14 Ekim 2009 Çarşamba

Geldim Annem

Onu gördüm.

Saf sevgiyi.

Katışıksız, çıkarsız, lekesiz, hesap kitapsız…

Kozmik sevgiyi.

Tanrısal sevgiyi…

Ne binbir hesaplı arka plan içeren riyakâr Ermeni Açılımı vardı orada, ne emperyalizm tarafından dayatılan sözde Demokratik Açılım, ne de katillerin reisine alçakça sunulan Nobel Barış Ödülü…

Saf bir sevgi vardı, katışıksız, lekesiz, hesapsız kitapsız…

İktisadi liberalizmin bencillik abidesi-hüzün abidesi “gizli el”i görünmüyordu ortalıkta, kucağına aldığı çocuğa sahte bir sevgiyle sarılan devlet adamını fotoğraflayan gazeteci ya da dağıtacağı erzak paketlerini görüntületmek için o riyakâr tarafından özellikle davet edilen televizyoncu…

Orman, kendi sakinlerinin çıkardığı seslerin armonisi içinde tedirgince nefes alıp veriyor, gökyüzü bu tılsımlı anın dağılmasını önlemek istercesine her yana özenle kol kanat geriyor, kelebek kanat çırpmayı bırakmış, derin bir farkındalık şuuru içinde “zamanı” izliyordu.

“Geldim annem…” diyordu genç kadın, gözlerinden akan yaşlar çenesinden ormanın bağrına birer birer damlarken…

“Geldim annem…”

Ben bilmiyordum, o devlet adamı, o gazeteci, o televizyoncu, o iktisatçı, Obama’ya Nobel ödülünü layık gören kurum da bilmiyordu bunu; çünkü kısıtlı idrakle malûl zihnimiz, sistem tarafından durmaksızın sefilleştirilen çıkar ve rekabet peşindeki bencil egolarımızın sürekli saldırıları sonucunda daha da malûlleşmiş, merhameti ve paylaşımı dramatik bir hırsla söküp atmıştı fıtratından. Fıtrat katledilmiş, çıkarcı cahil egoların irin kokulu zindanlarında prangalandığı yerde çürümeye terk edilmişti.

“Geldim annem…” diye bildirimde bulunan o genç kadının o kutsal gözyaşları bütünün bir parçasıydı ve “parça, bağrında bütünün tüm bilgisini barındırır” gerçeği doğrultusunda, bütünden süzülen tüm merhameti o ormana sınırsızca sunuyor; kozmik merhametin tüm bereketini yine bütünün bir parçası olan o ormanla paylaşmaktan, bereketi tüm orman sathına usta bir ziraatçı gibi tohumlamaktan geri kalmıyordu.

Saf bir sevgi hakimdi ortama, hesapsız, sınırsız bir merhametle bezenmiş katışıksız, saf bir sevgi…

Yine hiçbirimiz bilmiyorduk ki, bunca çirkinliğe rağmen dünya hâlâ ayakta kalabiliyorsa, bu merhamet tohumlayıcıları tarafından ayakta kalabiliyordu.

“Geldim annem…” diye inliyordu genç kadın; ve bilimin zirvesinde olduğumuz bu çağda her ne kadar inandırıcı gelmese de, bilimsel olmasa da, işte dünya tam da bu iki kelime sayesinde hâlâ ayakta kalabiliyordu.

“Geldim annem…”

Belediye tarafından kendileri için artık kısır sayılabilecek, yeteneklerini yitirdikleri için beslenme imkânı sunmayan Beykoz’daki o ormana atılan yüzlerce köpek, merhamet elçilerinin Levhi Mahfuz’dan ödünç alıp getirdiği yemekleri bir an önce yemenin sevinç ve telaşı içinde kuyruk sallayıp şükranlarını dile getirirken, o ve o bir kenara çekilmişler, on altı milyar yıllık derin hatıralar eşliğinde öylece bakışıyorlardı.

Gördüm.

Buluşmanın o mistik büyüsü içinde onlar beni görmediler, ama ben onları gördüm…

Üzerinde kot pantolon ve mavi bir tişört bulunan genç kadın yere diz çökmüş ağlarken, o büyük köpek kocaman pençelerini kadının omuzlarına koymuş, onun gözyaşlarını öpüyordu.

Öpüşüyorlardı.

On altı milyar yıllık bir hasretle öpüşüyor, kucaklaşıyor, bütünleşiyorlardı.

Irak’ta, Vietnam’da, Kamboçya’da parçalanan çocuklar; Hiroşima ve Nagazaki’de kavrulan yaşlılar; bu inanılmaz bereketli cennet Arz’da “uygar Batı’daki” çiftçilere birtakım kotalar konurken Afrika’da açlıktan ölen kara derili biçareler; Sivas’ta olduğu gibi, dünyanın dört bir tarafında din ve mezhep taassubu nedeniyle diri diri yakılan masumlar; acımasız ekonomik sistemler nedeniyle, aç kalmamak, sefalete düşmemek, namerde muhtaç olmamak için bir ömür boyunca çılgın gibi didinip durmaktan nasıl olağanüstü bir serüven içinde yaşadıklarının farkında bile olamadan yitip gittiklerini artık acı biçimde kavramış olan kırgın garip gureba; din, dil, deri ve benzeri önemsiz farklılıklar nedeniyle birbirlerini nasıl anlamsızca boğazladıklarının artık tam olarak bilincinde olan mahzun ruhlar; paylaşmak dururken, her şeye sahip olmak için bütüne, aslında kendine ait olan parçalara hayasızca zulmettiklerini artık acı bir biçimde kavramış olan pişmanlık dolu benlikler, Maun Suresi damgalı riyakâr biçareler…

Levhi Mahfuz görevlileri de dahil, herkes, hepsi oradaydı ve benimle birlikte o genç kadını ve o genç kadının gözyaşlarını saf bir sevgiyle öpen o kocaman köpeği izliyordu huşu içinde.

“Geldim annem…” diye inliyor, ağlıyor, “beyan ediyordu” genç kadın.

Köpeğin gözlerinin içine merhamete bulanmış saf bir sevgiyle bakarken, “Geldim annem…” diye mırıldanıyordu Kâinat’a

“Geldim annem…”

“Geldim…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder