18 Mayıs 2009 Pazartesi

Namus

ZİMBABVE VE DÜM TEK TEK

Ne ilgisi var değil mi?!.

Şu anda ayrıntısını hatırlamıyorum; Birleşmiş Milletler de olabilir, Dünya Ticaret Örgütü de, bir başka emperyalist örgüt de… Kimilerine göre o can alıcı hatayı yapan “Ergenekoncu”, Robert Mugabe idi: Kendisine oturması için gösterilen masanın önünde “Rodezya” yazıyordu; bu şerefli ülkenin sömürge olduğu dönemlerde kulandığı isimdi bu… Ve Mugabe, bu siktiriboktan tabela değiştirilip ülkesinin şerefli ismi olan Zimbabve yazılmadan o masaya oturmamıştı!..

Şerefli adamdı, namuslu adam!..

Eli sıkılacak adamdı!..

Ve tabela değiştirilmişti!..

Bu okuduklarına itiraz edecek kimi uşak ruhlular, “Evet ama şu anda o ülkede çocuklar açlıktan sıçan yiyecek durumdalar, enflasyon % 190.000” gibi birtakım şeyler söyleyecekler ve büyük ihtimalle tüm bunlara neden olan Amerikan ve İngiliz ambargosundan, bu iki kancık ülkenin bu şerefli ülkeye uyguladığı insanlık dışı ambargodan hiç söz etmeyecekler ve ambargo başlamadan önce enflasyonun sadece % 7 olduğunu da özellikle telaffuz etmekten kalleşçe kaçınacaklardır.

Okuyucu bağışlasın yine tam olarak hatırlamıyorum, ama bu Şerefli Devlet hakkında aklımda kalan son birkaç bilgi kırıntısı da şöyle bir şey: Küresel güçlerin 8-9 yıl içinde bir ülkeyi nasıl çökerttiklerinin en iyi görülebildiği yer Zimbabve’dir. Ancak ne olursa olsun, Zimbabve asla tekrar sömürge olmayacaktır!.. (Bu son iki cümle, sanırım, Atatürkçü Düşünce Derneği Gençlik Forumu sayfasında okuduğum “Bir Ülke Nasıl Çökertilir” başlıklı yazıdan aklımda kalmış. Yanılıyorsam, bu iki cümlenin sahibinden özür dilerim.)

Bayrağındaki kırmızı renk “özgürlük için akan kanları” temsil ediyordu; aynen dünyanın en şerefli bayrağındaki kırmızı gibi, “şehit kanlarıyla, al kanlarla sulanmış Türk bayrağı” gibi!..

Ve son bir anı, sonra Düm Tek Tek’e geleceğiz: 25-30 yıl kadar önce devrimci marşlar söylediğimiz koromuzu ziyaret eden kara derili bir namus abidesi, bize çok sesli Zimbabve marşını söylettiğinde mutluluk ve heyecandan nasıl gözyaşı döktüğümü bugün gibi hatırlıyorum; muazzam bir marştı, müthiş bir marş... Yanılmıyorsam üç sesliydi ve birkaç saat içinde düzgün biçimde söyleyebilecek duruma geldiğimizde ortaya insanın ruhunu şırıl şırıl yıkayan bir ezgi çıkıyordu.

Muazzam bir marştı!

Namuslu, Şerefli, müzikalite açısından insanı heyecandan tir tir titreten bir marş!..

Bağımsızlık Marşıydı bu, dünyanın en şerefli marşı olan “Türk İstiklâl Marşı” gibi bir Bağımsızlık Marşı!..

Bu Namuslu ülkenin şu anki durumunu bilmiyorum; Allah’tan tek dileğim, bu Şeref abidesi ülkeye yardım etmesi, korkarım buna ihtiyaçları var; çünkü tohum ambargosu uygulayan İsrail ve ekonomik ambargo uygulayan Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’nin yanısıra, dünyanın yine tüm kancık gizli servisleri bu ülkeyle hâlâ uğraşıyor olmalılar. (“Kancık” nitelemesi için bu onurlu hayvandan özür dilemiyorum; çünkü bu onurlu hayvan, bu sözcükle kendisini kastetmediğimi, ne yazık ki bu sözcüğün tabii ki yanlış biçimde çağırıştırdığı o anlamı kastettiğimi biliyor!)

Tanrı bunların belâsını versin!..

Tanrı bunların bin kere belâsını versin inşallah!..

Yine başa dönüyoruz; ne ilgisi var, değil mi?!.

Örovizyon veya erovizyon (bu siktiriboktan sözcük nasıl yazılıyorsa artık) ile bir alıp veremediğimin olmadığını/olamayacağını bu fakiri tanıyanlar bilirler; tanımayanlar için söylüyorum, bu siktiriboktan yarışma ile, evet altını kalınca çiziyorum, bu siktiriboktan yarışma ile bir alıp veremediğim yok!

Alıp veremediğim mesele şerefli dilim, şerefli müziğim ve şerefli giyim kuşamım!..

Ülkem, bir müzik yarışmasına giriyor ve bu fakir dahil nüfusun %99’u, kendisine şarkıcı süsü veren hanımın(!) ne söylediğini anlayamıyor!..

Anlayamıyor; çünkü bu hanım(!) kızımız, emperyalistlerin siktiriboktan dilini kullanmakta hiçbir beis görmüyor!..

Müzik adamları, “düm tek tek” diye özetlenebilecek makamın, Türk halk müziğinde ve Türk sanat müziğinde olmadığını söylüyorlar; bizim müziğimizde böyle bir makam yok! Bu makam Arap müziğinde varmış!

Dilin empeyalist şerefsizlerin dili, makamın Arapların makamı! (Araplarla bir alıp veremediğim yok; dikkat ederseniz onları incitmekten özenle kaçınıyorum.)

Peki, kıyafetin?!.

Türk geleneğinde böyle bir kıyafet yok; götünü başını yeteri kadar ortaya koymakta bir hayli başarılı olan bu kıyafet(!) de Arap lumpenlerine ait!.. (Okuyucu, bu fakirin ağzını bozmaktan özenle kaçındığını, kazara böyle bir şey yapsa bile bir hayli sert bir editör olan Zerrin Bakoğlu’nun bunu engelleyeceğini bilir; ama bu kez ne yazık ki kaçınabilecek bir yer olmadığı gibi, kaçılabilecek bir yer de yok!)

Sana “hindi” diye hitap etmekten sadistçe zevk alan şerefsiz namussuzların olduğu bir dünyada; “Evet benim ismim ‘hindi’dir” diye salya sümük yaltaklanmakta zerre kadar beis görmeyen kimi çıkar çevrelerinin bundan marazi bir zevk aldıkları bir ülkede; emperyalistlerin dilinde şarkı söylemekten, Arap makamı ile müzik yapmaktan ve götünü başını göstermek için sefil kıyafetler giymekten kaçınmayan ve yarışma sonrasında her ne bok demekse “top dörtte” olmaktan mutluluk duyan bir şarkıcı bozuntusu!.. (Bu hanım(!) kızımız yarışmadan sonra böyle söylemişti: Kendisini başarılı buluyordu, çünkü top dörtteydi!..)

Ey zalim kader, ey kalleş kader, ey utanmaz arlanmaz kader!..

Ey emperyalizmin uygun gördüğü “Rodezya” tabelası değiştirilmeden o masaya oturmayan Şerefli Zimbabve Devlet Başkanı Mugabe ve ey şu siktiriboktan “Turkey/Hindi” nitelemesi için bir kez olsun ağzını açmayan Türk(!) devlet adamları(!) ve üç kuruşluk bir yarışma için tüm değerlerimizi satılığa çıkarmakta hiçbir sakınca görmeyen kalleş mi kalleş yetkililer!..

Yuh olsun hepinize, yazıklar olsun hepinize!..

Benim işim gençlik heyecanıyla ne yaptığının farkında bile olmayan bu şarkıcı(!) hanımla(!) değil; ben, bu hanım(!)a izin veren yetkililerin peşindeyim!.. (Bu cümle çok daha veciz bir biçimde kurulabilirdi tabii, ama dediğim gibi, Bakoğlu meselesi…)

Tam burada şu hatırlatmayı yapmakta fayda var tabii: Bir kısım sefiller çıkıp da, “Mugabe öyle yaptı, emperyalizme kafa tuttu ama bak ülkesi ne halde, biz de öyle mi olalım yani?” diye sefilleşebilir/namussuzlaşabilirler! Bunlardan ricam, Zerrin Bakoğlu’suz bir ortamda, benimle ikili temasa geçmeleri!..

Bir kısım dost da çıkıp, “İyi de ciğerim, komünist dünya görüşünün itelemesiyle empeyalizme yükleneceğine, bu mezalime katlanmakta hiçbir beis görmeyen, birtakım kişisel çıkarları için buna katlanan, hatta bu uğursuz nitelemeden marazi bir zevk alan kimi çevreleri neden hedef almıyorsun?!.” diye bana dostça çıkışabilir. Aslında işte tam olarak bunu yapmaya çalışıyorum sevgili dostum, işte tam olarak bunu yapmaya çalışıyorum. Meramımı yeteri kadar anlatamıyorsam, bu, kalemimin yeteri kadar kuvvetli olmamasındandır. Bu boktan şarkı yarışmasını konu etmemin nedeni, bunun güncel bir şey olması; yoksa asıl hedefim bu “Turkey” nitelemesini özellikle kullanan kimi Türk(!) çevreler ve bu cahil Türk(!) kızını bu yarışmaya gönderirken yüzleri hiç kızarmayan Türk(!) yetkililer!.. (Peki, neden böyle yapıyorlar? Çünkü para, makam, mevki, itibar gibi kimi çıldırtıcı çıkarlar bu ilahlardan geliyor; bu nedenle ilahların dilini kullanıyorlar! Bir diğer unsur da, burjuva güzeline benzeyeyim derken kenar mahalle dilberi konumuna düşme örneği… Kader işte, ne yaparsınız!)


Peki; namus, onur, erdem, haysiyet gibi kimi tanrısal kavramlar ne olacak? Bunlar ne yazık ki yükselmek için atılması gereken safra konumunda! Şairin dediği gibi, ört ki ölem!.. İlahlar ingilizce (amerikanca tabii, ingilizce lafın gelişi) konuşuyorlar; o halde, biz de ilahlar gibi konuşmalıyız; Türkçe de ne oluyor?!. İşte tam da bu nedenle, “ilk dört” gibi anlaşılır bir dil değil de, “top dört”!.. (Cahillik yapmayın, ilahlar “tap” diye telaffuz ediyorlar, “top” olur mu!)

Bu arada iki hatırlatma: Bir, yaşamım boyunca kimsenin kıyafetine karışmadım, benim itirazım, bana ait olmayan bir kıyafetle benim temsil edilmem; iki, insanların amerikanca öğrenmesine hiçbir itirazım olamaz tabii, çünkü bu uğursuzlarla mücadele edebilmek için tabii ki onların dilini bilmekte fayda var… Ama istediğin gibi giyinmekle, rezilce giyinmek farklı bir şey ve tabii amerikanca öğrenmekle ilahlar gibi konuşmaya çalışırken rezil olmak farklı bir şey!..

Daha önce bir kez söz etmiştim: İki Türk futbol takımı, sanırım Ali Sami Yen Stadı’nda hazırlık karşılaşması yapıyordu ve takım kaptanlarının pazubandında “Captain”, gazetecilerin göğsünde de yine sanırım “Turkey Press” veya buna benzer siktiriboktan bir şey yazıyordu!.. Türkiye’de yapılan bir karşılaşma, üstelik bir hazırlık karşılaşması(yani UEFA falan yok işin içinde) iki Türk futbol takımı ve takım kaptanlarının kolundaki siktiriboktan bez parçasında, kalleş ve kancık bez parçasında, rezil bez parçasında “Captain” yazıyor!..

Ey zalım kader, ey kalleş kader, ey utanmaz kader; sana da binlerce kere yuh olsun birader, sana da binlerce kere yuh olsun!..

Ey Şeref, ey Namus, ey Haysiyet!

Neredesin babam, neredesin?!.


Not 1: Namus abidesi Türkân Saylan Hoca’yı bu sabaha karşı kaybettik. Türk halkının başı sağolsun. Allah’ın bu şerefli Türk kadınına rahmet eyleyeceğinden hiç kuşku duymuyorum…

Not 2: Ey yetkililer, ey iş adamları, ey Devlet adamları! Hadi bu tarihe çentik atma fırsatını kaçırmayın, bir namus örneği verin de bu fakir gözleri açık gitmesin; tabii, bu saydıklarımdan Türkiye’de kaldıysa!..

Not 3: Of Tanrım of!.. Sadece bu kadar; of Tanrım, of!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder