26 Şubat 2011 Cumartesi

Yavru Foklar Ve Hırçın Kedici Kadın

Baştan aşağı plastik giysiler ve kafalarında yine plastik bir başlık.

Yıkandığında kan lekesi kolay çıksın diye; çünkü kan iki-üç metreye fışkırıyor!

Beyaz zemin tamamen kızıla boyanmış!

Henüz meme emme çağındaki küçük foklar, derisi veya kürkü zarar görmesin diye başlarına sopalarla vurularak öldürülüyor; sopanın ucunda sivri bir kanca var, hâlâ canlı fok yavrularının parçalanmış başına gözüne bu kanca sokularak çekiliyor biçareler.

İnanmak… inanmak gerçekten mümkün değil; birçok yavru, derileri yüzülürken hâlâ canlı, hâlâ can çekişiyor, hâlâ nefes alıyor…

Kürk giymeye, “marka” giymeye meraklı insan kılığındaki yaratıklar daha çok para harcasın, daha mutlu olsun, kahrolası egolarını daha çok tatmin etsinler, sağa sola hava atsınlar, zenginliklerini, “seçkinliklerini” daha kolay sergilesinler diye özellikle yavrular katlediliyor; derileri ve kürkleri daha güzel, daha sağlıklı çünkü!

Kürk, çanta, ayakkabı, afrodizyak ve makyaj malzemesi…

Bu sevimli yavruların ve anneleriyle babalarının dövülerek, linç edilerek kadledilmelerinin nedeni bu!

Ateşli silah kullanılmıyor, çünkü kürkleri ve derileri zarar görüyor; bu nedenle, başlarına ucu sivri kancalı sopalarla vurularak yavaş yavaş linç ediliyorlar!

Kanada’da oluyor bunlar.

Batı medeniyetinin gözbebeği Kanada’da…

Ve Batı’nın bu akıl almaz vicdansızlığı, tüm dünyadaki kürk ve “marka” peşinde koşan kahrolası burjuvazinin gösteriş merakının işbirliğinde kazınıyor Levhi Mahfuz’a…

İblis, ağzı kulaklarında, ellerini ovuşturmakla meşgul.

Vicdan çaresiz, vicdan mahzun, vicdan kendi gözyaşında boğulmuş…

xxx xxx xxx

Oturduğum tahta bankta, elimdeki gazeteyi yana doğru fırlatıp kahır içinde sigara paketimi çıkardığımda gördüm kadını.

Elli-elli beş yaşlarında olmalıydı. Orta boylu, zayıfça biriydi. Mütevazı bahçesini çeviren duvarın önünde, elindeki uzunca bir sopayla kedileri kovalıyordu. Foklara ilişkin gazete haberini henüz okuduğumdan mıdır nedir, sinir içinde ayağa fırlayıp o yöne doğru yürürken buldum kendimi.

“Neden kovalıyorsunuz o kedileri?!. Ne yaptılar size hanımefendi?!.”

“Size ne kardeşim, siz ne karışıyorsunuz?!.”

Sesimdeki sert ifadeden etkilenmiş olmalıydı; o da bana çıkışıyordu.

Kadının arkasındaki zayıf kediyi o anda gördüm. Küçük bir tasın içindeki yemeği yemekle meşguldü. Hasta olmalıydı; ağzından burnundan salyalar akıyordu. Kadına çıkışmakla hata ettiğimi o anda sezmiştim. Benim anlamadığım bir şeyler dönüyor olmalıydı.

“Af… afedersiniz…” diye kekeledim. Mimiklerim yumuşamış, vücut dilim değişmiş olmalıydı, kadın da bunu anlamış, sakinleşmişti.

“Bu hasta.” diye cevap verdi, dalgınca. “Mamasına antibiyotik koydum, diğer kedileri de ben besliyorum. Bu, ilaçlı mamayı yedikten sonra kabı değiştirip, diğerlerini de besleyeceğim.”

Hâlâ elimde tuttuğum paketten bir sigara çıkarıp dudaklarıma götürürken, “Neden bu kadar hırçınsınız?” diye sordum. Dostça davrandığımdan emin olmuş, o da tehditkâr vücut dilini değiştirmişti.

“Kimi vicdansızlarla itişip kakışmaktan yorgun düştüm kardeşim!” diye sızlandı. “”Beş-altı kediye dahi tahammülleri yok. Vicdansızlarla mücadele etmekten yorgun düştüm; kusuruma bakmayın.”

“Bu… bu hasta kediyi neden bir veterinere götürmüyorsunuz?”

“Bunlar sokak kedisi…” diye içini çekti kadın. “Daha öncekini yakalamaya çalıştım, öyle bir ısırdı ki, başparmağımın kemiği çatladı. Vahşi bunlar; e kendilerini korumak zorundalar tabii… Ben de artık onların suyuna gidiyorum. Veterinere danıştım, hiç fark ettirmeden böyle antibiyotikle falan iyileştiriyorum onları. Birisi bir şeyler yapmalı…”

xxx xxx xxx

Kadından ayrılıp biraz önce oturduğum tahta banka döndüğümde, zayıf kedi ilaçlı mamasını bitirmiş, oradan ayrılmıştı. Kadın gerçekten de biraz önce kovaladığı kedileri besliyordu şimdi. Yorgun görünüyordu, ama sanırım mutluydu da.

“Sersem karı! Onlara harcayacağın parayı bir fakire ver de bir halta yarasın bari!”

Konuşan, yanımdaki bankta oturan, kırklı yaşlarda bir adamdı. Çirkin, bet suratlı herifin biriydi; veya bana öyle gelmişti, bilmiyorum.

“Allah’ın rahmetini sen mi bölüştürüyorsun moruk!” diye çıkıştım. “Kiminde böyle tecelli eder, kiminde öyle…”

Mimiklerinden açıkça belli oluyordu; söylediklerimden hiçbir şey anlamamıştı öküz. Sözlerimden bir şey anlamamıştı, ama saldırgan vücut dilimden etkilenmiş olmalıydı; ben sözlerimi bitirir bitirmez yerinden kalkarak otobüs durağına doğru hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı.

“Sinirlenme çocuk! Bunlar böyledir!”

Kafamı arkaya çevirdiğimde gördüm onu. Seksen-doksan yaşlarında olmalıydı. Orta boylu, zayıfça biriydi. Yüz yıllık çınara yaslanmış, tevekkül dolu, masmavi gözlerle süzüyordu beni. Sol elindeki ekmeği küçük parçalara bölüp kuşlara atıyordu. Kulaklarıma inanamıyordum; bana “çocuk” diye hitap ediyordu.

“Bana mı dedin, baba?”

Ağır adımlarla gelip yanıma oturduğunda, “Şu meretten bir tane de bana ver, bakayım.” diye sigaramı işaret etti, elindeki ekmek parçasını bankın üzerine bırakırken. Sigarasını yaktığımda derin bir nefes çekip bir süre yukarı doğru üflediği dumanı takip etti o muhteşem gözleriyle.

“Bu dümbeleği uzun zamandır tanırım çocuk… Kimseye beş paralık hayrı dokunmayan hödüğün tekidir; böyle cart curt konuşmaktan, onu bunu eleştirmekten başka bir halta yaramaz! Bugüne kadar bir fakire sadaka verdiğini bile görmedim ineğin! Sen neden böyle sinirlisin, onu de bakalım.”

İçime çektiğim nefesi sesli biçimde bıraktıktan sonra, biraz önce gazetede okuduğum yavru fokları ve yine biraz önce kedici kadınla aramızda geçenleri anlattım yaşlı adama. Hiçbir şey söylemeden, uzunca bir süre derin derin içini çekmekle yetindi.

Bankın üzerindeki ekmek parçasını alıp ayağa kalktığında, o muhteşem Karadenizli gözleriyle derin derin baktı gözlerimin içine.

“Zalim neden bu kadar güçlü, biliyor musun?” diye mırıldandı.

“Zalim güçlü, çocuk; çünkü merhametli insanların büyük çoğunluğu zulme kayıtsız kalıyor! Şu deminki serseriye bakma sen; bana inan, insanların neredeyse tamamına yakını merhametlidir çocuk! Tek noksanları, çeşitli nedenlerle zulme kayıtsız kalmaları.”

Ağacın arkasında kendini bekleyen kuşlara doğru yürürken, “İmtihan dünyası…” diye mırıldandığını duyar gibi oldum ihtiyarın.

Kendi kendine, “İmtihan dünyası, çocuk…” diye mırıldanıyordu.

“İmtihan dünyası…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder