31 Temmuz 2010 Cumartesi

İftira

Otuzlu yaşların başında, mimiklerinden saflık-temizlik akan biriydi. Yüzümdeki tevekkül ses tonuna pek yansımamış gibi görünüyordu. “Bunların hepsinin başına sıkacaksın kurşunu!” diye kin ve nefret kusuyordu. “Hepsi PKK’lı bunların!”

Bu mimiklerle bu denli yoğun kin aksettiren ses tonunun nasıl uyuştuğunu anlayamadığım için, dikiz aynasından görebildiğim kadarıyla çocuğun yüz hatlarını bir kez daha inceleme gereğini duydum. Ve birkaç saniye içinde, bu Karadenizli çocuğun samimi olduğuna kanaat getirdim; propogandayla, ajitasyonla falan ilgisi yoktu; hatta muhtemelen bu terimlerin ne anlana geldiğini bile bilmiyordu.

Sultanahmet’e, yayıncıya gidiyorduk ve ben bu tip yolculuklarımın tümünde olduğu gibi yine alabildiğine dalgındım; ne dediğini pek anlayamamıştım. “Kimden söz ediyorsun ciğerim?” diye sordum.

Köprüyü geçmiş, Beşiktaş’a doğru iniyorduk. Direksiyonu hafif sağa kırıp orta şeride geçerken, “Bu komutanlardan!” diye vurguladı. “Hepsi vatan haini bunların!”

Bazen, hiç olmayacak bir şey duyduğunuzda inanmaz da o anda sizin aklınıza gelmeyen bir olasılıktan söz edildiğini düşünürsünüz ya, sanırım ben de bu ruh hali içinde, “Hangi komutanlar?” diye sordum.

“Bir-iki gün önce haklarında yakalama emri çıkarılan şu vatan hainlerinden bahsediyordum.” diye açıkladı. “Hepsi PKK’lıymış! Hatta birinin yeğeninin bir PKK’lı ile çekilmiş fotoğrafı bile vardı gezetede! Bu nasıl oluyor anlamıyorum! Biz onları Türk Ordusu’nun komutanları sanıyoruz, meğer onlar PKK ile işbirliği içindelermiş! Yazıklar olsun be!”

Balyoz davası nedeniyle yargılanan 102 askerden söz ediyordu. Bir an için ne söyleyeceğimi bilememiştim. Hadi “darbe marbe” en azından tartışılabilir bir şeydi de bu itham çok ahlâksızca bir şey değil miydi?!. Oysa şoförün sesinde, yukarıda da değindiğim gibi, Komutanlara hakaret etmek veya duyduğu kin nedeniyle, düşünülmesi bile mümkün olmayacak birtakım eylemlerle onları suçlamak gibi bir niyeti yoktu; düşündüklerini söylüyordu sadece.

Belki konuyu biraz düşünür diye, “İyi de, Abdullah Öcalan’ı Kenya’dan buraya getiren timin Komutanı da içeride.” dedim, çocuğu kırmayacak bir ses tonuyla. “Bu nasıl iş? O da mı PKK’lı?”

İstemsiz bir hareketle burnunu çeken çocuk, “O da dümenmiş!” diye cevap verdi, biraz önceki kin kokan sesiyle. “Bunların hepsi PKK’lı. Okuduk işte gazetede, yalan mı yazıyor yani! CİA bu herifi bunlara teslim etmiş, onlar da getirmek zorunda kalmışlar! Zaten asılmasını da engellemediler mi?!.”

Hepimiz insanız, ne kadar çabalarsak çabalayalım bir saatten sonra sinirlenmekten kendimizi alamıyoruz tabii. “Senin aklından zorun mu var ciğerim!” diye çıkıştım, dostane bir tonla. “Bunların içinde Güneydoğu’da terörle mücadele eden iki Kolordunun Komutanları da var; Korgeneral Nejat Bek ile Korgeneral Korkut Özarslan; hatta Hakkari 3. Taktik Tümen Komutanı Tümgeneral Gürbüz Kaya da… Hadi iki örnek daha vareyim sana: Güney Deniz Saha Komutanı Koramiral Kadir Sağdıç ile Kuzey Deniz Saha Komutanı Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu da bunların içinde… Generallerden amirallerden söz ediyoruz burada; bunlar nasıl PKK’lı olur?!. Bu general ve amirallerin yirmi yedisi halen muvazzaf ciğerim!”

“İyi ya işte!” diye dertlendi o da, onun sesi de dostaneydi; kavga çıkarmaya, ikilik yaratmaya veya birtakım taksi şoförleri gibi haybeye konuşmaya çalışmıyordu. “Biz de buna katlanamıyoruz işte!” diye devam etti. “Biz bunları hakikaten Türk zannediyoruz, bunların tümünün kanı bozukmuş, hepsi PKK ile birlikte çalışıyorlarmış!..!

Beşiktaş’tan Dolmabahçe’ye doğru normal hızda seyrederken, sağ elini arkaya doğru uzatıp “Al oku işte abicim!” diye gazeteyi uzattı bana. “Her şey burada yazıyor işte! Allah belasını versin bunların! Şimdi yargılama margılama uğraş babam uğraş; iki tane sıkarsın kafalarına olur biter işte!”

Gazete gerçekten her şeyi yazıyordu, ama açık açık değil tabii, hani şu amerikalıların “bilinçaltı kurgulama” dedikleri yöntemle… Yedi-sekiz doğru cümle arasına, bu Karadenizli temiz çocuğun aklını bu denli karıştıracak o kalleş cümleleri öyle ustalıkla sokuşturuyordu ki, bu saatten sonra yapılabilecek hiçbir şeyin olmadığını kavramanın çaresizliğiyle öylece kalakalıyordu insan.

Şaka gibi geliyor insana…

İleride yakın tarihi araştıracak kişiler için bu taksi yolculuğunun tarihinin de önemli olabileceği umuduyla, bu serzenişin arasına o tarihi de koymakta yarar görüyor insan: Tarih, 29 Temmuz 2010’du, günlerden Perşembe; şu müthiş sağanağın İstanbul’un kimi semtlerini birkaç saniye içinde göle çevirdiği saatler… (Taksiciler bu fenomeni birbirlerine telsizle bildiriyorlar, arkadaşlarına tedbirli olmalarını tenbih ediyorlardı.)

Sultanahmet’e yaklaştığımızda, bu Karadenizli kardeşimi bu hale getiren gazetedeki haberlerin(!) sonuna gelmiştim. En son okuduğum şey, bu 102 askerin yakalanmasına karar veren mahkemenin kararıydı:

“Delil durumu, üzerlerine atılan suçun vasıf ve mahiyeti, kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların bulunması ve adli kontrol hükümlerinin yetersiz kalacağı için yakalama kararı çıkarılmasına hükmedilmiştir.” biçimindeydi bu paragraf.

Gözlerimin önüne bir gün, sadece bir gün önceki gazeteler geldi birden…

PKK, Dörtyol’da dört polisimizi şehit etmişti ve cenaze törenine katılan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, aynı cenazede yer alan ve hakkında yakalama kararı bulunan 6.Kolordu Komutanı Nejat Bek’e, “Temizleyin şu terörü…” diye dert yanıyordu…

Ama aynı anda, bu Dörtyol saldırısının da Ergenekon’un işi olabileceği, hükümeti zora sokmak için generaller tarafından düzenlenmiş olabileceğine dair o “imalar” geldi aklıma. “Yandaş” diye tabir edilen gazetelerin tamamına yakınında bu tür imalar yer alıyordu…

“İftira eden perişan olmuştur!” diye tavır koyan Kuran’ın, bu konuda bu denli sert ve uyarıcı bir ifade kullanmasının nedenini bir kez daha algılıyordu insan; çünkü bu adi, bu ahlâksız, bu acımasız, bu kalleşçe karalama, birçok insan üzerinde etkili olabiliyordu gerçekten.

“İftira eden perişan olmuştur!” (Tâhâ, 61) diyordu Kuran ve ne acı bir tecellidir ki, iftira edenler de, bu iftiraya inanıp hiç olmayacak kişileri hiç olmayacak suçlarla itham edenler de bu Kitap’a gözü kapalı inanıyorlardı…

“Zaman” insan için yaratılmıştı, Yaratıcı bundan münezzeh olduğu için onun nezdinde her şey çoktan olup bitmişti ve Allah bu nedenle Kuran’da bazen şu zaman bazen bu zaman kipi kullanıyordu; belli oluyordu ki, bu iftircılar bunu bilmiyorlardı veya bilseler bile Türk olan her şeye karşı duydukları o marazi kin ve nefret duyguları bunların gözleriyle beraber vicdanlarını da kör ediyordu. Geçmiş zaman biçiminde düzenlenen bu ayetin sadece eskileri kapsadığını, kendilerini ilgilendirmeyeceğini sanıyorlardı.

Ama yanılıyorlardı.

Ve bir gün bunu anlayacaklardı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder