14 Haziran 2009 Pazar

Sevgi

Önce gözlerini gördüm; bana bakıyordu…
Bana bakıyordu.
Sonra… Sonra o gözlerden içeri doğru çekildiğimi hissettim; karşı konulamaz bir çekim gücüne kapılmış, çekildikçe çekiliyordum.
Çekiliyordum…
Çekiliyordum…
Derinden gelen o gizemli uğultunun girdabında yitip gitmeye başladığım anda birkaç şey daha oldu: Önce o gözler hariç tüm cisimler, hatta tüm madde silinmeye başladı; derinliklerimden bir yerden kopup tüm vücudumu saran o ılıklık hissi, o güne dek hiç işitmediğim tanrısal bir melodi eşliğinde Kozmos’a yayılmaya başladı. Engin kozmik boşlukta hiçbir şey yoktu artık; o betimlenemez ılıklık, o tanrısal müzik ve o gözler dışında…
Belli belirsiz bir ürperti eşliğinde neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, o gözlerde O’nu gördüm birden; gözlerimin içine yoğun anlamlar çağrıştıran bir gizemle süslenmiş, derin bir merhamet ve sevgiyle bakıyordu.
Tanrı’ydı bu; O’ydu…
Milyarlarca yıldır yoğunlaşarak madde halini alan enerji eski haline dönmüştü; üçümüz, ivmesini giderek artıran bir vakum içinde, bir enerji yumağı oluşturmuş, çılgınca dönüp duruyorduk: Ben, o ve O… Zaman kaybolup gitmişti, mekân da…
Sonra bir şeyler değişmeye başladı; yavaş yavaş, ama belirgin bir biçimde… Bir şeyler oluyordu; henüz tanımlayamadığım bir şeyler…
İçinde çılgınca dönüp durduğumuz sıfır hacimli ve sonsuz yoğunlukta o noktacık patlamıştı; patlamayla oluşan ve betimlemek için kelimelerin yetersiz kalacağı bir parlaklık eşliğinde hiçliği istila etmeye başlayan ışın demeti saniyeler içinde soğuyarak maddeleşmeye başlamıştı. Aynı anda, anlaşılamayan bir şey daha olmuştu: Birbirinden kopuk, birbirinden bağımsız “an” parçacıkları arka arkaya dizilmeye başlamış ve belirgin bir akıcılık kazanmıştı; “zaman” oluşuyordu…
Zaman…
Birkaç saniye içinde ısı bir milyar dereceye indi. Madde yığınları artık matematik bir disiplinle bir araya geliyor ve belirli bölgelerde öbek öbek birikiyordu.
Sonrası çok daha çabuk gelişti…
Galaksiler…
Nispeten kenarlarda bir yerde, yine nispeten küçük bir galaksi… Kenar mahallelerden birinde bir yıldız… Uyduları oluşuyor… Mavi bir küre… Mavi, giderek yeşile dönüşüyor; mavi-yeşil artık… Ve mavi küre bir uydu yakalıyor… Mavi kesimlerde, bu küçük uydunun çekim gücünden kaynaklanan gel-gitler başlıyor… Okyanuslarda ilk mikro organizmalar… Mavi-yeşil algler… Mucize… Yaşam… Bitkiler… Fotosentez ve oksijen… Koruyucu bir tabaka oluşuyor; ozon… Okyanuslar cıvıl cıvıl artık; her tarafta çeşitli büyüklükte balıklar cirit atıyor. Gel-gitler yaşamı karaya taşıyor. İlk amfibik yaratıklar; hem denizde, hem karadalar… Mavi-yeşil küre cıvıl cıvıl artık; her taraftan yaşam fışkırıyor. Dev yaratıklar… Bir göktaşı… Çarpıyor… Yoğun bir toz tabakası… Güneş ışınları bu tabakayı delemiyor; her yer karanlık… Karanlık… Dinozorlar ve diğer canlılar birer birer yok oluyor… Uzunca bir süre her yer sessiz artık… Ve bir süre sonra her şey normale dönüyor… Her yer yine cıvıl cıvıl…
Ve aniden bir Nefes kaplıyor ortalığı; Tanrısal bir Nefes…
Otoriter bir ses, “Susun!” diyor meleklere, “Susun!.. Ben, sizin bilmediklerinizi bilmekteyim. Ona bir şans daha vereceğim; o özel bir tür, o buna layık!..”
Nefes, ayakları üzerinde dik yürüyebilen o özel canlının içine doğru akıyor bir kez daha… Daha önce kendisine verilen şansı kullanamayan yaratık, bu Nefesle bir kez daha ödüllendiriliyor; belki de son bir kez sınanmak üzere ödüllendirildiğini bilmeden; hiç bilemeden…
İlk aletler… Taş balta… Çakmak taşı… Ok ve yay… Ortak mülkiyet… Komünist bir paylaşım. Çok sonraları yaşayacak olan bir düşünürün dediği gibi: Yârin yanağındaki ben hariç her şey ortak…
Göçebelikten, avcı-toplayıcılıktan yerleşik düzene geçiş… İlk tarım…
Ve mülkiyet hırsı… Her türlü aşkın duyguyu yerle bir etmek pahasına mülkiyet hırsı… Savaşlar… Köleler… Cinayetler… Habiller’e karşılık, Kabiller!..
Servet…
Servet ve bunu depolama; hırsla, marazi bir tutkuyla, çılgınca ve herkese, her şeye rağmen depolama arzusu…
Sanayi devrimi… Buhar gücü… Makineler… Ve giderek, makine yapabilen makineler… Doğal kaynakların talanı… Ve kaçınılmaz tüketim ekonomisi…
Emperyalizm…
“Servet”in inanılmaz boyutlara yükselişi…
Hainlikler, rezillikler, namussuzluklar…
Çarpık kültürün genetik soysuzluğu: Daha fazlasına sahip olmalıyım, daha fazlasına, daha fazlasına!.. Daha fazla tüketmeliyim, daha fazla, daha fazla!..
Artık sözlüklerden çoktan silinen bir sözcük: Merhamet…
Rekabet… Rekabet… Rekabet…
Stres… Depresyon, depresyon, depresyon… Ve acz tabii…
Yoğun bir acz…
Herkes düşman!.. Herkes düşman!.. Herkes düşman!..
Yalnızlık… Yoğun bir yalnızlık… Yoğun kalabalıklar içinde, yoğun mu yoğun bir yalnızlık…
Ve tam o anda, o bir çift göz…
Bana bakıyor… Sadece bakmıyor, görüyor da beni… Görüyor…
Ve birden her şey anlam kazanıyor; o bir çift gözün içinden bir başka bir çift göz fısıldıyor kulağıma; bakarken fısıldıyor ve fısıltı tüm ruhumu bir baştan bir başa yıkayıp, temizleyip, arındırıp yerleşiyor içime:
O betimlenemez ılıklık ve o tanrısal müzik tekrar ortaya çıkıyor.
Bak, diyor, o kozmik göz, Bak!.. Bak ve gör! Her şey, tek şey bu! Gerisi sahte, gerisi yapay, gerisi deneme aracı!.. Her şey bu! Tek şey bu!..
Hiçbir şey göründüğü gibi değil; hiçbir şey göründüğü kadar kötü değil… Sev onu… Onu sev… Buna “sevgi” diyorsunuz… Sev onu… Sev onu ve Ben’i gör onda… Ruhun merhametle dolsun…
Ona “sevgi” diyorsunuz, ona “sevgi” diyorsunuz… Onu sev… Sev onu ve beni gör onda… Ben ondayım, ben sendeyim, ben her yerdeyim.
Sev onu ve beni gör onda!..
On altı milyar yıldır bunun için var ediyorum her şeyi; sana şans üzerine şans sunmam hep bu yüzden… Çok fazla zamanın kalmadı artık, çok fazla zaman yok… Sev onu ve beni gör onda…
Sev onu…
Sev onu ve “her şey”i anla; için merhametle dolsun.
Merhamet.
Sev onu ve için merhamet dolsun; böylelikle her şeyi sevecek, her şeye merhamet gösterecek, her şeyi “görecek”, mevcudiyetin sırrına vakıf olacaksın…
Sev onu ve gör beni… Beni gör… Gör beni…
Çünkü… Çünkü bu son şansın; bu, sana verdiğim son şans!..
Azarlayarak susturduğum meleklere kulak ver; “Orada kan dökecek, merhametsizlikler yapacak birini mi halife kılıyorsun!” diye sitem etmişlerdi. Onları nasıl susturduğumu hatırla ve bari bu son şansını iyi kullan!.. Merhamet göster, saygı göster, sev…
Sev onu!..
Tek olan bu; gerisi yapay, gerisi geçici, gerisi sahte!..
Sevgi…
Merhamet…
Bilinç…
Sevgi, merhamet ve bilinç…
Ruhunu rafine edecek olan bu; “diğer taraf”ta, “esas yaşam”da seni var edecek olan, kalıcı kılacak olan, ölümsüz kılacak olan işte bu üçlü…
Sevgi, merhamet ve bilinç…
Sev onu…
Sev…
İçin merhamet dolsun…
Ve bilincini kullan, bunun üzerinde düşün.
Düşün…
Düşün…
Düşün…

12/6/2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder