23 Kasım 2009 Pazartesi

Sırıtıyordu

Gazetede gördüğüm fotoğrafın altındaki ilk cümleden sonrasını okuyamadım; o an neler hissettiğimi tam olarak çıkaramamıştım, sanırım deyim yerindeyse iliklerime kadar ürpermiş, mistik bir belirsizlik vakumunda çaresizce yitip gitmiş; gözlerimden değil ama ruhumun derinliklerinden süzülüp Kozmos’un engin derinliklerine doğru kahırla akan gözyaşlarıma mani olamamıştım.

Güzel bir kadındı.

Tüfekle vurup öldürdüğü -herhalde mumyalattığı- ve evinin salonuna yerleştirdiği kocaman bir aslanın sırtına elini dayamıştı. (Gazetedeki o kahrolası ilk cümlede, bu insan kardeşimin, bu yaratığı Afrika’da tüfekle vurup öldürdüğü anlatılıyordu.)

Sırıtıyordu.

Evet, sırıtıyordu…

O bir kadındı, bir anne, bir dişi…

Nispeten uzak sayılabilecek tarihi süreç içinde, yemek bulmak ve ailenin güvenliğini sağlamak gibi birtakım görevleri nedeniyle genlerinde vahşiliğe/ilkelliğe/acımasızlığa ilişkin birtakım kodları muhtemelen hâlâ taşımakta olan bir erkek için benzer şeyler söylenemezdi belki; ama o bir kadındı, bir dişi, bir anne…

Merhamet denen tanrısal hasleti bedeninin ve zihninin tüm zerrelerinde sınırsızca taşımak ve her şart altında bunun gereğini yapmak üzere Yaratıcı tarafından özenle kodlanmış olan bu yaratık, sırf spor olsun, gösteriş olsun, kahrolası bir burjuva bencilliğinin sefil mi sefil bir gösterisi olsun diye kalleşçe katlettiği bu nadide yaratığın cansız bedenini, kendi yavrularını büyüttüğü evinin salonuna koymuş ve Allah tarafından bu şekilde yaratılmış olmaktan başka hiçbir suçu olmayan bu biçare yaratığın yanında arsızca fotoğraf çektirmekten hiçbir utanç duymamıştı.

Katlettiği yaratığın, acımasızca/merhametsizce katlettiği Allah’ın yaratığının cansız bedeninin yanında, küçük burjuvalara has o belirgin sorumsuzlukla-şımarıklıkla sırıtıyordu.

Sırıtıyor, hava atıyordu!..

Hava atıyordu!..

Arz 4.6 milyar yaşındaydı, bilebildiğimiz Evren ise 16.000.000 .000… Bu fakirin zavallı hesaplarına göre, Güneşin kırmızı bir dev halini aldıktan sonra büzüşerek -belki de- bir beyaz cüce haline gelmesi için gereken süre olan muhtemel 7.000.000.000 yıl da hesaba katılırsa; sırf Güneş Sistemi bazında 23.000.000.000 yıllık, tüm Kâinat bazında da -belki- 50.000.000.000 yıllık muazzam bir serüvende sadece 70-80 yıl kadar, sözü bile edilemeyecek ölçüde kısa bir yaşam sürmekte olduğunun zerre kadar bilincinde olmadan, küçük burjuva şımarıklığı cenderesinde arsızca sırıtıyordu.

Sırıtıyordu…

Kuran’ın neden “Bismillahirrahmanirrahim” (Çok Merhametli, Hep Merhametli Allah’ın Adıyla) diye başladığını hiç bilmeden, bu “Çok Merhametli, Hep Merhametli” şifresinin Kuran’daki her ayetin başında neden tekrar edildiğinin hiç farkında olmadan (Tövbe ayeti hariç; ama bu tüyler ürpertici şifre, o ayetin içinde yine yer buluyordu; yani bu Kozmik Şifre, 114 Kuran ayetinde de yer alıyordu); Tanrı’nın, insanın yaratılışı esnasında bu nadide yaratığın (insanın) içine Ruhundan üfleyerek “yaratılmışların en şereflilerinden kıldığı” bu eserine, bu “Nefes” vasıtasıyla, bu en önemli hasleti de sınırsızca bahşettiğinin hiç farkında olmadan…

Öylece sırıtıyordu…

Çok kaba hesaplamalarla -bu kez- belki 50.000.000.000 yıl sürecek olan bu esraregiz serüvende, neredeyse “bir an” kadar kısacık bir süre için dahi olsa neden rol aldığının; Hz.Adem ile başlayan bu son insan ırkı kuşağında, 70-80 yıl kadar kısacık bir süre için dahi olsa neden yaşam bulduğunun; “yaşam” denen bu gizemli “tecrübenin” insanın ruhunu rafine etmek, “başka birtakım oluşumlar”a yapılacak büyük yolculukta/yolculuklarda “merhamet” denen hasletin güdülemesiyle ruhunu/zihnini/beden dışı oluşumunu geliştirmek olduğunun hiç farkında olmadan…

Öylece sırıtıyordu…

Bir erkek için bunlar söylenebilir miydi; bu fakir bunu gerçekten bilmiyor, bilemiyordu…

Ama o bir dişiydi, bir anne, bir kadın…

Bir dişi, bir kadın, bir anne nasıl olurdu da yaratılmış olmaktan başka hiçbir suçu olmayan bir nadide yaratığı sırf spor olsun, sırf sevk olsun, sırf kahrolası bir küçük burjuva gösterişi olsun diye böylesine acımasızca/kalleşçe/onursuzca katledebilir ve sonra onun cansız bedenini kendi yavrularını büyüttüğü evinin salonuna koyabilir, teşhir edebilirdi!..


Heyhat!..

Bu fakir, bu kalleş dünyayı-bu zavallı dünyayı gerçekten hiç anlamadı-anlayamadı, muhtemelen bundan sonra da hiç anlayamayacak…

Sen, sen sevgili insan kardeşim, sen…

Sen bunu nasıl yapabilirsin gerçekten?!.

Sen bunu nasıl yapabilirsin?!.

İçinde taşıdığın o Nefes’e rağmen, sen nasıl bu denli sefilleşebilirsin?!.

Anlayamıyorum…

Ama belki daha da önemlisi, anlamak da istemiyorum…

Anlamak da istemiyorum…

Bir yaratık, bir başka yaratığı böylesine şımarıkça bir nedenle katletme hakkına sahip olabilir mi; benzer kalleşliklerden öylesine yoruldum ki, gerçekten anlamak dahi istemiyorum artık!..

Tanrı’nın içini derin derin çektiğini duyar gibiyim…

Sanırım “bu kez de” başaramadık!..

Heyhat!..


Yılmaz Yunak

22.11.2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder