31 Temmuz 2010 Cumartesi

İftira

Otuzlu yaşların başında, mimiklerinden saflık-temizlik akan biriydi. Yüzümdeki tevekkül ses tonuna pek yansımamış gibi görünüyordu. “Bunların hepsinin başına sıkacaksın kurşunu!” diye kin ve nefret kusuyordu. “Hepsi PKK’lı bunların!”

Bu mimiklerle bu denli yoğun kin aksettiren ses tonunun nasıl uyuştuğunu anlayamadığım için, dikiz aynasından görebildiğim kadarıyla çocuğun yüz hatlarını bir kez daha inceleme gereğini duydum. Ve birkaç saniye içinde, bu Karadenizli çocuğun samimi olduğuna kanaat getirdim; propogandayla, ajitasyonla falan ilgisi yoktu; hatta muhtemelen bu terimlerin ne anlana geldiğini bile bilmiyordu.

Sultanahmet’e, yayıncıya gidiyorduk ve ben bu tip yolculuklarımın tümünde olduğu gibi yine alabildiğine dalgındım; ne dediğini pek anlayamamıştım. “Kimden söz ediyorsun ciğerim?” diye sordum.

Köprüyü geçmiş, Beşiktaş’a doğru iniyorduk. Direksiyonu hafif sağa kırıp orta şeride geçerken, “Bu komutanlardan!” diye vurguladı. “Hepsi vatan haini bunların!”

Bazen, hiç olmayacak bir şey duyduğunuzda inanmaz da o anda sizin aklınıza gelmeyen bir olasılıktan söz edildiğini düşünürsünüz ya, sanırım ben de bu ruh hali içinde, “Hangi komutanlar?” diye sordum.

“Bir-iki gün önce haklarında yakalama emri çıkarılan şu vatan hainlerinden bahsediyordum.” diye açıkladı. “Hepsi PKK’lıymış! Hatta birinin yeğeninin bir PKK’lı ile çekilmiş fotoğrafı bile vardı gezetede! Bu nasıl oluyor anlamıyorum! Biz onları Türk Ordusu’nun komutanları sanıyoruz, meğer onlar PKK ile işbirliği içindelermiş! Yazıklar olsun be!”

Balyoz davası nedeniyle yargılanan 102 askerden söz ediyordu. Bir an için ne söyleyeceğimi bilememiştim. Hadi “darbe marbe” en azından tartışılabilir bir şeydi de bu itham çok ahlâksızca bir şey değil miydi?!. Oysa şoförün sesinde, yukarıda da değindiğim gibi, Komutanlara hakaret etmek veya duyduğu kin nedeniyle, düşünülmesi bile mümkün olmayacak birtakım eylemlerle onları suçlamak gibi bir niyeti yoktu; düşündüklerini söylüyordu sadece.

Belki konuyu biraz düşünür diye, “İyi de, Abdullah Öcalan’ı Kenya’dan buraya getiren timin Komutanı da içeride.” dedim, çocuğu kırmayacak bir ses tonuyla. “Bu nasıl iş? O da mı PKK’lı?”

İstemsiz bir hareketle burnunu çeken çocuk, “O da dümenmiş!” diye cevap verdi, biraz önceki kin kokan sesiyle. “Bunların hepsi PKK’lı. Okuduk işte gazetede, yalan mı yazıyor yani! CİA bu herifi bunlara teslim etmiş, onlar da getirmek zorunda kalmışlar! Zaten asılmasını da engellemediler mi?!.”

Hepimiz insanız, ne kadar çabalarsak çabalayalım bir saatten sonra sinirlenmekten kendimizi alamıyoruz tabii. “Senin aklından zorun mu var ciğerim!” diye çıkıştım, dostane bir tonla. “Bunların içinde Güneydoğu’da terörle mücadele eden iki Kolordunun Komutanları da var; Korgeneral Nejat Bek ile Korgeneral Korkut Özarslan; hatta Hakkari 3. Taktik Tümen Komutanı Tümgeneral Gürbüz Kaya da… Hadi iki örnek daha vareyim sana: Güney Deniz Saha Komutanı Koramiral Kadir Sağdıç ile Kuzey Deniz Saha Komutanı Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu da bunların içinde… Generallerden amirallerden söz ediyoruz burada; bunlar nasıl PKK’lı olur?!. Bu general ve amirallerin yirmi yedisi halen muvazzaf ciğerim!”

“İyi ya işte!” diye dertlendi o da, onun sesi de dostaneydi; kavga çıkarmaya, ikilik yaratmaya veya birtakım taksi şoförleri gibi haybeye konuşmaya çalışmıyordu. “Biz de buna katlanamıyoruz işte!” diye devam etti. “Biz bunları hakikaten Türk zannediyoruz, bunların tümünün kanı bozukmuş, hepsi PKK ile birlikte çalışıyorlarmış!..!

Beşiktaş’tan Dolmabahçe’ye doğru normal hızda seyrederken, sağ elini arkaya doğru uzatıp “Al oku işte abicim!” diye gazeteyi uzattı bana. “Her şey burada yazıyor işte! Allah belasını versin bunların! Şimdi yargılama margılama uğraş babam uğraş; iki tane sıkarsın kafalarına olur biter işte!”

Gazete gerçekten her şeyi yazıyordu, ama açık açık değil tabii, hani şu amerikalıların “bilinçaltı kurgulama” dedikleri yöntemle… Yedi-sekiz doğru cümle arasına, bu Karadenizli temiz çocuğun aklını bu denli karıştıracak o kalleş cümleleri öyle ustalıkla sokuşturuyordu ki, bu saatten sonra yapılabilecek hiçbir şeyin olmadığını kavramanın çaresizliğiyle öylece kalakalıyordu insan.

Şaka gibi geliyor insana…

İleride yakın tarihi araştıracak kişiler için bu taksi yolculuğunun tarihinin de önemli olabileceği umuduyla, bu serzenişin arasına o tarihi de koymakta yarar görüyor insan: Tarih, 29 Temmuz 2010’du, günlerden Perşembe; şu müthiş sağanağın İstanbul’un kimi semtlerini birkaç saniye içinde göle çevirdiği saatler… (Taksiciler bu fenomeni birbirlerine telsizle bildiriyorlar, arkadaşlarına tedbirli olmalarını tenbih ediyorlardı.)

Sultanahmet’e yaklaştığımızda, bu Karadenizli kardeşimi bu hale getiren gazetedeki haberlerin(!) sonuna gelmiştim. En son okuduğum şey, bu 102 askerin yakalanmasına karar veren mahkemenin kararıydı:

“Delil durumu, üzerlerine atılan suçun vasıf ve mahiyeti, kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların bulunması ve adli kontrol hükümlerinin yetersiz kalacağı için yakalama kararı çıkarılmasına hükmedilmiştir.” biçimindeydi bu paragraf.

Gözlerimin önüne bir gün, sadece bir gün önceki gazeteler geldi birden…

PKK, Dörtyol’da dört polisimizi şehit etmişti ve cenaze törenine katılan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, aynı cenazede yer alan ve hakkında yakalama kararı bulunan 6.Kolordu Komutanı Nejat Bek’e, “Temizleyin şu terörü…” diye dert yanıyordu…

Ama aynı anda, bu Dörtyol saldırısının da Ergenekon’un işi olabileceği, hükümeti zora sokmak için generaller tarafından düzenlenmiş olabileceğine dair o “imalar” geldi aklıma. “Yandaş” diye tabir edilen gazetelerin tamamına yakınında bu tür imalar yer alıyordu…

“İftira eden perişan olmuştur!” diye tavır koyan Kuran’ın, bu konuda bu denli sert ve uyarıcı bir ifade kullanmasının nedenini bir kez daha algılıyordu insan; çünkü bu adi, bu ahlâksız, bu acımasız, bu kalleşçe karalama, birçok insan üzerinde etkili olabiliyordu gerçekten.

“İftira eden perişan olmuştur!” (Tâhâ, 61) diyordu Kuran ve ne acı bir tecellidir ki, iftira edenler de, bu iftiraya inanıp hiç olmayacak kişileri hiç olmayacak suçlarla itham edenler de bu Kitap’a gözü kapalı inanıyorlardı…

“Zaman” insan için yaratılmıştı, Yaratıcı bundan münezzeh olduğu için onun nezdinde her şey çoktan olup bitmişti ve Allah bu nedenle Kuran’da bazen şu zaman bazen bu zaman kipi kullanıyordu; belli oluyordu ki, bu iftircılar bunu bilmiyorlardı veya bilseler bile Türk olan her şeye karşı duydukları o marazi kin ve nefret duyguları bunların gözleriyle beraber vicdanlarını da kör ediyordu. Geçmiş zaman biçiminde düzenlenen bu ayetin sadece eskileri kapsadığını, kendilerini ilgilendirmeyeceğini sanıyorlardı.

Ama yanılıyorlardı.

Ve bir gün bunu anlayacaklardı…

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Referandum Meselesi Çözülmüştür

“Darbelerin Karanlığından Demokrasinin Aydınlığına”

“12 Eylül’de hayır oyu kullanmak, darbecilerin safında yer tutmaktır”

“Milletimiz 12 Eylül darbecilerine gereken cevabı sandıkta verecektir”

“Başbakan, otuz yıl önce öldürülen gençler için ağlayarak demokrasiye nasıl yürekten bağlı olduğunu ilan etmiştir”

Bunlar, reklam panolarını ve televizyon ekranlarıyla gazete manşetlerini süsleyen kimi sloganlar.

Bu da bir televizyon kanalından:

“Sayın seyirciler, şimdi, 12 Eylül mağduru Ülkücülerin ve solcuların referandumda neden evet oyu kullanacaklarını kendi ağızlarından dinleyeceksiniz.”

Ekranda, Türk halkının gözlerinin içine riya dolu bakışlar gönderen, davalarından dönen kimi eski Ülkücüler ve bir zamanların kutsal halk mücadelesini “cinnet yıllarım” diye anan kimi dönek eski solcular… Davadan dönen Ülkücüler (ki artık onlara “Ülkücü” demek Ülkücüler’e hakarettir) ve davadan dönen solcular (ki artık bunlara “solcu” demek solculara hakarettir)…

12 Eylül Anayasası ilk kez mi değiştiriliyor?

Hayır!

12 Eylül’de oylanacak olan değişiklik, 12 Eylül’e neden olan gerekçeleri ortadan mı kaldırıyor?

Hiç ilgisi yok!

12 Eylül’de oylanacak olan değişiklik, demokrasi adına herhangi bir yenilik getiriyor mu?

Hayır!

YÖK’ü kaldırıyor mu mesela, Cumhurbaşkanının yetkilerini azaltıyor mu mesela, İç Hizmet Kanunu’nu değiştiriyor mu mesela?

Hayır!

Tam tersini yapıyor!

YÖK ele geçirildiği için onu anmıyor bile, Cumhurbaşkanının yetkilerini azaltmak bir yana artırıyor bile, İç Hizmet Kanunu’nu söz konusu bile etmiyor!

12 Eylül’de Ülkücülerin ve Devrimcilerin kavgasına neden olan koşullara bir atıfta bulunuyor mu peki?

Mesela, Ülkücülerin hassas olduğu Türk Devleti’nin onuru hususunda veya Devrimcilerin hassas olduğu fakir fukara meselesi ve emperyalizm hususunda herhangi bir çözüm önerisi sunuyor mu?

Bırakın çözüm önerisini, bu konularla ilgilenmiyor bile!

Türk Devletini’nin haysiyetinin son yıllarda nasıl zulme uğradığı ortada: Askerlerimizin başına çuval geçirilmesi, Kuzey Irak’a sıcak takibin engellenmesi, Ermeni soykırımı yalanı puştluğunun Amerika tarafından tanınması, en yeni örnek olarak Mavi Marmara’da verdiğimiz şehitler; bizzat Devlet’i hedef alan PKK terörünün her gün katlettiği genç Türk çocukları…

Ülkücüler kahır içinde, yürekleri yanıyor; bunun için bir şey öneriyor mu değişiklik?

Hayır!

Fakir fukaranın hali ortada; millet açlık sınırında debelenip duruyor. Kamunun tüm malı mülkü emperyalistlere satıldı, peşkeş çekildi. Üç tarafı denizlerle kaplı memleketimizde bizim olan bir tane bile liman kalmadı, uzatın gitsin…

Solcular kahır içinde, yürekleri yanıyor; 12 Eylül’de halkoyuna sunulacak değişiklik bu mesele ile ilgili tek bir satır, tek bir satır içeriyor mu?

Ne ilgisi var; değişiklik mimarlarının böyle bir kaygıları bile yok!

Peki; bu fakir “referandum meselesi çözülmüştür” derken neyi kastediyor?

Türk halkı, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bu denli aşağılanmamış, hiç bu denli alaya alınmamış, hiç bu denli ucuz biçimde kandırılmaya çalışılmamıştı.

Resmen tiyatro seyrediyoruz!

Yazarı kötü, yönetmeni kötü, oyuncuları kötü, dekor kötü, kostüm kötü; tümden yoz, tümden sefil, tümden illüzyon…

İki olasılık var:

Ya Türk halkı bu ucuz oyunu sahneden kovar atar, ya da alkışlar.

Her iki halde de mesele çözülmüştür.

Bu oyunu tezgâhlayanları sahneden indirirse, mesele çözülmüş demektir zaten.

İndirmez de alkışlarsa, zaten bu oyuna müstehak demektir; bu durumda yapılabilecek hiçbir şey olmayacağı için mesele yine çözülmüş demektir.

Bazen sözün bittiği bir yer olur, bazen yapılabilecek hiçbir şeyin olmadığı dönemler ortaya çıkabilir; “kader” bazen öyle bir müdahalede bulunur ki, “özgür irade” basiret gösteremez duruma gelebilir; bunun mutlaka bizim şu anda anlayamayacağımız bir “hikmet”i vardır.

Türkiye bu aşamaya gelmiş bulunmaktadır.

Faşist 12 Eylül Anayasasını değiştirerek çok daha faşist bir hale getirmek “darbecilerle hesaplaşmak” olarak takdim edilir ve Türk halkı da bu zokayı yutar, bu denli ucuz bir biçimde aşağılanmayı içine sindirebilirse, bu takdirde şu an için yapılabilecek hiçbir şey yok demektir gerçekten.

Bu durumda referandum meselesi gerçekten çözülmüş demektir.

Bazen yapılabilecek en doğru şey, samimi bir tevekkül içinde Allah’a sığınmaktır.

Bu bağlamda, referandum meselesi gerçekten çözülmüştür.

Ne diyordu bizi yaratan Güç:

“Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde onun servet ve nimetle şımarmış elabaşlarına emirler yöneltiriz de onlar orada bozuk gidiş sergilerler. Böylece o ülke aleyhine hüküm hak olur; biz de oranın altını üstüne getiririz.” (İsra, 16)

Türk halkını bu denli aşağılayabileceklerini düşünenler, Türk halkının bu denli basiretsiz olduğunu düşünerek onu böyle ucuz bir biçimde kandırabileceğini düşünenler hedeflerine ulaşmak için bu kadar ucuz bir tiyatro sergiler ve başarılı olurlarsa, orası sözün bittiği yerdir ve orada Allah’ın merhametine sığınmaktan başka çare kalmamıştır.

Referandum meselesi çözülmüştür.

Allah yardımcımız olsun…

13 Temmuz 2010 Salı

Referandumda Hayır

Önceki kuşaklarımızın bir sözü vardı; “Ainesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz!” derdi büyüklerimiz.

Kişinin aynası, yani o kişiyi gösteren unsur, yaptığı iştir; konuştuğu veya anlattığı şeyler değil, anlamında bir sözdü bu.

Bakın, Allah’ın en seçkin kullarından biri ne diyor:

“Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu, o milletin yaşam kudretinin en önemli kıstasıdır. Mazide muktedir iken bütün kuvvetiyle çalışmış olanlara karşı minnet hissi duymayan bir milletin, istikbale güvenle bakmaya hakkı yoktur.” (Mustafa Kemal Atatürk)

Bu fakirin amerikalılardan nefret ettiği malum. Ne var ki, Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etme ilkesine dikkat ettiği de aynı ölçüde malum. Bir amerikan filminde gördüğüm o sahneyi hiç unutamıyorum: Bir gurup askerin bulunduğu yere doğru zorlukla yürüyen ve görünüşü pek de güven vermeyen, orta yaşlı, sivil bir adama kötü kötü bakan askerler, komutanlarının haykırması üzerine bir anda esas duruşa geçmişler, insanın tüylerini ürperten saygı dolu vücut dilleriyle selama durmuşlardı. Komutan, “Dikkat! Gazi!..” diye haykırmıştı çünkü…

amerikalılar bile kahramanlarına minnet duyuyor, saygı gösteriyorlardı.

Bugün (15/7/2010), Sözcü Gazetesi’nin manşetinde haber, o filmdeki o sahneyi isyan duygularımın zirvesinde çırpınarak hatırlamama neden oldu:

Engin Yaşar… 1998’de Hakkari Dağlıca’da teröristlerle çatışırken yaralanmış. On yedi arkadaşını aynı çatışmada şehit vermiş bir gazi. İki ayağında da platin var. Hakları asla ödenemeyecek olan işinin ehli Türk hekimleri, Gazi’nin her iki ayağına da platin takarak yürüyebilmesini sağlamışlar. Engin Yaşar işsiz… Çünkü sakat… Çünkü rekabet gücü yok. İş umuduyla, Orman Müdürlüğü’ne mevsimlik işçi olmak için başvuruyor ve o kalleş tüzük, genelge, iş emri -her ne halt ise işte- hemen devreye giriyor ve “Rakiplerinle 1.500 metre koşacaksın!” diye tavır koyuyor. Her iki bacağındaki platine rağmen, sağlam rakipleriyle birlikte çaresizce koşuyor Engin Yaşar ve kaybediyor tabii. Hem işe alınmıyor, hem gururu kırılıyor, hem de inancı bir daha onarılamaz biçimde bir kez daha sarsılıyor.

Ağlamıyor, kendini acındırmıyor, minnet dilenmiyor, sırnaşmıyor, yılışmıyor, şov yapmıyor; sadece, “Bu Vatan için savaştım; hiç mi değerim yok!” diye sitem ediyor Gazi, çatılmış kaşları ve insanın tüm ruhi yapısını şiddetle tokatlayan o hüzünlü vücut diliyle.

“Bu Vatan için savaştım; hiç mi değerim yok!”

Başa dönelim…

Türkiye’de 9 milyon emekli var ve birtakım ayrıcalıklara sahip küçük bir kısmı istisna, hepsi perişan durumda…

Gaziler perişan, emekliler perişan…

Emekli Albay Atilla Uğur, teröristbaşını ilk sorgulayan ve konuşturan kişi… “Terörist”(!) olduğu için hapiste…

Kardak’a Türk Bayrağı diken SAT komutanı Ercan Kireçtepe, “Terörist”(!) olduğu için hapiste.

Kardak’a Türk Bayrağı diken SAT komutanı Ali Türkşen, terörist(!) olduğu için hapiste.

Gaziler perişan, emekliler perişan, kahramanlar perişan…

Yandaş işadamları “üzüm salkımı” denilen bir sistem kurmuşlar, 1895 yılında Padişah 2. Abdülhamit’in fermanı üzerine Sadrazam Halil Rıfat Paşa tarafından kurulan ve amacı bakıma muhtaç kimsesiz, yaşlı ve sakat insanlarla, sokağa terk edilmiş 0-6 yaş arası çocukların her türlü ihtiyacının karşılanması olan Darülaceze’yi tokatlıyorlar.

Müslüman(!) işadamları, sahte şirketler kurarak ve birbirine rakipmiş gibi davranıp fiyat belirleyerek Darülaceze’yi tokatlıyorlar.

Darülacezeyi…

Halkın çoğunluğu açlıkla pençeleşirken, Türkiye, gizli hesaplarıyla ünlü İsviçre bankalarının gözdesi olmuş; gizli zenginlerimize İsviçre bankaları şube yetiştiremiyormuş.

Gaziler perişan, emekliler perişan, kahramanlar perişan, fakir fukara perişan…

Necati Doğru, “harcırah canavarları”nı anlatıyor… Tonla… Bunlardan biri, 2003’ten 2010’a kadar 146 kez yurtdışına gitmiş ve toplam 408.000 lira harcırah almış. (Bir emekli ayda ortalama 700-750 lira alırken, bu kişi, ortalamaya vurursak, maaşının dışında “her ay” 5.000 lira harcırah almış; her ay, her ay, her ay 5.000 lira, 5.000 lira, 5.000 lira!)

Türkiye’nin dış borcu, son yedi yıl içinde tüm Cumhuriyet tarihinin borç stokundan daha fazla artmış, hem de özelleştirmelerden gelen yaklaşık 35 milyar liraya rağmen!

Milletvekilleri, ister hırsızlık yapsınlar, ister adam soysunlar, ister ihaleye fesat karıştırsınlar, ister yüz kızartıcı suç işlesinler yargılanamıyorlar; çünkü “dokunulmazlık” denen bir garabet, hayalet gibi dolaşıyor Türk namusunun, Türk haysiyetinin, Türk şerefinin tepesinde!

Oysa, seçimlerden önce, dokunulmazlıkların kaldırılacağına dair söz vermişlerdi.

Size, sadece bir günlük (15/7/2010) tarihli gazetelerden bilgiler sunuyorum bu çalışmada; son yedi yılda maruz kaldığımız diğer zulümlerden hiç söz etmiyorum.

Bir avuç muktedir ve bir avuç sahtekâr dışında, Ülke’de herkes perişan…

Sevgili Müslüman dostlarım! Dinibütün(!) işadamları, çete kurmuşlar Darülacezeyi soyuyorlar! (Hakiki müminleri tenzih etmeye gerek bile görmüyorum; hangi Müslüman mümin böyle bir günah işleyebilir ki!)

Dostlarımdan önemli bir bölümü AKP’li…

Bugün sadece iki soru soruyorum bu dostlara:

Yüksek Yargıyı iktidarın sultası altına sokacağı artık çocukların dahi bildiği bir gerçek olan bu Anayasa değişikliğinden sonra iktidara ırkçı, faşist veya ateist bir hükümet gelirse ve size zulmetmeye başlarsa ne yapacaksınız; o zaman hakkınızı nerede ve nasıl arayacaksınız?

Son soru: Demokrasiye inanıyor musunuz gerçekten, kuvvetler ayrılığına mesela?

Bu bağlamda; yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsız olmazsa ve birbirini denetlemezse o sisteme demokrasi denebilir mi?

Bazı dostlar, “82 Anayasasından memnun musunuz yani?!.” diye sitem ediyorlar. “Bu garabet Anayasadan kurtulmak istemiyor musunuz yani?!.”

Yapmayın gözünüzü seveyim…

İnsan dostuna böyle demagoji yapar mı?!.

Bir katilden korunmak için bir seri katile sığınmak gibi bir şey bu!

Söze nasıl başlamıştık?

Ainesi iştir kişinin, lafa bakılmaz…

Başörtülü kızlarımızın bile “cipli başörtülüler/akbilli başörtülüler” olarak ayrıştırıldığı, eskiden “bir lokma bir hırka” felsefesiyle Allah yolunda cihat ettiklerini iddia edenlerin bugün Ankara’nın en lüks otellerinde üç gün üç gece düğünler yaptıkları, bileklerine 70 milyar liralık saatler taktıkları, millet açlık ve işsizlikten cinnet geçirirken dolar milyarderi sayısının neredeyse iki misli arttığı, ihale rezaletlerinin artık yalnızca Müslüman(!) olanlar tarafından işlendiği, yaşamlarının tamamına yakınını Türk Milleti güven içinde yaşasın diye dağlarda geçiren kahramanların terörist sıfatıyla hapislere tıkıldığı; Türk askerinin kanını dökenlerin, asker çocuklarının bindiği otobüsleri havaya uçuranların, asker karılarını evlerinin balkonlarında kurşunlayanların sınırda kahramanlar gibi karşılandığı ve ayaklarına seyyar mahkemeler gönderildiği; vatan hainliği kanlarına işlemiş olan ve CIA’dan maaş aldıkları artık ayan beyan ortada olan kimi libofaşistlerle her türlü ahlâksız ilişkinin kurulmasında hiçbir sakınca görmeyenlerin Ülkeyi böylesine karanlık bir ortama sürüklediği; adına “açılım” gibi garabet bir isim takılan kimi uygulamalar sonucunda Türk’ün de Kürt’ün de Cumhuriyet tarihinde hiç görülmemiş ölçüde mutsuz ve güvensiz hale getirildiği bir dönemde tek dertleri daha da muktedirleşerek zenginleşmek ve bunu önleyebilecek muhalifleri üzerinde baskı kurmak olanların demokratik bir Anayasa yapabileceklerine inanmak, biraz abartılı bir saflık gibi geliyor bana.

82 Anayasası hiç kuşkusuz antidemokratik kimi unsurları içeriyor; tamam da, bundan kurtulmanın yolu çok daha antidemokratik bir Anayasa yapmak olabilir mi!

Allah, Müslümanların önüne çok ciddi bir imtihan fırsatı çıkardı gibi geliyor bana; bu imtihanda başarılı olup bu garabet refarandumda “hayır” oyu kullanarak Türkiye’yi koyu karanlık bir akibetten kurtarmak yine onlara düşüyor bence. Bu Anayasa değişikliğini reddederek AKP’yi uyarmak, esas olarak bu partiye oy vermiş olan Müslümanların görevidir.

Kuran diyalektiğini biraz olsun anlayabilmiş olanlar, adaletin olmadığı yerden zulmün kaçınılmaz olacağını mutlaka bilirler.

Yarın zalim bir parti iktidara geldiğinde halka zulmetmeye başlarsa ve bu iktidarı denetleyecek olan Anayasa Mahkemesi üyelerini de aynı iktidar atayacak olursa ortaya çıkabilecek kaosu nasıl önleyebileceksiniz?

Tükiye’yi “Hitler mi, askeri darbe mi?” ikilemine götürebilecek bu Anayasa değişikliğinde “hayır” oyu kullanmak sanırım herkesin hayrına bir karar olacaktır.

Hukuksal kimi ayrıntılarla halkın kafasını karıştırma peşinde olanların bu tuzaklarına düşmemek gerekir gibi geliyor bana.

82 Anayasası kuşkusuz kötü bir Anayasa; ama orasından burasından didiklenmiş, yamalı bohçaya çevrilmiş, sağına soluna pusular kurulmuş bu yenisi ondan çok daha kötü olacak…

Çünkü ainesi iştir kişinin, lafa bakılmaz!..

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak bu olsa gerek…

Hukuksal ayrıntıya gereğinden fazla girenleri eleştirdiğim için, ben de aynı hatayı tekrar etmeyeceğim; bu çalışmada size sadece değişikliği içeren metnin ilk maddesini, birinci maddesini sunacağım; bakın bu zehirli yemeğin üzerine nasıl bir sos dökülüyor:

“1. Madde:
Çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunması gerekenler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.”

Allahaşkınıza, bugüne kadar bu yönde atılan hangi adım, alınan hangi tedbir bu nedenle eleştirildi veya buna ilişkin hangi kararın yürürlüğü iptal edildi? Böyle garip bir madde uygar bir milletin Anayasasında, değiştirilecek hükümlerin başında yer alabilir mi?!. Böyle şey olur mu?!.

Çocukların, yaşlıların ve engellilerin korunmasına kim hangi nedenle karşı çıkar ki!?. AKP sekiz yıl içinde buna ilişkin bir kanun çıkardı da bu kanun Anayasa Mahkemesi’nden mi döndü yani?!.

Zehirli yemeğin üzerine dökülmek için hazırlandığı hemen belli olan tatlı sosu görüyor musunuz!

Sonuçta, su yine mecrasını bulacak; kararı Türk Milleti verecek ve bunun sonuçlarına katlanacak.

Birbirimizi kırmadan, birbirimize hakaret etmeden, dostluklarımızı düşmanlıklara çevirmeden, AKP’nin tabanını oluşturan dostlarımızı bu konuda uyarmak, onların vicdanını harekete geçirmek; bu tip pusuların aslında vatanlarından nefret eden kimi libofaşist unsurlar tarafından Türkiye’nin yanısıra AKP’ye de kurulduğu gerçeğini bu dostlarımıza anlatmak hepimizin görevi olmalı.

Gün, AKP’nin tabanını oluşturan dostları ne yapıp edip kazanma günüdür.

Referanduma sunulacak olan yeni Anayasa değişikliği, 82 darbe Anayasasından çok daha kötü bir Anayasaya neden olacak.

Bundan sonra yeterli çoğunlukla iktidara gelecek olan, hiçbir hukuksal denetime tabi olma zorunluluğunu duymadan, kendi ideolojisi doğrultusunda istediği kanunu Meclisten geçirip yürürlüğe sokabilecek.

Ya zalim biri gelirse?..

Evet; yağmurdan kaçarken doluya tutulmak bu olsa gerek!

Ne kadar yazık…

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Referandumda evetmi? hayırmı?

Birgün herşeyin bukadar seviyesizleşeceğide bellimiydi: Bilmiyorumki.

Bazı dostlar bu sütunda ki bir takım yazıları mı okuduklarını, kimine katıldıklarını kiminede beğenmediklerini ileri sürüp: Referandum da ne oyu kullanacağı mı soruyorlar. Evetmi?, hayırmı?

Referandum 11 eylül de gerçekleşecek: Yani, pekfazla zamanımız kalmadı. Bukadar kısa bir zaman da evetmi? hayırmı? şeklinde ki vereceğimiz kararın sandık da ne gibi sonuçlara gebe olacağını soruyorlar.

Referandum da neyi oylayacağız. İçiniz de bunu tam olarak bilen varmıki. diyorum bende onlara. Evetmi? hayırmı? biçimindeki vereceğimiz karar neyi değiştirecekki demek geliyor içimden, heleki evetçilerin bukadar agresif olduklarını mülahaza ettiğim de.

Bu gibi seçimlerde oylar önemlidirler. Taraf gir bir yaklaşım gerçekleştiğinde ziyan olurlarmı? diye sormak lâzım her halde.

Herşeyiyle tambir garebet örneği olan bu taslak tasarısı, 11 eylül de sandık da nasıl gerçekleşir şimdiden birşey söylemek zor olsada, bu sorunun? cevabını hele ki bu yazıdan sonra önceden sezmek pekde zor olmasada, yinede dostlar bu mes’elede dikkatli olmak durumundadırlar.

Ana Yasa değişiklik taslak tasarısının ogüne kadar herşeyiyle incelenmesi birgün demokrasinin Türkiye de yerleşmesinin gerçekleşmesi açısından okadarda önemli olmayabilir belkide.

Bu ne üdüğü belirsiz taslak tasarısı, aynen bu yazıya atıfta bulunmaktadır belkide.

İşte o zaman ne olacak? sorusunun cevap yanıtı ancak bukadar detaylı ve en az o değişiklik tasarısı kadar değerli olan bu çalışma ile ortaya çıkarki, bu çalışmada bunu gerçekleştirmek için kaleme alınmıştır zaten.

Bu bir sayfa bile olamayan ve tekbir cümlesi dâhi hatasız olamayan bu yazıda ki -enaz- 112 Türkçe hatası, Ana Yasa taslak tasarısının ne olup ne olmadığını nezih biçimde ortaya koymaktadır.

9 Temmuz 2010 Cuma

Çelik Çomak Oynatmak

“Biz hiç kırmızı et almayız…”

Yemek mi yedim dayak mı, anlayamadım.

Aynen böyle söyledi kadın, biz oturmuş öküz gibi yerken… Onlar hiç kırmızı et almazlarmış.

“Arasıra tavuk alabilirsek alıyoruz işte.” diye devam etti, tüm ruhumu isyana boğan derin bir tevekkülle. Kocası bir şirkette getir götür işi yapıyormuş. İki çocukları varmış ve kadın da bir şirkette vasıfsız işçiymiş.

Konuşması o denli doğal ve öyle sarsılmaz bir kabullenmişlikle içten ki, insan kutsal bildiği tüm şeylere isyan etmekten kendini alamıyor.

Sinir edici, çileden çıkarıcı, insanı derinden sarsıcı, adamı tokat yemişe çeviren bir kabullenmişlik…

Sorgulamayan, reddetmeyen, karşı gelmeyi düşünmeyen, olay çıkarmayı aklına bile getirmeyen kahrolası bir kabullenmişlik…

İnanamıyor insan, bu kadar doğal biçimde konuşmasına.

“Biz hiç kırmızı et almayız…”

“Hiç mi?” diye sorduğunuzda da o kahredici doğallığıyla devam ediyor üstelik: “Evet… Hiç almayız. Paramız yetmez ki…”

Son üç-dört yılı düşünmeden edemiyor insan.

Açılımlar-kapanımlar, alt kimlikler üst kimlikler, taslaklar maslaklar, referandumlar meferandumlar…

“Ellerine çelik çomağı verdik, oynuyorlar!” diye hem dalgasını geçmiş, hem de hiç farkına varmadan bilinçaltında yatan gerçeği itiraf etmişti Başbakan: “Ellerine çelik çomağı verdik, oynuyorlar!”

Türkiye’nin istisnasız tüm entelektüel birikimi, son üç-dört yıldır elinde çelik çomak, kan ter içinde koşuşturup duruyor.

Sanırsınız ki tüm entelektüel birikim bir amok koşuculuğuna soyunmuş.

Tartışma, tartışma, tartışma, tartışma.

Ve ortada bir bok yok!

Ve o kadın, o sinir bozucu doğallığı içinde “Paramız yetmez ki.” diye kahrolası tevekkülle anlatmaya devam ediyor.

Böylesine kahır dolu bir yoksulluğun kader olduğuna ve asla değiştirilemeyeceğine öylesine inanmış-inandırılmış ki, “Allah tümünüzün, hepinizin, her şeyinizin, tüm sisteminizin belasını versin!” diye lanet okumaktan, camı çerçeveyi kırmaktan veya kutsal bildiğin tüm şeylere vücudunun tüm zerrecikleriyle isyan etmekten başka yapılabilecek hiçbir şey yok!

Yokluğu, yoksunluğu, fakir fukaralığı anlarım, böyle büyüdüm çünkü; ama bunu böylesine kabullenmek, bunu böylesine doğallaştırıp içselleştirmek…

Bu nasıl bir kahrolası kurnazlıktır, bu nasıl İblisî bir toplum mühendisliğidir, bu nasıl sefil bir hile, bu nasıl kalleş bir pusudur böyle!..

Klavyesinin başına geçip, “Bu eskiden de böyleydi, şimdi mi aklın başına geldi!” diye efelenecek bedbaht!

Eskiden bunun değiştirilebileceğine dair bir umut vardı en azından.

Artık o umut da kalmamış.

Mesele “et alabilme” somutuna indirgenebilecek kadar basit değil; mesele, böylesine bir zilletin, yine böylesine doğallıkla karşılanabilme aşamasına kadar gelmiş-getirilmiş olması.

Kahrolası bir psikolojik mallullükten söz ediyorum burada!

Mesele bu ahlâksız pusunun bu denli işe yarayabiliyor, ruhlara bu denli nüfuz edebiliyor olması.

Kadın, “Biz hiç kırmızı et almayız ki.” diye anlatıyor doğal bir sesle ve benim umutla beklediğim o Göksel Çatırtı bile bir türlü duyulmuyor.

Gökler bile pes etmiş gibi.

Yaşamak hiç bu denli anlamsız, hiç bu denli acımasız ve hiç bu denli zillet dolu olmamıştı!

Kim, ne, neresi üzerine alınırsa alınsın, kabulümdür:

Reddediyorum!

Kabullenmiyorum!

İsyan ediyorum!

Ve elimden ancak bunlar gelebildiği için de başta kendim olmak üzere her şeyden neferet ediyorum.

Öylesine nefret doluyum ki…

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Fakir Fukaranın İronisi

Bugün “mümkün mertebe” rakam kullanmamaya çalışacağım; çünkü bu yöntem de -yani birtakım şeyleri sayılarla ifade etmek de- bu ironinin değirmenine su taşımak anlamına geliyor aslında.

Herif belagat şehvetinden kudurmuş, bağırıp duruyor: “Gayrisafi hasılanın cari açığa oranııııııı…”

Ne diyorsun ciğerim?!.

Yetkililer kişi başına düşen milli gelirin 10.000 dolar olduğunu söylüyorlar, yani kişi başına düşen para ayda 1.250 lira civarında; bu, üç kişilik bir çekirdek aile için ayda 3.750 lira demektir ve bu aile bu parayla namerde muhtaç olmadan geçinebilir sanırım.

E, nerede bu para?!.

Neden eline geçmiyor fakir fukaranın?!.

Bu rakamcı/sayıcı hokkabaz öyle inandırıcı rakamlar sunuyor ki, iddiasının son cümlesine kadar kalkıp alnından öpesi geliyor insanın; son cümleye geldiğinizde ise kafanızda oluşan şey, Türkiye’de aslında fakir fukara olmadığı.

Çünkü arkadaş hem yalancı, hem de yalancıcı.

Artık rakamlar da bal gibi yalan söylüyor; rakamlara da bal gibi yalan söylettirilebiliyor.

xxx xxx xxx

Türkiye’de fakir fukaranın zihninin cinnet cenderesinde kanırtılmasına neden olan şeyler -temelde- şunlar:

Siyaset.

Din.

Sınıf bilinci(!).

Siyasette, fakir fukaranın kaderinin ne olacağına fakir fukara olmayanlar karar veriyorlar. (Örnek: Başbakanın kol saati 73.000 lira; bu parayla Anadolu’da rahatça oturulabilecek bir ev almak mümkün sanırım. Fakir fukaranın kaderini bu derece zengin biri belirlerse, olacak olan budur işte!)

(“Ne diyorsun be, fakirlik bir erdem mi yani!?.” diye cavcav ediyor birileri! Ne peki; kader mi?!. Kafana Kuran’la öyle bir patlatırım ki, hafızanı kaybeder, o dolarları sakladığın yeri unutursun sonra, söylemedi deme!)

Dinde, fakir fukaranın kaderinin ne olacağına fakir fukara olmayanlar karar veriyorlar. Örnekleri çok; havuzlu villalarda oturanlar, televizyon programlarından ayda 50.000 lira para alanlar, yazdıkları kitaplarla servet edinenler Müslümanlara “sabrı” öneriyorlar. Bunlardan biri, sabredenlere öteki tarafta günde yüz bakire verileceğini, üstelik bu bakirelerin her günkü “düzeyli birliktelik”ten sonra tekrar bakireye dönüşeceğini ciddi ciddi anlatıyor. Adamın söylediği çok net aslında; burada fakirlik fukaralık nedeniyle arıza çıkarmazsan, orada her akşam yeniden bakireleşecek yüz genç kız! (Hep merak etmişimdir; neden örneğin 103 veya 117 değil de, 100?) Ayrıca bu dostumuz kadınları “insan” bile saymadığından olsa gerek, orada onlara ne verileceğini söz konusu bile etmiyor. Fakir fukaranın kaderini bu tip cinsi sapıklar belirlerse, olacak olan budur işte! (Ey kadın okuyucu, ne haber? Bu ahret cinsi sapıklarına söyleyecek iki satır da mı lafınız yok? Neden size de her akşam tekrar bakirleşecek 100 genç erkek yok?!.)

(Bu arada, fakir fukara için bu dünyada arıza çıkarmayı bir an önce bıraksam mı ne; insanın aklı karışıyor birader, dile kolay, her gün 100 tane be!..)

Sınıf bilincinde, fakir fukaranın kaderinin ne olması gerektiğine fakir fukara olmayanlar karar veriyor; çünkü “sınıf bilinci” bu fakir fukara olmayanlar tarafından çiziliyor veya sınıf bilincinin üzeri bunlar tarafından çiziliyor! (Örnek: Son sekiz yıldır “sınıf bilinci” oluşturmaya -veya bunu üzerini çizmeye- çalışanların veya yerleşik sakat sınıf bilincini savunanların servetlerine nasıl servet kattıkları ortada. Bunlardan biri bir televizyon kanalından haftada 50.000 TL alıyor; üstelik herifçioğlu marksist(!), iyi mi! Yani “sınıf bilinci” meselesini “ilk elden” tahsil etmiş(!) biri. (Komik olan da, tip olarak Marx’a benzemeye çalışması; adam resmen “imaj” yapıyor, iyi mi; ama o gudubet surat nerede, Marx’ın o asil çehresi nerede!)

Sahtekârları sahtekârlar izliyor; sahtekârları izleyen sathekârları da diğer sahtekârlar; kadere bak!


xxx xxx xxx


“Tamam da, ironi bunun neresinde ihtiyar?!.” diye sitem ettiğinizi duyar gibiyim. (İroni: Söylenenin tam tersinin kastedildiği ifade.)

Siyasetçiyi seçen kim? (Halk ve Hak için siyaset yapanı tenzih ederim.)

Din önderini? (Kuran bağlısı din adamlarını tenzih ederim.)

Sınıf bilincini “çizen” Marksist(!) şaklabanı? (Gerçek marksistleri alınlarından öperim.)

Hem haklı olarak fakirlikten fukaralıktan yakınacaksın, hem de fakirliği fukaralığı senin kaderin heline getirenlere o makam ve mevkileri bahşedeceksin!

Geçenlerde tartıştığım bir fukara dostum, “İyi de, son çeyrekte yüzde 11 büyüdü Türkiye!” diye sitem etti bana; iyi mi! (Son çeyrekte yüzde 11 büyümek ne demek, zerre kadar fikri yok; ama “biat ettiğim” kişiler bunun iyi bir şey olduğunu söylüyorlarsa, bu iyi bir şey demek olsa gerek diye düşünüyor. Çünkü siyasiler, Müslümanlar(!) ve sahte marksistler bunun böyle olduğunu söylüyorlar. Aslında, geçen çeyrekte yüzde 14 küçülmüştü Türkiye, şimdi bu “küçülme” % 3’e inmiş; yani Ülke resmen “küçülmüş”, bunlar rakamların da ırzına geçerek Türkiye’nin büyüdüğünü söylüyorlar!)

Şu anda -5.7.2010/saat: 11.51- cep telefonuma mesaj geldi. Haziran ayında enflasyon % 0.50 civarında gerilemiş; böylece bu çalışma daha şimdiden kadük oldu; çünkü görüldüğü gibi, Ülke hızla zenginleşiyor! Peki; fakir fukaralıkla muzdarip zihinlerin ırzına geçen bu rakamları tespit edip(!) açıklayanlar fakir fukaralar mı?!. (Bu çalışmalarda görev alan emekçileri tenzih ederim.)

xxx xxx xxx

İroni şurada:

Siyaset, temelde, ülke kaynaklarının yeniden dağılımı veya -sadece- dağılımı için yapılır. O ülkede fakir fukaranın başına ne geleceğini -aslında ne gelmeyeceğini tabii- siyaset belirler.

De…

Bu siyasetçiyi de -Türkiye ortalamasına göre- tamamen fakir fukara belirler. Peki, fakir fukara sağ siyaseti izleyenleri, yani emek-sermaye çelişkisinde sermayeyi savunan siyaseti uygulayanları neden işbaşına getirir? Farkındadır veya değildir; ama bal gibi de ironi yapmaktadır işte!

Din, mal ve nimetlerin insanlar arasında eşit biçimde paylaşılmasını emreder. (Ah zırtapoz ah; “tavsiye eder” değil, “önerir” değil, seni sahtekâr seni; bal gibi de “emreder” işte!..)

De…

Mal ve servetlerin belli ellerde toplanmasının bir “kader” olduğunu iddia eden bu sahtekâr/alçak din önderini de -Türkiye ortalamasına göre- fakir fukara o önderlik makamına getirir. Peki, fakir fukara bunu neden yapar? Farkındadır veya değildir; ama bal gibi de ironi yapmaktadır işte!

Sakatlanmış sınıf bilinci, bazılarının zengin, bazılarının ise fakir olmasını “kader” ile açıklar. Bu kader, Kuran’da üzerinde sıkça durulan şu “kader” değildir; bu farklı bir şeydir. (Bu zırtapozlar buna “konjonktür” demeyi severler.) Kamyoncu dostlarımız bunu “Nazar etme ne olur; çalış senin de olur!” vecizesiyle açıklar. Son zamanların “sınıf bilinci çizicileri”, kaynakların yetersizliğinden dem vurmakta ama buna rağmen AKP’nin Ülkeyi iyi idare ederek zenginleştirdiğini yazıp çizmektedirler. Yani bu tipsiz tiplere göre, fakir fukaralar, çalışmadıkları için fakir fukara kalanlardır; alçaklığa bak!

Da…

Bu sınıf bilinci çizicilerini veya mal ve servetler hususunda statükoyu savunanları (sizi statükocu zırtapozlar sizi!) da -dolaylı da olsa- fakir fukara getirir o makama, köşeye veya ekrana. Peki, fakir fukara bunu neden yapar? Farkındadır veya değildir; ama bal gibi de ironi yapmaktadır işte!


xxx xxx xxx

“Tamam birader, uzun ettin, çözüm nedir?”, değil mi?

Çözüm; fakir fukaranın siyaseti, dini ve çizdirdiği sınıf bilincini adam gibi gözden geçirmesi ve bu sahtekârlığa bir an önce son vermesidir.

Peki, bunu yapar mı fakir fukara?

Orasını bilmem!

O da bilmiyor zaten.

Onun aklı hâlâ o 100 bakirede.

Mesele de bu ya!..

4 Temmuz 2010 Pazar

Kuran’da Reenkarnasyon Var Mı

Bu sanırım bizim kaderimiz…

Dün akşam televiziyonda bir tartışma programı vardı, konuklar reenkarnasyonu tartışıyorlardı; tabii buna tartışma demek mümkünse.

Psikiyatrist politikacılar gibiydi, konuşuyordu, ama konuşmuyordu; Kuran’dan şifreler çıkaran çocuk da… Parapsikolojik araştırmalar yapan hanım konuya taraf olmaktan özenle kaçıyor, elini taşın altına sokmak istemiyordu. Ama en ilginç konuk ilahiyatçıydı.

“Reenkarnasyon diye bir şey söz konusu olamaz, çünkü Kuran’da böyle bir şey yok.” diyor, sonra da konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan birçok ayeti önce Arapçasından sonra da mealinden okuyup duruyordu.

Sanırım, programın bu denli düzeysiz olmasının nedeni, oturumu yöneten kişinin dünyada bu işi yapabilecek en son kişi olmasıydı. Ne konuya vakıftı, ne de oturum yöneticiliğine.

İnsanlık tarihinin en çok konuşulan fenomenlerinden biri, programın içine serpiştirilen sözümona habercilik adı altında en ucuz magazin programları formatında sulandırılıyor, kimin ne dediği, kimin ne anlattığı, kimin neyi nasıl yaşadığı akıl almaz biçimde karıştırılıyor; ciddi ciddi tartışılması gereken konu amatörlerin, cahillerin ve her şeyi sulandırmayı bir televizyonculuk başarısı sayan dangalakların yüzünden trajikomik bir gösteriye dönüşüyordu.

Her şeyimiz neden bu denli ucuz olmak veya ucuzlaştırılmak zorunda?!.

“Azz sonra”ların, arkaplandaki o “pazarcı çığırtkanı” sözümona motive edici seslendirmelerin, amatörce ve bıktırıcı tekrarlardan oluşan salak mı salak kurgulamaların, sırf canlı telefon bağlantısı saçmalığı olsun diye konuyu kavramaktan aciz birtakım insanların programa dahil edilmesinin… Tüm bunların ne kadar salakça olduğunu kavramaktan aciz mi gerçekten bu televizyoncularımız…

Her şeyi mahvetmekte neden bu denli marazi bir tutku gösteriyoruz?!.


xxx xxx xxx


Reenkarnasyon denen fenomen Kuran’da yoksa ne olmuş?

Kuran’da elektrik, televizyon veya internet de yok.

Kuran’da yok diye bunları da mı inkâr edeceğiz?!.

Kuran sizin ansiklopediniz mi; eğer böyle olsaydı Kuran’ın milyonlarca ciltten oluşması gerekmez miydi?

(Bu arada, Kuran’da reenkarnasyon yok mu gerçekten? Hadi bir an için öyle olduğunu varsayalım; peki, bunun olamayacağını belirten bir şey var mı?)

xxx xxx xxx


Aslında anlamış olmalısınız…

Meselem, reenkarnasyonun Kuran’da olup olmaması değil.

Kuran’da olmadığını idda ettikleri şeyler konusunda bu kadar sahte savaşlar veren tiplerin, özellikle at gözlüğü ile dolaşmaktan zerre kadar utanmayan kimi ilahiyatçıların ve kimi zırtapozların, Kuran’da tüm hatlarıyla çizilen kimi prensipler/emirler/çözümler konusunda, muktedirlerden gelecek tepkileri göğüsleyemeyeceklerini bildikleri için suspus olmaları.

Böyle sahtekârlık olur mu?

Örneğin, dün akşam, reenkarnasyon fenomeninin olmadığını iddia ettiği ayetleri adeti olduğu üzere önce Arapçasından okuyan ilahiyatçı, yaşamının herhangi bir döneminde Bakara 219’u, Nahl 71’i, Nisa 75’i veya bu sütunlarda daha önce yüzlercesini gördüğünüz diğer ayetleri de kitlelerin veya kısıtlı da olsa kendisini dinleyenlerin huzurunda böyle okumuş mudur? (Okumuşsa, kendisinden özür dilemeya hazırım.)

Reenkarnasyon, evrim, uzaylılar, mal ve nimetlerin eşit paylaşımı, cumhuriyet ve demokrasi, insan ve hayvan hakları, çevre, kadın erkek eşitliği, ahde vefa, vatan sevgisi…

Kuran’da yok de geç…

Peki ne var Kuran’da?

Muktedirler neyi uygun görüyorlarsa o var, bir de muktedirler neyi sakıncasız görüyorlarsa o…

Aynı şey televizyonlarda da var.

Sıkıntım budur aslında…

Kendi cahillikleri, çapsızlıkları, korkaklıkları veya sefil çıkar beklentileri nedeniyle Allah’ın muazzam mucizesini (Kuran’ı) bir çırpıda işlevsizleştirip atıyorlar bir kenara; sonra da mezarlıklara gidip, “sön ölülere işittiremezsin” (Neml, 80) mealindeki ayeti okuyorlar ölülere!

Son olarak şu salakça ve gereksizce yalakalığı mahkûm etmekte yarar var:

“Yüce Cenabı Hak tüm yaratıklarına bir ruh verecek kabiliyetten noksan mı yani?!.” diye karşı çıkıyor o hoca ve benzerleri reenkarnasyona veya benzer gerekçelerle evrime veya her ne ise ona işte.

Elindeki silahı bacağına sıktığının farkında bile değil dostumuz:

Yüce Yaratıcı, reenkarnasyonu veya evrimi veya her ne ise onu işte, tüm bunları yaratabilecek kabiliyetten noksan mı yani?!.

“E, bunları Kuran’da neden söylemiyor?” diye itiraz ediyor bir de.

Sen okumasını bilmiyorsan ben ne yapayım birader!

“Hatırla o zamanı ki Rabbin meleklere ‘Ben kupkuru bir çamurdan, değişken, cıvık balçıktan bir insan yaratacağım’ demişti. ‘Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın’ Meleklerin tümü toplu halde secde ettiler.” (Hicr, 28-30)

Ne demek “onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırmak”?

Yaratıcı, onu o anda amaçladığı düzgünlükte yaratmaya muktedir değil mi yani?!. Neden önce yaratıp sonra amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıyor ki?

Sen okumasını bilmiyorsan ben ne yapayım birader!

Neniz var sizin, nasıl hüküm veriyorsunuz?!. (Kalem, 36)

Ve siz, kibirlenip kafa tutarak sersemce somurtuyorsunuz! (Necm, 61)

Düşünün bakalım… (Enam, 47)

3 Temmuz 2010 Cumartesi

İnsanı Mahveden On Şey

Araştırmalar, “kötülüğün” kültürel değil insani bir olgu olduğunu gösteriyor. Mağrur Batılı, özellikle “üçüncü dünya ülkeleri” diye isimlendirdiği az gelişmiş ülkelerdeki görece kötülüğü bu ülkelerin kültürüne maletme eğiliminde; ama yukarıda sözü edilen araştırma sonuçları bunun hiç de böyle olmadığını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda Batı’nın riyakârlığını da hem ironik, hem de paradoksal bir biçimde ortaya koyuyor, çünkü bu araştırmaları yapanlar da Batılılar.

Kötülüğü kültür değil “insan” üretiyor; bu nedenle insanın olduğu her yerde kötülük de kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkıyor.

Kötülüğe neden olan şeyleri şöyle bir gözden geçirdiğimizde aşağıdaki gibi bir alfabetik sıralama ile karşılaşıyoruz (alfabetik; çünkü layıkıyla bir sıralama yapmak için uzun boylu araştırma gerekiyor ve bu, bu fakirin boyunu aşıyor):

Acz.
Açgözlülük.
Bencillik.
Cahillik.
İhanet.
Kıskançlık.
Kibir.
Merhametsizlik.
Servet tutkusu.
Tembellik.

Bu fakirin, genel kabulün aksine “insan”ı tek bir fert olarak değil, “tek bir organizma” olarak görme eğiliminde olduğu malumdur; bu nedenle, bu çalışmada tek tek insanlar değil, “insanoğlu” söz konusu edilmektedir.

Kötülüğün ortaya çıkması için, insanoğlunun bizzat kötülük murat etmesi gerekmemektedir. Örneğin “acz”, insanı çoğu kere kötülüğe iten önemi bir “tetik” görevini üstlenebilmektedir. Bir insanı köşeye sıkıştırmak akıllıca bir davranış olmasa gerek; ona bir kaçış yolu, bir pencere, bir koridor bırakmadığınızda içgüdüsel olarak size saldırmak zorunda kalacaktır; ki bu da yine kaçınılmaz olarak tüm insanoğlu ailesine bir “kötülük” olarak geri dönecektir. Aslında bir insanı aciz duruma düşürmek, insanlığa yapılan bir kötülüktür ve bunun tepkisi de çoğu kere kötülük olmak zorundadır.

Açgözlülüğün, insanın fıtratında bulunan, onun genetik yapısına yerleşmiş habis bir ur olduğu düşünülür çoğu kez; ama bunun yetiştirilme meselesi veya içinde bırakıldığı şartların (acz) bir sonucu olduğu düşünülebilir. Örneğin, insan dışındaki memeliler temel ihtiyaçları karşılandığında hiç de böyle davranmamaktadır. İnsanı bu zaafa iten şey belki de “gelecek kaygısı”ndan kaynaklanan bir dürtüdür. Nedeni ne olursae olsun, açgözlülük, kötülüğün başlıca kaynaklarından biridir kuşkusuz.

Bencillik ilk bakışta açgözlülüğün bir türevi gibi görünebilir, ama böyle değildir aslında. Bencil kişi, açgözlü olmadığı halde, kötülüğe neden olan bu davranış bozukuluğunu gösterebilir, çünkü muhtemelen empati yoksunluğu ile malul olduğunu bilmemekte veya bunu kabul etmemektedir. Kötülüğün ortaya çıkışında önemli bir sakatlık olan bu davranış insanoğlunun ciddi hatalarından biridir; çünkü “makul bir gereklilik” yoktur ortada. Belki, bu davranış bozukluğu da yetiştirilme tarzı ile ilgilidir.

Cahillik muhtemelen birçok kötülüğün anası olsa gerektir. Ama yine ironik hatta paradoksal bir biçimde, bu hasletin kişiyi çoğu kere sanal bir mutluluğa götürdüğü pekala ileri sürülebilir. Mesele tek tek fertler bazında ele alındığında cahil birinin masum olduğu sonucuna varılabilir; ama insanlık tek bir organizma gibi düşünüldüğünde bu hiç de böyle değildi. Organizmanın birtakım hücrelerinin özellikle cahil bırakıldığı ve kötülüğün bu cehalete yine özellikle bina edildiği bilinen bir gerçektir.

İhanet fıtri bir davranış değildir ve hiçbir koşul altında mazur gösterilemez. Ne var ki, bu sakatlık insanoğlunun temel kusurlarından biridir. Hz.İsa’yı Romalılar’a satan Yahuda İskaryot ile zirveye çıktığı kabul edilen bu sakatlık, çıkar kaygısı ile iribatlandırılabileceğinden yaratıklar içinde sadece insana özgü bir davranış biçimi olsa gerektir.

Kıskançlık, kölülüğü doğuran temel unsurlardan biridir ve ne yazik ki çok da insani, anlaşılabilir, kabul edilebilir bir davranıştır. Ne var ki, bu, bu sakatlığın kötülük doğurduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Belki yapılması gereken şey, bunun maddi temellerini mümkün olduğu kadar azaltmak olmalıdır.

Kibir, insanoğlunun Yaratılış sahnesine adım attığında karşılaştığı ilk kusurdur ve belki de kusurların en büyüklerinden biri olsa gerektir. Bu sakatlığın insan fıtratında asla yeri olmadığı, özellikle Kuran’dan açık biçimde anlaşılabilmektedir; çünkü bu hatanın ilk kez İblis tarafından işlendiği ve nasıl sonuçlar doğurduğu anılan Kaynakta açık biçimde gösterilmektedir. Bu kusur cahillikle açıklanamayacak bir kusurdur, çünkü özünde aptallıktan kaynaklandığı çok açıktır. İnanılmayacak kadar kısa olan ömrüne, yine bir o kadar inanılmaz kırılgan fiziksel yapısına, hüzün verecek ölçüde kıt potansiyeline ve kaçınılmaz olarak ölümlü bir canlı olmasına rağmen insanın kibre bu denli düşkün olması açıklanması çok zor bir olgudur.

Merhametsizlik, bu fakire göre insanın temel kusurudur. Yukarıda sayılan birtakım sakatlıklarla irtibatlandıralabilecek bir olgu olan kusur, neden olduğu sonuçlar itibariyle başlı başına bir kalem olarak ele alınmayı hak etmektedir. Merhametsizlik asla fıtri bir davranış bozukluğu değildir ve muhtemelen insanın içinde bulunduğu ortam tarafından ruhuna bulaştırılmış bir virüs olsa gerektir.

Servet tutkusu, temel ihtiyaçlarının tedariki ile yetinebileceği ve bu yolla mutlu olabileceği açık olan insanoğlunun temel kusurlarından biridir ve bu kusurun da fıtri olması mümkün değildir; çünkü insanoğlunun pek azının ihtirasını körüklerken tüm insanlık ailesinin mahvına neden olan bu sakatlık muhtemelen insanın içinde bulunduğu ortamdan/sistemden kaynaklanan sanal bir gerekliliktir.

Tembellik, insanın “sonradan” cazibesine kapıldığı bir sakatlık olsa gerektir, çünkü Yaratılış itibariyle insan böyle bir lükse(!) sahip değildir. Avcı-toplayıcı bir geçmişte, böyle bir kusurun nasıl sonlanacağı tahmin edilebilir bir şeydir. Bu kusur, muhtemelen, insan fıtratıyla bağdaşmayan bir düzenin/sistemin sonucu olsa gerektir.

Bilimsel hiçbir değeri olmayan ve bu fakirin kısıtlı gözlemlerine dayandığı için muhtemelen bağrında birçok hatayı barındıran bu naçiz çalışma, her ne kadar inkâr etme eğiliminde olsa da insanoğlunun neden mutsuzluk girdabında debelenip durduğu ve bu girdapta giderek nasıl ivme kazandığı yönünde küçük bir fikir verebilir.

Bugüne kadar yapılanların insanoğlunu böyle bir çıkmaza, kısır döngüye ve kelimenin tam anlamıyla israfa götürdüğü belli olduğuna göre, belki de yapılması gereken şey bugüne kadar yapılmış olanların tersini yapmaktır.

İnsanoğlunun bu gezegende mutlu olması mümkündür.

Yeni bir dünya kurması da…