13 Haziran 2010 Pazar

Müslümanlar Levhi Mahfuzu İnkâr Ettiler

(“Levhi Mahfuz”, mealen, “her şeyin kaydedildiği Göksel Hafıza” demektir.)


On yıl önce, Türkiye’yi içinde debelenip durduğu cinnetten Müslümanların ve sosyalistlerin birlikteliğinin kurtarabileceğine dair bir tez ileri sürmüştüm. Bu tezi, ana hatlarıyla şöyle bir belirlemek yerine, üzerinde uzun uzun çalışmış ve kapsamlı bir öneri halinde yayınlamıştım.

O yıla kadar, kendilerine liberal diyen kimi iktidarlar Türkiye’yi soyup soğana çevirmiş, bankalar hortumlanmış, kamu kaynakları “kurnaz” birtakım kişilere yağmalattırılmış, Devletin iktisadi teşekkülleri ve aktifleri özelleştirme adı altında kimi kodomanlara peşkeş çekilmişti. Hırsızlar artık tedbiri de elden bırakmış, Hazine’yi pertavsızca talana koyulmuşlardı. İyi niyetli olduklarından zerre kadar kuşku duymadığım kimi sosyal demokratların -kaçınılmaz- “cılız” çabaları da bu gidişi durduramamış, amerikalardan getirilen Kemal Dervişler Özal’la doruğa çıkan talan ekonomisi ve orta sınıfın katli uğraşısına “bilimsel gerekçeler”le katkılarda bulunmaya başlamışlardı.

Türkiye cinnet geçiriyor, yoksulluğun ve işsizliğin pençesinde kıvranıyor, AB ve özellikle abd tarafından sürekli olarak taciz edilerek hakir konuma düşürülüyordu.

Cumhuriyet, zillete hiç bu denli teslim olmamıştı.

Yukarıda sözünü ettiğim naçiz çalışmada, Türkiye’nin bu durumdan kurtulabilmesinin yolunun Müslümanların ve sosyalistlerin işbirliğinden geçtiğini vurgulamış; “Sonuç” bölümünün 3. babında “Ne ezilen, ne ezen; insanca, hakça bir düzen” üstbaşlığı altında taleplerimi sıralamıştım.

Temel talebim “infak”tı. “İnfak, sermaye birikimini, dolayısıyla kapitalizmi engeller” karşı koyuşuna cesaretle direnmiş; özelleştirmeleri, özellikle Doğu ve Güneydoğuyu hâlâ baskı altında tutan feodalizmi, “küreselleşme” de denilen “yeni dünya düzeni”ni lanetlemiş; sosyalizmin (komünizmin) büyük deha olduğundan zerre kadar kuşku duymadığım Marx’ın babasının malı olmadığını anlatmış ve “infak”ın pratikte şu anlama geldiğini söylemiştim:

Önerilerim, bu sütunda bugüne dek okuduğunuz kimi taleplerden ibaretti.

Ama sanırım üzerinde en çok durduğum şey, parasız sağlık hizmetleri, parasız eğitim ve herkese evine namusuyla ekmek götürecek iş talebiydi.

Çalışmamı şu sözlerimle noktalamıştım: “Özel mülkiyeti kesinlikle reddetmiyorum; insanların mülkiyetlerinde bulunan namuslu servetlere kesinlikle karşı olmadığımın bilinmesini istiyorum. … Velhasıl, gezegenin tüm nimet ve imkânlarının insanlar arasında adaletli bir biçimde bölüştürülmesini talep ediyorum; herkesten yeteneği ölçüsünde, herkese ihtiyacı kadar…”

Kuran’dan alıntıladığım yüzlerce ayetle desteklediğim bu çalışmamda itici gücüm Müslümanlar ve sosyalistlerdi; çünkü her iki kesim de hem namusluydu, hem merhametli, hem de donanımlı… Sosyalistlerin elinde Marx gibi bir deha vardı, Müslümanların elinde ise Kuran…

Bu ikisi bana yetiyordu.

(Bu sözler, diğer kesimlerin namuslu olmadıkları anlamına gelmiyordu; “donanımları” beni tatmin etmiyordu; bu nedenle hırsızları ve hırsızlıkları engelleyemediklerini veya buna teşebbüs etmediklerini düşünüyordum; mesele buydu. Bu kesimler “infak”ı gayriiktisadi buluyorlardı, oysa “infak” İslam’ın ve sosyalizmin olmazsa olmazıydı.)

AKP bana göre ilk hatasını, komünistler dururken, kendilerine liberal diyen kimi faşistlerle iş hatta kader birliğine giderek yaptı. Oysa, sözünü ettiğim o naçiz çalışmada, vahşi liberal politikalarla Kuran’ın aynı cümlede anılmasının dahi “küfür” olduğunu neredeyse İslami bir kesinlikle ispatlamış ve Müslümanların vicdanına sunmuştum.

İkinci hata, Cuma çıkışlarındaki emperyalizme lanetler okuyan o kutsal gösterilerin “bıçak gibi” kesilmesiyle ilk işaretini veren “İblisle işbirliği” denemeleriydi.

O kadar ki, Amerika Irak’taki 1.5 milyon Müslümanı katledip, çoluk çocuğun ırzına geçtiğinde dahi kendine gelemedi AKP; bırakın kendine gelmeyi, Türk askerinin Irak’a Amerika safında müdahale etmesi için Meclisten teskere çıkartmaya dahi kalktı. (Bu hazin girişim, sosyal demokratların ve vicdan sahibi kimi AKP’lilerin gayretiyle önlendi.)

Üçünü hata -vahim bir hata aslında-, halka hizmet anlamındaki siyasi mücadelenin mal ve servet hırsına kurban edilmesiydi. Sistemli bir zenginleşme ve zenginleştirme operasyonu devreye sokuldu. İlk zamanlarda, bunun halka hizmet ve emperyalizme direniş adına güçlü bir altyapı (Beyt-ül mal) oluşturma gayreti olduğunu düşündüysek de ilerleyen zamanlarda gördük ki, bunun halka hizmetle veya emperyalizme direnmek için güç kazanmaya çalışmakla bir ilgisi yoktu. AKP ve yandaşları gerçekten zenginleşme, servet edinme, mal mülk depolama peşindeydiler.

Olacak şey değildi; Müslümanlar, şu bilinen sözle, “yetim hakkı yemeye” soyunmuşlardı.

Ve hatalar hataları izleyerek bugüne dek gelindi işte.

Bu vahim hatalar, Levhi Mahfuz’a o denli kalın çizgilerle işlendi ki, Allah’ın bu işe müdahil olmaması, sanırım bizim şu anda anlayamayacağımız bir hikmetten olsa gerekti… (Kuran’a göre Allah onlara süre veriyordu, bunu dahi anlayamıyorlardı. Âli İmran, 178)

Kendilerine liberal diyen kimi faşistlerin “kin ve nefretten kaynaklanan” sınırsız desteklerini arkalarına alan Müslümanlar, Türk’e, Türk Devleti’ne, Türk Ordusu’na velhasıl Türk’ü Türk yapan ne kadar değer varsa hepsine adeta cihat açarken; İslam adına kendilerine sunduğum üç değeri (Bakara 219, Nahl 71 ve Nisa 75) tamamen dışlayarak, İslam’ı saç sakal ve türbana indirgeme gafletinde -hatta bana göre hıyanetinde- karar kıldılar.

Olacak iş miydi; düpedüz bir islam burjuvazisi yaratılıyordu memlekette; başörtülü kızlarımız dahi Akbilli başörtülüler ve cipli başörtülüler diye ikiye ayrılıyorlardı! (İktisat teorilerinin vurguladığı gibi, servet hızla el değiştiriyor, ama kaynaklar yoksullara özgüleneceğine, yeni bir zenginler sınıfı yaratılıyor, Kuran pervasızca çiğneniyordu.)

Kamu hazinesi ve Kamu aktifleri özelleştirme adı altında ona buna -inanılacak gibi değil; genellikle yabancı sermayeye- peşkeş çekiliyordu. Limanlar, petrokimya tesisleri, mandralar, bankalar, fabrikalar, büyük sanayi kuruluşları, telekomünikasyon sistemleri, her şey, her şey elden çıkarılmakla kalmıyor; son sekiz yıl içinde tüm Cumhuriyet tarihinden devralınan borç stokundan daha fazlası “üretiliyordu”…

Bu para ile memlekete tek bir çivi çakılmıyor, istihdam yaratacak tek bir yatırım yapılmıyordu. (Bu süre içinde, otuz milyon “aç”a, on milyon da işsiz eklenmişti.)

İnanılacak gibi değildi; Müslümanlar vahşi liberalizme bile rahmet okutuyorlardı.

Sonuç öyle bir hüsran oldu ki, orta sınıf neredeyse tamamen ortadan kalktı; memlekette zenginler ve fakirler kaldı sadece…

Yer darlığı nedeniyle, tek bir örnek gerekirse…

O günlerde Müslümanlara şu soruyu sormuştum: Allah’ın Elçisi, “Ağrım var ya Muhammed, bana yardım et.” diye yanına gelen en yakın dostu Ebu Zer’e, “Paran var mı?!.” diye sorar mıydı?

Haklı olarak “Olur mu öyle şey!” diye tavır koymuşlardı; bir Müslüman ağrısı sızısı olan bir Müslümana, hasta bir Müslümana, “paran var mı?” diye sorar mıydı?!.

Bugün soruyor!..

Bir kısmı bizzat Başbakan tarafından açılan ve yurdun dört bir yanında pıtrak gibi biten “özel hastane”ler, ağrısı sızısı olan Müslümanlara “Paran var mı hemşerim?!.” diye -üstelik incitici bir ses tonuyla- kaba biçimde soruyor artık!

(Diğer sistemlerde “özel hastane” olur, samimi itirafım bunu yadırgamadığımdır, bu bir sistem tercihi meleselidir ve bazı düzenlemelerle yoksulların mağduriyeti en aza indirgenebilir; ama Komünist ve Müslüman sistemde olmaz, asla olmaz, asla olamaz!..)

Sonuçta, bu sekiz yıllık tecrübe, aslında İslam’ın(!) da bir çözüm olmadığını(!) kitlelere gösteriyordu(!)…

Son zamanlardaki birtakım çıkışlar -Gazze, BM’deki İran oylaması gibi- iç politikada mevzi kazanma faaliyeti olarak ciddi biçimde sırıttığı için hiçbir anlam ifade etmemektedir; çünkü bu gibi gösterişlerin, “mal ve servet arzusu yüzünden alabildiğine katılaşma” (Âdiyat, 8) refleksini perdeleme faaliyeti olarak ortaya çıktığı halk tarafından açıkça görülmektedir. (Hâlâ görülmüyorsa da görülmüyordur; bu durumda, her şey buna göre tecelli etmeye devam edecektir. Kuransal tespit, bu durumda “zillet”in kaçınılmaz olduğudur.)

Aynı şeyi hiç kuşkusuz Levhi Mahfuz da görüyor; hatta görmekle kalmıyor “kaydediyor”du. (İnfitar, 11-12)…

Ne yazık, ne kadar yazık!..

Müslümanlar Levhi Mahfuz’un bugüne kadar yazdıklarını, şu anda yazmakta olduklarını ve bundan sonra da yazacaklarını inkâr ettiler.

Ve “Biz pisliği aklını kullanmayanların üzerine bırakırız!” mealindeki Yunus 100 tüm haşmetiyle tecelli etmekte gecikmedi tabii…

Bundan sonra ne olacağını da aynı ayet belirleyecek.

Çok yazık oldu, ne kadar yazık oldu…

Adem’den önceki kuşaklar da aynı hatayı işlemiş, “paylaşmamışlardı”; sonlarının ne olduğunu merak edenler, sorularının cevaplarını Kuran’da bulabilirler…

Müslümanlar Allah’ın lütfunu heba ettiler…

Allah’ın isim sıfatlarından birinin de “Müntekim” olduğunu bile bile…

Bu konuda kitaplar yazılabilir, yorum üstüne yorum yapılabilir, ama bu çaba, “Müntekim” isim-sıfatın, “İntikam Alan” anlamına geldiği gerçeğini değiştirmez.

Yarattıklarına zulmederseniz, O, o veya bu biçimde, şu veya bu zamanda sizden intikam alır.

Bu bir Kuran gerçeğidir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder