık…
Merhamet, çünkü insanı Arz’la sınırlı kalmaktan kurtarıp kozmik boyuta taşıyan en yüce haslet budur; namus, çünkü insanı hayvandan ayıran belki de tek temel değer budur; akıl, çünkü içimize nefes üflenmesi esnasında genlerimize kodlanan “bir parça O’luk”u adeta gözlerimize sokan en temel işaret budur; cesaret, çünkü sıradan bir et ve kemik yığınını “değer”e dönüştüren, “feda” kavramının çerçevesini dolduran belki tek özellik budur; ve çalışkanlık, çünkü un, şeker ve suyu “helva”ya dönüştürebilme yeteneği için gereken enerji budur…
Tarif üç aşağı beş yukarı tamam da; işte sorun da tam burada ortaya çıkıyor ne yazık ki: Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra bu kavramlar öylesine biçimsizleştirildi ki, şu anda çerçevenin içi bomboş veya çerçevenin içini herkes kendi dünya görüşü doğrultusunda doldurma eğiliminde…
Arz’da kullanılan binlerce dil içinde “merhamet” sözcüğü kadar anlamlı bir başka kelime bulmak herhalde mümkün değil; ne var ki -Türkçe sözlükler dahil-, bu Tanrısal haslet “acıma” olarak sınırlandırılmış durumda artık…
Bu ihanet, özellikle nüfusunun tamamına yakını Müslüman olan bir ülkede daha da acınası bir hüviyete bürünüyor… İster klasik tertiplere bakın, ister iniş sırasına göre düzenlenmiş olanına, göreceğiniz şey şudur: Kuran “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla” diye başlamaktadır. “Rahman ve Rahim”in Türkçe karşılığı “hep merhametli, çok merhametli”dir. Bu Kozmik Şifre hiç “hep acıyan, çok acıyan” diye Türçeleştirilebilir mi?!.
Olur mu böyle şey!..
Merhamet köküyle ilişkili bu iki isim-sıfat, “koruyarak, esirgeyerek seven” anlamındadır; bunu acıma ile sınırlandırmak insanın kendisine ihaneti değilse, nedir?!.
Özellikle liberal sistemde, “koruyarak, esirgeyerek sevmek” ne kadar tehlikelidir(!), değil mi?!. Bir servet sahibinin “merhametli” olduğunu düşünsenize… Bu dakikadan sonra, artık orada herhangi bir servetten söz edilebilir mi?!.
“Benzerleriyle Değiştirilenlerin Hikayesi”nde bunu “Servet ile merhamet bir tahterevallinin iki ucunda oturmaktadır; biri yükseldiğinde diğeri alçalır!” şeklinde formüle etmiş ve bununla ilgili olarak “Tahterevalli Sendromu” ismini taktığım bir kuram oluşturmuştum. Burada ayrıntısına giremeyeceğim bu kuram, liberal bir sistemde “merhamet”in neden ortadan silinmesi gerektiğini anlattıktan sonra, bunun muhtemel sonuçlarını da gözler önüne seriyordu: “İnsanın benzerleriyle değiştirilmesi” keyfiyeti… (Bu Kuransal bir sözdür. İnsan, 28)
Basit birkaç örnek isterseniz…
Kuş gribi nedeniyle milyonlarca kanatlı imha edildi, hem de hunharca, adice, şerefsizce… Peki, neden?.. Aynı günlerde, tüm kanatlılara karşı bir nefret dalgası kapladı tüm Türkiye’yi… Peki, neden?..
Çok basit: Bu kanatlıları kurtarmaya çalışmak, en azından bir yere toplayıp/karantinaya alıp sonucu beklemek “ticari-ekonomik” değildi!..
Akıllıca(!) değildi… (Bu arada; kendi küçük kümesiyle geçinmeye çalışan gariban köylü veya küçük üretici perişan olurken, aklını(!) kullanıp “entegre” tesislerde “üretim”(!) yapanlar paraya para demediler; bu da bir başka gösterge… Tabii, görebiliyorsanız!..)
Liberal mantık açısından baktığınızda bu doğrudur; ama Kuransal anlamdaki “merhamet” açısından baktığınızda gözleriniz bir anda dalar; ve o kısacık bir anda 16 milyar yıllık akıl ötesi serüven gözlerinizin önünden bir film şeridi gibi akıp geçer…
Bunu ya görüyorsunuzdur, ya da görmüyorsunuzdur; bunun tartışması olmaz!..
Otantik anlamıyla, asli anlamıyla “merhamet”, “Tanrıca bakabilme yeteneği”ne sahip olanların derinlemesine nüfuz edebildikleri bir giz ummanıdır; bu ummanda bir damla olup tüm ummana aidiyet duygusunu tadabilmek herkese nasip olmayan bir ayrıcalıktır. (Ama bu lezzetten tadabilmenin Arz’a yansıyan kimi sonuçları vardır; ve bu sonuçlara katlanabilmek de her babayiğidin harcı değildir tabii…)
Namus!..
Kiminin saça-başa, kiminin bacak arasına, kiminin de ticari ilişkilere münhasır kıldığı zavallı kavram… Zavallı… “İnsanın ahlâk kurallarına karşı beslediği bağlılık duygusu”; sözlüklerdeki tarif bu…
Ahlâk kuralları…
Peki; kimin ahlâkı, kimin koyduğu kurallar?..
Zor mesele değil mi?..
Bakın size bir ahlâki(!) kural; hem de İslam’ın en temel ölçütü olan “adalet” kavramı da kullanılarak yapılan bir tanım; aynen, kelimesine dahi dokunmadan aktarıyorum (Kendimi frenliyor ve inanılmaz ölçüdeki kötü Türkçesini bile düzeltmiyorum; düşünün artık!..):
“Bu durumda, insanlar arasında sosyo-ekonomik farklılıklara “eşitleştirme” saplantısı açısından değil, bir başka liberal değer olan “adalet” açısından bakmak gerekir. Adalet, insanların bilgi, beceri ve şans etkenlerine bağlı olarak içinde bulundukları farklı konumların haksız kazanımların sonucunda (yani, eşit kuralların veya kuralların eşit uygulanmasının ihlali yoluyla) elde edilip edilmediklerine bakar ve bu açıdan tespit edilen adaletsizliklerin telafi edilmesini öngörür. Başka bir ifadeyle, adalet, insanların maddi konumları bakımından eşit olmalarını veya eşit kılınmalarını değil, fakat sadece adil kuralların herkese aynı şekilde uygulanmasını kural-dışılıkların bertaraf edilmesini gerektirir. Ayrıca, belki adalet kurallarının adil uygulanmasın rağmen, kendi kusuru olmaksızın asgari insani yaşama sınırının altına düşenlere, istisnai olarak toplum adına yardım edilmesini de gerektirir.” (Liberal Toplum/Liberal Siyaset, Profesör Doktor Ahmet Erdoğan/Siyasal Kitabevi, 1998)
İşte böyle!..
* İnsanları sosyo-ekonomi açıdan eşitleştirmeye çalışmak saplantıdır!..
* İnsanlar bilgi, beceri ve şans etkenlerine bağlı olarak farklı konumlarda olabilirler; bunun bir sakıncası yoktur!.. (İçinizde çocuğunun böbrek ameliyatı için 3 yıl sonrasına gün alabilen bir baba veya anne var mı?.. Çocuğu özel hastanede rehin kalan bir yakınınız var mı?.. Şişesi üç milyar TL’ye satılan şarabın bir bardağı, neredeyse bir memur maaşı ediyor; bu size koyuyor mu?.. Sakın abartmayın; profesör üstadımız bunun bir “şans meselesi” olduğunu söylüyor, ondan daha mı iyi bileceksiniz?!. Üstelik, bu olguya Allah da içine sindiriyor olmalı; çünkü baksanıza, hocaya göre, “adalet” kuralları adil işliyor!..)
* Kurallar son derece adil; bu konuda şaka yapmıyorum, gerçekten bana da adil geliyor: Örneğin lüks bir araba, bir trilyoner için de 300.000 dolar, benim gibi fakir bir muhasebeci için de!.. 300.000 doları getir, arabayı götür kardeşim; insan ayırımı falan yok; bundan daha adil bir şey olabilir mi?!. Parayı bulamıyorsan, o zaman otur oturduğun yerde hemşerim; adaleti neden zorluyorsun ki?!. Çocuğunun ameliyatı için özel hastane senden 15 milyar istiyormuş; e, n’olmuş yani; hastane bu parayı zengin ailelerden de istiyor, ne var bunda?!.
Neden bozgunculuk yapıyorsunuz kardeşim?!.
“Paramız yok; çocuğumuz ölsün mü ulan yazar bozuntusu!” diye çıkıştığınızı duyar gibiyim. Ayıp ediyorsunuz ama; “bilgi, beceri ve şans etkenleri” kardeşim; sizde bunlar yoksa ben ne yapayım!.. Tamam namuslu bir insan olabilirsiniz, ama bu yetmiyor babam; paranız var mı, paranız; siz onu söyleyin!.. Çocuğunuz hastaymış, pöh; liberal adalet, liberal ahlâk bunla mı uğraşacak; serbest piyasanın tüm sorunları çözdüğünden haberiniz yok mu kardeşim!.. Burada tedavi ettiremiyorsanız amerika’ya götürün; sizi kim engelliyor?!.
* Şimdi sıkı durun: Adalet kuralları adil uygulanıyor ve siz “hiçbir kusurunuz olmadan asgari insani yaşama seviyesinin altına düşüyorsunuz”; ve size “istisnai olarak” yardım ediliyor!
Bu ne boktan bir adalettir ki, kurallar adil, ama hiç kusuru olmayan insanoğlu açlıktan ölmek üzere!.. Ve belki de daha da önemlisi; yardım, “istisnai”…
İşte liberalizmin ahlâki kurallarına somut bir örnek; üstelik birkaç kitap okuyarak sallayanlardan değil, koskoca bir profesörden… (Bu sevgili hoca, amerika’da “fullbright bursiyeri” olarak geliştirmiş kendisini; tam olarak anlayamadım ama sanırım bu, “bilgi, beceri ve şans etkenleri”nden kaynaklanıyor olsa gerek!..)
Ortaya çıkan sorun şu: Tamam, ahlâk… da, kimin öngördüğü ahlâk bu… Yaratıcı’nın mı, Adam Smith’in mi?..
Size somut bir soru: amerika’nın komşumuz Irak’ı işgal etmesi ahlâklı bir eylem midir, ahlâksız mı?..
İşte sorun bu!..
Kavramların içi öylesine boşaltıldı, her türlü ahlâki değer öylesine yozlaştırıldı/değiştirildi ki, çerçevenin içini doldurmakta ve ona göre tavır koymakta zorlanıyoruz artık…
Kim namussuz; Irak’ı kan gölüne çeviren Amerika mı, ikiz kuleleri yerle bir ettiği iddia edilen El Kaide mi?.. Lübnan’daki Sabra ve Şatilla katliamlarını hatırlıyor musunuz? İki hafta içinde 3.000 civarında Filistinli kadın ve çocuk amerikalılar tarafından katledilmiş, saf kişilere bu eylemi Lübnanlı Falanjistlerin yaptığı öğretilmişti…
Hatırladınız mı?..
Son kuşak Filistinlilerin tamamına yakını köpek bağlasanız durmayacak kamplarda, derme çatma kulübelerde doğdu ve büyüdü; milyonlarca Filistinli yabancı ülkelerde mülteci olarak barınmaya çalışıyor, aç, susuz ve hiçbir şeye sahip olmadan!.. Allah bin türlü belalarını versin; Ortadoğu’ya asker diye sürülen amerikalı psikopatlar, sapıklar, namussuzlar her gün bu Müslüman çocukların ırzına geçip duruyor!..
Tamam da, muhterem; bu Müslüman din kardeşlerimize bu zulmü uygulayan namussuzlar şu anda bizim müttefikimiz değil mi; bunların oluşturduğu “Büyük Ortadoğu Projesi”ne eş başkanlık dahi yapmıyor muyuz?!. (Şu andaki eşbaşkan, kendi ifadesiyle, Recep Tayip Erdoğan’dır… Sevgili AKP’lilere duyurulur!..)
İnsanın kafası karışıyor, değil mi?!.
Akıl…
Akıl?..
Boşverin; bu konuya hiç girmeyelim… Yalnız, Yaratıcı, “Biz pisliği aklını kullanmayanların üzerine bırakırız!” mealinde bir şeyler söylüyor; ne demek istiyor acaba?.. (Yunus, 100)
Ne dersiniz; 200 milyon Arap, 7 milyon Yahudi karşısında neden bu denli acınası durumda; yoksa bunun akılla bir ilgisi mi var?..
Boşverin…
Cesaret…
Çanakkale ve Gelibolu’yu hatırlayın yeter…
Çalışkanlık…
1930’lu yıllarda Hollanda’ya kendi üretimimiz olan uçak -evet evet, uçak- ihraç ettiğimizi biliyor muydunuz?.. Geçen gün bir liberal beni “Hâlâ o kafa mı, komünist!” diye azarlamıştı; gerçi “o kafa” yüzünden sol kaşı ve iki kaburgası biraz hasar gördü ama, hâlâ derin derin düşünmekten kendimi alamıyorum: Böyle bir söz nasıl söylenebilir ki?.. Ne ilgisi var o kafayla, bu kafayla?!.
Allah’ın elçisi 70 yıl evvel değil, 1500 yıl önce söylemişti, “Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir!..” diye; şimdi kalkıp da “Hâlâ o kafa mı kardeşim!” diye çıkışabilecek bir babayiğit var mı aranızda?!.
Zor mesele…
Benden bu konuda kitap yazmamı rica eden dostum uzun bir süre daha beklemek zorunda kalacak sanırım.
Ne var ki, çok karamsar olmaya da gerek yok belki: Bakarsınız; “bilgi, beceri ve şans etkenleri” bizden yana da dönebilir bir gün; kimbilir!..
amerika’ya bir sorsam mı; “fulbright bursiyeri” olmak için neler yapmak gerekiyor?.. (Hata değil değil; “a”yı özelikle küçük yazdım!)
Allah’a emanet olun…

Not: amerika’nın “a” sı özellikle küçük yazılmıştır; abd, özellikle böyle yazılmıştır; bana içlerinden sövmek isteyen yabancı dil/amerikanca hayranları kendilerini özgür hissetmelidirler, çünkü ben onlara günün yirmi dört saati zaten en galiz biçimde sövmekteyim.

20/07/2006

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder