17 Şubat 2010 Çarşamba

Krizi Fırsata Çevirmek (Mi!)


Çocukken bir film seyretmiştim.

Orman yanıyordu, içindeki hayvanlar da…

Her yeri alevler sarmıştı; orman, diri diri yanmakta olan hayvanların o korkunç çığlıklarıyla inleyip duruyordu.

Herkes elbirliğiyle yangını söndürmeye çalışırken, adamın biri elinde silah, kayaların arkasında pusuya yatmıştı; yanan ormandan can havliyle kaçmaya çalışan hayvanları avlıyordu.

Kabuğu kararmış olan kaplumbağa bitkin adımlarla küçük dereye doğru yürümeye çalışırken, kamera, tüfeğini yanıklar içindeki küçük ve şaşkın bir ceylana doğrultmuş olan o avcının yüzüne odaklanmıştı.

Adam hain hain sırıtıyordu.

Hain hain…

O yüzü hiç unutmadım.

Bunca yıl sonra, ekonomik krizin herkesi perişan ettiği bugünlerde, sitemimi açıkça ilan eden bir tonla Yaratıcı’ya sorup durmaya başladım tekrar; biz bu muyuz, bizi böyle mi yarattın gerçekten, diye…

Biz bu muyuz gerçekten ey Yaratıcı?!.

Bizi böyle mi yarattın gerçekten?!.

Gele gele buraya mı geldik yani!

Yeryüzündeki her insanın değişik kıstaslarda da olsa asgari bir ahlâk algılamasına sahip olduğuna inanırım; ahlâken hiçbirimiz mükemmel olamayacağımız gibi, hiçbirimiz tam anlamıyla ahlâk yoksunu da olamayız. “Ahlâk”dan değişik şeyler anlayabiliriz, ama en azından bu anlayışımız doğrultusunda, tutum ve davranışlarımızda hata yapmamak veya hatada aşırıya gitmemek için birtakım kısıtlamalar/manialar koyarız kendimize. Bu, fıtratımızda var; çünkü istesek de, istemesek de, kabul etsek de, etmesek de içimizde O’nun Nefesi’ni barındırıyoruz.

Anlatılanlar doğruysa; Eskimo, misafirini hoşnut kılmak için eşini sunarmış ona; Güney Amerika’daki bazı kabilelerde kocaları ava veya sefere çıkan kadınlar eşleri dönene kadar aylarca yıkanmaz, leş gibi kokar ve bu pisliğinden dolayı yanlarına kimse yaklaşamayacağı için eşlerine bu yolla sadakatlerini gösterirlermiş; bir Alman erkeğine “karınızın bacakları ne kadar güzel” deseniz, nezaketinizden dolayı size teşekkür edermiş; İslam’da, komşunun eşiyle zina, büyük günahlar arasında gösterilirmiş; çıkar amaçlı yalan söylemek, en ilkelinden(!) en gelişmişine(!) kadar bütün dinlerde yasak sayılıyormuş; kiralık katiller arasında çocuk ve kadın öldürmeyi reddedenlere sık rastlanıyormuş; bu böyle uzayıp gidiyor…

“Ahlâk” da kültürlere göre değişiyor, ama deyiş her ne kadar kısmen yanlış kabul edilebilirse de,“evrensel ahlâk” denen bir “üst kabul” de var; insan zihni bazı tutum ve davranışları “ortak ahlâki kabul” olarak sınıflandırabiliyor.

Jean Paul Sartre’ın ateist olduğu söylenir, ama kendisine Nobel ödülü verildiğinde bunu reddetmişti; gerekçesi, o günün politik koşullarında bu ödülü kabullenmeyi ahlâki bulmamasıydı. Tanrıtanımaz olarak biliniyordu, ama kendi algılaması doğrultusunda ahlâklı olmaya özen gösteriyordu. (O farkında değildi belki; onu bu yolda hareket etmeye zorlayan şey fıtratıydı. Ayrıca sanırım ateist değil, deistti.)

Bunlar tam olarak doğru mu bilmiyorum.

Duyduklarımdan örnekler veriyorum sadece…

İçimi döküyorum…

Bu, devlet yönetimi sistemlerinde de böyle.

Komünizm, kapitalizm, hatta faşizm, diğerleri… Hepsinin belirli ahlâk kuralları var; sınırları aşmamak için kendilerine birtakım setler koyuyor tüm sistemler; doğru yanlış, eksik fazla, hakiki sahte… Ama hepsinin kendine karşı oluşturduğu belirli setleri, maniaları var; en azından böyle görünmek zorunda olduğunu biliyor bu sistemler.

Sözlük, “İnsandaki mânevi değer ve davranışlar. Felsefenin başlıca kollarından biri olan ahlâk ‘iyi’ ve ‘kötü’ kavramları hakkındaki kıymet hükümleri üzerinde durur.” diye tarif ediyor ahlâkı.

Bir kaynağa göre ise, “ahlâk”, “hulk” kelimesinin çoğuluymuş. “Hulk” da, “insanın ruhundaki huy denilen bir meleke, bir özel hal”miş. Ahlâk özelliklerini ikiye ayırmaktan yana kimileri; edeb, tevazu, kerem gibi güzel huylar ve sefahat, kibir, cimrilik gibi çirkin huylar şeklinde…

Bu bilgileri veren kaynak, “İşte, Allah’a hamd olsun, bizler İslâm dini sayesinde böyle yüksek bir ahlâk müessesesine sahip bulunmaktayız.” diye bitiriyor açıklamasını.

Da…

Da’sı var işte!..

İslam dini yüksek bir ahlâk müessesesine sahip de, ya Müslümanlar?

“Kriz”, “buhran” ve “bunalım” anlamına geliyormuş.

Vikipedi, “Bir örgütün üst düzey hedeflerini ve işleyiş biçimini tehdit eden veya hayatını tehlikeye sokan, acil karar verilmesi gereken, uyum ve önleme sistemlerini yetersiz hale getiren gerilimli durum” diye tarif ediyor krizi.

Sözlük, “Birdenbire gelen ve kısa süren şiddetli hastalık nöbeti (kalp krizi,
apandisit krizi, gibi)/tabii olmayan sıkıntılı ve tehlikeli devre(ekonomik kriz gibi)” diye açıklıyor aynı sözcüğü.

Bu söz, dilimize amerikancadan girmiş. Amerikalılar “crisis” diye yazıyorlarmış ve kullanıldığı başka bazı alanların yanısıra tıp dilinde, “sağlıklı bir kimsenin aniden hastalanması ya da sıkıntılı bir duruma düşmesi” anlamında kullanıyorlarmış.

Bir de “fırsat” var, üzerinde durmamız gereken…

“Uygun ve elverişli durum” diyor sözlük…

Genellikle olumsuz bir çağrışım yapıyor dilimizde.

Örneğin; “fırsatçı”yı, “fırsat düşkünü/fırsat kollayan” diye anlıyoruz biz.

Şimdi toparlanma zamanı: Ahlâk, huylar, edep, tevazu, kerem (cömertlik), sefahat, kibir, cimrilik, kriz, buhran, bunalım, şiddetli hastalık nöbeti, tabii olmayan tehlikeli devre, sağlıklı bir kimsenin aniden hastalanması ya da sıkıntılı bir duruma düşmesi, gerilimli durum, fırsat, uygun durum, elverişli durum, fırsatçı, fırsat düşkünü, fırsat kollayan…

Tüm bunları, Başbakanın, açılışını yaptığı bir yerde söylediği “Türkiye’de işadamları krizi fırsata çevirmek için var güçleriyle çalışmaya devam ediyorlar” sözü üzerine araştırıyorum.

Krizi fırsata çevirmek…

Üstelik, açılışını yaptığı yer de bir “hastane”!..

Bu söz beni fazlasıyla üzdü, mutsuz kıldı.

Aslında bu sözün patenti Başbakana ait değil; bugüne kadar birçok ekonomist, birçok yazar bu sözü kullandı; sanıyorum bunu amerikanca birtakım metinlerden aktardılar dilimize… “Krizi fırsata çevirmek” hiç kuşkusuz amerikanvari bir söz; ne de olsa bunlar amerikalı… (Araştırınca haklı çıktım; amerikan kaynaklıymış; “turning a crisis into an opportunity” diyorlarmış.)

Da…

Biz Türk’üz, gözünüzü seveyim; biz Türk’üz be!

Biz Müslümanız, gözünüzü seveyim; biz Müslümanız be!

Bırakın Türk’ü, Müslümanı; biz insanız gözünüzü seveyim, biz insanız be!..

Nasıl bir insan başarıyı başkalarının felaketini fırsat bilerek yakalamaya çalışır?!.

Nasıl bir insan başkalarının buhranını, ölümcül tehlikesini, sıkıntılı durumunu, nöbetini, gerilimini, hastalığını “uygun ve elverişli bir durum” olarak telakki edip de bundan yararlanmaya, bunu fırsata çevirmeye, bundan ekonomik çıkar sağlamaya kalkabilir?!.

