30 Eylül 2009 Çarşamba

İçimizdeki Kurt ve Kuzu...

Kabahat… Eksiklik… Hata…

Bu ve benzeri nitelemeler “kusur”u tarif ediyor.

Peki; kabahatsız, eksiksiz, hatasız; bir başka deyişle ahlaki açıdan kusursuz insan olur mu?

Olur!..

Bir tane olur; ve onu aynaya bakarken görebilirsiniz sadece…

O halde neden bağırıp çağırıyor, yazıp çiziyor, onu bunu eleştirip duruyoruz; nedir amacımız?..

Kusursuz insanı aramıyoruz biz, böyle bir şeyin olmayacağını biliyoruz; bizim aradığımız, bu kusurlarını en aza indirmiş, kusursuzluğu kendine ilke edinmiş olan insan…

İşte bunun peşindeyiz.

İstisnasız her insanın içinde bir sapık, bir alçak, bir namussuz, bir bencil, bir katil, bir hırsız; kısacası kusurlarla dolu-dopdolu bir “ego” var. Önemli olan, içimizdeki bu “öteki”ni mümkün olduğu kadar dizginleyebilmek.

Zaten aksi olsaydı, yani her şeyiyle kusursuz bir insan olsaydı, bu, o insanın “iyi biri” olduğunu göstermezdi; yaratılışça eksik biri olduğunu, birtakım kusurlar işleme yeteneğine sahip olmadığı için seçeneksiz olarak “iyi biri” olmak zorunda kaldığını gösterirdi ki, buna bir meziyet demek de doğru olmazdı tabii.

Örneğin, birtakım ilahiyatçılar meleklerin “günah işleme yeteneğinden yoksun” yaratıldıklarını, bu nedenle tamamen kusursuz olduklarını iddia ederler ki, bu, melekleri “ruhsuz bir robot” konumuna indirmekten başka bir şey değildir ve esasen bu, meleklere övgü olmaktan çok, onları yermek için kullanılması gereken bir nitelikten başka bir şey değildir. (Kaldı ki, melekler böyle olmasa gerektir; çünkü insanın yaradılışı esnasında Tanrı’ya sitem etmekten kendilerini alamamışlardır.)

Konumuza dönecek olursak; “insan”dan beklentilerimiz ne olmalıdır?..




Hani o kızılderili bilgenin söylediği gibi; insanın içinde hem kurt vardır, hem kuzu; hangisinin kazanacağı, sizin hangisini beslediğinize bağlıdır.




(FOTOĞRAF: http://www.alivenotdead.com 'dan alınmıştır )


Yeri gelmişken bu “kurt” ve “kuzu”dan ne anladığımızı söylemeliyiz:

Bu çalışmamızda, kurt, insanın “ego”sunu; kuzu ise “vicdan”ını simgelemektedir; yoksa tüm yaşamını -elinden geldiğince- zalime karşı mücadeleye adamış olan bu satırların yazarı fakirin insanlara şu bildiğimiz kuzu olmayı öğütleyebileceği kadar anlamsız bir şey olamaz tabii…

Zor bir meseledir bu, bir hayli zor bir mesele. Düşünürler bunu tarih boyunca tartışırken, dinler de “öteki taraf”a ilişkin birtakım hatırlatmalar yaparak sorunu çözmeye çalışmıştır. Adam Smith kurtu tamamen serbest bırakmayı önerirken, Marx, kuzuların birleşip kurta karşı savaşmasını disipline etmeye çalışmıştır. Hiristiyanlık “itiraf” meselesi üzerinde dururken, İslam “fıtrat” hatırlatmasıyla insanı motive etmeye çalışmıştır. (“İtiraf” günah çıkarma ve o günahı bir daha işlememe üzerinde dururken; “fıtrat” yaratılış itibariyle insanın Tanrı’dan bir “nüve” taşıdığı ve o nüveye layık olmak için mücadele etmesi gerektiği ilkesini hatırlatır.)

Zor bir meseledir bu…

İçimizdeki kurt ile kuzu her an amansız bir mücadele içinde didişip durmaktadırlar ve “sistem tarafından özellikle üretilmiş birtakım etmenler” ile sürekli aldatılıyor olmanın farkına varışın yüklediği içgüdüsel birtakım hoşnutsuzlar bu mücadelede insanı kurta doğru itelemekte hiç tereddüt etmemektedir.

Yine de, birtakım psikolojik rahatsızlıklar hariç, insan aslında kusurlarıyla başa çıkabilecek yaratılıştadır. Örneğin, psikolojik birtakım dürtülerle cinayetler işleyen bir seri katil, aslında klasik anlamda “suçlu” bile değildir; çünkü o cinayetleri işlerken suç işlediği kanaatinde değildir, hatta tam tersine, o bir “görevli”dir ve görevi doğrultusunda didinip durmaktadır. Ama sözgelimi, birisinin parasını çalmak veya mirasına konmak için cinayet işleyen biri sınırsız derecede suçludur; çünkü içindeki kurt-kuzu çelişkisinde kurtu beslemekten yana tavır koymaktadır. (Yasalarımızdaki “tahrik indirimi” bu ilkeye bina edilmektedir; çünkü “kıskançlık”, “töre” veya benzeri faktörler kurtun dizginlenmesine mani olan psikolojik faktörlerdir; bu faktörler nedeniyle suçlu “indirim” hakkından yararlandırılmaktadır.)

Aslında sorun toplumsal yaşama içgüdümüzden kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Kusurların tamamına yakını “sürü halinde yaşamak zorunda oluşumuz”dan kaynaklanmaktadır; ama ne yaparsınız ki, insan bu şekilde yaratılmıştır ve bu değiştirilemez gerçeği kabul etmek zorundadır. (Sürü halinde değil de tek tek yaşasaydık, özellikle “mülkiyet” kavramı bu denli genişleyip bir karabasan halini almayacaktı ve bu “malik olma” dürtüsünden kaynaklanan sorunlarla boğuşmak zorunda kalmayacaktık. İnsani zaaflardan kaynaklanan “töre cinayetleri” olmayacaktı mesela. Kapitalistler “çocuk işçi” gibi acaip bir günahla yüz yüze kalmayacaklardı. İktidardakiler milletin malını özelleştirme masalı altında ona buna peşkeş çekip kendileri de nasiplenemeyecekti. Bush Irak’ı işgal etmeyecek, Obama “namuslu adam” ayaklarıyla dünyayı kandırıp durmayacaktı… Birtakım gazeteciler Amerikan ve Avrupa Birliği fonlarıyla kendilerinden geçip vatanlarına ihanet etmeyeceklerdi… gibi.)

Peki, mademki “sürü halinde” yaşamak üzere yaratılmışız, mademki birtakım sorunları önlemek mümkün değil, mademki kurtu besleyen faktörler bu denli yoğun, o halde ne yapmalıyız?

Temel mesele bu işte!

Ne yapmalıyız?..

Rejimi değiştirip, insanları sadece geçinebilecekleri kadar bir servete sahip olmaya zorlayabiliriz; ama bu hem çok uzun bir süreçle ilgili bir meseledir, hem de bu bilinç düzeyinde henüz böyle bir organizasyon mümkün değildir. (Bildiğiniz gibi, bazı yerlerde denendi, ama başarılı olunamadı; çünkü insanoğlunun zihinsel altyapısı -yoksa “üstyapısı” mı- buna hazır değildi. Trajikomik olarak, adalet, bizzat adaletsizliğe uğrayanlar tarafından reddediliyordu; çünkü birtakım kurtlar alabildiğine zalim oldukları gibi, alabildiğine de kurnazdılar ve kurt-kuzu çelişkisindeki diğer insanları bu kurnazlıkarıyla kendi saflarına çekebiliyorlardı.)

Kadere sığınabilir, başımıza gelen her şeyden Tanrı’yı sorumlu tutarak teselli bulabiliriz; ama bu da pek mümkün gibi görünmüyor, en azından belirli bir bilinç düzeyindekiler için mümkün görünmüyor; çünkü sağlıklı bir zihin, bunun hiç de böyle olmadığını fısıldayıp duruyor insanın kulağına… Tanrı, Amerika’nın Irak’ı işgal edip milyonlarca kişiyi öldürmesini neden tasarlamış olsun ki! Vietnam’da çoluk çocuk yüz binlerce insanın napalm bombalarıyla kavrulmasını nasıl bir Tanrı planlayabilir ki; böyle Tanrılık mı olur?!. Hangi Tanrı, “Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz!” diye kin kusabilecek kadar gaddar kullar yaratır ki?!.

Yasalardaki cezaları çok ağırlaştırıp suç işlenmesini en aza indirmeye çalışabiliriz. Örneğin, Çin, rüşvet alanları idam ediyor; Taliban, zina yapan kadını taşlayarak öldürüyor; Amerika’nın bazı eyaletlerinde taammüden cinayet işleyenler idam ediliyor… Ama bu durumda bu “yetkiyi” kimin, ne ölçüde ve nasıl kullanacağı sorunu ortaya çıkıyor. Örneğin rüşvet için ölüm cezası çok ağır, zina yapan kadını taşlamak adice bir şey, taammüden cinayet ise genellikle “yoksulların ve zencilerin üzerine yıkılan” bir suç; özellikle ABD’de iyi bir avukatın mucizeler(!) yarattığı hiç de sır olan bir şey değil… (Hele, Amerika denen zalim işin içindeyse… Kennedy’yi kimin öldürdüğü hâlâ bir sır mesela; ikiz kulelere saldırı ise başlı başına bir “kirli organizasyon”…)

Yine başa döndük; o halde ne yapmalıyız?..

Belki de yapmamız gereken şey, bu meselenin uzun bir süreci kapsadığı bilinci içinde, kendi evimizin önünü süpürmeye devam etmek. Tabii, kendi evinin önünü süpürmenin de belirli bir bilinç düzeyini gerektirdiğini, bu süreç içinde insanın kendisini yalnız, aldatılmış ve kullanılmış olduğunu hissetmesinin de kaçınılmaz olduğunu bilerek…

Kuzu kendi evinin önünü süpürmeye devam ederken, kurt hiç durmaksızın ona buna saldırıp duracak, hakları gaspedecek, zulüm yapacak, olmadık çirkinlikleri sergilemeye devam edecek…

Ve tüm bunlar yetmiyormuş gibi, bir de “kibir” içinde ortalıkta dolaşmaya devam edecek!.. (İnsanoğluna takdim edilen ilk günah kibirdir; insanın yaratılış sürecinde İblis tarafından işlenmiştir. Bu maraz, istisnasız tüm dinlerde büyük bir günah ve çok büyük bir çirkinliktir. Kibir içinde ona buna tepeden bakan dümbelekler bu hatırlatmaya da kibir içinde yaklaşacaklardır; ama bu konuda seçeneksizdirler çünkü bu onların doğası gereği böyledir!)

Katlanılması zor bir durum!..

Tabii, durumu daha da katlanılamaz boyutlara çıkaran şey, aslında kuzu gibi görünen şeyin gerçekten kuzu olup olmadığı meselesi olacaktır. Bu kuzu kimi zaman politikacı olarak karşınıza çıkacak, kardeşlikten, dostluktan, barıştan, adaletten, hak ve hukuktan söz edecektir; kimi zaman yazar olarak karşınıza çıkacak, gerçekten samimi görünmeye çalışarak kitleleri kandırmaya çalışacaktır -bunlardan bazıları “Türkler Ermenileri kestiler” gibi şeyleri ağızlarından “özellikle” kaçıracaklardır-; kimi gazeteci olarak karşınıza çıkacak ve temelde çok mantıklı görünen “Türklerle Kürtler aynı masaya oturup yemek yeseler fena mı olur” şeklinde yazılar yazacaktır; kimi de çıkıp, “Bu savaş artık bitsin!” gibi çok mantıklı şeyler söyleyecektir ve eklemeyi de ihmal etmeyecektir, “Artık analar ağlamasın, çocuklarımız ölmesin!” diye…

Ve kuzu ızdırap çekmeye devam edecektir; çünkü bu gibi sözleri edenin aslında kuzu değil de kurt olduğunu bal gibi de anlayacaktır anlamasına ama, diğer kuzuların bunu anlamaması karşısında yapacak bir şeyi olmamasının kahrını çekmeye başlayacaktır bu kez de…

Meselenin en dramatik boyutu, kuzuların, kuzu gibi görünen bu kurtları tanıyabilme yeteneğinden yoksun oluşlarıdır. Örneğin, bu kuzular, kuzu gibi görünen kurtlara, “Türkler Ermenileri ne zaman kestiler kardeşim; bir tehcir uygulandı kuşkusuz, ama o günün koşullarında bu kaçınılmazdı ve hiç de sizin söylediğiniz gibi bir katliam değil, karşılıklı öldürmeler söz konusuydu!” diye diklenmeyi; “Türklerle Kürtler zaten yüzlerce yıldır aynı masada yemek yiyor ulan puşt!” diye babalanmayı; “Hangi savaştan söz ediyorsun ulan kalleş; savaş iki nizami ordu arasında olur, buradaki düpedüz bir terör sorunudur!” diye karşı çıkmayı; “Haktan-hukuktan, kardeşlikten, adaletten söz ediyorsun, ama kitleler açlıkla, sefaletle, borç harçla, işsizlikle, zilletle boğuşurken, bu yoksul ve itilmiş-ezilmiş kesim için herhangi bir şey yapmak aklının ucundan bile geçmiyor; tek derdin zenginleşmek, daha da zenginleşmek, her şeye sahip olmak kardeşim!” diye hesap sormayı akıllarından bile geçirmeyeceklerdir; çünkü ismi üstünde bunlar “kuzu”durlar.

Kuzu olmak belki kolaydır da, “kuzu olmayı seçmek” zordur herhalde; çünkü kuzu nasıl iğrenç bir şekilde kandırıldığının farkına varamazken, “kuzu olmayı seçen” aslında her şeyi fark ediyor olmanın ruhunda yarattığı tiksindirci reddiye ile de uğraşmak zorunda kalmaktadır. Bu tiksindirici reddiye, aslında kendi içinde bir kurt potansiyeli taşımasına rağmen kuzu olmayı özellikle seçmiş olan bu ruh için bir başka imtihan sahası olmaktadır. Bu dayanılmaz aldatılmışlık hissi içinde, kuzuluktan kurtluğa geçip geçmeme konusunda dönem dönem tüm ruhunu bir karabasan gibi sarıp duran bu duyguya karşı verilen mücadele aslında pek de kolay olmamakta; ama kuzu, bu mücadeleden de kuzu olarak çıkmayı seçmekte, çünkü ne kadar çelişkide kalırsa kalsın, ahlâki birtakım nedenlerle son tahlilde kuzu olarak kalmayı sürdüreceğini ta başından bilmektedir.

Bu bir ahlâk meselesidir…

Esasında, meseleyi içinden çıkılması neredeyse imkânsız hale getiren de bu “farkındalık” olsa gerektir: Evet, kurt her zaman kurt olmaya devam edecektir, çünkü yaşamın diyalektiği içinde onun görevi budur; ama kuzu, bu “sahte kuzu/kurt” gerçeğini görmemekte-görememekte öylesine ısrarcı davranmaktadır ki, “kuzu olmayı seçen” işte bu farkındalık nedeniyle dönem dönem pes edecek noktaya gelmektedir.

Ama pes etmemekte, edememektedir; çünkü o kuzu olmayı özellikle seçmiştir ve ahlâki olarak bir başka tercih karşısında seçeneksizdir. Seçeneksizdir; çünkü yaşam denen bu fenomendeki itici gücü bizatihi ahlâkın ta kendisidir. (Evet; ahlâk tabiiki göreceli bir kavramdır, ama bu onun bir erdem olduğu gerçeğini; bir insanın sırf “insan olduğu için ahlâklı olmak zorunda olduğu” gerçeğini değiştirmez.)

O halde, kendi evinin önünü süpürmekte olan kuzuyu bir başka görev daha beklemektedir ki, bu görev de en az kuzu olmayı özellikle seçmek kadar kutsal bir görevdir: kuzu, kendi evinin önünü temizlerken, bir taraftan kurtlarla mücadele etmeye devam edecektir -ki bu görece kolay bir şeydir-, bir taraftan da kuzuyu kurta karşı-kuzu görünümündeki kurta karşı mücadeleye örgütleyecektir.

İşte zor olan budur!

Ama kaçınılmaz olan da budur!..

Namuslu biri bir taraftan namuslu kalmaya devam ederken, bir taraftan da namussuzlara karşı mücadele edecek ve bu arada namussuzu görmemekte ısrar eden diğer namusluları bu konuda eğitmeye/örgütlemeye çalışacaktır.

Zordur tabii…

Çok zordur…

Ama ne yaparsınız ki, başarı için bir o kadar da kaçınılmazdır.

Doğası gereği çok uzun bir süreci kapsayan bu sorunun bir başka çözümü yoktur…

Kuzu, bu kutsal görev esnasında kapasitesi ölçüsünde ve içgüdüleri istikametinde kuzuluğunu sürdürecektir: Kimi parti kurarken, kimi yazı yazacak, kimi basit bir nefer olmayı sürdürürken, kimi de lider olarak ortaya atılacaktır.

Kimi Beykoz ormanlarındaki terk edilmiş köpeklere yemek götürecek, kimi Anadolu’nun ücra bir kasabasında zor şartlar altında öğretmenlik yapmayı seçecek, kimi sahip olduğu her türlü imkânı elinin tersiyle iterek bir hekim olarak kendini cüzamlı hastalara adayacak, kimi eline silahı alarak mazlum milletlerin emperyalizme karşı verdiği mücadelede saf tutmak için diyar diyar gezecek, kimi de ömrünü hapishanelerde geçirmek pahasına kurtlarla var gücüyle mücadele edebilmek için kendi yöntemini geliştirecektir. Tüm bunları yaparken salt fedakârlığın yetmeyeceğini, eğitimin ve örgütlemenin de elzem olduğunu hiç unutmayacaktır.

Hedef, tüm bu uğraş esnasında kuzu olarak kalmayı sürdürebilmek olacaktır; çünkü kurt zalim olduğu kadar da kurnaz olmayı -içimizdeki kurdu pohpohlayarak, özendirerek, cazip imkânlarla kendi safına çekip kullanmayı deneyerek- sürdürmeye devam edecektir.

Evet, hedef, tüm bu uğraş esnasında, “kuzuluğu özellikle seçmiş olmayı” sürdürebilmek; ne kadar zor da olsa, içimizdeki kuzuyu beslemeye kararlılıkla devam etmeyi tercih etmek olacaktır…

Ki en zoru da bu olsa gerektir…

Kurt olmanın her türlü cazibesine rağmen içindeki kuzuyu beslemeyi seçmiş olanlara selam olsun…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder