28 Şubat 2010 Pazar

Aşk



Ruhbilime göre insan bilincini “id” denen hayvansal dürtülerle “süperego” denilen müteal (aşkın) idealin çatışması oluşturur. Doğanın “vahşi hayvanı” olan “id” ile Nietzsche’nin “üstün insanı” olan “süperego” kültür ormanında kıyasıya dövüşürken oluşmaya başlar ego ve bu kültür ormanının hakim şartları biçimlendirir insan zihnini.

Aşk konusundaki farklı algılamalar, bu vahşi ormanın kendine özgü koşullarına id’in ya da müteal idealin müdahalesiyle belirlenir.

Aşk üzerine yapılan çalışmalar (makaleler, araştırmalar, bilimsel tahliller), kültür ormanındaki bu kıyasıya kavganın sisli puslu atmosferinde havayı beyhude yere döven pençeler gibi samimi ama sonuçsuz bir gayretle savrulup durur bir o yana, bir bu yana.

Birliktelik, beraberlik, partnerlik, bir gecelik-beş gecelik, düzeylilik-düzeysizlik, ihtiras, eskime, pörsüme, tüketme, sevgililik, hatta yitirme…

Bu sözler ya da tanımlamalar da ne?!.

Ne ilgisi var?!.

Neler oluyor böyle?!.

Aşk bu mudur?!.

Sevim Çetin’in sırra nüfuz edebilmiş olmaktan kaynaklanan soylu isyanına katılmamak mümkün mü?!.

“Onu gördüğümde bacaklarım titriyor, kalbim hızla çarpmaya başlıyor” diye aşkını tarif ettiğini sanan ego, türün devamı kaygısındaki genlerine ilkel çağlardan miras aldığı, sağlıklı karşı cinsle olabildiğince çok cinsle ilişki peşinde koşturan id’inin iradesinde tutsak olduğunu hissetmez bile. Sürüdeki yedi-sekiz dişi aslan için hakim konumdaki erkek aslanla ölesiye kavgaya tutuşan genç erkek aslan da aynı şeyleri hisseder oysa; insan olmadığı için bilincini sadece id’i oluşturduğundan, türün devamı gerekliliğini tetikleyen kimyasal tepkimeler nedeniyle, karşı cinse baktığında onun da bacakları titrer, onun da kalbi hızla çarpmaya başlar.

Aşk bu mudur?!.

“Onsuz yapamıyorum” diyen ego da farklı bir konumda değildir aslında; elinin altında bulundurma alışkanlığının verdiği rehavetle, hakim konumdaki erkek aslanla yeni bir kavgaya girme zahmetine katlanamadığının itirafında olduğunun farkında bile değildir. Hazır dursun, elinin altında olsun, yakında bulunsun, yeni bir mücadeleyi gerektirmesin ister sadece.

Aşk bu mudur?!.

“Serotonin”, “adrenalin” diye caka satan bilim, çözümlediği şeyin basit kimyasal tepkimeler olduğunu bildiği halde, “en çok dört yıl sürer” diye ahkâm keser aşk hakkında; “cinsellik”, “ihtiras” gibi tamamen id’in itelemesi olan ve soyluluktan alabildiğine uzak ama bir o kadar da gerekli kimi hayvansal dürtüleri aşk sanıp irdelerken. “En çok dört yıl sürer” diye ahkâm keser, hakkında hiçbir şey bilmediği bir şeyi anlatırken.

Aşk bu mudur?!.

Tüketim toplumu ormanındaki kavgadan yorgun düşmüş yara bere içindeki, henüz fark edememiş ego ise yine samimi ve haklı olarak feryat edip durur; “neden bu kadar çabuk eskitiyoruz, tüketiyoruz, yitiriyoruz!” diye; eskittiğinin, tükettiğinin, yitirdiğinin aslında fıtraten peşinde koşup durduğu şeyle hiç ilgisinin olmadığını fark edemeden…

Aşk bu mudur?!.

Oysa varoluşsal bir soyluluktan, buram buram hasret kokan kadim bir arayıştan, tanrısal bir merhametten söz etmek gerek bu konuda.

Madde-antimadde ikileminde arayış içinde dönüp durmakta olan “mahzun yarı” için “kayıp diğer yarı”dan söz etmek gerek.

“Yarım”ken “tam”a ulaştığını “bildin mi” hiç?

Bunu hiç “okuyamamış” benlik, bir insanın yaşamı boyunca birçok kez aşık olabileceğini iddia eder… “Bir yarım”ın, “birçok yarısı” olur mu hiç?!.

Tenine, saçına, kullandığı herhangi bir eşyaya dokunduğunda ruhunun merhamet ummanında yittiğini hissedip, kişisel bilincin reddiyesinde o tek bilinçte eriyip, Kozmos’un o güne kadar hiç koklamadığın rayihası içinde o galaksi senin bu galaksi benim huşû içinde sefere çıkıp yeni süpernovalara, genç varoluşlara, gizemli biçimde tekrarlanan madde-antimadde ayrışmalarına, “Yaradılış”a tanıklık ettin mi hiç?

Ayaklarının yerden kesilmesinden söz etmiyorum; artık ayaklarının, bedeninin, “ben”inin olmadığını idrak ettiğin oldu mu hiç?

Gizemli ayrı düşmüşlükten, Kozmik Tasarımın kendine özgü nedenlerle böyle biçimlendirdiği mistik hasretten, uzun ve soylu, kadim bir arayıştan söz ediyorum.

Vuslattan…

Varoluştan ödünç aldığı bedeni yakınında olmadığında, özlemenin cazibesine gönülden direnirken yokluğunu asla hissetmeyip, daimi telepati ve ruhsal bir bağlantı girdabında tüm Kainatla yekvücut hisettin mi kendini hiç?

Van Gogh’un kesik kulağı, Ferhat’ın delik deşik dağı, Kerem’in bitip tükenmez yangını; diğer “yarı”sıyla kendi bedeninde “tam”lanan Mecnun’un, kendisine doğru hasretle koşan ödünç bedene, artık o tamlanmış şuurla, “Leyla benim içimde; sen de kimsin?..” sorusudur o…

Kültür ormanındaki kavgadan galip çıkan yorgun süperegonun içine derin derin çektiği varoluşun hasret kokan nefesidir o…

Beğeni gibi, arzu gibi, ihtiras gibi, hatta sevgi gibi salt bu ormana özgü olmadığından beş duyuyla kavranamaz; duyularüstü idrak, aşkın bir feda oluş ister o…

Sor kendine…

Onun gözlerinin içine baktığında Tanrı’yı gördün mü hiç?

Tanrı’yla yan yana durarak onun gözlerinin içine baktın mı hiç?

Ne eskir, ne pörsür, ne tüketilip tükenir, ne kaybolup gider o…

İşte aşk budur…

Bacakların titremez, kalbin hızla çarpmaya devam etmez; çünkü artık “yarı” “tam”lanmış, beden beş duyu engelini aşıp geçmiş, ürperti içindeki sürekli titreşim Kozmos’un o tek kalp atışına iltihak etmiş; madde antimaddeyle, yarı diğer yarıyla, aşık maşukla birlenmiştir artık.

“Sağlıklı bir zihinle böyle bir tamlanma nasıl yaşanabilir ki!” diye itiraz ediyorsun.

Ne menem bir şeyse ve kim tarafından hangi kıstasla belirleniyorsa o “sağlıklı zihin” senin olsun sevgili insan kardeşim; kalanı, “tamlanmak için yanıp tutuşan mahzun yarım”a yeter!

Sor kendine…

Tanrı’yla yan yana dururken onun gözlerinin içine baktın mı hiç?

O gözlerde Tanrı’yı gördün mü hiç?

Sor kendine…

Sevinçten, ihtirastan, tatminden, kinden, nefretten, üzüntüden değil; onun gözlerinin içine bakarken, ürpere ürpere, titreye titreye, vuslatın merhametinden ağlayıp hiçliğe iltihak ettin mi hiç?

Sor…

Onda Tanrı oldun mu hiç?


1 yorum:

  1. Böyle bir aşk tarifi ne okudum, ne de duydum daha önce… Bu gerçekten inanılmaz bir tarif. Ama emin olun böyle bir aşk yaşıyorum ve inşallah yaşamaya devam edeceğim.
    Bunu burda itiraf ettiğime de inanamıyorum ya neyse…

    Arkadaşlar; n’olur burda “nerde o eski aşklar” yorumu yapmayalım. Allahaşkına!
    Gerçekten var hala o aşklar…
    Caner Altunçekiç

    YanıtlaSil