10 Eylül 2009 Perşembe

Biz böyle bir millet değiliz!..

Gençten bir adam ellerini kollarını hiddetle ama umutsuzca sallayıp dururken tüm benliğini kasıp kavurduğu belli olan hüzne bulanmış acı dolu bir sesle feryat edip duruyordu, “Yapmayın!.. Biz böyle bir millet değiliz!..” diye…

“Yapmayın!.. Biz böyle bir millet değiliz!..”

Amacım kimseyi yermek, ona buna çamur atarak kendimi temize çıkarmak ve bu yolla egomu tatmin etmek falan değil. Sadece kendi kendime yakınıp duruyorum işte…

Anlamaya çalışıyorum, olan biteni anlamaya…

İstanbul’da yağmur yağmış, başta İkitelli olmak üzere her tarafı sel basmış, otuza yakın insan sele kapılarak ölmüştü. Bunlar 2009’un Eylül ayında olup bitiyordu. İstanbul’un kültür başkenti ilan edilmesine bir yıl kala.

İstanbul’un göbeğinde sele bu kadar insanımızı kurban vermiştik.

Korkunç bir manzaraydı; her taraf çamur gölüne dönmüş, arabalar birbirinin üstüne yığılmış, evleri ve işyerlerini sular kaplamış, ortalık Nuh Tufanına dönmüştü…

Ve birileri, civardaki fabrikalardan ve sular altında kalan evlerden sele kapılıp oraya buraya savrulan eşyaları kapmak için sağa sola koşuşuyor, resmen yağmacılık yapıyordu!..

Birileri can havliyle oraya buraya kaçışıp dururken, diğerleri yağmalayacak mal arama telaşında oraya buraya koşuşup duruyordu.

“Yapmayın!” diye feryat eden o gençten adamın feryatları bunaydı; bunu içine sindiremiyordu genç adam ve öteberiyi yağmalayan insanlara isyan içinde bağırıp çağırıyordu.

Aynı anda televizyonlar, Doğuda yedi şehit daha verdiğimizi geçip duruyordu altyazıyla.

Belediye Başkanı da televizyondaydı ve “Sprey gazları ozon tabakasını deldi…” diye bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, üzgün, mahcup ve şaşkın bir edayla…

Başbakan “Böyle bir şey yüz yılda bir olur.” diye katılıyordu açıklamalara…

Afet mahallindeki dereyi ve derenin çevresinde boyu neredeyse üç yüz metreyi bulan, artık neredeyse bir harabeye dönüşmüş olan Osmanlı eseri köprüyü hiç görmeden, göremeden… Osmanlı, yüzlerce yıl önce buraya neden bu kadar uzun ve büyük bir köprü yapmış ki diye düşünmeden…

Benzer bir şeyi Ticaret Odaları da yapıyordu aynı saatlerde: Maddi hasarın 100 milyon dolar civarında olduğunu söyleyerek!..

100 milyon dolar, diyordu bir yetkili, ama hasarı neden Türk parasıyla açıklamadığı hakkında herhangi bir şey söylemek aklına bile gelmiyordu; sanırdınız ki, sel Amerika’da bir yerde olmuş ve açıklamayı yapan yetkili de Amerikalı!..

Bir başkası “Bu bir takdiri ilahi!” diyordu, derin-hikmetli bir şeyler söyleyen insanların düşünceli mimikleriyle… Her şeyi İlah’ın üzerine yıktığının ve İlah’ı nasıl da gaddar bir konuma düşürdüğünün farkında bile olmadan… Kendi insanları belki de yüz binlerce yıldır orada akıp gitmekte olan derenin çevresini yerleşim alanı yapmıştı ve derenin taşmasını İlah’ın gaddarlığına, acımasızlığına bağlamanın nasıl da yanlış bir şey olacağı aklına bile gelmiyordu; belki yüzlerce örneğini şu kısacık ömründe görmesine rağmen!.. Dere ile denizin bağlantısını kesen Karadeniz Otoyolunun daha geçenlerde sele neden olarak Rize’yi perişan ettiğini çoktan unutmuş bir biçimde…

İlah tabii ki böyle bir takdirde bulunacaktı; senin seçimini değerlendiriyordu, başka bir şey yaptığı yoktu. Hatta son Kitabında, dere kenarına, çamurlu havzaya yapılan evin nasıl yıkılacağını bile anlatıyordu; ama o Kitabı Arapça okumakta ısrar eden kardeşimiz bunu da bilmiyordu tabii…

Çok önemli olduğu için tekrar ediyorum: Onu bunu karalamak, suçu başkalarının üzerine atarak egomu tatmin etmek peşinde değilim; olan biteni anlamaya çalışıyorum, hepsi bu!

Ne kadar acı bir şeydi o yedi kadın işçinin servis aracı haline getirilen minibüsün içinde boğularak ölmeleri!.. Tekstil işçileriydi ve servis aracı diye bindirildikleri şey aslında yük taşıma amacıyla yapılmış arkası kapalı bir minibüstü ve pencereleri olmadığı için hiçbir şey göremeyen kadın işçiler tehlikeyi fark ettiklerinde artık her şey için çok geçti…

Fabrikaya bir mal gibi taşınıyorlardı ve birtakım kişilerce yağmalanan o mallar gibi suların ortasında yitip gitmişlerdi…

Yedi kadın işçiydi bunlar; kimi anne, kimi abla, kimi çocuk yedi kadın işçi… Tekstil işçileri…

Çünkü geçerli ekonomik sisteme göre, bu işçilere normal bir servis aracı tahsis etmek gayri iktisadi bir davranıştı. (Kimseyi yermiyorum; iktisadi liberalizme göre, bu gerçekten gayri iktisadi bir davranıştır. On liraya taşımak varken neden otuz liraya taşıyasın ki?!.)

Asgari ücretle çalışıyorlardı ve bu kadın işçiler gibi 500 işçinin zor koşullar altında bir ayda kazandığı paradan daha fazlasını aylık ücret olarak alan (250.000 TL) bir teknik direktör, aynı saatlerde televizyonlarda yayınlanan bir reklam filminde bizim nasıl bir millet olduğumuzu teatral bir sesle anlatıp duruyordu Türk halkına, kendini beğenmiş, kibir dolu mimik ve tavırlarla, bir tanrı edasıyla…

Selle ilgisi yok gibi görünüyordu bunun, ama aslında bal gibi de vardı ve kimse tarafından kabul edilmek istenmiyordu.

Ve esas mesele buydu işte!..

Takdiri ilahi diye üzerine suç atılan, her şeyi takdir eden İlah gaddar veya acımasız değildi aslında; kulları neden oluyordu her şeye ve bunu bir türlü anlamak istemiyorlardı…

Bütün mesele buydu…

Türkiye, kısacık Ecevit iktidarı dışında son altmış yıldır sağ iktidarlar tarafından yönetiliyordu, İstanbul neredeyse otuz yıldır bugünkü zihniyet tarafından yönetiliyordu ve kamuoyunun zihnine yerleşen inanç, tüm ahlâki kaygıları bir kenara bırakarak vurgun yapanların hep kazanacağı yönündeydi..

Dere yatakları bu nedenle yerleşime açılmış, birilerine rant yaratılmıştı.

Alınteriyle, namusuyla çalışan işçiler ayda 500 lira alırken, 500 işçinin maaşını tek başına almayı başarabilen teknik direktör zulmü bu zihniyetin bir sonucuydu. (Allahaşkınıza, siyasi veya ekonomik aidiyetinizi bir kenara bırakarak bir an için düşünür müsünüz; tek bir kişi, 500 kişinin ücretine denk bir ücret alabilir mi, olur mu böyle bir şey?!.)

Ticaret Odaları işte tam da bu nedenle hasarı Amerikan parasıyla açıklamayı bir zul addetmiyordu; çünkü düzenleri böyle kurulmuştu, başka türlü bir hesap yapmak, olan biteni Türkçe ifade etmek onlara zul geliyordu; Türkçe konuşmak, Türkçe hesaplamak da ne oluyordu ki!..

Aynı saatlerde, bu kez Almanya’dan bir haber geliyordu.

Sevgilisinden hamile kalan bir Türk kızı, abisi tarafından bir ormana götürülmüş, önce boğulmaya çalışılmış, sonra kafasına sert bir cisimle vurularak yüzü gözü dağıtılmış, tüm dişleri dahi kırılmıştı. Doktorlar, kızın ölmeden önce çok kan yuttuğunu tespit etmişlerdi. Bir abi, sevgilisinden hamile kalan kız kardeşini linç etmiş, belki saatler süren bir işkenceyle öldürmüş ve cesedini ormanda öylece bırakıp evine dönmüştü.

Bunun selle, Amerikan parasıyla yapılan hesaplamayla, ayda 500 işçinin ücretine denk bir ücret alan bir teknik direktörle, selde öteberiyi yağmalayan sözde insanlarla ne ilgisi var, diye düşünmek pekala mümkün…

Ama ilgisi var…

Yoğun biçimde ilgisi var…

İnsanın düşünce biçimini içinde yaşadığı ekonomik sistem belirliyor. (Bir zamanlar, insanların özel hastane açacağını ve bu yolla para kazanacağını düşünebilir miydiniz?.. Oysa şimdi ne kadar normal ve hatta ne kadar gerekli gibi görünüyor değil mi?.. Bir zamanlar faiz almak Allah’a ve Hz.Muhammed’e savaş açmak anlamına geliyordu -çünkü Kuran, “savaş” sözcüğünü de özellikle kullanarak aynen böyle söylüyor- oysa şimdi böyle mi? Her şeyin faize bağlandığı bir sistemde aksini düşünmek mümkün mü? Bu işte hiçbir suçları olmayan genç kuşakların böyle bir kaygılarının olması düşünülebilir mi; iktisat fakültelerinde bunun tam tersi öğretilmiyor mu, “borsa” insanları tir tir titretiyor mu hiç, acaba günaha mı giriyorum diye; böyle düşünmek artık mümkün mü?!.)

İktisadi liberalizm, insan vicdanından merhameti söküp atıyor; bu böyle, çünkü merhamet iktisadi değil! İlk okuyuşta basit bir slogan gibi geliyor, ama öyle değil. Bu sistemde merhamete ihtiyaç da yok, yer de… Çok içten söylüyorum, bu kez, en azından bu kez, komünizm propogandası falan yapıyor değilim; yukarıda da değindiğim gibi, içinde yuvarlanmaktan artık iyice örselendiğim bu karmaşayı anlamaya çalışıyorum.

Yanlış giden bir şey var ve ben bunu anlamaya çalışıyorum…

Türk Milleti özellikle Mustafa Kemal’in ölümünden sonra yoğun bir çözülme, dağılma, yozlaşma sürecine girdi ve bu süreç içinde boğazına kadar zillete gömülmekten kurtulamadı.

Zillet her tarafımızı öylesine sarıp sarmaladı ki ve bu hastalık düşünce biçimimizi öyesine kötü biçimde etkiledi ki artık hiçbir şeyin farkında bile olamadan oradan oraya savrulup duruyoruz.

Sosyologlarımız ve psikologlarımız da çaresizce dolanıp duruyor ortalıkta, ne oluyor bize böyle diye; dişe dokunur bir araştırma ve dişe dokunur bir sonuç veya çözüm önerisiyle ortaya çıkabilen yok.

Toplumsal bir cinnetin içinde debelenip duruyoruz…

Biliminsanları İstanbul’da çok yakında bir deprem olacağını ve büyük bir felaket yaşanacağını söyleyip duruyorlar, ama bazı istisnalar dışında hiçbir şey yapmadan öylece bekleyip duruyoruz bu “takdiri ilahi”yi… Çünkü sistemin bu konuda bir çözüm önerisi yok!.. Çözüm önerisi olsa bile, kamu iktisadi teşekkülleri ona buna peşkeş çekildiği ve kamu hazinesi iflasa sürüklendiği için buna gücü yok!..

Felaket kapımızda, Allah biliminsanları aracılığıyla bizi uyarıyor; ama yapabileceğimiz hiçbir şey yok, çünkü sistemin bunu yapmaya niyeti yok!..

Sanıyorum bu ulus-devlet modelimizden kaynaklanan bir sorun; daha doğrusu bu ulus-devleti içlerine bir türlü sindiremeyen birtakım kişi ve kuruluşların vicdandan ve asgari ahlâktan yoksun girişimlerinden kaynaklanan bir sorun.

Kabaca bir tespit yapılacak olursa, bizi biz yapan iki ana unsur mevcuttu bugüne kadar. Bunlardan biri Türklük, diğeri de Müslümanlıktı.

Türklük son zamanlarda öylesine yoğun saldırılar altında ezilip kaldı ki, insanlar artık neredeyse ben Türk’üm demeye utanır hale geldiler; ve çimentonun en belirgin unsuru böylece dağılmaya yüz tuttu. Bizi öylesine bölüp parçaladılar ki, Allah korusun, bir iç savaş çıkması an meselesi…

“Türkiye vatandaşlarına Türk denir” nitelemesi, yeterliydi son zamanlara kadar; ama şimdi neredeyse otuz-kırk etnik kimlikten söz etmek entellektüel bir çaba sayılıyor.

Amerika tarafından dayatıldığı su götürmez olan bir “açılım”dır sürüp gidiyor, hatta Başbakan “Biz bu adımları açılım için attık ve atmaya devam edeceğiz.” diye açıklamalar yapıyor; ama örneğin hiç kimse “Hangi adımları attınız muhterem?” diye sormayı bile akıl edemiyor…

Sahi, hangi adımlar?..

Nedir bu Kürt açılımı, neyi kapsıyor, nereye kadar gidiyor, birdenbire nereden çıktı?..

Hürriyet’ten Cüneyt Ülsever (ki bu muhterem liberaldir ve ben her seferinde ne kadar şaşırıyor olsam da liberal olmasına rağmen gerçekten namuslu bir adamdır; demek ki bunların namusluları da var), bu meselenin bir Kürt Meselesi değil, bir Kuzey Irak meselesi olduğunu anlatıp duruyor ne zamandır. Amerika Irak’tan çekiliyor ve orada düzeni sağlamak, ABD’ye petrol parası akışını garantiye almak için bir güç gerekiyor, bunun için de Mehmetçik üzerinden birtakım hesaplar yapılıyor. Bunun Kürt kardeşlerimizle ne ilgisi var? Oradaki ağalık, şeyhlik düzenini yıkıp toprakları fakir fukara Kürt kardeşlerimize mi vereceksiniz, marabalığı ortadan mı kaldıracaksınız, yoksulluğu bitirip herkesi refaha mı kavuşturacaksınız; yoksa Türkiye’nin Doğusunu ve Güneydoğusunu PKK’ya mı teslim edeceksiniz; hiçbir şey belli değil. (Bugünkü konjonktür PKK’ya verilmeyeceğini gösteriyor, şimdi süreçte Talabani ve Barzani var; ama yarın ne olur, Amerika neye karar verir, belli değil.)

Hangi adımları attınız muhterem?

Esas sorunları utanç verici bir yoksulluk olan Kürt kardeşlerim için hangi adımları attınız; toprakları köylülere mi dağıtıyorsunuz, ağalığa mı son veriyorsunuz; hangi adımlar…

Mesele anadile indirgenecek kadar sıradan değil, mesele yoksulluk ve işte tam da bu nedenle aşağılanmak meselesi; yoksa ben de anadilimi (Boşnakça) kullanamıyorum, ama Allah’a şükür bir işim var ve ailemi kıt kanaat de olsa geçindirebiliyorum. Kürt delikanlıları anadillerini konuşamıyorlar diye çıkmıyorlar dağa, yoksulluk nedeniyle aşağılandıkları için çıkıyorlar.

Bu kardeşlerim için hagi adımları attınız?..

Bunu sorduğunuz zaman da bir anda Ergenekoncu olup çıkıyorsunuz?

Bizi bir arada tutan diğer unsur Müslümanlıktı bugüne kadar.

Camiden bir ezan sesi yükseldiğinde laiki-antilaki, müslümanı-ateisti, sağcısı-solcusu hepimiz mistik bir çekim alanına kapılır, hüznün o tarif edilemez büyüsü içinde gezinip dururduk.

Ama bu konuda da öylesine bölündük ki, sanki cetvelle çizilmişcesine üçe ayrılmış durumdayız artık: Bir tarafta Türkiye’yi Suudi Arabistan’a çevirmeye çalışan ama bunu yaparken şu üç günlük ömürde akılları fikirleri daha fazla servet biriktirmeye takılıp kalanlar, bir tarafta dini imanı reddeden Allahsız laikler(!), komünistler, bunların arasında da olup biteni çaresiz gözlerle izlemekten başka bir şey yapamayan kendi halinde şaşkın, mütedeyyin, fakirlikten artık psikolojik patoloji sınırlarında gezinip duran ezici bir çoğunluk…

Çimento hızla dağılıyor, saflar hızla belirginleşip hırçınlaşıyor ve biz selde boğulan kardeşlerimize mi, aynı gün dağlarda şehit verdiğimiz kahramanlarımıza mı, yoksa sefalet içinde yaşamaktan yoğun bir ahlaki erozyon içinde yitip gitmiş yağmacı vatandaşlarımızın bu içler acısı haline mi ağlayacağımıza bir türlü karar veremiyoruz

Evet, ağlamasına ağlıyoruz da, hangisine ağlıyoruz, bunu dahi bilemiyoruz…

Geçen gün de yazmıştım; artık ne komünist eski komünist, ne de Müslüman eski Müslüman…

Her şey karmakarışık artık…

Muhtemelen İletişim Fakültesi mezunu olan muhabir, “Yağmurlar önümüzdeki günlerde de devam edecekler.” dye konuşuyor, ekrandan gözümüzün içine bakarken. Amerikancadaki özne-yüklem uyumunu Türkçe’ye de uygulamakta hiçbir beis görmeden. Çünkü gazetedeki köşe yazarlarından tutun da, televizyondaki ünlü yorumculara kadar herkes böyle konuşuyor artık. Reklamı hazırlayan kişi, “Şu şampuanı kullanın, saçlarınız eskisi gibi çabuk kırılmasınlar.” diyebiliyor, hiçbir utanç duymadan. “Çoğul özne insansa yüklem de çoğul olur genelde; bu nedenle ‘saçlarınız eskisi kadar kolay kırılmasın’ demelisiniz” dediğinizde inanmaz gözlerle süzüyor sizi; çünkü Amerikan kültürüne aidiyeti öylesine perçinlenmiş ki, bir Türk gibi konuşmayı dahi içine sindiremiyor artık.

Kültür aşınmasına bakar mısınız?

Çok yakında şahit olacaksınız; delikanlı sevgilisine “gözlerin ne kadar güzeller” diye hitap edecek; böyle bir şey kabul edilebilir mi?!. (Aklınız karıştı değil mi; doğrusu, “gözlerin ne kadar güzel” olacak aslında.)

Geçenlerde, 8-10 yaşlarında üç çocuk, gözüm gibi baktığım, gece on ikilerde çıkıp yemek verdiğim kedileri taşlıyordu fütursuzca; yağmurdan ve gök gürültüsünden ürkmüş bir durumda çöp tenekelerinin altına gizlenenerek korunmaya çalışan küçük kedileri… Çünkü aileleri böyle yetiştiriyordu onları; Ramazanda oruç tutan ve Arapça okudukları Kuran’da bu hayvanların insanın emanetine zimmetlendiğini bilmeyen aileleri…

Bunun selle, iktisadi liberalizm rantıyla, ahlâki yozlaşmayla ne ilgisi var bilmiyorum; sadece merhametin, tamamına yakını Müslüman olan bu toplumdan nasıl sökülüp atıldığını anlamaya çalışıyorum. Şimdilik beceremiyorum, tek yapmaya çalıştığım şey anlamaya çalışmaktan ibaret…

Yağmacıları uyarmak için kendini paralayan o genç adam “Biz böyle bir millet değiliz!” diye bağırıp çağırırken haklı mıydı artık bunu bile bilemiyorum. Biz böyle bir millet miyiz gerçekten?!.

Her zamankinden daha fazla yardıma ihtiyacı olan kız kardeşini vahşice katleden…

Felaket esnasında yağmacılık yapmayı düşünebilen…

Korkmuş küçük kedileri taşlayabilen…

İnsan hatasını İlah’a yüklemekte hiçbir beis görmeyen…

Müslüman olmasına rağmen, “Bir lokma bir hırka”yı bırakıp yeryüzündeki tüm servetleri ele geçirmek için marazi bir hırsla oradan oraya saldırıp duran…

Komşusu aç yatarken tok yatmakta hiçbir sakınca görmeyen…

Türk gibi konuşmayı içine sindiremeyen; Amerikalılar gibi dolar üzerinden hesap yapan veya onların gramerini kullanmaktan marazi bir zevk alan…

Ülkenin mağrur dağlarında kardeşi kardeşe kırdıran…

Tekstil işçisi kadınları bir meta gibi mal taşıma araçlarında götürüp getiren…
Hastalanan kardeşlerine ekonomik durumlarına göre muamele eden… (İşte bunu hiç affedemiyorum sevgili dostlarım, bu alçaklığa hiç katlanamıyorum ve Allah’a binlerce kere şükürler olsun ki, yaşadığım sürece de hiç katlanamayacağım inşallah!.. Ne demek paran var mı, ne demek?!. Böylesine alçakça bir şeyi insan içine nasıl sindirebilir?!. Yuh olsun bize, yazıklar olsun bize!.. Diğer milletlerin de benzer şeyler yaptıkları bir savunma olamaz; eğer böyle yapıyorlarsa, Allah onların da bin türlü belasını versin!..)

Bilmiyorum…

Bu çalışmada mümkün olduğu kadar hırçın davranmamaya çalışıyorum gördüğünüz gibi; çünkü kime saldırmam gerektiğini bilmiyorum.

Belki de, bu satırların yazarı fakir dahil, hepimiz böyle olduğumuz içindir bu.

Anlamaya çalışmaktan yorgun düştüm, tükendim kaldım…

Anlayamıyorum…

Ölüm denen bir şey var sevgili dostlarım, bir gün öleceğiz; bu dünyayı, bu servetleri, bu nimetleri yanımızda götüremeyeceğiz…

O, sevgilisinden hamile kalmaktan başka suçu olmayan zavallı kızkardeşimize belki bir doktor bulmalıydık…

Çöp tenekesinin altına sığınmış olan o kedilerin belki başını okşamalıydık…

Felaket esnasında mal kapmaya çalışmaktansa, yaralarını sarabileceğimiz birilerini aramalıydık belki…

Kendi hatamızı İlah’a yükleyip felaketi takdiri ilahi diye geçiştireceğimize, dere yataklarını neden yerleşime açtığımızı, bunu hangi nedenlerle yaptığımızı düşünmeliydik belki…

Madem Müslümandık, o halde ailemizi geçindirecek kadar bir servetin bize yeterli olması gerektiğini bilmeliydik belki…

Türk gibi konuşmaktan utanç duyacağımıza, Amerikalılar gibi konuşmaktan utanç duymayı öğrenmeliydik belki…

Komşumuz aç yatarken tok yatmayı reddedip, buna neden olan sistemi sorgulamalı, tek bir kişi 250.000 lira maaş alırken bir tekstil işçisinin neden 500 liraya çalıştığını anlamaya çalışmalıydık belki…

Bize bir şeyler oluyor…

Biz böyle bir millet değildik gerçekten…

Biz böyle bir millet değildik…

Peki ne yapmalıyız?

Temel mesele bu; ne yapmalıyız?

Kürt meselesinde de, Türk dili meselesinde de, rant için tabiatın katledilmesinde ve birtakım felaketlere davetiye çıkarılması meselesinde de, Mustafa Kemal’in bu muazzam eserinin her geçen gün daha da törpülenerek yozlaştırılması meselesinde de, doktor ihtiyacı olan hamile kız kardeşin hunharca katledilmesinde de, kahramanlarımızın her gün camileri dolduran şehit cenazeleri meselesinde de, küçük kedilerin taşlanması meselesinde de; velhasıl her gün bizi bizden biraz daha koparan bu tip meselelerde iç sesimize, vicdanımıza danışmalı ve o iç ses doğrultusunda var gücümüzle savaşmaya devam etmeliyiz.

Başarırsak mesele yok!..

Başaramazsak da mesele yok; çünkü o taktirde hiçbir şey yok zaten…

Temel sorun, bir kişinin 500 kişi kadar ücret alıp alamayacağı meselesi dostlarım; bütün mesele aslında bu!.. İslam, komünizm, liberalizm, sağcılık-solculuk, Kürtçülük-Türkçülük bu konuda ne diyor?..

Merhamet bu konuda ne diyor?..

Vicdan bu konuda ne diyor?!.

O iç ses bize neler fısıldıyor?!.

Bütün mesele bu!..

Her şey herkesin mi, her şey bir avuç kalleşin/namussuzun/ahlâksızın mı?!.

Bu mesele çözülmeden, merhamet bunca yerleşmeden hiçbir şeyi halledemeyeceğiz gibi geliyor bana…

“Ölmeden önce ölünüz”e ne oldu sevgili Müslüman dostlarım, “bir lokma bir hırka”ya ne oldu?!.

Bizim İlahımız gaddar bir İlah değil; sadece aklımızı kullanmadığımızda ve merhamet göstermediğimizde hiddetleniyor; hepsi bu!..

Hepsi bu!..

Merhamet…

Allahaşkınıza biraz merhamet…

Biraz merhamet…

2 yorum:

  1. Bu konuları birbirine bu şekilde bağlayabilecek - ki bu konuya bağlanabilecek daha binlerce olay sayılabilir bu gün- insan sayısı el parmaklarımı geçmeyek kadar azdır. Keşke bende yapabilseydim. Hepimiz bu sistemin birer parçası olmuşuz ve düzelmek adına yapabildiğimiz hiç bir şey yok. Bende kanser tedavisi yapan özel bir sağlık kuruluşunda çalışıyorum ve sık sık, beni kanser eden, o soruyla karşılaşıyorum: "işler nasıl?".
    Bu arada "yakılan" ormanları 2B diye satarken övünen ve sonra "derenin intikamı acı olur" diye konuşan yöneticilerimize de burdan selam ederim.
    Elinize sağlık Yılmaz Yunak.
    Caner Altunçekiç

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Caner Altunçekiç
    elbet bu insanlar çok az ama sizin gibi duyarlı insanlar da çok az.
    Yorumunuz için benim gibi ifade özürlüler adına teşekkür ederim.
    Richard Bach diye bi adam demiş ki:
    "Tırtılın; "DÜNYANIN SONU" dediğine,
    Usta; "KELEBEK" der."
    Şükürler olsun ki bizim ustamız da Türkiye nin sonunu bekleyenlere düşünen beyinlerin hala var olduğunu kanıtlayabiliyor.
    Z. Bakoğlu

    YanıtlaSil