25 Eylül 2009 Cuma

Sahip olduğum Değerler

Yeni bir yasa çıktı… Sonra süresi uzatıldı, falan…

1.6.2009 tarihi itibariyle sahip olduğunuz değerleri Maliye Bakanlığı’na beyan ediyorsunuz, bunun üzerinden yurt dışındaki değerler için %2, yurt içindeki değerler için %5 vergi ödüyorsunuz ve söz konusu değerleri kayıt altına alıyorsunuz, falan. (Konu uzun ve karmaşık, ayrıntılarının bugünkü çalışmamızla direkt ilgisi yok, bu nedenle onları geçiyorum.)

Ben de oturdum, 1.6.2009 itibariyle hangi değerlere sahibim, diye düşündüm; amacım bunları beyan etmek ve kayıt altına alınmasını sağlamaktı.

Ve ortaya çarpıcı bir tablo çıktı…

“Sahip olduğum değerler” hususundaki araştırmam, bir taraftan, zaten bir süredir tüm benliğimi pençesine alan o mistik hüznü daha da derinleştirirken, diğer taraftan da bu konudaki kararlılığımın daha da pekişmesini sağladı.

Ne var ki, sahip olduğum değerleri beyan edip kayıt altına alarak, gerek sonraki kuşaklara, gerekse Levhi Mahfuz’a emanet etmek için girdiğim gayrette, bırakın ayrıntıları, anabaşlıklarda bile böylesine derin bir çürümüşlükle karşılaşmak bir hayli de acı verici oldu.

Gururla ve şerefle sunduğum beyannamemdir:

Sahip olduğum değerler şunlardır:

İslam:

Bizi yaratan Güç merhametliydi, çok merhametliydi. Bizden de böyle olmamızı istiyor, bu nedenle, son peygamberine indirdiği Kitabına “Hep Merhametli, Çok Merhametli Allah’ın Adıyla” diye başlayarak bunu tüm bilincimize adeta bir nakış gibi işliyordu. Merhameti önşart olarak kayıtladıktan sonra birtakım değerlerin de altını kalınca çizmekten geri kalmıyordu tabii…

Canlılara merhametli davranacaktık, fakire fukaraya yardım edecektik, çevreye zarar vermemek için çok özenli olacaktık, kimsenin hakkını yememek için elimizden geldiği kadar dikkatli olacaktık, Kuran diyalektiği içinde zalim-mazlum çatışmasında mazlumun yanında yer almakla kalmayıp zalime karşı amansız bir savaş yürütecektik, küfre batmamak yani “gerçeğin üzerini örtmemek” için gayret gösterecektik vs…

Çok önemli bir husus olarak da, Yaratıcıyla insan arasına başka hiçbir gücün girmemesi için elimizden geldiği kadar gayret edecek, putların tümünü kırıp bir tarafa fırlatacaktık. “Efendi” tek olacaktı, bir tek!..

Her biri birer put olan para, mal mülk, itibar, makam mevki, kısacası “ego”, bu “Tek Efendi”ye ortak koşulmayacak; “şirk belası” tüm benliğimizden irinli bir çıban gibi sökülüp atılacaktı.

İnsan insanı sömürmeyecek, ezmeyecek, aldatmayacak, onuruyla oynamayacaktı; insanla birlikte diğer canlılar sırf Yaratan’dan ötürü sevilecek ve onlara sırf bu nedenle saygı gösterilecekti; tüm yaratıklar dünya nimetlerinden yararlandırılacak, insan “kendisine ve bakmakla yükümlü olduklarına yeterli olanından artanını” dağıtacak, özellikle insanların bu nimetlerden “eşit” bir biçimde yararlanma ilkesi kutsal bir değer olarak sahiplenilecekti.

Bunlar, Kuran’dan karine yoluyla çıkarılan birtakım saptamalar değildi; muhkem ayetlerle, açıkça, hiçbir tereddüte yer bırakmayacak bir biçimde disiplin altına alınmış hükümlerdi ve biz bu hükümleri uygulamayı en büyük ibadet olarak görecektik…

Ama heyhat!..

Bu “değerim”, bugün için geçer akçe değil artık!..

Yoksulluk, açlık, sefalet, zillet -özelikle zillet-, şirk…

Oruç Babalar, Telli Babalar, Hz.Yüşalar, makam ve mevkiler, mallar mülkler, itibarlar, tarikat şeyhleri, Kuran orta yerde bir abide gibi dururken tamamına yakınının sahte olduğu gün gibi aşikar olan 1.000.000 hadisle uygulanmaya çalışılan hurafeler, bitadlar, cahillikler, insafsızlıklar…

“Garip gureba” söyleminden, “bir lokma, bir hırka” espirisinden, “Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz inşallah”a ve oradan da 600.000.000 dolarlık şahsi yatırımlara uzanan sapkınlıklar… Allah’ın nimetlerinin belirli ellerde toplanıp bir zulüm aracı haline gelmesine imkân tanıyan yasal düzenlemeler, sahtecilikler, ihaleler, zillet dolu kirli operasyonlar…

Sosyalizm:

“Herkesten yeteneği ölçüsünde alacak, herkese ihtiyacı ölçüsünde verecek” bir sistem kuracaktık. Kimse kimseyi sömürmeyecekti, açlık ve sefalet ortadan kalkacaktı, işsizlik gibi alçaltıcı bir sorunla karşılaşılmayacaktı, eğitim ve sağlık gibi temel gereksinimler bedava olacaktı, toprak ağalarının toprakları köylülere dağıtılacaktı, Devlet ve Kamu İktisadi teşekkülleri -çok doğal olarak- zarar etmeyi de göze alarak her yere, her kesime hizmet götürecek, ucuza ürettiği mal ve hizmetleri halkına yine ucuza satacaktı…

Hasta olan birine “paran var mı?!.” gibi alçakça/kalleşçe bir soruyla yaklaşılmayacak, “Ağrın var mı kardeş?” diye sorulacaktı, gözlerinin içine derin bir merhametle bakılırken…

Tüm insanlar eşit olacak, yetenek ve liyakat sosyal statüde belirleyici olurken, bu hasletlere bir üstünlük ve imtiyaz hakkı tanınmayacaktı. Kimse onun bunun kulu kölesi olmayacak, memleketin servetleri herkese ait olacaktı.

Ama heyhat!..

Bu "değerim" bugün için geçer akçe değil artık!..

Kalleş mi kalleş, hain mi hain, acımasız mı acımasız iktisadi liberalizm zihnimizin ırzına öylesine geçti ki, sosyalistler çok uzun zamandır bu gibi ilkeleri düşünecek lükse bile sahip değiller artık. Pratik dayatmalar karşısında her şey gibi sosyalistler de çürümekten, yozlaşmaktan, ufalanıp gitmekten kurtulamadılar. Şimdi tek yaptıkları şey birbirlerini yemekten ibaret… Bu onların suçu değil tabii; öylesine alçakça hücumlara maruz kaldılar ki, zihni liberalizm tarafından iğfal edilen cahil kitleler karşısında öylesine hüzünlü travmalar yaşadılar ki, şu anda içine hapsoldukları zihinsel gettolarının dar kalıpları içinde, ne yaptıklarını bilmez bir durumda eski dostlarına saldırmayı sosyalizm sanır oldular. Birçoğu döndü; bu dönenlerin tamamına yakını birtakım gazetelerde köşe yazıları yazarak “eski cinnnet günleri”ni hayasızca karalamakla ve iktisadi liberalizme övgüler düzmekle “yollarını buluyorlar”…

Bir gece, üçü, sabaha kadar tartışmışlardı: Mahir Çayan dağa çıkmayı savunuyor, Doğu Perinçek ve Cengiz Çandar onu bundan vazgeçirmek istiyorlardı; şehirlerde kalmayı, halkın içinde örgütlenmeyi savunuyor, sosyalizmin bunu gerektirdiğine onu ikna etmeye çalışıyorlardı. Mahir Çayan öldürüldü, Doğu Perinçek yaşamının çoğunu hapislerde geçirdi -hâlâ hapiste tabii-, diğeri ise sığındığı liberalizmin cazip(!) koynunda metalaşıp gitti…

Artık “herkesten yeteneği ölçüsünde, herkese ihtiyacı kadar” ilkesi, “gücü gücü yetene”ye dönüştü; sosyal demokratlardan zaten beklenemezdi tabii de, sosyalistler de artık bu dönüşüme isyan etmeyi düşünmekten uzaklar; emperyalizmin ve Tanrı’nın düzenine karşı olan iktisadi liberalizmin ekmeğine yağ sürmekten başka hiçbir işe yaramadığı ortada olan “kavga/didişme/laf ebeliği” onlara daha cazip geliyor artık…


Vatan Sevgisi:

Bir zamanlar sağcısı solcusuyla bir namus meselesi yaptığımız bu kavram bizi ayakta tutan ve dirençli kılan en önemli kutsalımızdı. Ülkücüler ve komünistler bu namus meselesi yüzünden birbirimizi öldürüyorduk; kavga biçimimiz doğruydu yanlıştı, bu başka bir şey, ama “Vatan” dendiğinde akan sular durur, ruhumuzun tüm asilliğiyle canımızı ortaya koymaktan kendimizi alamazdık. O günün koşulları içinde Amerikan 6. Filosunun uğursuz askerlerinin Dolmabahçe’de püskürtülmesi ve karaya çıkarılmaması bizim için bir hayat memat meselesiydi. O tarihlerde, “bu cinnet günlerini” şimdi hayasızca yazıp çizenler de aramızdaydı; tüm Türk gençliği tek yürek halinde bir namus abidesi gibi aynı anda nefes alıp veriyor, Vatan’ın kutsal topraklarını bu uğursuz güruhun çizmeleri altında ezdirmeyeceğimize yeminler ediyorduk.

Ama heyhat!..

Bu "değerim", bugün için geçer akçe değil artık!..

Şimdi şaka gibi geliyor, değil mi?!.

Abdullah Öcalan’ın “halklar” söylemi içinde milliyetçi bir çizgiye kaymaya başladığı günlerde, ona en şiddetle karşı çıkan ve Vatan’ın tek ve bir olduğunu haykıran kişi yine Doğu Perinçek idi. Şimdi ikisi de hapiste, ama birine Ergenekoncu yaftalaması altında vatan haini muamelesi yapılırken, diğerine neredeyse bir kahraman gibi davranılıyor.

“Söz konusu olan Vatan savunmasıysa, gerisi teferruattır!” ilkesi, iktisadi liberalizme tesim olanlarla ayrılıkçıların kurduğu anonim şirketin deposunda, daha kendini amorti bile etmeden çoktan hurdaya ayrıldı artık.

Artık hiç utanmadan “ulus-devlet”in modasının geçtiği yazılıp çiziliyor; bırakın bu kutsal değere sahip çıkmayı, gençler “Vatan sevgisi” denen kavramla tanışamıyorlar bile artık…

“Her karışı şehit kanlarıyla sulanmış Vatan toprakları” sözü artık açıkça alayla karşılanıyor, hor görülüyor, onların tabiriyle “arkaik” bir düşünce olarak addediliyor.

Ay yıldızlı şanlı bayrak zor bela dalgalanıyor gönderinde…


Mustafa Kemal:

Bir zamanlar sahip olduğumuz değerlerin başında bu ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk geliyordu; bizi “tebaa” olmaktan çıkarmış, bir “millet” haline getirmişti; artık padişahın kulları değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin özgür vatandaşlarıydık.

Dünya tarihinde emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını başlatan ve her türlü imkânsızlıklara rağmen bu olağanüstü maceraden alnının akıyla çıkan bu Kahraman, bizim en önemli direnç ve gurur kaynağımızdı. Bu, Türk’ün ikinci Ergenekonu’ydu; tarih sahnesine yine şerefimizle çıkıyor, kendi topraklarımızda kendimizin efendisi oluyorduk.

Zimbabve’de (eski Rodezya) bile devrimin ilk gününde, devrimci hükümet tarafından yapılan açıklamada, emperyalizme karşı verilen bu şanlı macadelede Mustafa Kemal’in örnek alındığı söyleniyor, bu mazlum milletlerin tekrar onur kazanmasında bizim Kahramanımızın örnek alınması göğsümüzü kabartıyor, gözlerimizi yaşartıyordu.

Artık biz onurlu bir millettik, kahraman bir millettik; Sevr’i o alçaklara ve yerli işbirlikçilerine yedirmiş, Lozan’ı alınlarına paslanmaz çivilerle çakmıştık.

Ve bunu bu Kahraman sayesinde başarabilmiştik.

“Mavi gözlü bu Dev” tarihi bir kişilikten ziyade, “zihinsel motivasyonumuzun bitip tükenmek bilmeyen enerjisi”ydi; bu enerjiyle yatıyor bu enerjiyle kalkıyorduk ve pek tabii karşımıza çıkan her türlü zorluğu yine bu “Kutsal Enerji” ile alt edebiliyorduk.

O kadar ki, 1930’lu yıllarda, Hollanda’ya yerli üretimimiz olan uçak satabilecek düzeye bile gelmiş, Devlet gözetiminde yurdu bir baştan bir başa imar etmeye girişmiş, Kamu İktisadi Teşekkülleri vasıtasıyla neredeyse her türlü ihtiyacımı kendimiz karşılayabilecek konuma gelmiştik.

Benzer tüm atılımlarımızda hep bu “bitip tükenmek bilmeyen enerji” hazinemizden yararlanıyor, Türk Milleti’nin neler başarabileceğini bu “kutsal imaj” sayesinde tüm dünyaya gösterebiliyorduk.

“Mavi gözlü Dev” sıradan bir betimleme değil, her türlü enerjimizi ondan aldığımız “zihinsel bir çimento” idi bizim için; bizi birbirimize bağlıyor, emperyalizmin karşısına bir “beton” gibi dikilmemize imkân sağlıyordu.

Ama heyhat!..

Bu "değerim", bugün için geçer akçe değil artık!..

Mavi gözlü Dev…

Artık bir şaka gibi geliyor, değil mi?..

“Dinci”ler bir kenara çekilip avuçlarını ovuşturuyorlar, artık onların mücadele etmesine gerek kalmadı; iktisadi liberalizmi savunan bahtsızlar, ulus-devlete kin kusmakta hiçbir beis görmeyen alçaklar ve kudurganlığından hiçbir şey kaybetmemiş olan kahpe emperyalizm onların bu kavgasını daha sıkı sahiplendi artık.

“İndirin şu adamın resimlerini Kamu dairelerinden!” diye bile küstahlaşabiliyorlar; ve hiçbir güçlü sesle karşılaşmamanın cesaretlendirmesiyle azgın bir köpek gibi saldırmakta bir an bile duraksamıyorlar artık!..

“Ne mutlu Türk’üm diyene!” vecizesinin ders kitaplarından çıkarılmasının zamanı geldi; bu kutsal topraklarda yaşayan insanlar “Türk’üm” demeye utanır hale getirildiler artık…

Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri “intikam böğürtülerinin” tepkisiz kalmasının zafer sarhoşluğu içinde, ağızlarından irinli salyalar akıtarak saldırganlaştıkça saldırganlaşabiliyorlar artık…

“Çimento” çözülüyor; “beton” dağılmak üzere…

Kaderin garip cilvesine bakın; tarihin adeta bir muhasebeci titiziğiyle yaptığı muazzam saptama ne kadar ilginç:

İslam…

Sosyalizm…

Vatan sevgisi…

Mustafa Kemal…

Ve tüm bu kutsal değerlerimize hayasızca saldıranlar:

Dinciler, kendilerini “liberaller” diye isimlendiren kimi faşistler -“kimi”; çünkü liberallerin içinde kısmen de olsa birtakım istisnalar hâlâ var- ve emperyalizm…

Yani; Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, yine “emperyalizm ve yerli işbirlikçileri”…

Ama unuttukları bir şey var!..

Tüm koşullar ne kadar umutsuzca görünüyor olursa olsun, tüm bu değerlere sahip çıkanlar adına ben beyannamemi veriyor ve sahip olduğum bu değerleri tarihe ve Levhi Mahfuz’a zimmetlemeyi büyük ve kutsal bir onur addediyorum.

İşte, içimi hınçla karışık mistik bir gururla çekerken beyan etmekten onur duyduğum değerlerim:

İslam.

Sosyalizm.

Vatan Sevgisi.

Mustafa Kemal.

Bu beyannameyi almak için kendini yetkili addedenleri -emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerini kastediyorum- uyarmadan geçmek gibi bir niyetim de yok tabii:

Bunların üzerinden vergi hesaplamaya kalkışmayın boşuna; çünkü hiçbir hesap makinesi bu hesabı yapabilecek kapasitede olmadığı gibi, yeryüzünde hiçbir emperyalist de böyle bir cüreti gösterebilecek yürekte -ve yetenekte- değil.

Daha önce yapmıştınız ve ağzınızın payını almıştınız; bu şerefli Millet daha ölmedi; bu kez alacağınız da bundan farklı olmayacaktır.

Bu da böyle biline!..


Not: Bu çalışma, hayatlarının tek namuslu dönemlerini “cinnet yıllarım” diye nitelemekten kendini alamayan “onursuz mahlûklara”, Allah’ın mükemmel dinini şahsi menfaatleri için kullanmaktan çekinmeyen dinsizlere ve ülkemiz üzerindeki emelleri hiçbir zaman kaybolmamış olan kahpe mi kahpe emperyalistlerle onların yerli işbirlikçilerine ithaf olunur.

İslam, sosyalizm, Vatan sevgisi ve Mustafa Kemal bağlılarına selam olsun.

Ne mutlu onlara…

Onlar Allah’a emanet olsunlar inşallah…

5 yorum:

  1. Üstad ek beyanname vericek
    Eminim

    YanıtlaSil
  2. Belki düşündüğünüz eksikler üstadın mükellefiyet dedikleridir o yüzden beyannamesine eklememiştir.
    İnsan sevgisi, dostluk ve ille de özgürlük!
    Başka neydi düşündüğünüz ek beyanname vermesini gerektiren ben bilemedim.
    Ama bekleriz kimbilir belki de ek beyanname vericektir gerçekten.
    Sevgiler
    Z. Bakoğlu

    (Blogun bazı özelliklerinde sorun var Yorum sadece Anonim'le olabiliyor bu durumda hep Adsız çıkıyor yorumlar. Ama biliyoruz ki isimler değil Yürekler önemli olan.
    İsimli ya da isimsiz gelen tüm yorumlar hoşgelsin sefa gelsin. Teşekkürler)

    YanıtlaSil
  3. Ek beyanname veya düzeltme beyannamesine gerek kalacağını sanmıyorum.
    Ancak eğer olursa "insan sevgisi" ile sınırlandırılmaz, "tüm yaratılanlara sevgi" şeklinde olabilir.

    Bu arada Sayın Adsız;
    Üstad değil üstat, yanına ek gelirsa yumuşar,
    "vericek" değil "verecek" olacaktır.
    Kabalığımı bağışlayın lütfen ancak, bu sitede bunlara önem vermekte fayda vardır diye düşünüyorum.
    Saygılarımla,
    Caner ALTUNÇEKİÇ

    YanıtlaSil
  4. Caner kardeş sağol
    Ama ben demiştim bilmem etmem sana diyim de sen söyle yaz neyse işte diye, Zerrin abla ille de kendi meramını kendin anlat dedi
    Bak işte gördün mü 4 kelimenin 2 si yanlış olmuş
    Bilin istedim dikkatsizlik değil bilmemek

    YanıtlaSil
  5. Sevgili Adsız,
    Caner bey haklı bu blogda dikkat etmek gerek
    ama herkesin de uzmanlık alanı farklı.
    Hani mükemmel iyinin düşmanıdır derler ya,
    doğru olsun diye uğraşırken doğallığını kaybetmek de mümkün. Ve hatta vazgeçmek te.
    O yüzden edebiyat uzmanı olmayanlar da yazabilsin diye, içinden geleni içinden geldiği gibi yazmaya devam et lütfen.
    Caner bey, benim de hatalarım olmuş uyarınız için teşekkürler.
    Ama bile bile yapmadığımıza göre hoşgörülsün lütfen.
    Ve en önemlisi Yılmaz Yunak ın sözkonusu olduğu yerde benim için "yürek" tüm kuralları unutturabiliyor.
    Uyarınız için tekrar teşekkürler, ama lütfen fonda içtenlik olduğunu görünce klavyeden çıkanları hoşgörebilelim.
    Sevgiler
    Z. Bakoğlu

    YanıtlaSil