25 Mayıs 2009 Pazartesi

Serbest Pazar Ekonomisinin Sefaleti, Aczi ve Kalleşliği

Halkımızın gözü aydın!..

Türkiye Odalar Ve Borsalar Birliği (TOBB) önderliğinde Türkiye’nin önde gelen sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu “Üreten Türkiye Platformu”, “Kriz varsa çare de var” seferberliği başlatmış!

“Eve kapanma, pazara çık!”

Bize böyle sesleniyorlar, krizin çaresi meğer buymuş: Eve kapanma pazara çık!..

Bu ahlâksızlıktır!

Katıksız ahlâksızlık!..

Evet bu, ahlâksızlıktır, katıksız ahlâksızlık; ama sorun, “ahlâka” nereden baktığınız meselesidir tabii; deniz dibindeki lüks yalılarınızın penceresinden mi, yoksa Sultanbeyli gecekondularının kırık dökük penceresinden mi!.. Yoksa… yoksa… kapitalizmin size sunduğu sahte ışıltıdan gözleriniz körleşmiş biçimde, her nasılsa başına geçtiğiniz sözde halkçı bir kuruluşun o klimayla serinletilmiş büyük odalardaki deri koltuklarından mı?!. (Bu, kitle örgütlerinin yöneticilerineydi, tabii.)

Örneğin iki erkeğin ilişkisi zamanımızda kimi toplumlarda ahlâksızlık olarak görülmektedir; ama bu durum, özellikle Sodom halkı açısından hiç de ahlâksız bir davranış değildi. Allah belalarını verdiğinde dahi sorunun ne olduğunu anlayamamışlardı, onları çaresizce uyarmakta olan Hz.Lut ile dalga geçmekle meşguldüler.

Bizimkiler de Türk halkı ile dalga geçmekle meşguller ve sayıları hiç de Sodom halkından aşağı değil:

TOOB
Hak-İş
Türk-İş
TESK
TİSK
Kamu-Sen
TİM
TÜSİAD
MÜSİAD

Ve Hürriyet Gazetesi’nin yazdığına göre, bunlara “tam destek sözü” veren… (Hürriyet, 23 Mayıs 2009)

Recep Tayyip Erdoğan
Deniz Baykal
Devlet Bahçeli

Hadi diğerlerini anlamak mümkün, ya Hak-İş’i, Kamu-Sen’i, Müsiad’ı ve Deniz Baykal’ı nasıl anlayacağız?!.

Diğerleri Hz.Adam Smith’e biat etmiş kimseler, onları anlamak mümkün; ama perişan durumdaki kamu işçilerini sözde savunmak için kurulan Kamu Sen’i, Müslüman kimliklerini ön plana çıkarmakta hiçbir fırsatı kaçırmayan Hak-İş’le Müsiad’ı ve en kahredici olanı, yani sosyal demokrat olduğunu iddia eden Deniz Baykal’ı nasıl anlayacağız?!.

Bu, ahlâksızlıktır derken amacım kimseye hakaret etmek falan değil. Değil, çünkü bunlar, sonradan liberalizmi keşfeden ve bu nedenle daha da arsızlaşmakta hiçbir beis görmeyen eski bir yoldaşım’ın şu iki paragrafına canı gönülden katıldıklarını her fırsatta beyan etmişlerdir. (İki paragrafı noktasına, virgülüne dahi dokunmadan veriyorum.)

“Unutmayalım ki eşit olmayan gelişme, kapitalizmin içinde taa başından beri vardır. Gelir dağılımı tablolarındaki eşitsizlik de öyle. Bu tablolarda ortaya çıkan farkın birkaç puan büyümesi işin özünü değiştirmez. Eğer bu ahlak dışı ise insanlık yüzlerce yıldır ahlaksız bir düzen içinde yaşıyor demektir. O zaman, kapitalist kârı hırsızlık olarak gören arkaik düşünceye geri dönmüş oluruz.

“Eğer bunu yapmayacaksak kabul etmek zorundayız ki, ekonomik süreçlere ekonomi dışı zorbalıklarla müdahale edilmedikçe bu süreçlerin sonunda ortaya çıkan tabloları ‘ahlaklı’ ya da ‘ahlaksız’ olarak nitelendirmek, bu sonuçların ‘suçlularından’ ya da ‘kurbanlarından’ sözetmek ekonominin mantığıyla çelişir. Ve ekonominin içine ahlakı zorla tepiştirmeye kalktınız mı da, ortaya çıkan şey zora dayandığı için açıkça ahlak dışı olan komuta ekonomisidir.”

Gördünüz mü?!.

Hadi bu çakma liberali bir kenara bırakalım da işi ustasından dinleyelim; bakın üstad ne diyor:

“… Klasik iktisat, tekelci olmayan bir serbest pazarın hem etkin, hem de uzun vadede herkesin çıkarına en iyi hizmet eden bir süreç olduğunu öngörüyordu. Kişilerin sınırsız bir mübadele özgürlüğü içinde kendi çıkarlarını geliştirmek üzere hareket ettikleri piyasa mekanizması, kendi çıkarını azamileştirmek isteyen bireyleri kastetmemiş olmasına rağmen, gizli bir el yardımıyla kamu yararının da gerçekleşmesini sağlar. Böyle bir ortamda herkesin çıkarları arasında bir uyum ortaya çıkar. Bu sürece dışarıdan yapılacak herhangi bir müdahale, sistemin tabiatında var olan özgürlük ve eşitliği ortadan kaldırır. Klasik iktisat basit, uyumlu ve yararlı bir tabii düzen (piyasa düzeni) öngörüyordu; bu düzen için ayrıca ahlâki bir gerekçe gösterilmesine, bunun aklî olarak haklılaştırılmaya çalışılmasına gerek yoktu.” (1)

Gördünüz mü?

Hz.Adam Smith insana bunları söylettiriyor işte; ve Türk halkıyla alay etmekten kaçınmayan yukarıda saydığım kişi ve kuruluşlara ek olarak Hak-İş, Kamu-Sen, Müsiad ve sosyal demokrat Deniz Baykal, işsizlikte tüm Cumhuriyet tarihinin rekorunun kırıldığı bu günlerde açlıktan nefesi kokan vatandaşlarına “Eve kapanma, artık pazara çık ve para harca, tüket, tüketime katıl!” diye seslenmekte hiçbir mahsur görmüyor!..

Bu ahlâksızlıktır!..

Bu, ciddi ölçülerde ahlâksızlıktır!..

Ahlâksızlığın bu kadarına Hz.Adam Smith bile rıza gösteremez çünkü ne de olsa kendisi bir peygamberdir; aldığı vahiylerin en önemli unsuru da bildiğiniz gibi “gizli el”dir, “ekonominin derinliklerinde gezinip duran ve herkesin çıkarına hizmet etmekle birlikte kapitalist kârı -ne halt demekse- maksimize etmek için didinip duran şu gizli el”!..

Şu anda saat 13.10 ve bulunduğum yerde öğle ezanı okunuyor; ve bu zalimlerin zulmünden tüm kalbimle Allah’a sığınmaktan başka çare göremiyorum ve iyi ki varsın Yarabbim demekten kendimi alamıyorum; iyi ki varsın ve tüm kalbimle iman ediyorum ki, o şaşmaz adaletin bir gün o veya bu biçimde mutlaka tecelli edecektir.

İçimi bu kadar derin derin çektiğime bakmayın; aslında bu zulme bir son vermenin Allah’ın müdahalesi dışında bir yolu daha var; ama bu fakir kırk yıldır sizi buna ikna edemedi; komünist işte ne olacak, deyip geçtiniz!..

Bu ahlâksızlıktır.

Diğerlerini bilmem, ama Müsiad ve Hak-iş için özellikle belirtiyorum; bu günahtır sevgili dostlarım, bu günahtır!..

Günahtır çünkü Nisa 75’e, aykırıdır, Nahl 71’e aykırıdır, Bakara 219’a aykırıdır, fakir fukara için vahyedilmiş 400 küsur ayete aykırıdır; ve bu durumda benim size hatırlatacağım tek ayet kalır ki o da Kafirun 6’dır!.. (2)

Kapitalist zihniyetin gözü öylesine dönmüş ve kazanç hırsı zaten dönmüş olan bu gözü öylesine kör etmiştir ki, hiçbir zaman peygamber seviyesine yükselemeyen ama hatırı sayılır bir mezhep kurucusu olarak kabul edilen John Maynard Keynes’i dahi görememektedir.

Su katılmamış bir kapitalist olan ama sanırım içinde bir parça vicdan taşıdığı için daha sağlıklı düşünebilen Hz.Keynes kabaca ve kısaca ne diyordu:

Devlet bütçesi, harcama yapabileceklerin herhangi bir nedenle bu harcamayı yapamamaları nedeniyle tıkanan piyasanın işlerlik kazanması için devreye sokulmalıdır. Üretim yüksek ama yukarıda zikredilen nedenlerle talep düşükse, devlet hemen devreye girmeli; ya vergileri düşürmeli, ya da kendi harcamalarını yapay bir şekilde artırmalı; böylece piyasaya sunulan taze para veya talebi yükseltecek düşük vergilerle piyasaya canlılık kazandırılmalı.

Katıldığım bir televizyon programında hemen sağımda oturan ve hırçınlığıma biraz da bozularak bana kibarca hitap eden o zamanki Müsiad’ın Başkanı Ali Bayramoğlu, fakir fukara için de bir sürü projeleri olduğunu ve Allah izin verirse hepsini devreye sokacaklarını söylemişti on yıl kadar önce. Şimdi AKP Milletvekili olan sayın Bayramoğlu’nun vicdanının sızladığından zerre kadar kuşku duymuyorum, ama siyaset yapmak böyle bir şey olsa gerek. Acı duyduğunda kederle yutkunacaksın ve gözlerini başka bir yere çevirip hiçbir şey olmamış gibi davranacaksın!

Sevgili Ali Bayramoğlu bu fakire kızıp dişlerini gıcırdatacağına, sakin bir köşeye çekilip, Rize’nin o Allah vergisi yeşillikleri içinde, uzun zamandır eline almaya fırsat bulamadığını sandığım Kuran’ı bir kez daha titizlikle hatim etmeli ve yokluk içinde çırpınıp duran bu halk için bir şeyler yapmalıdır; bu hem bir Müslüman olarak, hem de bu milletin bir vekili olarak onun görevidir!..

Deniz Baykal’a tavsiyem ise Sosyalist Enternasyonal zabıtlarını bir kez daha okumasıdır! Sosyal demokrasiye doğru döşenen o rafine yolda bu zabıtlara ne kadar ihtiyacı olduğu açıkça görülmektedir.

Bir sosyal demokrat bu iğrenç yönlendirmeye nasıl destek sözü verir sayın Baykal, sizin aklınızdan zorunuz mu var?!. On bir milyon işsizin bulunduğu ve ortalama gelir düzeyinin 500-600 lira civarında olan bir ülkede, açlıktan kırılan halka nasıl olur da eve kapanacağına pazara çık da para harca diyebilirsiniz; bu nasıl sosyal demokratlıktır!..

Bakın ne diyorlar: Türk ekonomisinin, büyük ölçüde iç pazarın canlılığına bağlı olduğunu belirten Rifat Hisarcıklıoğlu şöyle devam etti: “Pek çok sektörde fiyatlar aşağıya doğru gitti. Kriz, alım için bir dizi yeni fırsat ortaya çıkardı. Bu fırsatları dikkatle analiz etmeliyiz. Şimdi bilinçli tüketim zamanındayız. Fiyatlar düşükken ihtiyaçlarımızı karşılayalım.”

Ne demek istiyorsunuz sayın Hisarcıklıoğlu?

“Kriz, alım için bir dizi yeni fırsat ortaya çıkarttı.” Ne demek? Hangi fırsattan söz ediyorsunuz? Hem, pek çok sektörde fiyatlar nasıl oldu da aşağıya doğru gitti? Eskiden, yani fiyatlar aşağıya doğru gitmeden önce bu sektörler bizi kazıklıyorlar mıydı; bunu mu demek istiyorsunuz?!.

Bakın, liberal ekonomi, serbest Pazar ekonomisi nasıl acz içinde, bakın ne diyorlar:

“Sen işini kaybedince ben satış kaybediyorum.

“Bankaların da destek vereceği kampanya”da herkesin aynı geminin içinde olduğunu belirten Rifat Hisarcıklıoğlu, şunları dile getirdi. ‘Hiçbirimiz ayrı yerde değiliz. Sen işini kaybettiğinde ben satışımı kaybediyorum. Ben satışımı kaybettiğimde sen işini kaybediyorsun. Hepimiz birbirimize aynı zincirin halkaları gibi bağlıyız. Tüketiciye harcama kolaylığı getirecek çalışmalar devam ediyor.’” (Allah hepimizi bu çalışmalardan korusun inşallah! Y.Y. Ama bir önerimi de belirtmeden geçemeyeceğim. Örneğin bir Hac turu düzenlenebilir; adres, İskoçya’nın Fife eyaletinin Kirkcaldy şehri olabilir mesela. Çünkü peygamberiniz o müstesna şehirde dünyaya gelmiştir. Bu Hac turunda ciddi ölçüde kâr edeceğinizi garanti ederim; çünkü baksanıza, özellikle son zamanlarda, Hz.Adam Smith’e biat edenler ne kadar çoğaladı.)

Hayrola sayın Hisarcıklıoğlu; bugüne kadar zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar sadece bizlerdik sanıyordum; ne o, yoksa artık siz de bize mi katıldınız, siz de mi konünist oldunuz yoksa; ne oluyor öyle zincir mincir?!.

Hadi size son derece ahlâklı bir teklif: Hadi hepimiz tüm paramızı harcayalım, var mısınız? Ben 670 liralık emekli maaşımın hepsini harcayayım, siz de milyon dolarlarla ifade edilen tüm servetinizi harcayın; var mısınız?!.

Şakası bile ne kadar korkunç değil mi?!.

Son sözüm, samimi bir müslüman olduğuna hâlâ inanmak istediğim Ali Bayramoğlu’na; çünkü kendisi şu anda iktidar partisinin milletvekili…

Sevgili Bayramoğlu, Hazır Kuran’ı açmışken, Ahzab 72’yi (3) özellikle bir kez daha okumanızı rica edeceğim sizden; köşeye bir yere koyduğu üç kuruşluk cenaze parasına veya zor günlerde ele güne muhtaç olmamak için koluna taktığı üç-beş bileziğine göz dikilen bu halk tüm bu düzenbazlıkları hak ediyor mu sizce?!. Siz iktidardaki bir partinin milletvikilisiniz ve bu halk bir dahaki iktidara kadar size emanet edildi.

Evine kapanma, pazara çık!..

Vay canına sevgili dostlarım, vay canına!..

Müteahhitler tarafından sigorta edilmediği için, kanser olduğunda hiçbir hastaneye kabul edilmeyen yağlı boyacı rahmetli babam kadar fakir 30 milyon kişi, 11 milyon işsiz, 10 milyon civarında asgari ücretli, 20 milyon civarında dar gelirli…

Ve bir avuç mutlu azınlık (evet, komünist ağzı; bir itirazınız mı var?!.), kıt kanaat geçinen, hatta artık kıt kanaat bile geçinemeyen ama bunu kimseye belli etmemek için kan kustuklarında kızılcık şurubu içtik diyen koskoca bir kitlenin elde avuçta kalan son kuruşuna göz dikmiş!..

Bu ahlâksızlıktır.

Katıksız ahlâksızlık…

Bu, peygamber Hz.Adam Smith’in öğretisinin ahlâksızlığıdır!..

Bu, su katılmamış bir ahlâksızlıktır!..

Son olarak ve kaçınılmaz olarak tüm dostlarıma bir çift sözüm olacak:

İğne bize, çuvaldız başkalarına sevgili dostlarım; size söyleyeceğim son söz de Yunus 100 olacak.

Yunus 100 sevgili dostlarım, veciz mi veciz o Yunus 100!..(4)

Yoksa bu ızdırap hiç bitmeyecek!..


(1) Mustafa Erdoğan/Liberal Toplum-Liberal Siyaset/Siyasal Kitabevi
(2) Benim dinim bana, senin dinin sana.
(3) Biz emaneti göklere, yere, dağlara sunduk da onlar onu yüklenmekten kaçındılar, ondan ürktüler. İnsan ise çok zalim ve çok cahil olduğu halde onu yüklendi.
4) Biz pisliği aklını kulllanmayanların üzerine bırakırız!

20 Mayıs 2009 Çarşamba

ALLAH’IN ELÇİSİ YALAN MI SÖYLEMİŞTİ?!.




Herkes korku ve belli belirsiz bir tiksintiyle oradan sessizce uzaklaşırken, belki de anlaşılabilir bir insanî kaygıyla hiç belli etmemeye çalışarak birkaç adım yana çekilirken, o, avucunun içiyle cüzzamlı hastanın suratını okşuyordu. Kiminin kulağı düşmüştü, kiminin burnu; kiminin yanakları çökmüştü, kiminin alnı; ama o, Allah’ın yüreğine cömertçe yerleştirdiği merhamet duygusu ve Atatürk Cumhuriyetinin bilgiyle donanmış bir doktoru olarak hastaya dokunuyor ve olumlu elektriğini bu biçarelere sınırsızca sunmaktan geri kalmıyordu. O biliyordu ki, olumlu elektrik, içten bir gülümseme, sıcak bir dokunuş, yürekten kopup gelen bir merhamet, birçok hastalıkta bir ilaç kadar etkili olabiliyordu.

O, cüzzam konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından biriydi.

O bir profesör doktordu.

O bir kadındı.

O bir anneydi.

O Atatürkçü ve feminist olmakla övünen biriydi. Feminizmi erkek düşmanığı gibi görenlerin aksine, o, bu disiplini bir kadın hakları savunuculuğu olarak algılıyor, bu şekilde algılanması için gayret gösteriyordu.

O bir insandı.

Muhteşem bir insan…




Yanaklarındaki belli belirsiz fondöten ve dudaklarındaki belli belirsiz ruj, kendisine bakan insanların morali bozulmasın diyeydi.

Belki de hiç bilmediği şey, bu rujun kendisine ne kadar yakıştığıydı.

O muhteşem bir insandı, muhteşemdi…

Aldığı ödüller burada alt alta sıralansa, bu zavallı çalışma onlarca sayfa tutacak boyuta erişirdi. (Yüzlerce ödülden söz ediyoruz.)

39.000 öğrenciye burs verilmesinde görev almıştı ve en büyük ödül olarak bunu görüyordu.


On binlerce kız çocuğu onun sayesinde eğitim alıyordu.



(Tabii, birlikte çalıştığı arkadaşlarının da hakkı yenmemeliydi; onların da bu muazzam işte imzaları vardı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği çatısı altında toplanmış olağanüstü insanlardı bunlar. Diğer oluşumları burada yazmak yine sayfalarca bir çalışmayı gerektiriyordu. Hepsi olağanüstü insanlardı bunların; isimsiz kahramanlardı bunlar.)

Kendisini İslam’ın polisi olarak gören kimi zavallı ve hain ruhlar, bu muhteşem kadına iftira atmak için birbirleriyle yarışırken, o, bu kutsal uğraşısını sekteye uğratacak endişesiyle kimi günlerde kemoterapiyi bile reddediyordu.

Muhteşem bir kadındı o.

Muhteşem bir kadın…

Hastalara, öğrencilere, kadınlara, erkeklere, güçsüzlere öylesine hayrı dokunuyordu ki, sağında ve solunda oturmuş melekler zabıt tutmaktan yoruluyorlardı. (“Sağında ve solunda oturmuş melekler” Kuransal bir ifadedir.)

Hz.İsa’nın yanına sokulan bir adam “Ey Allah’ın oğlu! Kitapta yazan her şeyi yaptım. Göklerin Egemenliğine girmem için daha ne yapmam gerekir?” diye sorduğunda, Peygamber, “Tüm malını mülkünü yoksullara dağıt, sonra da peşimden gel.” diye cevaplamıştı adamı. İncil’e göre, adam Peygamberin yanından hüsranla ayrılmıştı, çünkü çok malı mülkü vardı. (“Allah’ın Oğlu” ifadesine katılmamız tabii ki mümkün değil.)

Ve bu muhteşem kadın, tüm malını mülkünü özelikle eğitim görmesi gereken kız çocukları ve çeşitli nedenlerle ızdırap çeken kadınlar için harcamakta hiç tereddüt etmiyordu.

İncil tabii ki Allah’ın kitabıydı, ama tahrif edilmişti. Yine de, yukarıda aktarılan bölüm hiç duraksamadan kabul edilebilirdi çünkü Kuran verileri bu alıntıyı destekliyordu. (Bakara 219 ve Nahl 71’i okuyabilir; hazır Kitabı açmışken Nisa 75’e de bakabilirsiniz. Nisa 75 konusunda özellikle uzun uzun düşünmenizi öneririm. Zalimler ve yardım talebinde bulunan zulüm görenler konusundaki bu ayet muhteşem bir ayettir, kelimenin tam anlamıyla muhteşem!)

Allah’ın Şerefli Elçisi, alemlere rahmet olarak gönderilen o müstesna Elçi bir gün “Ey Muhammed.” diye başlayan bir soruya muhatap olmuştu: “Ey Muhammed. Söylediğin her şeyi kabul ediyoruz ama Allah’ın rızasını kazanmak için daha ne yapmak gerektiğini bilmiyoruz. Lütfen bize bu konuda bir şeyler söyler misin?” (Bu hadis değişik biçimlerde ifade edilmektedir, ama genel olarak anlamı yukarıda okuduğunuz gibidir.)

Allah’ın Elçisi, Alemlere Rahmet olan o Büyük Ruh, hiç düşünmeden “Sizin en hayırlınız.” demişti merhamet dolu mübarek bir sesle; “Sizin en hayırlınız insanlara en çok hayrı dokunandır!”

“Sizin en hayırlınız insanlara en çok hayrı dokunandır!”

Bu fakirin daha önce birkaç kez belirttiği gibi, insan, Levhi Mahfuz’a canlı yayın yapan bir vericidir. “Levhi Mahfuz” diye isimlendirilen bu Göksel Bilgisayar insanın sadece fiil ve davranışlarını değil, niyetlerini dahi kayıt altına almaktadır. (Kaf 17-18)

Hiç kuşkusuz bunu en iyi bilen biri olan Elçi, bu sözleri söylerken bunun da kayıt altına alınacağını biliyordu ve tüm zamanların en veciz sözü olan bu sözü boşana söylememişti.

O muhteşem kadın belki de hiç farkında olmadan bu söz doğrultusunda kendini feda ederken, İslam’dan zerre kadar nasiplenmemiş olan kimi bahtsızlar bu müstesna kadına İslam adına iftira kampanyası düzenlemiş, bu kampanya doğrultusunda harıl harıl çalışmaktaydılar.

Nasıl bir aldanış içinde olduklarını asla bilemeyecek olan bu bahtsızlar, Allah’ın Elçisi’nin bu sözünü okuduklarında neler hissedecekler acaba!..

Onu sevenler müsterih olabilirler.

O harika bir kadındı.

Haika bir insan.

O bir profesör doktordu.

O tüm cüzzamlıların, tüm öğrencilerin, tüm kız çocuklarının ve zulme uğrayan tüm kadın ve erkeklerin annesiydi.
Türkan Saylan muhteşem bir kadındı…
Allah’ın o sonsuz/sınırsız merhametini bu “anne”den esirgemeyeceğinden zerre kadar kuşku duymuyorum.

Bunu en iyi Allah biliyordu; o muhteşem bir insandı.

Muhteşem bir insan…









Cennetteki mekanın mübarek olsun sevgili anne…

20/5/2009

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Namus

ZİMBABVE VE DÜM TEK TEK

Ne ilgisi var değil mi?!.

Şu anda ayrıntısını hatırlamıyorum; Birleşmiş Milletler de olabilir, Dünya Ticaret Örgütü de, bir başka emperyalist örgüt de… Kimilerine göre o can alıcı hatayı yapan “Ergenekoncu”, Robert Mugabe idi: Kendisine oturması için gösterilen masanın önünde “Rodezya” yazıyordu; bu şerefli ülkenin sömürge olduğu dönemlerde kulandığı isimdi bu… Ve Mugabe, bu siktiriboktan tabela değiştirilip ülkesinin şerefli ismi olan Zimbabve yazılmadan o masaya oturmamıştı!..

Şerefli adamdı, namuslu adam!..

Eli sıkılacak adamdı!..

Ve tabela değiştirilmişti!..

Bu okuduklarına itiraz edecek kimi uşak ruhlular, “Evet ama şu anda o ülkede çocuklar açlıktan sıçan yiyecek durumdalar, enflasyon % 190.000” gibi birtakım şeyler söyleyecekler ve büyük ihtimalle tüm bunlara neden olan Amerikan ve İngiliz ambargosundan, bu iki kancık ülkenin bu şerefli ülkeye uyguladığı insanlık dışı ambargodan hiç söz etmeyecekler ve ambargo başlamadan önce enflasyonun sadece % 7 olduğunu da özellikle telaffuz etmekten kalleşçe kaçınacaklardır.

Okuyucu bağışlasın yine tam olarak hatırlamıyorum, ama bu Şerefli Devlet hakkında aklımda kalan son birkaç bilgi kırıntısı da şöyle bir şey: Küresel güçlerin 8-9 yıl içinde bir ülkeyi nasıl çökerttiklerinin en iyi görülebildiği yer Zimbabve’dir. Ancak ne olursa olsun, Zimbabve asla tekrar sömürge olmayacaktır!.. (Bu son iki cümle, sanırım, Atatürkçü Düşünce Derneği Gençlik Forumu sayfasında okuduğum “Bir Ülke Nasıl Çökertilir” başlıklı yazıdan aklımda kalmış. Yanılıyorsam, bu iki cümlenin sahibinden özür dilerim.)

Bayrağındaki kırmızı renk “özgürlük için akan kanları” temsil ediyordu; aynen dünyanın en şerefli bayrağındaki kırmızı gibi, “şehit kanlarıyla, al kanlarla sulanmış Türk bayrağı” gibi!..

Ve son bir anı, sonra Düm Tek Tek’e geleceğiz: 25-30 yıl kadar önce devrimci marşlar söylediğimiz koromuzu ziyaret eden kara derili bir namus abidesi, bize çok sesli Zimbabve marşını söylettiğinde mutluluk ve heyecandan nasıl gözyaşı döktüğümü bugün gibi hatırlıyorum; muazzam bir marştı, müthiş bir marş... Yanılmıyorsam üç sesliydi ve birkaç saat içinde düzgün biçimde söyleyebilecek duruma geldiğimizde ortaya insanın ruhunu şırıl şırıl yıkayan bir ezgi çıkıyordu.

Muazzam bir marştı!

Namuslu, Şerefli, müzikalite açısından insanı heyecandan tir tir titreten bir marş!..

Bağımsızlık Marşıydı bu, dünyanın en şerefli marşı olan “Türk İstiklâl Marşı” gibi bir Bağımsızlık Marşı!..

Bu Namuslu ülkenin şu anki durumunu bilmiyorum; Allah’tan tek dileğim, bu Şeref abidesi ülkeye yardım etmesi, korkarım buna ihtiyaçları var; çünkü tohum ambargosu uygulayan İsrail ve ekonomik ambargo uygulayan Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin yanısıra, dünyanın yine tüm kancık gizli servisleri bu ülkeyle hâlâ uğraşıyor olmalılar. (“Kancık” nitelemesi için bu onurlu hayvandan özür dilemiyorum; çünkü bu onurlu hayvan, bu sözcükle kendisini kastetmediğimi, ne yazık ki bu sözcüğün tabii ki yanlış biçimde çağırıştırdığı o anlamı kastettiğimi biliyor!)

Tanrı bunların belâsını versin!..

Tanrı bunların bin kere belâsını versin inşallah!..

Yine başa dönüyoruz; ne ilgisi var, değil mi?!.

Örovizyon veya erovizyon (bu siktiriboktan sözcük nasıl yazılıyorsa artık) ile bir alıp veremediğimin olmadığını/olamayacağını bu fakiri tanıyanlar bilirler; tanımayanlar için söylüyorum, bu siktiriboktan yarışma ile, evet altını kalınca çiziyorum, bu siktiriboktan yarışma ile bir alıp veremediğim yok!

Alıp veremediğim mesele şerefli dilim, şerefli müziğim ve şerefli giyim kuşamım!..

Ülkem, bir müzik yarışmasına giriyor ve bu fakir dahil nüfusun %99’u, kendisine şarkıcı süsü veren hanımın(!) ne söylediğini anlayamıyor!..

Anlayamıyor; çünkü bu hanım(!) kızımız, emperyalistlerin siktiriboktan dilini kullanmakta hiçbir beis görmüyor!..

Müzik adamları, “düm tek tek” diye özetlenebilecek makamın, Türk halk müziğinde ve Türk sanat müziğinde olmadığını söylüyorlar; bizim müziğimizde böyle bir makam yok! Bu makam Arap müziğinde varmış!

Dilin empeyalist şerefsizlerin dili, makamın Arapların makamı! (Araplarla bir alıp veremediğim yok; dikkat ederseniz onları incitmekten özenle kaçınıyorum.)

Peki, kıyafetin?!.

Türk geleneğinde böyle bir kıyafet yok; götünü başını yeteri kadar ortaya koymakta bir hayli başarılı olan bu kıyafet(!) de Arap lumpenlerine ait!.. (Okuyucu, bu fakirin ağzını bozmaktan özenle kaçındığını, kazara böyle bir şey yapsa bile bir hayli sert bir editör olan Zerrin Bakoğlu’nun bunu engelleyeceğini bilir; ama bu kez ne yazık ki kaçınabilecek bir yer olmadığı gibi, kaçılabilecek bir yer de yok!)

Sana “hindi” diye hitap etmekten sadistçe zevk alan şerefsiz namussuzların olduğu bir dünyada; “Evet benim ismim ‘hindi’dir” diye salya sümük yaltaklanmakta zerre kadar beis görmeyen kimi çıkar çevrelerinin bundan marazi bir zevk aldıkları bir ülkede; emperyalistlerin dilinde şarkı söylemekten, Arap makamı ile müzik yapmaktan ve götünü başını göstermek için sefil kıyafetler giymekten kaçınmayan ve yarışma sonrasında her ne bok demekse “top dörtte” olmaktan mutluluk duyan bir şarkıcı bozuntusu!.. (Bu hanım(!) kızımız yarışmadan sonra böyle söylemişti: Kendisini başarılı buluyordu, çünkü top dörtteydi!..)

Ey zalim kader, ey kalleş kader, ey utanmaz arlanmaz kader!..

Ey emperyalizmin uygun gördüğü “Rodezya” tabelası değiştirilmeden o masaya oturmayan Şerefli Zimbabve Devlet Başkanı Mugabe ve ey şu siktiriboktan “Turkey/Hindi” nitelemesi için bir kez olsun ağzını açmayan Türk(!) devlet adamları(!) ve üç kuruşluk bir yarışma için tüm değerlerimizi satılığa çıkarmakta hiçbir sakınca görmeyen kalleş mi kalleş yetkililer!..

Yuh olsun hepinize, yazıklar olsun hepinize!..

Benim işim gençlik heyecanıyla ne yaptığının farkında bile olmayan bu şarkıcı(!) hanımla(!) değil; ben, bu hanım(!)a izin veren yetkililerin peşindeyim!.. (Bu cümle çok daha veciz bir biçimde kurulabilirdi tabii, ama dediğim gibi, Bakoğlu meselesi…)

Tam burada şu hatırlatmayı yapmakta fayda var tabii: Bir kısım sefiller çıkıp da, “Mugabe öyle yaptı, emperyalizme kafa tuttu ama bak ülkesi ne halde, biz de öyle mi olalım yani?” diye sefilleşebilir/namussuzlaşabilirler! Bunlardan ricam, Zerrin Bakoğlu’suz bir ortamda, benimle ikili temasa geçmeleri!..

Bir kısım dost da çıkıp, “İyi de ciğerim, komünist dünya görüşünün itelemesiyle empeyalizme yükleneceğine, bu mezalime katlanmakta hiçbir beis görmeyen, birtakım kişisel çıkarları için buna katlanan, hatta bu uğursuz nitelemeden marazi bir zevk alan kimi çevreleri neden hedef almıyorsun?!.” diye bana dostça çıkışabilir. Aslında işte tam olarak bunu yapmaya çalışıyorum sevgili dostum, işte tam olarak bunu yapmaya çalışıyorum. Meramımı yeteri kadar anlatamıyorsam, bu, kalemimin yeteri kadar kuvvetli olmamasındandır. Bu boktan şarkı yarışmasını konu etmemin nedeni, bunun güncel bir şey olması; yoksa asıl hedefim bu “Turkey” nitelemesini özellikle kullanan kimi Türk(!) çevreler ve bu cahil Türk(!) kızını bu yarışmaya gönderirken yüzleri hiç kızarmayan Türk(!) yetkililer!.. (Peki, neden böyle yapıyorlar? Çünkü para, makam, mevki, itibar gibi kimi çıldırtıcı çıkarlar bu ilahlardan geliyor; bu nedenle ilahların dilini kullanıyorlar! Bir diğer unsur da, burjuva güzeline benzeyeyim derken kenar mahalle dilberi konumuna düşme örneği… Kader işte, ne yaparsınız!)


Peki; namus, onur, erdem, haysiyet gibi kimi tanrısal kavramlar ne olacak? Bunlar ne yazık ki yükselmek için atılması gereken safra konumunda! Şairin dediği gibi, ört ki ölem!.. İlahlar ingilizce (amerikanca tabii, ingilizce lafın gelişi) konuşuyorlar; o halde, biz de ilahlar gibi konuşmalıyız; Türkçe de ne oluyor?!. İşte tam da bu nedenle, “ilk dört” gibi anlaşılır bir dil değil de, “top dört”!.. (Cahillik yapmayın, ilahlar “tap” diye telaffuz ediyorlar, “top” olur mu!)

Bu arada iki hatırlatma: Bir, yaşamım boyunca kimsenin kıyafetine karışmadım, benim itirazım, bana ait olmayan bir kıyafetle benim temsil edilmem; iki, insanların amerikanca öğrenmesine hiçbir itirazım olamaz tabii, çünkü bu uğursuzlarla mücadele edebilmek için tabii ki onların dilini bilmekte fayda var… Ama istediğin gibi giyinmekle, rezilce giyinmek farklı bir şey ve tabii amerikanca öğrenmekle ilahlar gibi konuşmaya çalışırken rezil olmak farklı bir şey!..

Daha önce bir kez söz etmiştim: İki Türk futbol takımı, sanırım Ali Sami Yen Stadı’nda hazırlık karşılaşması yapıyordu ve takım kaptanlarının pazubandında “Captain”, gazetecilerin göğsünde de yine sanırım “Turkey Press” veya buna benzer siktiriboktan bir şey yazıyordu!.. Türkiye’de yapılan bir karşılaşma, üstelik bir hazırlık karşılaşması(yani UEFA falan yok işin içinde) iki Türk futbol takımı ve takım kaptanlarının kolundaki siktiriboktan bez parçasında, kalleş ve kancık bez parçasında, rezil bez parçasında “Captain” yazıyor!..

Ey zalım kader, ey kalleş kader, ey utanmaz kader; sana da binlerce kere yuh olsun birader, sana da binlerce kere yuh olsun!..

Ey Şeref, ey Namus, ey Haysiyet!

Neredesin babam, neredesin?!.


Not 1: Namus abidesi Türkân Saylan Hoca’yı bu sabaha karşı kaybettik. Türk halkının başı sağolsun. Allah’ın bu şerefli Türk kadınına rahmet eyleyeceğinden hiç kuşku duymuyorum…

Not 2: Ey yetkililer, ey iş adamları, ey Devlet adamları! Hadi bu tarihe çentik atma fırsatını kaçırmayın, bir namus örneği verin de bu fakir gözleri açık gitmesin; tabii, bu saydıklarımdan Türkiye’de kaldıysa!..

Not 3: Of Tanrım of!.. Sadece bu kadar; of Tanrım, of!..