Bu nasıl bir insandır!

Bu ne biçim bir yaratıktır ki, çıkarını kendi türünün felaketine bina ediyor?!. Bu nasıl bir insandır ki, kendi türünün felaketini bir fırsat olarak görüyor?!.

Sanırım geçen yıldı. Yolda kalp krizi geçiren bir adamın yanına çömelen insanlar onu kurtarmak için didinirken, krizi fırsata çevirmeye çalışan biri de bu kargaşadan istifade adamın cep telefonunu çalarken “suçüstü” yakalanmıştı…

“Krizi fırsat çevirmek” gibi talihsiz bir söz bana bunu çağrıştırıyor.

Bu nasıl bir gaftır, bu nasıl bir zihniyet itirafıdır?!.

İşadamı, girişimci, yatırımcı, sermayedar… Nasıl isimlendirirseniz isimlendirin. Bugün için gereklidir ve krizden etkilenmemek için, krizden çıkmak için var gücüyle mücadele etmelidir, direnmelidir, yeni yöntem arayışında olmalıdır, plan program yapmalıdır; bu, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü, üretimin giderek düştüğü bugünlerde hem kendisi için, hem de ülke için gereklidir, doğru bir tutum ve davranıştır.

Ama…

Krizi fırsata çevirmek!..

Hiçbir Türk işadamının “sözün bu anlamıyla” hareket ettiğine inanmıyorum, asla… (Birçok işadamı dostum var; içlerinde böyle düşenenine hiç rastlamadım.)

Bunun nadir örneklerinde birini şu son sel felaketinde görmüştük; millet canını kurtarmaya çalışırken, bazıları da fabrikaları, atölyeleri yağmalıyordu.

Rakiplerle kıyasıya rekabet?

Tamam… (Muhalefet hakkımı saklı tutmak kaydıyla tabii.)

Krizden etkilenmemek veya çıkmak için kıyasıya direnmek?

Amenna… Başamın üstünde yeri var…

Krize karşı tedbir almak?

Tabii…

Ama…

Krizi fırsata çevirmek?

Kendi türünün (hatta bir başka türün) felaketini fırsata çevirerek bundan yararlanmak?

Felaket fırsatçılığı?

Ben yokum…

İhanet bu değilse başka nedir!..

Bir türün feleketinden söz ediyoruz burada; halkların cinnet boyutuna ulaşan sefaleti ortada… İşini gücünü kaybedenler, sefalete düşenler, intihar edenler, evlerini barklarını yitirenler, iflas eden işadamları, kredi kartı borcu nedeniyle perişan olan insanlar, tek geçim kaynakları olan tarım yapmaktan, hayvancılıktan dahi mahrum kalan köylüler, siftah edemeden dükkanını kapatan esnaf, asgari ücrete mahkûm milyonlar, açlık sınırının da altına düşen kitleler, mahvolan hayatlar, dağılan aileler…

Tam bir yangın…

O filmdeki o hiç unutamadığım yüzü tekrar görür gibiyim.

Ayıp olmuyor mu?!.

Film mi çeviriyoruz burada?!.

Size filmin sonunu anlatmadım ama…




Not: Liberal (gerçeklerinden söz ediyorum tabii; maskelilerden, libofaşistlerden değil) dostlar neredesiniz? Neden var gücünüzle itiraz etmiyorsunuz? Kamera size odaklandı. Siz, yanan ormanın civarında pusuya yatmış bir “avcı” mısınız gerçekten? Size hakaret edenlere neden itiraz etmiyorsunuz?
Emin olun, çok içten soruyorum: Siz, krizi fırsata çevirenlerden misiniz gerçekten? Herkesi, her şeyi kasıp kavuran bu yangın, sizin çıkarlarınız için bir “fırsat” mı; “uygun ve elverişli bir durum” mu sizce?
Bunu, bu hakareti içinize sindirebiliyor musunuz?..
Ahlâk felsefesi profesörü olan Adam Smith, “tam rekabet” derken “krizi fırsata çevirmeyi” mi kastediyordu, yoksa “üreticelerle tüketicilerin değerleri eşitçe paylaşabilmeleri”ni mi?
“Gizli el”, bu kadar mı “gizli” idi sizce?
Kant’ın “kategorik emperatifi”nden bunu mu anlıyorsunuz gerçekten; bu “krizi fırsata çevirmek”i “kategorik emperatif” açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunca şeyden sonra, bu yaşımda, sizi savunmak bana mı kalmalıydı yani?!.
Birçok liberal dostum var; onlar adına bu hakareti reddediyorum, kınıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder