1 Eylül 2010 Çarşamba

Şanslı

Herkes onu irice bir kedi sanmıştı önce.

Bembeyazdı.

Tamamen beyaz.

Herkes onu irice bir kedi sanmıştı, çünkü “sevgilisi” gelip onu buluncaya kadar “saklanıyordu”; hiç tanımadığı bir dünyada ne yapacağını bilemediği için sevgilisi gelene kadar saklanıyor, ortalığa çıkmıyor, yanıp tutuşan bir umutla öylece bekliyordu.

Sık çalılıkların örttüğü büyük merdivenin altındaki o loş boşluğa sığınmış, gelip geçenin yüzüne merakla bakıyor, her araba sesinde kafasını uzatıp arabayı inceliyor, sonra da o küçücük kafasını sığındığı o izbe deliğe sokuyordu tekrar.

Öylesine yoğun bir ayrılık acısı yaşıyordu ki, sanırım yemek yemek aklının ucundan bile geçmiyordu; çünkü sığındığı o deliğin önüne koyulan yemek yerine, kendisine yemek getirenlerin yüzüne bakmayı tercih ediyor, o yardımseverlerde tanıdık birini bulmayı umuyordu.

Birini arıyordu, birilerini…

Kaniş terrier kırması olmalıydı; bir damlacık bir şeydi.

En belirgin yanı, tüm başını kaplayan o beyaz tüylerin arasında hemen dikkati çeken iri kahverengi gözleriydi; insanların yüzlerini araştıran umut dolu, korku dolu, hüzün dolu, hasret dolu o gözleri…

Onu birkaç gün sonra görenler değişimi hemen fark edebiliyorlardı: Rengi griye dönmüştü; kirlenmişti, pislenmişti ve zayıflamıştı.

Büyürken rekabeti öğrenemediği için perişan durumdaydı; hiç tanıyamadığı bu vahşi artamda korku unsuru o kadar çoktu ki:

Büyük bir gürültüyle deli gibi geçen arabalar, sabah çöp almaya geldiğinde korkunç sesler çıkaran o çöp kamyonu, acımasız rekabet şartlarında mecburen yetenek kazanmış olan büyük sokak köpekleri, tepesinde nara atıp duran koca kargalar, sinirli insanlar, mutsuz insanlar, kaba insanlar; duygusuz, sevgisiz, merhametsiz, acımasız, kendileri acınacak durumdaki “kayıp” insanlar….

Bir gün, kocaman iki köpeğin arkasına takılmış dalgınca yürürken gördü onu o insanlar. Rengi daha da koyulaşmış, bedeni daha da zayıflamış, bakışları daha da mahzunlaşmıştı. Sokak köpeklerine ayak uydurmaya çalışıyor, ama beceremiyordu. O iki iri köpek bile anlamıştı onu; bambaşka bir cins olmasına rağmen sorgulamadan, dışlamadan aralarına almaya çalışıyor, sokaklarda yaşamanın ne denli acımasız olabileceğini anlatmaya çalışıyorları ona; anlamayan sadece insanlardı.

Bir gün, bir aile koştu imdadına. Tüm yaşamı boyunca hiç köpek beslememiş olan kadın bu trajediye daha fazla dayanamamış, gözyaşları eşliğinde kucağına alarak bahçesine götürmüştü onu. Temizlemiş, yıkamış, karnını doyurmuş, hatta kocaman ve bir hayli sevimli bir kulübe bile yapmıştı ona.

Mutlu muydu belli olmuyordu.

Bir süre sonra, yaşadığı yeni yuvayı sahiplenmiş gibi görünüyordu, hatta kapının önünden gelip geçene havlamaya bile başlamıştı.

Ama çok kısa sürdü bu.

Özlüyordu, onu bir çöp torbası gibi sokağa atan sahiplerini özlüyordu; bu öylesine belliydi ki.

Aşı için gelen veteriner, iki yaşında olduğunu söylüyordu. İki yaşına kadar, ailesi bellediği ilk sahipleri arasında yaşamış, sonra sokağa atılmıştı.

İnsanlar tarafından oluşturulan bir ırk olduğu için, belki de ülkemiz şartlarında yaşamaya elverişli yaratılmadığı için ihtimama ihtiyacı vardı ve yeni ailesi ona bu ihtimamı gösteriyordu; ama bu yetmiyordu!

O, yanlarında büyüdüğü ve ailesi olarak bellediği sahiplerini istiyordu.

İlk şok günlerinden, ilk inkâr günlerinden sonra isyan başgöstermeye başlamıştı: Sinirliydi artık, huysuzdu, sürekli havlıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.

Sonra kabullenme geldi.

Ve arkasından inziva…

Artık havlamıyor, yemek yemiyor, kulübesinden bile çıkmıyordu.

Kustuğu ilk günü hatırlıyorum; başını okşarken önüne koyduğum iki ödül bisküvitini içgüdüsel olarak hemen yemiş, ama biraz sonra kusmuştu.

Kusmalar bir süre daha devam etti.

Bir gün, bakıp fikrimi belirtmem için çağırdıklarında yeni sahiplerine hiçbir şey söylememeyi tercih etmiştim: Bir deri bir kemik kalmıştı, yürüyecek hali yoktu, gözlerinin feri sönmüştü; bu, tüm umutlarının tükendiği anlamına geliyordu.

Umutlarıyla beraber bedeni de tükenmişti.

Daha önce de böyle ayrılık acılarına şahit olduğum için anlamıştım.

Kanserdi…

26 Ağustos 2010’da huzura kavuştu.

Allah’ın ona biçtiği yaşam süresinin üçte birine, belki dörtte birine bile gelmemişti daha, ama zaten o süreyi doldurmak gibi bir niyeti de yoktu.

Her ne kadar yeni ailesini sevmiş de olsa, o ilk ailesinin hasretiyle yanıp tutuştuğu ve artık tüm ümitlerini yitirdiği için küle dönmeyi tercih ettiği belli oluyordu.

Bunu herkes anlayamazdı; bunu anlayabilmek için onunla ve onun gibilerle bir süre yaşamak, o mistik sevgiyi bir kez olsun tatmak gerekti.

Gelip onu almayacaklardı, bunu anlamıştı.

O da gitmeyi tercih etti.

25 Ağustos 2010’da son olarak göz göze geldiğimizde, kozmik bağlantıdan irtibat kurarak üzülmememi söyledi bana; böylesi daha iyiydi.

Dayanamıyordu.

Dayanamadı da…

Gittiğinde, bir-bir buçuk kilo kadardı.

Allah bin kere razı olsun, yeni sahibesi ona “Şanslı” adını koymuştu; “yaşam” dediğimiz gizemli macera böyle bir şeydi işte: Bazen bu denli ironik davranabiliyordu.

En lezzetli olduğunu sandığım konserveyi açıp kendisine uzattığımda, teşekkür kabilinden sadece bir kez yalamış, sonra da gözlerini bir an için gözlerime dikerek “elveda” demişti bana.

Öylesine kararlıydı ki, o an ağlamayı bile beceremedim; onu son bir kez kucağıma alıp öpmeyi de…

Gözlerimin içine mecalsiz veda bakışları gönderirken, “Ben sevdim mi böyle severim insan kardeş.” diyordu, “Bedelini de öderim.”

Bedelini ödedi gerçekten.

Öylesine sevmişti ki ve o sevgiyi kaybettiğinde yaşam o denli amaçsızdı ki artık…

Onu bir çöp torbası gibi sokağa atmışlardı ve o bunu reddetmişti!

Kısıtlı kapasiteli zihinsel yapısıyla birçok şeyi idrak etmekten uzak olduğu açıktı. Ama o, bizim artık kaybettiğimiz bir haslete, o tanrısal haslete sahipti hâlâ.

Kısıtlı kapasiteli zihinsel yapısıyla birçok şeyi idrak etmekten uzaktı.

Ama o, “sevmeyi” idrak edebilmişti.

Bedelini ödemeyi de…

1 yorum:

  1. Bu kadar güzel anlatılabilirdi... Ailece şanslıyı çok özlüyoruz...

    Toker Ailesi

    YanıtlaSil