9 Temmuz 2010 Cuma

Çelik Çomak Oynatmak

“Biz hiç kırmızı et almayız…”

Yemek mi yedim dayak mı, anlayamadım.

Aynen böyle söyledi kadın, biz oturmuş öküz gibi yerken… Onlar hiç kırmızı et almazlarmış.

“Arasıra tavuk alabilirsek alıyoruz işte.” diye devam etti, tüm ruhumu isyana boğan derin bir tevekkülle. Kocası bir şirkette getir götür işi yapıyormuş. İki çocukları varmış ve kadın da bir şirkette vasıfsız işçiymiş.

Konuşması o denli doğal ve öyle sarsılmaz bir kabullenmişlikle içten ki, insan kutsal bildiği tüm şeylere isyan etmekten kendini alamıyor.

Sinir edici, çileden çıkarıcı, insanı derinden sarsıcı, adamı tokat yemişe çeviren bir kabullenmişlik…

Sorgulamayan, reddetmeyen, karşı gelmeyi düşünmeyen, olay çıkarmayı aklına bile getirmeyen kahrolası bir kabullenmişlik…

İnanamıyor insan, bu kadar doğal biçimde konuşmasına.

“Biz hiç kırmızı et almayız…”

“Hiç mi?” diye sorduğunuzda da o kahredici doğallığıyla devam ediyor üstelik: “Evet… Hiç almayız. Paramız yetmez ki…”

Son üç-dört yılı düşünmeden edemiyor insan.

Açılımlar-kapanımlar, alt kimlikler üst kimlikler, taslaklar maslaklar, referandumlar meferandumlar…

“Ellerine çelik çomağı verdik, oynuyorlar!” diye hem dalgasını geçmiş, hem de hiç farkına varmadan bilinçaltında yatan gerçeği itiraf etmişti Başbakan: “Ellerine çelik çomağı verdik, oynuyorlar!”

Türkiye’nin istisnasız tüm entelektüel birikimi, son üç-dört yıldır elinde çelik çomak, kan ter içinde koşuşturup duruyor.

Sanırsınız ki tüm entelektüel birikim bir amok koşuculuğuna soyunmuş.

Tartışma, tartışma, tartışma, tartışma.

Ve ortada bir bok yok!

Ve o kadın, o sinir bozucu doğallığı içinde “Paramız yetmez ki.” diye kahrolası tevekkülle anlatmaya devam ediyor.

Böylesine kahır dolu bir yoksulluğun kader olduğuna ve asla değiştirilemeyeceğine öylesine inanmış-inandırılmış ki, “Allah tümünüzün, hepinizin, her şeyinizin, tüm sisteminizin belasını versin!” diye lanet okumaktan, camı çerçeveyi kırmaktan veya kutsal bildiğin tüm şeylere vücudunun tüm zerrecikleriyle isyan etmekten başka yapılabilecek hiçbir şey yok!

Yokluğu, yoksunluğu, fakir fukaralığı anlarım, böyle büyüdüm çünkü; ama bunu böylesine kabullenmek, bunu böylesine doğallaştırıp içselleştirmek…

Bu nasıl bir kahrolası kurnazlıktır, bu nasıl İblisî bir toplum mühendisliğidir, bu nasıl sefil bir hile, bu nasıl kalleş bir pusudur böyle!..

Klavyesinin başına geçip, “Bu eskiden de böyleydi, şimdi mi aklın başına geldi!” diye efelenecek bedbaht!

Eskiden bunun değiştirilebileceğine dair bir umut vardı en azından.

Artık o umut da kalmamış.

Mesele “et alabilme” somutuna indirgenebilecek kadar basit değil; mesele, böylesine bir zilletin, yine böylesine doğallıkla karşılanabilme aşamasına kadar gelmiş-getirilmiş olması.

Kahrolası bir psikolojik mallullükten söz ediyorum burada!

Mesele bu ahlâksız pusunun bu denli işe yarayabiliyor, ruhlara bu denli nüfuz edebiliyor olması.

Kadın, “Biz hiç kırmızı et almayız ki.” diye anlatıyor doğal bir sesle ve benim umutla beklediğim o Göksel Çatırtı bile bir türlü duyulmuyor.

Gökler bile pes etmiş gibi.

Yaşamak hiç bu denli anlamsız, hiç bu denli acımasız ve hiç bu denli zillet dolu olmamıştı!

Kim, ne, neresi üzerine alınırsa alınsın, kabulümdür:

Reddediyorum!

Kabullenmiyorum!

İsyan ediyorum!

Ve elimden ancak bunlar gelebildiği için de başta kendim olmak üzere her şeyden neferet ediyorum.

Öylesine nefret doluyum ki…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder