10 Şubat 2010 Çarşamba

Sen Ne Biçim Tanrısın!

Bugün o kediyi görünce hüzünlenip bir kez daha sorgulamaya başladım seni.

Sanırım yavruydu; bir-iki, bilemedin üç-dört aylık...

Artık ağızları kapalı yapılan şu kalleş çöp tenekelerinin dibinde yiyecek arıyordu çaresiz, mecalsiz ve umutsuz…

Bir deri bir kemik kalmıştı.

Zor yürüyordu.

Sonra o kediyi gördüğüm mahallede oturan müminlerini inceledim biraz. Besili adamlardı… Altlarında son model otomobiller… Pahalı konutlar… Muhtemelen pahalı yiyeceklerle dolu dolaplar… şişmiş göbekler… Kibirli tavırlar…

Özellikle kibirli tavırlar…

Dinden imandan hiç söz etmiyorlardı; yeni ilgi alanları mal ve servetlerdi artık.

Katı tiplerdi, katılaşmış tipler…

Mal ve servet peşinde çılgınca koştururken o kediyi görmüyorlardı; görselerdi bile vakitleri yoktu, çünkü onlar “Rablerine karşı gerçekten çok nankördüler ve kendileri de buna iyiden iyiye tanıktılar, mal ve servet arzusu yüzünden alabildiğine katılaşmışlardı” (Adiyat/6, 7, 8) ; açlıktan ölmek üzere olan o kediye ayıracak zamanları yoktu.

O zaman bir kez daha hissettim:

Senin gibi, müminlerin de vicdansız.

Acımasız.

İnsafsız tipler…

Bencil…

Kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen, dini ve insani duygularını tamamen yitirmiş, duygusuz tipler…

Müminlerinin oturduğu o lüks mahallede, o yavru kedinin zillet içinde ölmek üzere olduğu o zengin mahallede, alabildiğine katı müminlerinin üzerinden sorgulamaya başladım seni bir kez daha.

Müminlerini hiç sevmedim ey Tanrı!

Seni de hiç sevemedim zaten!

Sen ne biçim Tanrısın be!?.

Böyle Tanrılık mı olur?!.

Sonra o imtiyazlı mahalleden ayrılıp halkın arasına karışınca, yolda bir o yana bir bu yana sürüklenip, savrulup duran insanlara takıldı gözüm…

O bitmiş tükenmiş yavru kediden farksızdı hepsi.

Fakir fukara, işsiz güçsüz, itilmiş, ezilmiş, dışlanmış, sağlıksız ve eğitimsiz bırakılmış, hakarete uğramış, onursuzlaştırılmış, açlığa ve “onun bunun himmetine” muhtaç edilmiş, “onun bunun sahte merhametine/kahrolası kibirli merhametine” terk edilmiş.

Onun bunun o kahrolası kibirli sahte merhametine!..

En az o cılız kedi kadar mecalsiz, çaresiz ve umutsuz.

Hepsi mutsuz, hepsi kederli, hepsi depresyonda veya eşiğinde…

Hepsi içini çekiyor…

Bir ülkede bu kadar büyük bir çoğunluk mutsuz olur mu?!.

Sen merhametsiz bir Tanrısın, “merhametsiz” senin göbekadın!

Dün üç telefon, bugün iki… Her gün, her gün aynı şey!.. Dostlarım cinnetin eşiğinde; haciz gelmiş evlerine, maaşlarına. Sayamadığım onlarca telefon… “İş” diye inliyorlar; “Ne olur bir iş!”…

Ülkenin zenginliklerini gavurlarla birlikte bir avuç işbirlikçi müminin gasp etmiş; millet kırılıp dururken bunlar servetlerine servet katmış veya çulsuzken birden servet sahibi olmuş…

Dinin temel kıstası olan tevazuu, yerini kibire bırakmış.

Bunlar senin müminlerin…

Bunlar da senin kadar acımasız, bencil ve çıkarcı…

Paylaşma nedir bilmeyen, bölüşmeye yanaşmayan; azdıkça azan ve sahip oldukça daha fazlasına sahip olmak için yanıp tutuşan tipler.

Hepsi gaddar, hepsi kurnaz, hepsi ikiyüzlü…

Kahrolası müminlerin bunlar senin!

Sana özenmişler, seni taklit ediyorlar…

Ve hepsi senin gibi kibirli…

Kendi Ordusunu yenmenin hazzı içinde yapmakta olduğu mastürbasyonla kendinden geçmiş olan dördüncü kuvveti(!) “İblis ile dostluk kuran aşağılık maymunlar”(Casiye, 19/Bakara, 65) ele geçirmiş; “azgınlık” terbiyesizlik, şımarıklık, şirretlik, hainlik yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar…

Halk aşağılanmışlık ihanetiyle sürüklendiği zillet batağında öfkeyle debelenip dururken, bu konuya yoğunlaşması gereken medya, kendi Ordusunu yenmek için marazi bir hırsla savaşıp duruyor; iftira, karalama, bel altına vurma, çamur atma… Marazi bir hırs, alabildiğine marazi… İntikam alıyor; medya, kendi Ordusundan intikam alıyor ve bunu alabildiğine kin kusarken açık açık, göstere göstere, tadını çıkara çıkara yapıyor!

Türk medyası(!), Türk Ordusu’nu yenmenin tadını çıkarıyor!..

Geçim derdinden bunalmış olan kitlenin kafası karmakarışık; cetvelle çizilmiş gibi ikiye ayrılmış durumda… Aç sözde demokratlarla aç sözde Ergenekoncular birbirini nefretle süzüyor!

Ülkenin 70-80 yıllık tüm birikimi, özelleştirme kılıfı içinde gâvurlara peşkeş çekilmiş; elde avuçta hiçbir şey kalmamış! Limanlar, fabrikalar, telekomünikasyon sistemleri, bankalar, hatta bakkallar… Emperyalizmin Türk bakkala bile tahammülü yok; hepsini istiyor, her şeyi, tüm malları, tüm servetleri…

Fabrikaları, limanları, hava meydanlarını, otoyolları, köprüleri, dağları, ovaları, ırmakları…

Hepsini; tüm malları, tüm servetleri…

Son kuruşuna kadar…

Özelleştirme adı altındaki talan bittiğinde bu kez ruhlarımıza saldıracaklar demek isterdim, ama onu çoktan özelleştirdiler bile; Türk’ün ruhu, tek düşman olarak yine Türk’ün ruhunu görüyor! (Aynı oyunu Kürt kardeşlerimiz üzerinde oynuyorlar, ama o kardeşlerimiz de bunu hissetmişe benzemiyorlar hiç. Sevgili Kürt kardeşlerim, sizi kışkırtanlar “toprak reformu” hakkında ne düşünüyorlar; ağaların topraklarını size paylaştırmayı düşünüyorlar mı hiç; sorsanıza şu “ağalara” bir kez! Sorun bakalım; “demokratik özerklik”te toprak reformu var mı, yok mu?!.)

Ordu paramparça; bugün hangi subaya iftira atılacağı üzerinde bahisler açılıyor; “Kuzey Irak” nedeniyle sergilenen “çuval operasyonu” aşamalar kaydediyor!

Tüm bunlar olurken/oldurulurken, mal ve servetten başka bir şey düşünmeyen müminlerin, kendi gücünden tahrik olarak daimi orgazm yaşayan bir karadelik gibiler; yuttukça daha çok büyüyorlar, daha çok büyüdükçe daha çok yutuyorlar!

Katılaşmış müminlerin, “bir lokma, bir hırka” düsturunu terk etmiş; ülke nimetlerini aralarında vahşice bölüşmek peşinde dinden imandan çıkmış, Tanrı düsturlarına biat etmenin gönül huzuru içinde katılaştıkça katılaşıyorlar.

Merhamet, gönüllerden çoktan silinmiş; neredeyse sözlüklerden de kovulmak üzere.

Rezalet, hüzün verici boyutları aşmış, cinnet derecesine ulaşmış.

Tarihin en şerefli ülkelerinden biri, adeta açık hava tiyatrosu…

Suikast müsamereleri, darbe tiyatroları, cami bombalama piyesleri…

(“Darbeci darbeci!” diye yılıklaşmayın; 12 Eylül’den sonra yazdıklarınız ortada, sizi ikiyüzlüler sizi! Birileri işkence altında kan kusarken, siz darbecilere methiyeler düzmekle, onların sofralarında tıkındıklarınızı tekrar tekrar tıkınabilmek için yalıların bahçelerinden denize kusmakla meşguldünüz!)

Türk askeri, hayatını adadığı, uğrunda dağlarda şehit düştüğü, kurucusu olduğu kendi ülkesinde, kalleş ve fırsatçı medya maymunlarının adi iftiralarından dolayı sokağa çıkmaya utanıyor!

Herkes, herkesle ve her şeyle kavgalı; herkes, herkesten ve her şeyden nefret ediyor; herkes, herkesten ve her şeyden tiksiniyor…

Her şey toz duman, göz gözü görmüyor…

Ve sen hiçbir şey yapmadan, tepeden öylece bakıyor, kıs kıs gülüyorsun!

Sen ne biçim Tanrısın be!

Seni Allah’a şikayet edeceğim…

Ama kaçınılmaz tepkisini bildiğim için çekiniyorum bundan.

“Sen ne yapıyorsun?!.” diye çıkışacak bana, biliyorum; “Sen ne yapıyorsun?!.”

“Ben sana, ‘aklını kullanmazsan pisliği üzerine bırakırım!’ demedim mi?!.” (Yunus, 100)

“Ben sana özgür irade vermedim mi?!.” (Yunus, 14)

“Ben sana ‘zalime karşı mücadele et’ demedim mi?!.” (Nisa, 75)

“Ben sana ‘sakın hainlere yardakçı olma!’ demedim mi?!.” (Nisa, 105)

“Zillet altında, hakir bir biçimde, küçük düşürülmüşlük utancı içinde sürüp giden yaşamını değiştirmek için sen ne yaptın, ne yapıyorsun?!.” diye kızacak bana…

Olsun be!

Varsın Allah kızsın bana be ey Tanrı…

Allah senin gibi değil; O, merhametli; O, affedici; O, kızar ama affeder.

Varsın Allah kızsın bana!

Yine de seni O’na şikayet edeceğim…

Ne var ki, ağırlığı altında ezileceğimi bildiğim o soruya nasıl cevap vereceğim hâlâ bilmiyorum.

“Sen ne yaptın, ne yapıyorsun?!.” diye soracak bana… (Bakara, 190)

Biliyorum…

“Sen ne yaptın, ne yapıyorsun?!.”





Not: Nihat Uslu dostuma samimi bir cevap:

Sevgili Uslu,

“Müslümana Tek Bir Soru: Darbeciler Yargılansın Mı?” adlı çalışmam nedeniyle, “O zaman elimizi kolumuzu bağlayıp bekleyelim. Allah nasılsa onları cezalandıracak.” diyorsunuz.

O çalışmadan böyle bir sonuç çıktıysa, bu, kalemimin yetersizliği nedeniyle olsa gerektir. Yoksa, her çalışmasında Allah’tan ve Elçisi’nden örnekler veren bu fakir, böyle bir şey önerir mi? Peygamberimiz elini kolunu bağlayıp öylece beklemiş miydi? Ayrıca, hemen her çalışmamda Nisa 75’i hatırlatmam boşuna mı sizce?

İki hususa dikkat etmeliyiz dostum; birincisi adalet, ikincisi ise zulümle/zalimle topyekün mücadele… Darbeci olduğu iddia edilenlerden bir kısmına çılgın gibi saldırırken diğerini hiç görmemek, görmezden gelmek doğru olur mu?

Gerçekten darbeciyse her türlüsü yargılanmalı tabii; ama bu yapılırken Allah ve Kitap örnek alınmalı; adil olunmalı. Henüz iddianamesi bile hazırlanmadan hapishanede ölenleri, intihar edenleri, şerefleriyle oynananları, sağlıkları bozulanları hatırlayın… Adalet bir gün herkese gerekebilir. Hayali cami bombalamalar, uçak düşürmeler… Olur mu böyle şey!

Her şeyin ötesinde; işin bu kısmı 7-8, bilemediniz 40-50 yıllık bir olgu; ben binlerce yıllık bir darbeyi sorguluyorum, Müslümana hitap ettiğim o çalışmada. Binlerce yıldır süren bir darbeden söz ediyorum. Kavmi, Şuayb Pegambere nasıl kızıyordu: “Ey Şuayb! Namazın mı emrediyor sana, atalarımızın tapar olduğunu terk etmemizi yahut mallarımızda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi?!.” (Hud, 87)

Siteminizi ve üslubunuzu samimi buldum, bu nedenle size cevap veriyorum; ayrıca hissiyatınıza tüm kalbimle katılıyorum, böyle sitem ettiğiniz için de size saygı duyuyorum.

Yukarıdaki çalışmamın son satırını okur musunuz…

Kendi adıma hangi sorudan çekindiğimi gördünüz mü?

“Sen ne yaptın, ne yapıyorsun?!.”

Keşke herkes sizin gibi olsa; keşke herkes elini kolunu bağlayıp bir kenara çıkilmeyi, öylece beklemeyi reddetse…

Allah’a emanet olun dostum…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder