4 Haziran 2010 Cuma

KALBİM YİNE KIRIK

Mutluluk ve hüzün varoluşun diyalektiğinde yer alır; hüzünsüz bir mutluluk veya mutluluksuz bir hüzün, bu varoluşsal diyalektiğin o veya bu nedenle düzgün işlemediğinin göstergesidir.

Ve sorun kaçınılmaz olarak hüsrandır.

Yaratılış, iyinin hüsranından nefret eder; eninde sonunda diyalektik devreye girer ve yeni bir sentez üretir.

Benim kuşağımın neredeyse tüm yaşamı hüsran içinde geçti.

(Gençlere not: “Hüsran”, “beklenilen şeyin elde edilememesi yüzünden duyulan acı” anlamındadır.)

Hep bekledik.

Hep umduk.

Ve hep hüsrana uğradık.

Çünkü mutlular “biraz da hüzün” çağrısına hep sırtlarını döndüler; mahzunlar ise, mutluların bu bencilliği nedeniyle küçük bazı soluklanmalar dışında mutluluğu hiç deneyimleyemediler.

Cennet gibi dünya, kötüler nedeniyle cehenneme dönüyordu; benciller, hırslılar, servet tutkunları, makam mevki aşıkları, cahiller, gaddarlar, merhametsizler, küçüklüklerini büyüklerin yanına sığınarak bertaraf edebileceğini sanan korkaklar…

“Kötülerin galip gelebilmeleri için iyilerin sessiz kalmaları yeterlidir” sözü sanırım gerçeği yansıtır; ama bu söz, iyilerin neden sessiz kaldıklarını açıklamaz.

İyiler neden sessiz kalıyorlar?

Mesele, bu kadim zaafın ortadan kaldırılamaması sanırım.

Bu zaafın insan fıtratında yer aldığını sanmıyorum; bu, yine insan marifetiyle sonradan oluşan veya oluşturulan bir şey olmalı.

Bizim kuşak, Denizlerin idam edilmesiyle girdi bu cendereye ve bir türlü çıkamadı içinden.

Çünkü iyiler sessiz kaldılar.

Bağırıp çağırdıkları anda bile öylesine sessizdiler ki…

Darbeler darbeleri kovaladı ve bertaraf edilenler hep iyiler oldular; çünkü iyiler diğer iyilerin sessiz kalmalarının bedelini ödüyorlardı.

Türkiye’nin uzun yıllardır içinde debelenip durduğu kaos gerçekten katlanılabilir gibi değil:

Yoksulluk, işsizlik, itilip kakılmışlık, hakaret, özelleştirmelerle yitirdiğimiz değerler, artık tam anlamıyla bir cadı avına dönüşen Ergenekon, genç çocukları hedef alan PKK terörü, Kuzey İrak’ta başımıza geçirilen çuvallar, soykırım oylamaları, her gün artan devasa dış borç…

İyiler bağırıp çağırıyor, bir şeyler yapıyor gibi görünüyor ilk bakışta; ama herkes farklı tonda ve farklı içerikte bağırdığı için ortaya çıkan şey güzel bir melodi değil, karmakarışık bir ses yığını oluyor.

Bu karmakarışık ses yığını giderek kadim bir sessizliğe tekabül ediyor aslında; ve fark etsek de etmesek de, bu gürültülü sessizlik kaçınılmaz olarak kalp kırmaya devam ediyor.

İyilerin kimi milliyetçiliği, kimi komünizmi, kimi Müslümanlığı, kimi etnik kökenini esas aldığından, bu iyeler orkestrasının ortaya koyduğu şey hiçbir zaman güzel bir şarkıya-türküye-marşa dönüşemiyor.

Çünkü bu disiplinsiz orkestrayı yönetebilecek bir şefimiz yok!
(“Şef”i, “lider” anlamında değil, “siyaset” anlamında kullanıyorum.)

Şefliğe soyunanlar, orkestradan kendi meşrebine uygun notaları çıkaracak enstrümanları hedef alıyor, onları yönetmeye çalışıyor sadece.

Orkestra iyi bir parçanın nasıl çalınacağı konusunda kahredici bir fikir ayrılığı içinde; dolayısıyla şef de…

Ve ortaya çıkan şey, koca bir sessizliğe tekabül eden yoğun bir gürültü kirliliğinden başka bir şey olmuyor tabii.

Bana bunları düşündürten şey, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile abd’li meslekdaşı Clinton arasındaki diyalog oldu:

“İsrail’in Türk yardım gemilerine saldırısı Washington’da masaya yatırıldı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD’li meslektaşı Clinton ile yaptığı görüşmede, ‘Siz bir annesiniz; Gazze’deki sıkıntıları da saldırı sonucunda Türk halkının çektiği acıları da en iyi siz anlarsınız.’ dedi. Clinton buna, ‘Şimdi söyleyin, bu yaşananlardan sonra Türkiye için ne yapabilirim?’ diye cevap verdi.”

Gazetedeki haber aynen böyle…

Davutoğlu’nun “iyi” olduğundan zerre kadar kuşkum yok; ama Hiroşima ve Nagazaki ile başlayan, Vietnam ile devam eden, dünyanın dört bir tarafına acı ve ızdırap tohumları ektikten sonra son olarak BOP ile Ortadoğu’yu kana bulayan terör makinesi bir ülkenin Dışişleri Bakanı’na “siz bir annesiniz” diye yaklaşmasını içime sindiremiyorum.

Dünyanın yarısına altı yüz yıl hükmetmiş, emperyalizme karşı tarihte eşi benzeri görülmemiş bir zafer kazanmış Koca Bir Ülke’nin Dışişleri Bakanının, muhatabına “merhamet” çağrıştıran bu sözlerle yaklaşması son günlerdeki hiddetimin bir anda kalp kırıklığına dönüşmesine neden oldu.

Orkestradaki hangi enstrümanın iyi kullanılmadığı veya şefin ne yapmaya çalıştığının anlaşılıp anlaşılamadığı hususu bugünlerde tartışılacak önceliğe sahip değil, yaşadığımız bu son travmanın yıkıcı etkileri hâlâ devam ediyor çünkü; ama Dışişleri enstrümanının yanlış notalarda gezinip durduğu açık sanırım.

Kalbim, kırıla kırıla paramparça oldu.

Ve ne hazindir ki; mutlular ‘biraz da hüzün’ çağrısına hâlâ kulak tıkamaya devam ederken, mahzunlar mutluluğu deneyimleme imkânına bir süre daha kavuşamayacaklar anlaşılan.

Çünkü ses karmaşasında yitip giden iyilerin bu sessizliği öylesine abartılı boyutlardaki…

Bunun insan fıtratında yer alan bir şey olduğunu kabul etmiyorum; Yaratıcı, “iyiler” için neden böyle bir şey öngörsün ki…

Karmakarışık aklımız yeni karmakarışıklar üretmekten başka bir şey yapamıyor artık.

Sanırım diyalektiğin “müdahale” zamanı giderek yaklaşıyor.

İyi mi olur kötü mü bilmiyorum; ama yeni bir sentez kaçınılmaz olmalı.

Çünkü doğa boşluktan hoşlanmıyor…

Bu çalışmanın, bu fakir için alışılmadık ölçüde mülayim bir çalışma olduğunu farkındayım tabii.

Dışişleri Bakanı kalbimi kırdı.

Kalbi kırıkların o mistik hüznüne büründüm yine…

Beni Arnavut Boşnak karışımı şivesiyle “maykom” diye seven, bana merhametle sarılan melek annem gözlerimin önünde şu an.

Clinton da kim!

Kalbim yine kırık, hüznüm yine sonsuz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder