18 Aralık 2010 Cumartesi

Günahlı Kent

Kucağımda duran kitaba bakıp “O nedir?!.” diye sorduğunda ses tonundaki hafif serzenişi ve mimiklerindeki belli belirsiz çıkışmayı fark ettiğim için, nasıl cevap vermem gerektiğini kestiremedim.

Yetmiş yaşlarında, dost görünümlü, mütedeyyin tavırlı biriydi; adamı kırmak, üzmek, incitmek istemiyordum. Kasapta, yanımdaki sandalyede oturuyor, sırasını bekliyordu. Daha önce birkaç kez selamlaşmıştık, bir maraza çıksın istemiyordum.

Mütereddit bir sesle “Tevrat.” diye cevap verdim.

Gözlerimin içine belirgin bir üzüntüyle bakarak, “Küfür bu!” diye çıkıştı; beni kırmamaya azami özeni göstererek. “İlmihal kitaplarını oku, hadis oku… Okuyacak kitap mı kalmadı; Tevrat’tan sana ne… Aklını karıştırır, imanını zedeler… Dinden çıkarsın…”

“Niye baba?” diye sordum yumuşak bir tonda, “Neden aklımı karıştırsın ki?”

“Bir sürü yalan dolan, bir sürü tahrifat, beş bin yıllık hikayeler…”

Cevap vermeden önüme bakmaya başladım, zaten biraz sonra dükkandan çıktı ihtiyar. Çıkarken, omuzuma dostça dokunmayı da ihmal etmedi.

İyi bir adamdı, önüme bakıp cevap vermemeyi tercih edip onu kırmadığıma hâlâ memnunum.

xxx xxx xxx

Aradan ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum; iki veya üç ay olmalı, emin değilim. Bu sabah, nereden gözüme çarptıysa, yukarıda gördüğünüz başlıktaki pasajı okurken, yaşlı dostuma hak vermekten kendimi alamadım

“Aklın karışır!” diye uyarmıştı ya beni; gerçekten aklım karışık şu anda.

İnsanoğlu bunca yıl bir arpa boyu yol gidememiş!

Bakın, Tevrat, “Günahlı Kent” başlığı altında neler söylüyor:

“Sadık kent nasıl da fahişe oldu!
Adaletle doluydu, doğruluğun barınağıydı,
Şimdiyse katillerle doldu.
Gümüşü cüruf oldu,
Şarabına su katıldı.
Yöneticileri asilerle hırsızların işbirlikçisi;
Hepsi rüşveti seviyor.
Armağan peşine düşmüş.
Öksüzün hakkını vermiyor,
Dul kadının davasını görmüyorlar.” (Yeşaya, 1/21-23)

xxx xxx xxx

Kimseye “gol atmak” peşinde falan değilim.

Belediyelerdeki pisliklerin bu denli olağan karşılanmasına kahroluyorum sadece.

Suç olan rüşvet almak, armağan peşine düşmek, asilerlerle hırsızların işbirlikçisi olmak değil artık; suç olan şey yakalanmak bile değil artık…

Suç olan “bizden olmamak” sadece…

Dindarların, eskiden onlar yapıyordu, şimdi sıra bizde, diye düşünmeleri ve her şeyi bu gözle görerek bu pislikleri olağan karşılamaları kahrediyor beni.

“Dinden çıkarsın!” diye uyarmışta ya o yaşlı dost.

Sanıyorum bu konuda da haklı…

Din bu ise gerçekten, bu dinde benim ne işim olabilir!

Artık dinin değişik yorumlanmasından falan söz etmiyoruz; basbayağı başka bir din söz konusu olsa gerek!

Müslümanlar(!) çete kurmuşlar, kenti “Günahlı Kent” haline sokmuşlar; aynı akşam, televizyondaki hocaefendi, zehirlenerek öldürülen keçinin kızartılmış etinin Peygamberimizi “beni yeme, ben zehirliyim.” diye nasıl uyardığını anlatıyor bize, o her zamanki ağlamaklı ses tonuyla…

Kafam karmakarışık…

xxx xxx xxx

“Biz, uyarıcıları olmayan hiçbir kenti/uygarlığı helâk etemişizdir. Uyarı/hatırlatma olacak! Biz zalimler değiliz.” (Şuara, 208-209)

İlle de gökten melekler mi inip uyarmalı bizi; bu olaylardan daha etkili bir uyarıcı olabilir mi!

Bir ara, “İkna olmadıysanız, size Maide Suresi’nin 44. ayetini okuyayım; orada ‘Tevrat’ın hiç kuşkusuz Allah tarafından indirildiği’ söyleniyor.” demeyi geçirdim aklımdan; ama sonra bu da içimden gelmedi. (Yine de belki biri faydalanır diye yazdım.)

Çünkü kimseyi herhangi bir konuda ikna etmek gibi bir amacım yok bugün…

İkna edilmesi gereken sanırım benim.

Boşlukta hissediyorum kendimi.

O, bu, şu… Tamam… Ama Müslümanların bunu yapmaya hakkı yok, olmamalı…

Eskiden sığınılacak bir limanımız vardı; tamam, denizde fırtına var, ama henüz limana yanaşmadık, diye avunuyorduk.

Liman da fırtınalı artık.

Ve benim kafam karmakarışık…

Benim etim ne budum ne; anlatamıyorum işte, ne yapayım!

Biri çıkıp Müslümanlığın bu olmadığını veya bunların Müslüman olmadığını anlatmalı bu halka.

xxx xxx xxx

Kasaptaki yaşlı dostum bu çalışmada Tevrat’tan alıntı yaptığımı bilseydi “küfür bu!” diye sitem ederdi bana.

Mesele de tam olarak bu işte.

O yaşlı dost samimiydi.

Bilmiyordu çünkü.

Oysa kızarmış eti konuşturan o hocaefendi biliyor olmalı…

“Bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman önce oranın nimet azgını yöneticilerini iş başına getiririz. Bunlar ahaliyi iyice yoldan çıkarırlar. Böylece kendi kuyularını kendi elleriyle kazmış olurlar. Artık orayı yerle bir ederiz.” (İsra, 16)

O hocaefendinin bu sözleri ezbere bildiğine eminim.

Bilmediği şey, “uyarıcı/hatırlatma” meselesi.

Besbelli ortada bu.

Çünkü limandaki fırtınayı algılayamıyor…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder