21 Mart 2009 Cumartesi

Evrim Teorisi III - Koşullara İlavelerim

8) Kodlanmış Komutlar Silsilesi:
Bizi şaşırtan bir şey olduğunda, bazen, rastlantının da böylesi yani, deriz, kendi kendimize.
Gerçekten her şey bir rastlantı ürünü müdür; ve bu denli olağanüstü bir oluşumun baştan beri tasarlandığına inanmak, her şeyin bir rastlantı sonucu ortaya çıktığına inanmaktan daha zor değil midir?
Uzayda milyarlarca galaksi arasında, nispeten küçük birinin kenarlarında bir yerde bir yıldız oluşacak, bazı cisimleri çekim gücüyle kendisine bağlayıp bir sistem oluşturacak; o sistemin içinde yine nispeten küçük, tarafsız bir gözle bakıldığında o oranda da önemsiz bir madde yığınına ışığı ve ısıya tam da gereken şekilde ve sürede gönderecek; o madde yığınında bir gün, hiç olmaması gereken bir şey olacak, yaşam denen bir mucize belirecek, trilyon kere trilyonda birden bile küçük bir ihtimal gerçekleşerek bu mucizeyi oluşturacak; sonra da o yaşam içinde bir canlı türü, yaşayan her şeye biyolojik açıdan inanılmaz derecede benzeyen, ama bu biyolojik benzerliğe rağmen yine de yaşayan her şeyden akıl ötesi bir farklılıkta bir canlı türü ortaya çıkacak ve her şeyi sorgulamaya başlayacak!
Olacak iş mi bu!..
Ama oldu işte!
İnanılacak gibi değil!
Rastlantının da böylesi yani…
“Olmaz” mı diyorsunuz?
Meseleye “ihtimal hesapları” çerçevesinde baktığınızda, aslında her şeyin bir rastlantı olabileceğini kabul etmek zorundasınız. Yeteri kadar zamanınız, sabrınız ve papağanınız olsaydı, bir papağanın daktilo tuşlarına gelişigüzel vurarak güzel bir şiir yazdığına şahit oabilirdiniz; hatta bir Müslümanan Kuran okuduğuna ve okudukları üzerinde derin derini olmasa da, düşüdüğüne bile…
Evren, tasarlanamayacak büyüklüktedir ve ihtimal hesapları açısından, “her şey” için tasarlanamayacak sayıda seçenekler sunar. Kâinattaki her şeyi oluşturmaya müsait, esasen bir şeyleri de oluşturduğu kesin olan atomların sayısı, bırakın hayal gücü sınırlarını, hayeller ötesi bir düzlemde bile betimlenemez çokluktadır. Bu çokluktaki atomlar silsilesinin, uygun bileşimler sonunda anlamlı biçimler ortaya koyması matematiğe hiç de aykırı değildir. O denli çok seçenek mevcuttur ki, en karamsar kozmik hesaplamalarda dahi, Evren’de, bizimkine eşdeğer veya yüksek yüzbinlerce uygarlığın olması gerektiği sonucuna ulaşılmaktadır. Bırakın Evren’i, Samanyolu Galaksisi dahi, bizim ölçülerimizde yüzlerce uygarlığın oluşmasına yeterli miktarda ihtimal ve zaman zenginidir.
Meseleye tersten baktığınızda, bir başka rastlantı mantığına ulaşmanız kaçınılmazdır: Güneş’in ışığını ve ısısını uygun bir sürede alacak uzaklıkta olduğu için Arz’da yaşamın ortaya çıkması muhtemeldir; yaşam ortaya çıktığı içi Arz yaşanabilir bir gezegendir; Arz, yaşanabilir bir gezegen olduğu için insan meydana gelmiştir; insan oluştuğu için tanrı ihtiyacı suni biçimde ortaya çıkmış ve insan bu suni ihtiyacını gidermek için kendi tanrısını yaratmıştır.
Aklı başında birçok insan bu seçeneğe inanmaktadır; ve aklı başında olduğu için bu inancında da son derece haklıdır. Ortaya sürülebilecek hiçbir matematik hesaplamanın, bu kabil inanç sahipleri karşısında zafer kazanması ne mümkünder, ne de gerekli… “Göz” gibi muhteşem bir organın, yeterli zaman içinde kendiliğinden oluşması, matematik hesaplamaların ortaya koyduğu seçenekler açısından -bu seçenekler her ne kadar çok düşük bir ihtimal gösteriyorsa da-, her zaman için mümkündür. Trilyon kere trilyon bir ihtimal yine de bir ihtimaldir sonuçta; ve bu ihtimal “mümkün”e giden yolda en önemli göstergedir.
Bu, gerçekten böyledir; inorganik maddelerin organik maddeye dönüşerek ilk tek hücreli canlıyı ve giderek insanı ortaya çıkarması, bu rastlantısal sürecin başarıyla tamamlanması, tam anlamıyla bir mucizedir ve kesinlikle aklın kabul edebileceği bir şey değildir. Tüm bunlar, ta başından beri tasarlanmış olamayacak kadar rastlantısal görünmektedir.
Böyle bir süreci baştan beri planlayarak sonuçlandıracak bir kudret, insan hayal gücünün çok ötelerinde bir şeydir; bu nedenle, bu muhteşem oluşumu ve bu yaşam zenginliğini tasarlayacak, bunu başaracak bir kudret de olamaz!
Böyle bir kudretin var olma ihtimali, her şeyin rastlantısal oluşu ihtimalinden çok daha küçüktür.
Bu böyledir, çünkü rastlanatısallığın bir matematiği vardır, ama böyle bir kudretin matematiği olamaz.
İşte tam bu noktada, yine rastlantısallık kadar şaşırtıcı ve akıl ötesi bir güç devreye girer ve meseleyi çözüp atar:
“İnanç”tır bu!
Kudret’in matematiği olmaz, ama inancın matematiği vardır. Hatta bu öyle bir matematiktir ki, klasik matematikten dahi kesin sonuçlar ortaya koyar; sonsuz ihtimaller yığınını ikiye indirip çözümü kendi içinde üretir.
Bu matematiğe göre, trilyon kere trilyonlarla uğraşmak gereksizdir; her türlü matematik hesaplama, sonuçta iki ihtimale indirgenir.
Her şeyi ta başından beri tasarlayıp yöneten bir Kudret, ya vardır, ya da yoktur!
Ve sonuç asla tartışma götürmez.
Alt kümelerde, “vardır, ama…” tartışması yapmak mümkündür, ama “yoktur” tartışması yapmak bırakın “mümkün”ü, gerekli bile değildir.
“Yoktur” diyen kesim bir matematik veriyi ortaya koyarcasına haklıdır; gerçekten haklıdır, tezi asla tartışma götürmez. Üstelik haklılığı, alt kümelerdeki ihtimal hesaplarına gidilmesine gerek kalmadığı için “kadim” bir haklılıktır.
“Vardır” diyen, “var” dediği şeyi matematik olarak kanıtlamak şansına sahip olmadığı için, bu “kadim” şanssızlığı(!), alt kümelerdeki ihtimaller içinde boğulup kalmasına kadar götürebilir kendisini.
Ama bu işin tabiatı böyledir işte!
Bu, “inanç”tır!..
“Yok” diyen için yoktur, “var” diyen için vardır…
Ve kendi tutarlılığı içinde kalmak kaydıyla, her iki kutup da haklıdır.
Bu, eşyanın tabiatında vardır. (Ve Kuransal bir tespittir.)
Böyle olduğu için de, “Sen hırslanasıya istesen de, insanların çoğu inanmayacaktır.” diye uyarılmaktadır inançlılar (Yusuf, 103) ve bu uyarı bir başka uyarı ile pekiştirilmektedir: “Yine yüz çevirirlerse, artık sana düşen, açık bir tebliğden başka bir şey değildir.” (Nahl, 82); “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun, 6)
Zorlama yoktur, olamaz, olmamalıdır!..
Eşyanın tabiatına aykırı olan şey, zorla güzellik yaratmaya çalışmaktır; bu nedenle, inançta, dinde zorlama olmaz. (Bakara, 256) Olmaz, çünkü “zor” inancın matematiğini bozar, zorlama denklemle doğru sonuca ulaşılmaz!
“Yoktur” diyen için yoktur, “vardır” diyen için vardır; bu, matematik kesinlikte bir doğrudur ve bu haklı doğruluk nedeniyle, her iki kutup da sonuna kadar haklıdır.! (Bu, İlahi bir kurgudur; bu kurguya zorlamaya gelmez.)
İlk kesim, bu “kadim” haklılığı nedeniyle herhangi bir kaynağa ihtiyaç duymaz; esasen, olmayan bir şeyin kaynağı da olmayacağı için, böyle bir kaynak ihtiyacı ile de karşılaşmaz. Üstelik, onun inancını haklı kılan pragmatik düşünce de, her şeyin 70-80 yılla sınırlı olduğu bir zaman dilimi için, birtakım kaygılara kapılmaktansa, her şeyi olduğu gibi kabullenmek, bu kısa süre içinde mümkün olan en büyük hazzı tadarak çekip gitmektir. Ve hiç kuşkusuz, bu rahatlık, kişiyi kendi ahlak yasasını koymak için kendini özgür bıraktığından, egonun daha kolay katlanılabilir muhasebe yapmasına olanak sağlar.
İkinci kesim ise, yine bu “kadim” haklılığını bir kaynak ve o kaynaktaki verilerin perçinlediği bir zeminde yaşar; bu kaynakta inancının göstergelerine ulaştıkça, haklılığında bir artış meydana gelmez, ama ufku genişler ve algılama gücü artarak şeylere bakışı derinlik ve ulvîlik kazanır.
Bu derin ve ulvî bakış zamanla olgunlaşıp kemale erdiğinde, kafa gözlerinin dışında bir göz daha kazanır insan; işte bu “gönül gözü”dür.
Bu göz, kafadaki gözlerin görmediği şeylerin görüntüsünü içsel bir algılama ile beyne ulaştırır; ve o andan itibaren şeylerin algılanması bir başka hüviyet kazanıp, kişiyi, beynindeki elektromanyetik dalgalar arasında durmaksızın esip duran “Tanrı’nın Nefesi”nin, o Kozmik Nefes’in ivmesiyle bir başka boyuta küçük küçük sıçramalar yapmaya götürür.
Ancak küçük küçük sıçramalar mesabesinde olsa dahi (bazen “büyük” sıçramalar da olabilir, bu bir başka konudur ve bu çalışmamızla bir ilgisi yoktur) o boyutta ilk olarak idrak edilebilecek olan şey ve hep idrak edilebilecek olan şey, “derin bir şaşkınlık ve daha da derin bir hayranlık” hissi doğuracak biçimde kurgulanmış büyük bir sanatsal tasarımdır; Kozmik bir tasarım, Tanrısal bir tasarım!..
Kodlanmış Komutlar Silsilesi… (“Kodlanmış Komutlar” şiirselliğindeki bu harikulâde niteleme, ateist(!) Stephan Jay Gould’a aittir. Kitabı Türkçeye Ceyhan Temürcü çevirmiş. Darwin Ve Sonrası-Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler/TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, 2000.)
Kodlanmış Komutlar Silsilesi…
İşte bu harikulâde tasarımın Arz platformundaki prospektüsü Kuran’dır. Bu prospektüsü okuyan herkes, az çok bir şeyler mutlaka anlar; ama okuduklarını anlayacak yeterlilikte biri, prospektüsü gönül gözü perspektifinde okuyabilecek biri, Kâinat’ın değilse bile, içinde bulunduğu sistemin bazı sırlarının gönül gözüne sunulduğunu hayretle görüp, Kozmik Tasarımcı’nın bu akıl ötesi dehası karşısında, benliğine ürperti veren bir saygı ile boynunu büker ve bir onur borcu olarak Kozmik Sanatçı’ya, “Tasarımcısı”na “teslim” olur…
Büyük Kitap’ın “insanın algılama yeteneği ile orantılı bir tanıtım broşürü” niteliğindeki bu kılavuz, hiçbir şeyin rastlantıya bırakılmadığını, aksine, her şeyin mutlak bir hesaplamanın sonucu olduğunu, muhteşem bir ahenk içinde akıp gitmekte olan Kâinat’taki her şeyin, birtakım komutlar-kodlanmış komutlar silsilesi neticesinde “Ol”duğunu tartışmaya dahi meydan vermez.
O, muğlaklıktan hiç hoşlanmaz; “beyyine” üzerine bina edilmiştir; her şey açık ve berrak bir biçimde vurgulanır.
“Çünkü Rabbin tam bir biçimde gözetlemektedir.” (Fecr, 14)
“Her şey” kontrol altında tutulmaktadır; ve “her şey” sürekli olarak yakından takip edilmektedir. “Özgür İrade” ile lutaflandırılan insanoğlunun o özgür alanının dışındaki hiçbir şey, kendi başına buyruk hareket etmemekte, Kozmik bir denetimin sınırları içinde akıp gitmektedir. Kendi başına buyruk olan -bir süre için tabii- tek şey insanoğludur; çünkü o, biraz “O” kılınmıştır! Tabii, hiç kuşkusuz, bu görece özgürlük “gözetleme” dışında kalmamakta, ama bazı istisnalar dışında herhangi bir müdahale ile de karşılaşmamaktadır.
“Biz insanı, gerçekten en güzel bir biçimde yarattık, sonra onu düşüklerin en düşüğüne, aşağıların en aşağısına çevirip attık.” (Tin, 4-5)
“Birbirine benzer iç içe ikili manalar” (bu kuransal bir sözdür) açısından aldığınızda, bunu, hem koskoca Evren’de gerçekten aşağıların aşağısı olarak kalan Samanyolu Galaksisi’ne indiriliş; hem de, yaşamın ilk ortaya çıktığı günlerdeki en basit bir organik canlıya çevriliş olarak algılayabilirsiniz. Teslim etmeniz gereken şey, her şeyin ta baştan kurgulandığı, her şeyin bir plan dahilinde “kodlandırıldığı”dır.
“Şu bir gerçek ki, biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”(Kamer, 459)
Yaratılmış her şey, “belirli bir ölçü” dahilinde vücut bulmaktadır; kendiliğinden ve ölçüsüz olarak değil. Mantar’ın boyu genellikle birkaç santimle ölçülürken, sekoyanın boyunun yüz metreyi geçmesi, hiç kuşkusuz, birbirinden farklı bu iki canlının tohumuna da bu “ölçü”nün ta başından bildirilmesi; “büyü” komutunun özel bir şekilde kodlanması nedeniyledir. İki hidrojen ve bir oksijen atomunu “uygun koşullarda” bir araya getirdiğinizde, bu işlemi trilyonlarca kez tekrar etseniz dahi, “kod” hiç değişmeyeceği için, bu atomlar “komut” gereği her seferinde hemen suya dönüşecektir.
Bir başka gösterge “amaç” kavramıyla sunulmaktadır., Yaratıcı, meleklere nasıl hitap ediyordu: “Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın.” ((Hicr, 29)
Özellikle insan söz konusu olduğunda, gerek bilim alanında ve gerekse de din alanında bugüne kadar söylenmiş her şey, son derece güdük kalmaktadır; insan, bulunduğu seviyeye belirli bir amaç istikametinde ve birtakım mudahalelerle ulaştırılmıştır. (Bu, bu çalışmanın en önemli meselesidir; biraz sonra bunu açacağım.)
Ve yüzlerce kesin göstergeye ilave olarak, esasen onlara gerek dahi bırakmamacasına açık ve berrak bir uyarı daha vardır:
“Güneş’i ısı kaynağı, Ay’ı hesabı ve yılların sayısını bilesiniz diye bir nur yapıp ona evreler takdir eden O’dur. Allah bütün bunları rastgele değil, şaşmaz ölçülere bağlı olarak yaratmıştır. Bilgiyle donanmış bir topluluk için ayetleri detaylandırıyoruz.” (Yunus, 5)
“Her şey rastlantı eseridir.” diyenler, kendi tutarlılıkları içinde hiç de haksız sayılmazlar; böyle diyorlarsa, böyledir. Paradoks gibi görünen şey, bu “haklılığın” ta başından beri tasarlanmış olmasıdır. (Yunus, 99) Çok açık olarak anlaşılan şey, insanoğlunun “rastlantı diyalektiği” ile bir yerlere getirilişi için de bir “ölçü”nün, bir “kod”un belirenmiş olmasıdır. “Her şey rastlantı eseridir.” diyenler, bu şaşmaz ölçünün ürünüdürler ve görevleri, diyalektiğin bazen tezinde bazen de antitezinde yer alarak sentezin oluşumuna katkıda bulunmalarıdır. “Şaşmaz ölçü”, bu kutbun zorlanmasına, bu kutba karşı zor kullanılmasına kesin bir set çektiğine göre, o kutbun ileri sürdüklerini bir çırpıda reddetmek değil, o kutbun düşünce üretiminden yararlanmak gerektiği açıktır.
“Her şey ta başından tasarlanmıştır.” diyenler ise, bir şeyleri biliyor olmanın yükümlülüğü içinde, o “bilme” ayrıcalığının yüklediği sorumluluk bilinciyle yaşamak, o sorumluluğa uygun davranmak; Yaratıcı’nın o muhteşem sanatının tezahürleri karşısında sessizce oturup onu bunu karalayarak, her tezin karşısında sadece antitez olmakla yetinerek değil, “Kozmik Tasarımcı’yı layıkıyla övebilmek” için, her sentezden sonra yeni bir tez ileri sürerek, “risk alarak” ilahi yasalara vakıf olmaya çalışmak zorundadır. (İnsanın cüzi iradesi-özgür iradesi bu kodlamadan müstesna tutulmuş gibi görünmektedir, ama aslında bu müstesna tutuluş bile bir kodlama sonucudur; komut verilmiş, ama kod, “ana kod” tarafından bir süreliğine kodsuzlaştırılmıştır.)
Bu hiç de kolay bir şey değildir.
Aynen, hiçbir şeyin rastlantı eseri olmadığını kabullenmek gibi…
Bir şeylere vakıf oldukça artan hayret ve şaşkınlık, bağrında besleyip büyüttüğü “kuşku”yu bertaraf edebilmek için gönül gözüne, bunun pekiştirdiği “inanç” müessesesine ihtiyaç duymaktadır.
Belki, “şaşmaz bir ölçü” de, “her şey rastlantı eseridir” diyenlerin, sözlerini bitirdiklerinde dudaklarının kenarında oluşuveren o küçük kıvrım, o tik, o manidar gösterge; veya yazılarının satır aralarında “uzak” bir yerlere işaret eden o “rastlantısal”(!) anlam çağrıştırmasıdır!..
Yaratılışta bir rastlantı olsaydı, bu, insanoğluna yöneltilmiş en büyük aşağılama olurdu; kendi payıma, aşağılanmaktan hiç hoşlanmam!
Ne var ki, Darwin, Carl Sagan, Einstein, Marx, Freud gibi ateist(!) dehaları da bir kalemde silip atmam; onların amaçlarının beni gerçekten aşağılamak olup olmadığını sorgularım ve onların dehalarından yararlanmak için elimden geleni yaparım.
Bu dehaların amacının, beni aşağılamak değil; özel olduğundan hiç kuşku duymadığım müthiş sezgileri ile, üzerlerine düşen görevi ifa etmek olduğuna inanırım.
Ama en önemlisi tabii, desteklenmeleri gereken yerlerde desteğimi hiç esirgemediğim gibi, karşı çıkılması gereken yerde de karşı çıkmaktan hiç kaçınmam!
Ne yazık ki, deha, dünyada çon ender rastlanılan bir “kurgu”, bir “tasarım”!..
Kozmik Tasarımcı’nın özel kurgusu, özel tasarımı…

9) Yaratılışa Müdahale:
Yaratıcı dönem dönem müdahalelerde bulunuyor mu Yaratılışa?
Yoksa hiçbir şeye karışmadan, “beynini” çalıştırmayan insanoğlunun, bu Harikulâde Yaratış’ını mahvetmesine göz yumuyor, olan bitene tamamen kayıtsız mı kalıyor?
Kıyamet Suresi’nin 36. ayetinin bildirdiği gibi, “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” gerçekten!
Hiç kuşkusuz, insan başıboş bırakılmıyor ve yine hiç kuşkusuz Yaratıcı, Yaratılış’a müdahalelerde bulunuyor. (Mükemmel bir kurgu müdahaleye neden görek görsün, hâşâ Kozmik Tasarım’ın aksayan bir yönü mü var ki Tanrı müdahale etsin, diye düşünebilirsiniz; “düşünmelisiniz” zaten…)
Yaratıcı “bazen” müdahalede bulunuyor ve bunu açık seçik bildiriyor da! Gaipten haber aldığını iddia edenler veya o salakça giysiler içinde ortaya çıkıp din adına ahkâm kesen kimi meczuplar gibi olmamak, böyle hazin bir acınasılığa meydan vermemek için, bu iddianın maddi delillerini ortaya koymak gerekir, değil mi?
Maddi delil, inananlar için Alah’ın sözleridir; Mesaj’dır!
Biz de O’na bakacağız…
Önce, direkt büyük müdahale olarak kabul edilmemesi gereken, bazı “destek”lerden, bazı küçük “karışma”lardan, küçük mucizelerden söz edeceğim; böylece nelerin yapılabileceği/yapıldığı yönünde “beyninizde” bir fikir oluşturmaya çalışacağım. (Neden ikide bir “beyin”den söz ediyorum?)
Emrine “enerjiden yaratılmış” bina ustaları ve dalgıçlar tahsis edilen(Sâd, 36-38), “cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan bir ordunun düzenli bir biçimde sevk edilerek” (Neml, 17) kendisine destek olunan Hz. Süleyman mesela… Ateş’in yakamadığı, “ona serin gelmesinin buyurulduğu”(Enbiya, 68-69) Hz.İbrahim mesela… Ashab-ı Kehf’in (mağara sakinleri) köpekleriyle birlikte bir mağarada 309 yıl korunup gözetilmesi (Kehf, 25) mesela…
Bunlardan daha büyüğü mesela… Hz.Resul’ün “göğe yükseltilerek” yolculuk ettirilişi ve yolculuk esnasında kendisine birçok ayetin/izin/işaretin yakından gösterilişi (İsra, 1; Necm, 13-18) mesela…
“Beynimizde” nispeten bir imaj oluştuğuna göre, şimdi nispeten küçüklerden başlayarak büyük ve en büyük müdahaleye doğru “çok kısa” bir yolculuk yapalım. (Birçok müdahaleyi atlayarak tabii, zamanımız az…)
Üzerlerine “kurumuş çamurdan damgalı taşlar” atan bir kuş surüsü(!)nün, o güne kadar tarihin gördüğü en büyük ordulardan birini mahvedip “kurumuş ekin yaprağına” çevirmesi…((Fil, 1-5) (Burada, “kuş” diye terceüme edilen “tayr” sözcüğü, aslında “uçucu” anlamına geliyor; ilginç değil mi?) Denizin yarılarak Hz.Musa ve kavminin karşıya geçmesine izin verişi… (A’raf, 136; Taha, 77-78 ve diğerleri.) Bazı kavimlerin birtakım yöntemlerle hizaya getirilişi, hatta tarihten silinişi:
Ad Kavmi’ni perişan eden, içinde “acıklı azap” taşıyan rüzgâr(Ahkâf, 24-25), “dondurucu, uğultulu bir kasırga” (Kamer, 19-20), bir “azap kamçısı” (Fecr, 13)
Semud Kavmini mahveden “korkunç titreşimli bir ses”(Hud, 67), koca kavmin “kuru bir ot gibi kırılıp ufalanması”… (Kamer, 31)
Ress Halkı(Kaf, 12), Eykeliler(Şuara, 189), Tûbba Kavmi(Dûhan, 37), Medyen halkı(A’raf, 85)
Ve diğer kavimler… (A’raf, 101)…
Lut Kavmi’nin homoseksüellik nedeniyle artadan kaldırılışı: “Çakıl taşları gönderen bir rüzgâr”(Kamer, 34), “Rabbin katında damgalanmış taşlar”(Hud, 83), “Rabbin katında işaretlenmiş taşlar”(Zariyat, 34), “o korkunç titreşimli ses”(Hicr, 73); ve bir bakıyorsunuz Sodom ve Gomorra şehirleri haritadan silinmiş…
Şimdi, biraz hızlanalım.
Kanaatime göre Yaratılışa yapılan en büyük 3. müdahale Nuh Tufanı’dır. Bu öylesine büyük bir müdahaledir ki, Arz üzerinde ancak bir gemi dolusu “soluk alabilen canlı” kalmış, diğerleri toptan imha edilmiştir.
Yaratılışa yapılan en büyük 2. müdahale Kutsal Kitapların indirilişi ve peygamberler vasıtasıyla insanoğluna tebliğidir. Bu Kitapların sonuncusu, son insan ırkının (Hz.Adem’le başlayan son ırk) evrimini tamamlayan “beyninin” algılama gücüne göre düzenlenmişi, son peygamber Hz.Muhammed tarafından insana tebliğ edilen Kuran’dır. Kadir gecesi başlayan (Kadir, 1; Dûhan, 3) bu olay ve bu olayın tebliğcisi hakkında çok fazla şey söylemeye gerek yoktur. Bilinmesi gereken şey şudur: Her şey bu Kitap’la kemale erdirilmiş ve söylenecek her şey söylenmiş, din tamamlanmıştır. (Bu nedenle Allah’ın Elçi’si son peygamberdir; Arz’a bir daha peygamber gelmesi gerekecekse, O gelecektir; Hz.İsa değil.. Bu da başka bir konu…)
Böylece, Yaratılış’a yapılan en büyük müdahalenin, hatta Kuran’dan bile büyük olan müdahalenin ne olduğuna geldik!
Kuran’dan dahi büyük olan müdahale ne olabilir; biraz “düşünmeye”, “beyninizi çalıştırmaya” ne dersiniz…
Şu “bir buçuk kilogramlık et parçası” değil mi?
Düşünebilmek!..
Garip, değil mi?..
“O, O’dur ki; sizi önce topraktan, sonra bir spermden, sonra bir embriyodan yarattı. Sonra sizi bebekler olarak annelerinizin karnından çıkarıyor, sonra güçlü çağınıza ulaşasınız ve nihayet ihtiyarlar olasınız diye sizi yaşatıyor. İçinizden bir kısmı daha önce vefat ettiriliyor. Tüm bunlar, belirlenen bir süreye ulaşasınız ve aklınızı işletesiniz diyedir. (Mümin, 67)
İşte böyle!..

Nihayet “esas mesele”mize gelebildik…
Şimdi, konumuzla hiç ilgisi yokmuş gibi görünen bazı ön bilgilerle başlayacağım.
Her hareketinizin, sözünüzün, hatta düşüncenizin bir diske kaydolunduğunu, günün yirmi dört saati hiç durmaksızın “bir yerlere” canlı yayın yaptığınızı düşündünüz mü hiç? Saçma gibi geliyor değil mi? Ne yani; her insana odaklanan bir canlı yayın kamerası mı var, şu anda yeryüzünde yaşayan 7-8 milyar kişiyi ayrı ayrı kaydeden bir sistem mi mevcut; insanların tüm fiil, söz ve davranışları bir yerlerde kayda mı alınıyor?!.
Ne sandınız?!.
Bakın Mesaj bunu nasıl anlatıyor:
“Yoksa, kendilerinin sırlarını bilmediğimizi ve gizli konuşmalarını duymadığımızı mı sanıyorlar? Ama hayır! Yanlarındaki elçilerimiz yazmaktadır.” (Zühruf, 80/Muhammed Hamidullah)
“Bu bizim kitabımız, karşınızda gerçeği söylüyor. Çünkü biz, yapıp ettiklerinizin kopyasını çıkarıyorduk/yaptıklarınızı kaydediyorduk.(Casiye, 29/Yaşar Nuri Öztürk)
“Ve şu kuşkusuz ki, sizin üzerinizde koruyucular-bekçiler var. Çok değerli yazıcılar, bilirler yapmakta olduğunuzu.” (İnfitar, 10-12/Yaşar Nuri Öztürk)
“Oysa üzerinizde, kesin, bekçiler vardır; soylu yazıcılar, yaptıklarınızı bilirler.”(İnfitar 10-12/Muhammed Hamidullah)
İnsan, kozmik boyuttaki bir bilgisayara durmaksızın canlı yayın yapmaktadır. Üzerinde bekçi bulunmayan hiçbir insan yoktur(Tarık, 4); bu kaydedilenler insana bir gün gösterilecektir.(Tekvir, 10) bu kayıt işlemi o kadar açıktır ki, Mesaj bunu simgesel bir dil kullanarak şöyle bildirmektedir: “Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız. Sağında ve solunda oturmuş iki görevli, kayıt yapmaktadır. Bir söz sarf etmeye dursun, gözcü hemen zaptediverir.”(Kaf, 16-18)
Bu simgesel anlatım, bir başka ayette şu biçimde billurlaşıyor: “Ve defter ortaya konacak. O anda suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını göreceksin. Ve ‘Eyvah bize! Bu nasıl deftermiş ki, küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış!’ derler. Yaptıkları her şeyi ortaya konmuş bulurlar. Rabb’in hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf, 49)
“İnsanı biz yarattık; nefsinin ona neler fısıldadığğını da biliriz!” ayrıntısı, bu simgesel dildeki “deftere yazılanlar”ın çok daha kapsamlı bir kayıt olduğunu açıkça bildiriyor; söz ve fiillerin dışında, “düşünce” de bir yerlere kaydoluyor olmalı!
Ve kaydoluyor tabii!
“Tüm zamanların en büyük müdahalesi” bu işte! Henüz insan sayılmayan o yaratığın -o her ne ise, hatta isterse maymun bile olabilir; ne fark eder ki- “beynine” boşuna müdahale edilmedi!..
İnsan beynindeki elektromanyetik kıvılcımlar, ister söz olarak anlam kazanmak üzere gırtlaktaki ses tellerine, ister fiil ve davranış olarak ortaya çıkmak üzere vücudun kaslarına, isterse de sadece “nefsin fısıldaması” olarak tarif edildiği biçimde kendini üreten gri hücrelere/kendi egosuna yönelsin, mutlak suratte bir “verici” işlevi kazanıyor ve “alıcı”ya her şeyi aktarıyor.
Kuran’dan anladığımıza göre, bu özel işlem sadece “insan”a uygulanıyor; çünkü “özgür irade/cüzi irade” diye tarif edilen şey, insana, “doğa yasalarına rağmen davranma” yeteneği dahil, her türlü “yaratmaya iştirak” ayrıcalığını tanıyor. (“Kaçma hızı”na ulaşıp uzayla açılma, yerçekimsiz ortam yaratma, ölmüş adamın spermlerini dondurup muhafaza ederek ölümünden sonra onu baba yapma, altmış kere Arapça hatim indirip Kuran’ın ne söylediği hakkında tek bir kelime dahi bilmeme gibi…)
Siz o canlının beynine müdahale edildiğinde (içine Tanrı’nın Nefesi üflendiğinde) ve böylece o canlı “insan” olduğunda, meleklerin artık “insan” olan bu yaratık önünde neden secde ettiklerini sanmıştınız ki!?.
Çünkü o, “akıllı”; o, biraz “O”…
“Yaratılmışların birçoğundan üstün olma”(7.şifre) keyfiyeti hiç kuşkusuz, kısa bir süre sonra çürüyüp toprağa karışacak o ölümlü beden ile sınırlandırılamazdı; bu, tüm zamanlara hitap eden bir biçimde somutlaşturulmalıydı ve öyle de yapıldı.
İnsan beyninin ürettiği elektromanyetik dalgalar o denli şaşılası bir mükemmellikte ki, çok sıradan bir örnek olarak; saniyede yaklaşık 300.000 km yol kat edebilen ışık Güneş’ten Arz’a yaklaşık 8 dikakada gelirken, sözkonusu bu elektromanyetik dalgalar Güneş’e bir “an”da ulaşabilmektedir. (O KozmikBilgisayar’a da… Yaratıcı’nın “insana şah damarından bile daha yakın olması” belki de budur işte; düşünebiliyor musunuz -“düşünebiliyorsunuz” tabii- Levhi Mahfuz ve insan iç içe!..)
“Bir ben var benden içeri!” bal gibi de gerçek, su katılmamış bir gerçek!
“Düşünce üretme açısından insan beyninin alabileceği farklı haller, 2’nin 10.000.000.000.000 kere kendisiyle çarpılması sonucu hesaplanabiliyor. Bu, bu mükemmellikteki insan beyninin dahi hayal edemeyeceği büyüklükte bir sayı olup, Evren’deki elementer parkitüllerin (elekton ve proton) tümümün toplamından bile daha büyüktür.”(Carl Sagan/Cennetin Ejderleri/e yayınları, 1986)
İnsanın içine Tarrısal Ruh üflenmesi, o akıl ötesi Kozmik Şuur’dan belirli bir ölçüde de olsa nasiplendirilmesi, “yeterli olçüde akıllandırılması” anlamındadır.
Kuran’ın bildirdiğine göre, henüz insan olmayan bir canlıya müdahale edilmiş ve o caanlı “insan” sıfatını kazanmış; “özgür irade” diye isimlendirebileceğimiz keyfiyet ile de “yaratmaya iştirak” ayrıcalığını elde ederek “okula başlamış”tır…
Şimdi, “tüm zamanların en büyük müdahalesi”nin, şuursuz bir canlının beynine müdahale edilerek şuurandırılıp insan haline getirilişinin, Kuran bildirimleri ışığında ayrıntısına girebiliriz. (Müdahale münhasıran beyne değil tabii, insan genomuna; ama bu, en belirgin farklılığı beyinde yaratıyor, beynin kapasitesini “şuur” üretecek biçimde artırıyor. Bilimadamları bu nedenle, insan bedeninin, atası farz edilen yaratıkla orantılandığında aşırı biçimde büyümemesine rağmen beyninin %300 büyümesini hayretle karşılıyorlar. Beden % 20-30 büyürken, beyin % 300 büyüyor; çünkü “şuur” kazanacak.)
Zamandan kazanmak ve tekrara düşmemek için, “Aşamalı Oluşum” ve “Biçimlendiriliş” şifrelerinde verdiğim verilerin ışığında şunu söylemeliyim: Henüz insan sıfatı olmayan bir canlının insanlaştırıması bildiğiniz gibi içine “Ruhtan Üflenmesi” ile gerçekleşiyor. Hatta, hatırlayacağığnız gibi, Adem ve Havva bu canlıdan oluşturuluyor. (Kuran’da “Havva” ismi geçmiyor; “eşini” diyor Mesaj.)
Bu örneklerle bize bildirildiğine göre, söz konusu “Ruhtan üfleme” sonucu o canlının genetik yapısında birtakım değişiklikler oluyor ve neticede insan ortaya çıkıyor.
Kuran, bu “Ruh üfleme/Nefes üfleme” meselesine üç ayette değiniyor:
Sâd, 72: “Onu kıvamına erdirip içine ruhumdan üflediğimde…”
Hicr, 29: “Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman…”
Ve Secde, 9: “Sonra da onu biçimlendirip ruhundan üflemiştir.”
Şimdi, bu “Ruh üflenmesi/Nefes üflenmesi” sonucunda genetik birtakım varyasyonlarla insan oluşturulmasını, bu bölüme kadar anlattıklarıma ek olarak, tüylerinizi diken diken edecek açıklıkta bir örnekle kanıtlayacağım.
Bildiğiniz gibi, Arz üzerinde yaşamış insanlar arasında “babasız” doğmuş tek çocuk Hz.Adem’dir. Havva, Tevrat’a göre Hz.Adem’in kaburga kemiğinden; Kuran’a göre ise”Adem”den yaratıldığına göre, Hz.Havva’yı bu kapsamın duşında tutmalıyız. Bu anlamda, Hz.Adem, Hz.Havva’nın hem anası, hem de babasıdır diyebiliriz. (Bu sadece bir benzetme tabii; Hz.Havva oluşturulurken, Hz.Adem’e nasıl bir müdahalede bulunulduğunu bilmiyoruz; esasen bu çalışmaya münhasır olmak üzere bunu bilmemiz de gerekmiyor belki -en azından ben bilmiyorum-. Hz.Adem’e “derin bir uyku” verildiğine göre, işlem uzun sürmüş olmalı, tek bildiğim bu.)
Üstteki paragrafta özellikle bir yanlış yaptım ve bunu hemen fark ettiğinizi de biliyorum. Arz’da yaşamış insanlar arasında, babasız doğan bir insan değil, iki insan mevcut; diğeri, Hz.İsa tabii… (Hz.İbrahim’in “kocamış” karısının hamile kalmasının konumuzla bir ilgisi yok, o başka bir şey. O kadına “tekrar doğurma yeteneği” bahşediliyor ve kadın kocasından hamile kalıyor.)
Ve Kuran’ı didik didik incelediğinizde görüyorsunuz ki, ilk insan yaratılırken uygulanan “Ruhtan/Nefesten üfleme” operasyonuna tabi tutulan Arz’da yaşamış tek insan Hz.Meryem!..”
“Ve Allah, ırzını bir kale gibi koruyan İmran kızı Meryem’i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. Ve o, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdikledi de içten inananlardan oldu.”(Tahrim, 12)
“Ve bedenini iffetle korumuş olanı da! Biz, ona ruhumuzdan üfledik, onu ve oğlunu, dünyalar için bir gösterge kıldık.”(Enbiya, 91)
“Ey Kitap halkı! Dininizde aşırı gitmeyin, ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın Elçisi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.”(Nisa, 171)
“Irzını kale gibi koruyan”, “bedenini iffetle korumuş olan” gibi anlatımlar, Hz.Meryem’in çocuğuna hamile kalmak için herhangi bir erkekle ilişkiye girmediğinin kanıtı. Peki; nasıl oluyor da, Hz. Meryem bir erkekle ilişkiye girmeden hamile kalıp Hz.İsa’yı doğuruyor?!.
İki örnek birbirine tıpatıp uyuyor!
Henüz insan olmayan bir canlıya “ruhtan üflendiğinde” nasıl onun genetik yapısı değiştirilip, beyni % 300 büyütülüp o canlı insanlaştırılmışsa; Hz.Meryem’in genetik yapısına da bu yolla müdahale ediliyor ve aynen Hz.Havva’nın Hz.Adem’den oluşturulması gibi, Hz.Meryem’den de Hz.İsa oluşturuluyor.
Hz.İsa’nın “durumu” ile Hz.Adem’in “durumu”nu örnek gösteren ilk kişi ben değilim, daha doğrusu bunu örneklendiren ben değilim veya bir başka ölümlü değil; bakın, Kuran, Ali İmran 59’da ne diyor:
“Allah katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona ‘ol’ dedi. Artık o oluverir.”
Bu operasyon, “içe üflenen o ruh” marifetiyle gerçekleştiriliyor; bu çok açık!
Bir canlıya “ruhtan üfleniyor” ve Hz.Adem, yani ilk insan ortaya çıkıyor; bir başka canlıya, bu kez bir insana aynı “ruhtan üfleniyor” ve Hz.İsa ortaya çıkıyor!
“Tanrı’nın Nefesi” bir canlıya üflendiğinde, her iki örnekte de görüldüğü gibi, ortaya çıkan şey, “bilinçli bir canlı” oluyor; o Muhteşem Nefes, üflendiği canlıda “bilinç” oluşturuyor… Ve bilindiği gibi, bilinç, insanla diğer canlılar arasındaki tek uçurum… Her türlü biyolojik benzerlik, her türlü biçimsel benzerlik o veya bu biçimde kabule şayan; ama sıra “bilinç” konusuna geldiğinde, herkesin teslim etmek zorunda olduğu gibi, ortaya çıkan şey, hiçbir surette kapanmayacak olan o derin uçurum!
Bu canlılar üzerinde uygulanan şey, bugünkü teknolojik seviyemiz göz önüne alındığında, “klonlama” veya “kök hücreden karşı cinse gerek kalmadan döllenme”ye benzer bir şey olsa gerek; tabii bunun İlahice olanı… (Yarın teknoloji ilerler, başka bir şey bulunursa, örneği ona uyarlarız.)
Peki; bunun beyne müdahale olduğunu nereden çıkarıyoruz?
Yukarıdaki açıklamalara ek olarak söylenmesi gereken belki de tek şey, insanın elinden bilincinin çekilip alınması halinde geriye kalacak olan şeyin sadece sıradan bir hayvan olacağıdır; üstelik sürekli değişen Arz koşulları gözönüne alındığında hiç de öyle mükemmel olmayan bir hayvan. (Bedenimiz tabii ki mükemmel, ama bir “insan” için mükemmel; bir dağ keçisi, bir balık, bir kartal için mükemmel değil mesela; bu farklı bir şey. Arz’da “insan” olacaksa, ancak bu mükemmel -insan baz alındığında mükemmel- beden yapısı ile olabilirdi.)
Evet, “bize bir şekil verilip sonra o şeklimiz güzelleştirildi”(Mümin, 64); evet, “gerçekten en güzel bir biçimde yaratıldık”(Tin, 4); evet, “en güzel ölçülerle şekillendirildik”(İnfitar, 7); evet, hatta “parmak uçlarımız mükemmelleştirildi.”(Kıyamet, 4); ama bunlar bizi diğer canlılardan ayıran temel özellikler değil.
Temel özellik, bilimadamlarını şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyen, bu mesele açıldığında onları dut yemiş bülbüle çeviren o betimlenemez “bilinç”, o tanımlanamaz “farkındalık/kendindelik”, o muhteşem “şuur”, o bir parça “O”luk…
İşte bu müdahale bu nedenle Kuran’ın indirilişinden ve peygamberlik müessesesinden dahi büyük bir müdahale; çünkü bu müdahale olmasaydı, Kuran, insanlar tarafından anlaşılamayacağı için indirilmesine de ihtiyaç duyulmazdı!
Klasik tanımıyla “yaşam” sahipleri arasında, bir başka deyişle Arz’da yaşayan canlılar arasında sadece insan Kuran’a muhatap, çünkü sadece o şuurlu; sadece onun beyni “şuur/bilinç” üretecek kapasitede.
İşte bu nedenle, insan genomuna yapılan müdahale beyne yapılan bir müdahaledir; Arz’da yaşayan diğer canlılarla diğer farklılıklar, “beyin” ile kıyaslandığında anılmayacak kadar küçük kalır.
Bu “Tanrısal Müdahale” sonucudur ki, insan, o Kozmik Bilgisayar’a sürekli canlı yayın yapmakta; bu muhteşem müdahele sonucudur ki, insanın sadece yapıp ettikleri değil, “sayfalara yazılan niyeti” bile dikkate alınmaktadır.
İşte bu Kozmik Müdahaledir ki, Yaratıcı’yı, bir başka ifade ile o “İlahi Hiyerarşi”yi insana şah damarından daha yakın yapmaktadır.
Ne diyordu ayet; tüm bunlar, aklınızı işletesiniz diyedir!
Belki konumuz değil ama -belki de tam da konumuzdur, belli mi olur-, “akıl” ile yani “beyin” ile “diğer taraf” arasında direkt bir bağlantı var galiba; “akıl” ile “cennet-cehennem” simgeleştirmesi arasında bir ilişki var galiba.
“Aklımızı işletelim” diye yaratıldıysak, hiç kuşkusuz buna uygun bir beyin kapasitemiz olmalıydı; ve işte bu müdahele sonucunda diğer canılardan ayırt edilerek “düşünme” yetisiyle donatıldık.
Şahsen bu müdahaleyi şükran ve minnetle karşılıyor, Yaratıcı’ma teşekkür ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder