28 Haziran 2010 Pazartesi

Terör Biter Mi

Bu çalışma, bugünün şartlarında “nafile” bir çalışmadır, “boşuna” yani…

Okuyup boşuna zaman kaybetmemenizi öneririm…

* * *

Teröristle kim savaşır?

Ordu.

Savaşıyor mu peki?

Eh işte.

Neden?

Eli kolu bağlı çünkü. Yaşamlarını “dağda” geçirmiş kahramanları hapiste çünkü. (İmralı’dakini Kenya’dan alıp getiren Komutanı bile.) Morali bozuk çünkü. İnisiyatif kullanma yeteneği köreltildi çünkü. Gayrinizami harp yapamaz durumda çünkü. abd engel oluyor çünkü.

Terörle kim savaşır?

Devlet.

Devleti kim temsil eder?

Muktedirler.

Onlar terörle savaşıyorlar mı peki?

Eh işte.

Neden?

Hangi terör örgütüyle savaşacağına henüz karar veremediler çünkü; PKK ile mi savaşacaklar, “Ergenekon Terör Örgütü”(!) ile mi… (İnanırsınız inanmazsınız; yandaş medya, Ordumuza yönelik son terör olaylarında Ergenekon’un parmağı olduğunu ima ediyor!)

İkisiyle birden olmaz mı peki?

Olur.

Bu kadar olur…

Neden?

abd’ye gebe kalırsan doğacak çocuk bu olur çünkü. Doğuştan malul çocuk, hem kardeşine hem de mahalledeki serkeşlere aynı anda saldırırsa, olacağı budur; hele bir de o serkeşler abd’den koruma satınalmışsa…


Peki, bu şartlarda terör biter mi?

Biter tabii.

Ne zaman?

Terörizm kazandığı zaman tabii.

Terörizmin kazanmaması için ne yapmak gerek peki?

Bugüne kadar ne yapıldıysa tersini yapmak.

Peki, muktedirler bunu yapabilirler mi?

Yapabilselerdi şimdiye kadar yaparlardı.

Ne yapılmalı peki?

Hani hep diyorlar ya “emaneti ehil olana teslim edin” diye; bu yapılmalı belki.

Peki Türk Ulusu bunu yapabilecek yetenekte mi?

Bu Ulus İstiklâl Savaşı’ndan alnının akıyla çıkmış bir Ulus, bu yeteneği var yani; bu yeteneğini kullanır kullanmaz, bu onun kararı artık.


Bu arada…

Merrill Lynch ve Capgemini tarafından yayınlanan 14. Yıllık Dünya Varlık Raporu’na göre, Türkiye’de serveti 1 milyon doların üzerinde olan kişi sayısı 2.200 kişi artarak 35.900’e ulaşmış ve varlıkları ikiye katlanmış.

Halkı intiharlara dahi sürükleyen krize rağmen.

Türkiye’nin büyüme hızının eksi 5’lerde geziniyor olmasına rağmen.

Devletin borcunun Cumhuriyet tarihinin rekorunu kırmış olmasına rağmen.

On milyondan fazla kişinin işsizlik dolayısıyla çaresizce çırpınıp duruyor olmasına rağmen.

Bunca yoksulluğa rağmen.

Otuz milyon kişinin açlık sınırında yaşıyor oluşuna rağmen…

Son yıllarda yüzlerce binlerce şehit vermiş olabiliriz, ama dolar milyoneri sayımız da en az bu kadar artmış işte.

Sahi…

Kim bu 2.200 kişi?

Son zamanlarda biz habire cenazeden cenazeye koşarken, dolar milyoneri olma şerefine nail olan bu 2.200 kişi kim?

E, ne ilgisi var?

Ne ilgisi olacak ciğerim…

Ben sizi uyarmadım mı, bu çalışma nafiledir, okumayın bunu diye…

22 Haziran 2010 Salı

Şehitler Ölmez Ama Bu Gidişle Vatan Bölünür

“Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez” sözü, sanırım Âli İmran 169 ve Bakara 154’ten esinlenerek oluşturulmuş bir slogan.

Bu iki ayet, mealen, “Allah yolunda öldürülenler için ‘ölüler’ demeyin; tam aksine, onlar dirilerdir ama siz farkında olmazsınız.” biçiminde.

Vatan savunmasında şehit düşen kahraman askerlerimizin “Allah yolunda öldürüldüğü” konusunda zerre kadar kuşkum yok; çünkü Vatan savunması en kutsal görevlerin başında geliyor.

Ne var ki, Vatan’ın bölünmeyeceği konusunda aynı şekilde inançlı olmak pek mümkün değil gibi görünüyor.

1984’ten bugüne yirmi altı yıl geçti; ve her şehidimizden sonra “kanları yerde kalmayacak” türünden salakça tekrarlamalardan gına geldi artık!

Vatan’ın bölünmesinden endişe ediyorsak bir şeyler yapmak zorundayız.

Bilinen sözleri tekrar etmek istemiyorum; bugün birkaç soru sormak istiyorum sadece…

“Amerika istihbarat vermedi mi?” tartışmaları aczimizi gözler önüne sermiyor mu; Vatan’ın güvenliğini bu katil sürüsüne mi emanet ettik yani?!. Bizim istihbarat yeteneğimiz neden kullanılamıyor?

Başbakan, “Hangi güçler adına taşeronluk yaptığı milletimiz tarafından bilinen terör örgütü yok edilinceye kadar mücadelemiz devam edecektir.” diyor; ne demek istiyor? Örneğin ben PKK’yı taşeron olarak kullanan gücün/güçlerin kimler olduğunu bilmiyorum. Başbakan neden açık konuşmuyor?

Cumhurbaşkanı, “Bu saldırıların halkımızın huzur ve güvenliğini bozacağını düşünenler büyük gaflet içindedirler.” diyor; ne demek istiyor? Benim huzur ve güvenliğim bozuldu mesela; Cumhurbaşkanı beni halktan saymıyor mu? Gerçekten onun huzuru kaçmadı mı? Halkımızın huzurunun ve güveninin bozulması için daha ne olması gerekiyor!..

Meclis Başkanı, “On bir şehidimizle ilgili Genelkurmaydan tatmin edici bir açıklama bekliyorum” diyor; ne demek istiyor? Bu ülkenin güvenliğinden öncelikli sorumlu olan kurum Genelkurmay mı, Hükümet mi; Meclis Başkanı böyle bir günde nasıl olur da bu kadar ucuz politik oyunlar içine girebilir?!.

Kemal Kılıçdaroğlu, “Terörle mücadelenin gerektirdiği kararlılığın, sorumluluğun her seviyede ortaya konulması ve terörle mücadeleyi güçsüzleştirecek her türlü tutum, davranış, tahrik ve açıklamadan özenle kaçınılması, kardeşliğimizin pekiştirilmesi zorunludur.” diyor; ne demek istiyor? Bu tür yuvarlak lafları ben de söylerim; koca ana muhalefet partisi Genel Başkanının daha somut şeyler söylemesi gerekmez mi; bunca yıl aynı lafları dinleyip duruyoruz; daha ne kadar dinleyeceğiz?!.

Barış Ve Demokrasi Partisi Başkanı ve inanılacak gibi değil ama dün televizyona çıkan şu her boku bilen yandaş gazetecilerin tümü, bu terör meselesini “savaş” sözcüğü ile niteliyorlar; ne demek istiyorlar? “Savaş” iki devletin, iki düzenli ordunun çarpışması demek değil mi? Teröre “savaş” demek ihanet değilse nedir?!.

Doğru dürüst şeyler söyleyen tek kişi Devlet Bahçeli; açılım zırvası bitsin, OHAL ilan edilsin, Kuzey Irak’a yaptırım uygulansın, Kandil basılsın, İmralı’daki caninin terörü yönetmesi engellensin; Başbakan, Türkiye’nin geleceğini şahsi, siyasi ikbal ve çıkar hesaplarıyla ateşe atmanın bedelinin çok ağır olacağını unutmasın.” ve benzeri şeyler… Beğenirsiniz beğenmezsiniz; ama en azından bir şeyler söylüyor, somut birtakım tedbirlerden söz ediyor. Ne var ki, aynı Bahçeli, Ükücülerin şehit cenazelerine katılmasından başka bir şeye izin vermiyor!

Gazze’ye yardım yolunda ölenler için milyonlarca kişinin katıldığı protesto gösterileri yapıldı, yapılmalıydı tabii; peki, Vatan savunması adına her gün şehit verdiğimiz çocuklarımız için neden hiçbir şey yapılmıyor?!.

Müslümanlar nerede, Ülkücüler nerede, sosyal demokratlar nerede, komünistler nerede?!.

Şehitler ölmez, Kuran böyle söylüyor, amenna!

Ama Kuran bir başka şey daha söylüyor!

“Sakın hainlere yardakçı olma!” diyor, Nisa 105…

“Sakın hainlere yardakçı olma!”

Medyanın yarısından çoğu, şehitlerimiz daha toprağa emanet edilmeden, bu terör belasını “savaş” olarak niteliyor; ne demek istiyor?!.

Hainlere yardakçı olunduğunda Vatan’ın bal gibi de bölüneceğini bilmiyor mu bu hainler!..

Başbakan, hangi gücün PKK’yı taşeron olarak kullandığını acilen açıklamalıdır.

Vatan’ım elden gidiyor; kime saldırmak gerektiğini bilmek benim en doğal hakkım değil mi?!.

Kimdir PKK’yı taşeron olarak kullanan güç kardeşim?!.

Amerika mı, İsrail mi, Irak mı, Patagonya mı?!.

Türk halkının bunu bilmeye hakkı yok mu?!.

17 Haziran 2010 Perşembe

Tanrı Sabrımı Deniyor

Nasıl olsa bu meczup bakar diye evimin yanına bırakılan 1,5 aylık üç kediye bakıyorum bir aydır. (Diğer canavarlar cabası; onlar kuru mama yiyebiliyorlar; on iki-on üç tane, yeşil yeşil bakıyorlar gözlerimin içine. Beni babaları olarak mı anneleri olarak mı gördüklerini bilmiyorum, ama ebeveyn olarak gördükleri açık.)

Yoruldum, param bitti, vaktim bitti, tükendim…

Dün, aynı yere, yine bu meczup nasıl olsa bakar diye üç yavru daha bırakmışlar; ilk üçünün annesini araba çiğnemişti, bunları annelerinden zorla ayırıp atmışlar oraya sanırım. Sütten başka bir şeye ilgi duymuyorlar henüz. (Anneleri başlarında olsa sorun yok aslında; anneyi beslediniz mi, o da yavrularını besliyor, sorun kalmıyor.)

Site yönetimine gittim, acayip yardımcı oldular: Bunun için kaynak ayıramazlarmış, ama bana üç-dört tane plastik süt kabı verebilirlermiş!

Bir hesap yaptım, sitedeki her aile ayda 25 kuruş verse sorun morun kalmıyor artada; sadece ayda 25 kuruş…

E, bunu da veremiyorlarsa konuşmaya hiç gerek yok; çünkü bu takdirde Allah belamızı vermiş demektir zaten.

Tanrı sabrımı deniyor…

Bugün 34. gün… O iki madencinin cesedi hâlâ göçük altında… İsrail tarafından katledilen dokuz vatandaşımızdan sonra, o üsteğmenin 1.5 aylık eşini de verdik toprağa… Hakkari’de şehit düşen Mehmet Ali Birlik’in cenazesi sırasında, bu kez Şırnak’tan geldi haber: Mayın patlamış; bir asker şehit, üç asker yaralı… Kan durmak, vahşet bitmek, acı tükenmek bilmiyor…

Tanrı sabrımı deniyor…

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) açıkladı dün: İşsizlik % 13.7… 3.4 milyon kişi hâlâ boşta ve 846 bin genç iş bekliyor… Karmaşık mesele, ama “kayıtdışı işsizlik” % 42.1… Resmen cinnet, cinnetin kralı…

Tanrı sabrımı deniyor…

Dün bir arkadaşım aradı. Adam benim yaşımda, yani bir ayağı çukurda artık. Karısını doktora götürecekmiş, üç yüz lira borç istiyor… Bu adam muhasebe müdürü, yıllarca mürekkep yalamış, kanun ezberlemiş, okumaktan gözlerini bozmuş, çalmamış çırpmamış ve bu yaşa kadar namusuyla gelmiş. Bir ayağı çukurda ve istediği borç 300 lira! 150 dolar yani… Neden “bazı pislik herifler” gibi “dolar bazında” konuşuyorum; çünkü bu pislikler, arabalarını park eden çocuğa veriyorlar bu parayı, gösteriş olsun diye…

Tanrı sabrımı deniyor…

Özelleştirmelerden sonra satacak bir şey kalmadı, şimdi ormanları, nehirleri, köprü ve otoyolları nasıl satarız diye hesap yapıyorlar… Müslüman taklidi yapanlar “Beyt-ül Mal”i satılığa çıkardılar; İblis avuçlarını ovuşturup duruyor, sıra bunların ruhlarına geliyor, diye…

Tanrı sabrımı deniyor…

Anayasa Mahkemesi raportörü, “Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar ‘yok’ hükmündedir” diyor; e, o zaman bu mahkemeye ne gerek var?!. Hepimiz silahı takalım belimize, kim daha iyi ateş ediyorsa o “haklı” olsun bitsin, ne uğraşıyoruz ki?!.

Bazı “cinnet” durumları, bu çok bilmişlerin deyimiyle “tolere edilebilir”; ama, hukukun ve halkın cinneti tolere (veya “tolore”, her ne pislikse artık) edilemez. Beklenen nedir; iç savaş mı?!. Ne demek Anayasa Mahkemesi kararını “yok saymak”; faşist sistemlerde bile olmaz böyle bir şey; burası bir kabile topluluğu mu?!.

Örnek gani, yer dar…

Saymakla bitmez…

Tanrı sabrımı deniyor…

Bu kez kararlıyım, yatmayacağım o hastaneye; çünkü vaktim yok, o üç kedi açlıktan ölür yoksa…

Ama bir konuda karar vermek üzereyim.

Tanrı beni daha uzun bir süre denemeye devam ederse, “o rutin geliş gidişler”e son vereceğim artık. Ya yardım eder, ya da ben de bildiğimi okurum.

“Daha da gitmem oraya!”

Hadi son günlerin moda mevzuundan örnek vereyim.

İsrailoğulları geçsin diye denizi yarmıştı ya…

Bu kadar olmasa da, ben de yardım istiyorum arkadaş!

Yoksa…

“Daha da gitmem oraya!”

İnsaf ama…

13 Haziran 2010 Pazar

Müslümanlar Levhi Mahfuzu İnkâr Ettiler

(“Levhi Mahfuz”, mealen, “her şeyin kaydedildiği Göksel Hafıza” demektir.)


On yıl önce, Türkiye’yi içinde debelenip durduğu cinnetten Müslümanların ve sosyalistlerin birlikteliğinin kurtarabileceğine dair bir tez ileri sürmüştüm. Bu tezi, ana hatlarıyla şöyle bir belirlemek yerine, üzerinde uzun uzun çalışmış ve kapsamlı bir öneri halinde yayınlamıştım.

O yıla kadar, kendilerine liberal diyen kimi iktidarlar Türkiye’yi soyup soğana çevirmiş, bankalar hortumlanmış, kamu kaynakları “kurnaz” birtakım kişilere yağmalattırılmış, Devletin iktisadi teşekkülleri ve aktifleri özelleştirme adı altında kimi kodomanlara peşkeş çekilmişti. Hırsızlar artık tedbiri de elden bırakmış, Hazine’yi pertavsızca talana koyulmuşlardı. İyi niyetli olduklarından zerre kadar kuşku duymadığım kimi sosyal demokratların -kaçınılmaz- “cılız” çabaları da bu gidişi durduramamış, amerikalardan getirilen Kemal Dervişler Özal’la doruğa çıkan talan ekonomisi ve orta sınıfın katli uğraşısına “bilimsel gerekçeler”le katkılarda bulunmaya başlamışlardı.

Türkiye cinnet geçiriyor, yoksulluğun ve işsizliğin pençesinde kıvranıyor, AB ve özellikle abd tarafından sürekli olarak taciz edilerek hakir konuma düşürülüyordu.

Cumhuriyet, zillete hiç bu denli teslim olmamıştı.

Yukarıda sözünü ettiğim naçiz çalışmada, Türkiye’nin bu durumdan kurtulabilmesinin yolunun Müslümanların ve sosyalistlerin işbirliğinden geçtiğini vurgulamış; “Sonuç” bölümünün 3. babında “Ne ezilen, ne ezen; insanca, hakça bir düzen” üstbaşlığı altında taleplerimi sıralamıştım.

Temel talebim “infak”tı. “İnfak, sermaye birikimini, dolayısıyla kapitalizmi engeller” karşı koyuşuna cesaretle direnmiş; özelleştirmeleri, özellikle Doğu ve Güneydoğuyu hâlâ baskı altında tutan feodalizmi, “küreselleşme” de denilen “yeni dünya düzeni”ni lanetlemiş; sosyalizmin (komünizmin) büyük deha olduğundan zerre kadar kuşku duymadığım Marx’ın babasının malı olmadığını anlatmış ve “infak”ın pratikte şu anlama geldiğini söylemiştim:

Önerilerim, bu sütunda bugüne dek okuduğunuz kimi taleplerden ibaretti.

Ama sanırım üzerinde en çok durduğum şey, parasız sağlık hizmetleri, parasız eğitim ve herkese evine namusuyla ekmek götürecek iş talebiydi.

Çalışmamı şu sözlerimle noktalamıştım: “Özel mülkiyeti kesinlikle reddetmiyorum; insanların mülkiyetlerinde bulunan namuslu servetlere kesinlikle karşı olmadığımın bilinmesini istiyorum. … Velhasıl, gezegenin tüm nimet ve imkânlarının insanlar arasında adaletli bir biçimde bölüştürülmesini talep ediyorum; herkesten yeteneği ölçüsünde, herkese ihtiyacı kadar…”

Kuran’dan alıntıladığım yüzlerce ayetle desteklediğim bu çalışmamda itici gücüm Müslümanlar ve sosyalistlerdi; çünkü her iki kesim de hem namusluydu, hem merhametli, hem de donanımlı… Sosyalistlerin elinde Marx gibi bir deha vardı, Müslümanların elinde ise Kuran…

Bu ikisi bana yetiyordu.

(Bu sözler, diğer kesimlerin namuslu olmadıkları anlamına gelmiyordu; “donanımları” beni tatmin etmiyordu; bu nedenle hırsızları ve hırsızlıkları engelleyemediklerini veya buna teşebbüs etmediklerini düşünüyordum; mesele buydu. Bu kesimler “infak”ı gayriiktisadi buluyorlardı, oysa “infak” İslam’ın ve sosyalizmin olmazsa olmazıydı.)

AKP bana göre ilk hatasını, komünistler dururken, kendilerine liberal diyen kimi faşistlerle iş hatta kader birliğine giderek yaptı. Oysa, sözünü ettiğim o naçiz çalışmada, vahşi liberal politikalarla Kuran’ın aynı cümlede anılmasının dahi “küfür” olduğunu neredeyse İslami bir kesinlikle ispatlamış ve Müslümanların vicdanına sunmuştum.

İkinci hata, Cuma çıkışlarındaki emperyalizme lanetler okuyan o kutsal gösterilerin “bıçak gibi” kesilmesiyle ilk işaretini veren “İblisle işbirliği” denemeleriydi.

O kadar ki, Amerika Irak’taki 1.5 milyon Müslümanı katledip, çoluk çocuğun ırzına geçtiğinde dahi kendine gelemedi AKP; bırakın kendine gelmeyi, Türk askerinin Irak’a Amerika safında müdahale etmesi için Meclisten teskere çıkartmaya dahi kalktı. (Bu hazin girişim, sosyal demokratların ve vicdan sahibi kimi AKP’lilerin gayretiyle önlendi.)

Üçünü hata -vahim bir hata aslında-, halka hizmet anlamındaki siyasi mücadelenin mal ve servet hırsına kurban edilmesiydi. Sistemli bir zenginleşme ve zenginleştirme operasyonu devreye sokuldu. İlk zamanlarda, bunun halka hizmet ve emperyalizme direniş adına güçlü bir altyapı (Beyt-ül mal) oluşturma gayreti olduğunu düşündüysek de ilerleyen zamanlarda gördük ki, bunun halka hizmetle veya emperyalizme direnmek için güç kazanmaya çalışmakla bir ilgisi yoktu. AKP ve yandaşları gerçekten zenginleşme, servet edinme, mal mülk depolama peşindeydiler.

Olacak şey değildi; Müslümanlar, şu bilinen sözle, “yetim hakkı yemeye” soyunmuşlardı.

Ve hatalar hataları izleyerek bugüne dek gelindi işte.

Bu vahim hatalar, Levhi Mahfuz’a o denli kalın çizgilerle işlendi ki, Allah’ın bu işe müdahil olmaması, sanırım bizim şu anda anlayamayacağımız bir hikmetten olsa gerekti… (Kuran’a göre Allah onlara süre veriyordu, bunu dahi anlayamıyorlardı. Âli İmran, 178)

Kendilerine liberal diyen kimi faşistlerin “kin ve nefretten kaynaklanan” sınırsız desteklerini arkalarına alan Müslümanlar, Türk’e, Türk Devleti’ne, Türk Ordusu’na velhasıl Türk’ü Türk yapan ne kadar değer varsa hepsine adeta cihat açarken; İslam adına kendilerine sunduğum üç değeri (Bakara 219, Nahl 71 ve Nisa 75) tamamen dışlayarak, İslam’ı saç sakal ve türbana indirgeme gafletinde -hatta bana göre hıyanetinde- karar kıldılar.

Olacak iş miydi; düpedüz bir islam burjuvazisi yaratılıyordu memlekette; başörtülü kızlarımız dahi Akbilli başörtülüler ve cipli başörtülüler diye ikiye ayrılıyorlardı! (İktisat teorilerinin vurguladığı gibi, servet hızla el değiştiriyor, ama kaynaklar yoksullara özgüleneceğine, yeni bir zenginler sınıfı yaratılıyor, Kuran pervasızca çiğneniyordu.)

Kamu hazinesi ve Kamu aktifleri özelleştirme adı altında ona buna -inanılacak gibi değil; genellikle yabancı sermayeye- peşkeş çekiliyordu. Limanlar, petrokimya tesisleri, mandralar, bankalar, fabrikalar, büyük sanayi kuruluşları, telekomünikasyon sistemleri, her şey, her şey elden çıkarılmakla kalmıyor; son sekiz yıl içinde tüm Cumhuriyet tarihinden devralınan borç stokundan daha fazlası “üretiliyordu”…

Bu para ile memlekete tek bir çivi çakılmıyor, istihdam yaratacak tek bir yatırım yapılmıyordu. (Bu süre içinde, otuz milyon “aç”a, on milyon da işsiz eklenmişti.)

İnanılacak gibi değildi; Müslümanlar vahşi liberalizme bile rahmet okutuyorlardı.

Sonuç öyle bir hüsran oldu ki, orta sınıf neredeyse tamamen ortadan kalktı; memlekette zenginler ve fakirler kaldı sadece…

Yer darlığı nedeniyle, tek bir örnek gerekirse…

O günlerde Müslümanlara şu soruyu sormuştum: Allah’ın Elçisi, “Ağrım var ya Muhammed, bana yardım et.” diye yanına gelen en yakın dostu Ebu Zer’e, “Paran var mı?!.” diye sorar mıydı?

Haklı olarak “Olur mu öyle şey!” diye tavır koymuşlardı; bir Müslüman ağrısı sızısı olan bir Müslümana, hasta bir Müslümana, “paran var mı?” diye sorar mıydı?!.

Bugün soruyor!..

Bir kısmı bizzat Başbakan tarafından açılan ve yurdun dört bir yanında pıtrak gibi biten “özel hastane”ler, ağrısı sızısı olan Müslümanlara “Paran var mı hemşerim?!.” diye -üstelik incitici bir ses tonuyla- kaba biçimde soruyor artık!

(Diğer sistemlerde “özel hastane” olur, samimi itirafım bunu yadırgamadığımdır, bu bir sistem tercihi meleselidir ve bazı düzenlemelerle yoksulların mağduriyeti en aza indirgenebilir; ama Komünist ve Müslüman sistemde olmaz, asla olmaz, asla olamaz!..)

Sonuçta, bu sekiz yıllık tecrübe, aslında İslam’ın(!) da bir çözüm olmadığını(!) kitlelere gösteriyordu(!)…

Son zamanlardaki birtakım çıkışlar -Gazze, BM’deki İran oylaması gibi- iç politikada mevzi kazanma faaliyeti olarak ciddi biçimde sırıttığı için hiçbir anlam ifade etmemektedir; çünkü bu gibi gösterişlerin, “mal ve servet arzusu yüzünden alabildiğine katılaşma” (Âdiyat, 8) refleksini perdeleme faaliyeti olarak ortaya çıktığı halk tarafından açıkça görülmektedir. (Hâlâ görülmüyorsa da görülmüyordur; bu durumda, her şey buna göre tecelli etmeye devam edecektir. Kuransal tespit, bu durumda “zillet”in kaçınılmaz olduğudur.)

Aynı şeyi hiç kuşkusuz Levhi Mahfuz da görüyor; hatta görmekle kalmıyor “kaydediyor”du. (İnfitar, 11-12)…

Ne yazık, ne kadar yazık!..

Müslümanlar Levhi Mahfuz’un bugüne kadar yazdıklarını, şu anda yazmakta olduklarını ve bundan sonra da yazacaklarını inkâr ettiler.

Ve “Biz pisliği aklını kullanmayanların üzerine bırakırız!” mealindeki Yunus 100 tüm haşmetiyle tecelli etmekte gecikmedi tabii…

Bundan sonra ne olacağını da aynı ayet belirleyecek.

Çok yazık oldu, ne kadar yazık oldu…

Adem’den önceki kuşaklar da aynı hatayı işlemiş, “paylaşmamışlardı”; sonlarının ne olduğunu merak edenler, sorularının cevaplarını Kuran’da bulabilirler…

Müslümanlar Allah’ın lütfunu heba ettiler…

Allah’ın isim sıfatlarından birinin de “Müntekim” olduğunu bile bile…

Bu konuda kitaplar yazılabilir, yorum üstüne yorum yapılabilir, ama bu çaba, “Müntekim” isim-sıfatın, “İntikam Alan” anlamına geldiği gerçeğini değiştirmez.

Yarattıklarına zulmederseniz, O, o veya bu biçimde, şu veya bu zamanda sizden intikam alır.

Bu bir Kuran gerçeğidir…

12 Haziran 2010 Cumartesi

Sokak Köpekleri ve İhanet

C. Eda Ülken Tören kimdir bilmiyorum, kendisine ulaşamadım, aşağıdaki alıntıyı ondan yapıyorum, hakkını helal etsin…

“Zehirlenen köpek için zor saatler başlamıştır artık. Başı döner, gözleri kararır, karnı ağrır, hem de ne ağrı… Ağzından salyalar akar. … Nefes almak çok zordur. … Vücudu kasılır bir an. Sonra derin bir nefes almaya çalışır, o da çok zor olmuştur artık. Yerinden kalkmaya çalışır, iki ayağına dayanmışken gene kasılır vücudu. Takati de kalmamıştır artık. Derin bir nefes almaya çalışır, olmaz, olamaz…”

Bu böyle devam edip gidiyor.

Saatlerce can çekişiyor hayvan, saatlerce kan kusuyor, kasılıyor, nefes alamıyor, ölemiyor bir türlü, ölemiyor…

Çünkü o Türkiye’nin sokak köpeği…

* * *

Geçen gün kadının biri hüngür hüngür ağlıyordu, içini çeke çeke, saçını başını yola yola.

Etrafında kameralar falan da yoktu, şov yapmıyordu yani; çaresizlik, nefret ve isyan duyguları içinde, yüzünü elleriyle kapamış, öylece ağlıyordu.

Belediye, iki bin köpeği ormana atmış; hayvanlar açlıktan birbirlerini parçalıyorlarmış.

Yemek yok, su yok; o denli uzak ki, dolayısıyla yardım edecek bir insan evladı da yok tabii.

Kadınlar aralarında anlaşmışlar, temin edebildikleri kadarıyla haftada bir-iki gün arabalarıyla ormana yiyecek ve su götürüyorlar.

Acı, ızdırap ve çile anlatılacak gibi değil.

Bunlar Türkiye’nin sokak köpekleri çünkü!..

* * *

Yorkshire Terrier Teacup, Pekingese, Golden Retriever, Fox Terrier, Beagle, Alman Kurdu, Rottweiller… Yüzlerce tür…

Hepsi inanılmaz sevimli, hepsi Allah’ın kutsal yaratıkları, hepsi insanın en iyi dostu…

Amenna, kabul…

Ama bunlar bize emanet değil, yetiştikleri bölgenin insanlarına emanet; yaratılış itibariyle bile bu iklime uygun değil hiçbiri; öyle olsa Tanrı onları burada yaratırdı.

Bizim sokak köpeklerimiz ise buralı.

Aç, susuz, ihanete uğramış…

Ya sokakta tekmeleniyor, ya barınaklarda müebbet hapis, ya da hiçbir yiyecek bulamayacakları ıssız ormanlarda açlığa ve susuzluğa mahkûm.

Neden?

Çünkü onlar Türkiye’nin köpekleri!..

* * *

Her yıl on bin aile “cins” köpek ediniyor. (Anlatılanlar doğruysa, bunların ¼’ü sonra sokağa atılıyor, ilk heves geçince, çünkü bakımları zor gerçekten.)

Herbiri 1.500 dolar, 2.000 dolar, 3.000 dolar… Bu böyle gidiyor.

Türkiye’de evcil hayvan pazarı 120 milyon dolar civarında.

Bunların bakımı için her yıl 70 milyon dolar harcanıyor.

İflah olmaz(!) bir hayvansever olarak bunların hiçbirine itirazım yok; yukarıda söyledim, “benim inancıma” göre, bunlar bize Allah’tan bir emanet.

İtirazım, Türkiye’nin mukaddes emanetleri perişan durumdayken, iklimimize dahi uymayan bu hayvanların ithal edilmesine.

Türkiye’nin emanetleri perişan, ama ithal emanetler el üstünde…

Serbest pazar ekonomisi çünkü; engellemiyorsunuz veya engelleyemiyorsunuz, arz ve talebi piyasa oluşturuyor, merhametsiz, ahlâksız, arsız piyasa…

Bizimkiler sokak köpeği, ithal edilenler “cins”…

Bu size neyi çağrıştırıyor?..

* * *

Bankacılık, telekomünikasyon, petrol türevleri sektörü, gıda sektörü, liman işletmeciliği; uzatın gitsin…

Hatta, bakkallık; bakkallık birader bakkallık!.. (Market, süper market, hiper market, bilmemne market; düpedüz bakkallık işte birader!)

Kimin elinde bu sektörler?

Türk halkının yarısı açlıkla boğuşup, önemli bir kısmı işsiz gezerken, cinnetler, intiharlar, ekonomik nedenlerle dağılan aileler birbirini izlerken; esnaf, köylü, üretici perişanken; bu ülkenin alınterini kim gaspediyor?

Türk olmayanlar. (“Irkçı” diye homurdanan dangalak mendebur, bugüne kadar yazdıklarımı oku!)

Sistem buna bina edilmiş çünkü.

Bu bir “sistem” meselesi; isteseniz de çözemiyorsunuz…

Besicilik mesela…

Dünyanın en verimli topraklarında, meralarında, ovalarında, otlaklarında yaşayan besicimiz perişanken, biz Güney Amerika’dan canlı hayan ithal ediyoruz; sonuç, zaten perişan olan Türk besicisinin daha da perişanlığı, çünkü rekabet gücü yok. (Çünkü “ahmakça”, “salakça”, “haince” birtakım önkabuller ve gizli birtakım bezirgânlıklar nedeniyle desteklenmiyor; “özelleştirmelere”, “Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz elhamdülillah” ihanetlerine kurban ediliyor.)


* * *

Sistem, “Türk” olan her şeyden öylesine nefret ediyor ki, Türk’ün sokak köpeğine bile tahammülü yok.

Vicdan sahibi kadınlarımız da olmasa, Tanrı’nın yüzüne bakacak halimiz yok.

* * *


Kuran yetmedi, şimdi ellerinde Tevrat’la geziyorlar…

Sanıyorlar ki Allah her şeyden habersiz, hiçbir şeyi görmüyor, ihaneti anlayamıyor…

(Liberal sistemler arasında, kendi üreticisini desteklemeyen tek bir ülke bile yok; tek istisna biziz; tek ahmak ve tek hain de…)

* * *

Cins köpek ithalatına son verilerek bu sorun kökten çözülebilir aslında; köpek beslemek isteyen bizimkilerde de aynı mutluluğu bulabilir aslında.

Ama ithalata son verilmez.

Sistem bu çünkü…


* * *

“Yahu, biz nerdeyiz, sen neredesin birader!” diye sitem edenler yanılıyorlar sanırım.

Aslında aynı yerdeyiz.

Bunu fark edemiyoruz sadece.

Hepsi bu…

11 Haziran 2010 Cuma

Yoksulluğun Matematiği

PKK baskın yapıyor; şehit olanların tamamı yoksul çocukları.

Maden kazası oluyor; ölenlerin tamamı yoksullar.

Mavi Marmara’da ölenlerin tamamı da.

Kuraklık mı var; mahvolanlar yoksullar.

Yağmur yağıyor, sel baskını oluyor; ölenlerin tamamı yoksullar.

Yangın oluyor; ölenlerin tamamı yoksullar.

Heyelan mı var; zarar görenlerin tamamı yoksullar.

Ekonomik kriz mi çıktı; perişan olanların tamamı yoksullar.

İşsizlik mi söz konusu; söylemeye gerek bile yok…

Neden?

Çünkü yoksullar nüfusun % 94’ünü oluşturuyor…


* * *

“Yoksul” ne peki…




Yaşamayı, mutlu olmayı, hayattan zevk almayı, kendini geliştirmeyi, Yaratılış’ı anlamaya çalışmayı, içinde rol aldığı akıl almaz ölçüde muhteşem maceraya kendinden birtakım izler eklemeyi, canlı cansız tüm kardeşleri için yararlı bir şeyler yapmayı ve benzeri şeyleri değil de sürekli olarak “para”yı düşünen herkes yoksuldur.

Kimi tamamen açtır, çoluk çocuk geceleri aç yatar; kimi borç harç içindedir, yaşamı sürekli olarak aşağılanmakla/kendini aşağılamakla geçer; kimi işsizdir, hiç bitmeyen bir karabasan içinde küle dönüşüp durur; kimi çoluğuna çocuğuna rahat bir yaşam sürdüremediğinin, çocuklarına iyi bir eğitim imkânı sağlayamadığının farkındadır, durmaksızın içini çekip durur; kimi nispeten iyi şartlarda gibi görünür, ama çoluk çocuğunun gelecek kaygısı nedeniyle sürekli plan yapar durur… “Para” korkak bir kalleştir çünkü; ona sahip olmayana sürekli pusu kurup durur!

Sürekli olarak para düşünenlerin tümü yoksuldur.

Kimi perişan, kimi çok yoksul, kimi az.

Orta halli görüneni bile “yaşamayı ertelemiş”, kendini “para” düşünmeye mahkûm bulmuştur.

Aslında yoksuldur çünkü…

* * *

Devlet memuru mesela…

Günde 70 gram ete mahkûmdur.

Haysiyetli adamdır, ağlayıp zırlamaz, vakur davranır; ama çeşitli nedenlerle içi içini yer, belli etmez.

Yoksuldur çünkü…

* * *

İşçi, köylü, esnaf, memur, emekli…

Tamamı yoksuldur.

“Yoksul”dan ne anlaşıldığına göre “derece” değişebilir; ama bu kesim “sürekli olarak para düşündüğü için” kelimenin tam anlamıyla yoksuldur.

Bunun Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkes’i veya Müslim’i gayrimüslim’i olmaz; “sürekli olarak para düşünmek zorunda olan herkes” yoksuldur.

* * *

Arz’ın diğer yörelerinde de durum değişmez.

“Sürekli olarak para düşünmek” cehennemi dünyada yaşamak demektir.

İnsanoğlu aslında kelimenin tam anlamıyla Cennet olan bu Arz’ı Cehennem’e dönüştürmüştür.

Çünkü sürekli olarak para düşünmek zorundadır.

* * *

“Başka bir dünya” mümkün müdür peki?

* * *

Hesaplamalar, Arz nüfusunun % 6’sının zengin olduğunu ortaya koyarken, bir başka şeyi daha kanıtlamaktadır:

“Rezzak” yani “yarattıklarının rızkını veren Güç”, öyle muhteşem bir denge ortaya koymuş ki, mal ve servetler/nimet ve imkânlar eşit biçimde bölüşülse, gezegende yoksul kimse kalmıyor.

Servet düşmanlığı olarak niteleyebilirsiniz, gocunmam, hatta onur duyarım; yoksulların yaşamayı erteleyip sürekli olarak para düşünmesinin nedeni, Yaratıcı’nın hazinesinin dünya nüfusunun % 6’sı tarafından gasp edilmiş olmasıdır.

Çok net olarak tekrar ediyorum; Yaratıcının tüm “canlılar” için öngördüğü ve bir hayli fazlasıyla bağışladığı hazine, dünya nüfusunun % 6’sı tarafından resmen gasp edilmiş, çalınmış, yağmalanmış, zimmete geçirilmiştir!

* * *


Tek bir örnek:

Yasal veya değil; onu bilmem.

Dünya zenginleri listesinin orta sıralarıda yer alan bir kodomanın servetine el koyduğunuzda, tüm dünyada sağlık sorununu çözebilecek imkâna sahip oluyorsunuz, tüm dünyada!..


Bu imkândan yararlanmamak aptallık değilse nedir?!.


Son soru:

Bu dünyaya gerçekten sadece para düşünmek zorunda kalacağınız bir yaşam için geldiğinize inanıyor musunuz?


* * *

“Başka bir dünya” pekala mümkündür.

Zaten aksi dünya değil “cehennem”dir.

Bugün yaşadığımız budur…

9 Haziran 2010 Çarşamba

Çalmayacaksın !

Son günlerin modası Tevrat’taki “On Emir”in sekizincisi bu.

Mısır’dan Çıkış’ın 20. babının 15. ayetinde geçiyor bu emir; ve Tanrı hiç ayrıntıya girmeden “Çalmayacaksın” diyor sadece…

Çalmayacaksın…

Tevrat bağlıları, Kitabın bütünü içinde bu emrin neleri kapsadığını çıkarabiliyorlar sanırım -umarım-; peki biz ne yapacağız…

Ne demek “çalmayacaksın”…

Kuran’da buna tekabül eden ayet, Maide Suresi’nin 38. ayeti ve mealen şöyle: “Hırsızlık yapan erkek ve kadının yaptıklarına karşılık olarak Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin.”

Bizim için, soru bu kez “hırsızlık ne” şekline bürünüyor.

Sahi, nedir hırsızlık?

Hidayete ererek liberal olan bir hanım, “Kapitalist kârın hırsızlık olduğu biçimindeki arkaik düşünceyi kaldırıp bir kenara atmalıyız artık.” diye yazıyordu geçenlerde. (“Artık kullanılmayan eski bir şey” demekmiş “arkaik”.)

Daha önce bu sütunlarda yayınlanan “Kuran’da El Kesme Cezası Ve Vahşi Kapitalizm” adlı çalışmamda bu konuyu irdelediğim için bu kez ayrıntıya girmeyeceğim.

Maide Suresi’nin, klasik Kuran meallerinde göründüğü gibi 5. sure değil, Allah’ın Elçisi’ne inen 110. sure olduğunu söylemekle yetineceğim. Tabii, ilk 109 surede “hırsızlık” tanımının neleri kapsadığının açık biçimde anlatıldığını da ekleyerek.

Bu çok kısa çalışmada adını anacağım son ayetler Bakara 278 ve 279 olacak.

Bu iki ayet, “faiz”le beraber “servetteki makul olmayan artış”ı da, “Allah’tan ve Resulünden bir harp ilanı” uyarısıyla yasaklıyor.

Servetteki makul olmayan artış…

Devir değişti; hırsızlık, artık adamın öküzünü, evindeki eşyasını veya tarlasındaki ekinini çalmakla anlatılamayacak kadar yol kat etti; kapitalizme geçildi artık çünkü…

Bugünlerde İstanbul Boğazı’nda üç tane yat demirli. Arap Kralına ait olan 150 milyon dolar, Arap Emirine ait olan 100 milyon dolar civarında; Sovyetler’in çöküşüyle pıtrak gibi biten yeni zenginlerden Roman Abramoviç’e ait olanı ise 750 milyon dolar…

Bu sonuncusunun günlük masrafı bizim paramızla 160.000 TL civarındaymış.

(Asgari ücretli bir “emekçi”nin, bu “hain” yatın bir günlük masrafı için 27 yıl çalışması gerekiyor; tabii kazandığı parayı hiç yememesi, harcamaması, çoluk çocuğuna ekmek almaması şartıyla.)

Yukarıda sözünü ettiğim hidayete ermiş eski komünist hanım “arkaik” derken 1400 yıl kadar geriye gitmiyordu aslında; onun meselesi kendi gençliği ile sınırlıydı; hani şu “cinnet yıllarımız” diye kin kustukları o şerefli gençlik yıllları.

Bugünlük uzatmayacağım.

“Acı” olanı söylemekle yetineceğim sadece…

Bu yazdıklarıma en çok kızan da bu asgari ücretli emekçi aslında; iyi mi…

Zımnen de olsa savunduğu o kişilerin teknelerinin bir günlük masrafı için 27 yıl çalışmayı göze alıyor bu sevgili dostum; ama benim bu yazdıklarımı en azından bir kez olsun düşünmeyi göze alamıyor…

Yok, “acı” olarak nitelediğim bu tavrı değil.

Acı olan yanı, bu dostumun her gün Kuran okuyor oluşu.

Ve buna rağmen bana kızıyor oluşu…

Sevgili dostum “her şeyin en ince ayrıntısına kadar anlatıldığı” 6.000 küsur ayetlik o Koca Kitap’ı elinde tutuyor, okuyor; sonra gidip oyunu bu anlatılanların tam tersini uygulayanlara verip, iki yakasının bir araya gelmesi için sabah akşam Allah’a yalvarıyor.

“Aklı işletme” meselesi, Kuran’da 100’den fazla ayette dile getiriliyor; biliyor musunuz…

Sanırım bu dostum bu Kitap’ı hâlâ Arapçasından okuyor ols gerek.

Ve böyle yapmaması gerektiği de orada yazıyor aslında.

Bunu kabule bile yanaşmıyor emekçi dostum.

Acı gerçekten.

4 Haziran 2010 Cuma

KALBİM YİNE KIRIK

Mutluluk ve hüzün varoluşun diyalektiğinde yer alır; hüzünsüz bir mutluluk veya mutluluksuz bir hüzün, bu varoluşsal diyalektiğin o veya bu nedenle düzgün işlemediğinin göstergesidir.

Ve sorun kaçınılmaz olarak hüsrandır.

Yaratılış, iyinin hüsranından nefret eder; eninde sonunda diyalektik devreye girer ve yeni bir sentez üretir.

Benim kuşağımın neredeyse tüm yaşamı hüsran içinde geçti.

(Gençlere not: “Hüsran”, “beklenilen şeyin elde edilememesi yüzünden duyulan acı” anlamındadır.)

Hep bekledik.

Hep umduk.

Ve hep hüsrana uğradık.

Çünkü mutlular “biraz da hüzün” çağrısına hep sırtlarını döndüler; mahzunlar ise, mutluların bu bencilliği nedeniyle küçük bazı soluklanmalar dışında mutluluğu hiç deneyimleyemediler.

Cennet gibi dünya, kötüler nedeniyle cehenneme dönüyordu; benciller, hırslılar, servet tutkunları, makam mevki aşıkları, cahiller, gaddarlar, merhametsizler, küçüklüklerini büyüklerin yanına sığınarak bertaraf edebileceğini sanan korkaklar…

“Kötülerin galip gelebilmeleri için iyilerin sessiz kalmaları yeterlidir” sözü sanırım gerçeği yansıtır; ama bu söz, iyilerin neden sessiz kaldıklarını açıklamaz.

İyiler neden sessiz kalıyorlar?

Mesele, bu kadim zaafın ortadan kaldırılamaması sanırım.

Bu zaafın insan fıtratında yer aldığını sanmıyorum; bu, yine insan marifetiyle sonradan oluşan veya oluşturulan bir şey olmalı.

Bizim kuşak, Denizlerin idam edilmesiyle girdi bu cendereye ve bir türlü çıkamadı içinden.

Çünkü iyiler sessiz kaldılar.

Bağırıp çağırdıkları anda bile öylesine sessizdiler ki…

Darbeler darbeleri kovaladı ve bertaraf edilenler hep iyiler oldular; çünkü iyiler diğer iyilerin sessiz kalmalarının bedelini ödüyorlardı.

Türkiye’nin uzun yıllardır içinde debelenip durduğu kaos gerçekten katlanılabilir gibi değil:

Yoksulluk, işsizlik, itilip kakılmışlık, hakaret, özelleştirmelerle yitirdiğimiz değerler, artık tam anlamıyla bir cadı avına dönüşen Ergenekon, genç çocukları hedef alan PKK terörü, Kuzey İrak’ta başımıza geçirilen çuvallar, soykırım oylamaları, her gün artan devasa dış borç…

İyiler bağırıp çağırıyor, bir şeyler yapıyor gibi görünüyor ilk bakışta; ama herkes farklı tonda ve farklı içerikte bağırdığı için ortaya çıkan şey güzel bir melodi değil, karmakarışık bir ses yığını oluyor.

Bu karmakarışık ses yığını giderek kadim bir sessizliğe tekabül ediyor aslında; ve fark etsek de etmesek de, bu gürültülü sessizlik kaçınılmaz olarak kalp kırmaya devam ediyor.

İyilerin kimi milliyetçiliği, kimi komünizmi, kimi Müslümanlığı, kimi etnik kökenini esas aldığından, bu iyeler orkestrasının ortaya koyduğu şey hiçbir zaman güzel bir şarkıya-türküye-marşa dönüşemiyor.

Çünkü bu disiplinsiz orkestrayı yönetebilecek bir şefimiz yok!
(“Şef”i, “lider” anlamında değil, “siyaset” anlamında kullanıyorum.)

Şefliğe soyunanlar, orkestradan kendi meşrebine uygun notaları çıkaracak enstrümanları hedef alıyor, onları yönetmeye çalışıyor sadece.

Orkestra iyi bir parçanın nasıl çalınacağı konusunda kahredici bir fikir ayrılığı içinde; dolayısıyla şef de…

Ve ortaya çıkan şey, koca bir sessizliğe tekabül eden yoğun bir gürültü kirliliğinden başka bir şey olmuyor tabii.

Bana bunları düşündürten şey, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile abd’li meslekdaşı Clinton arasındaki diyalog oldu:

“İsrail’in Türk yardım gemilerine saldırısı Washington’da masaya yatırıldı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, ABD’li meslektaşı Clinton ile yaptığı görüşmede, ‘Siz bir annesiniz; Gazze’deki sıkıntıları da saldırı sonucunda Türk halkının çektiği acıları da en iyi siz anlarsınız.’ dedi. Clinton buna, ‘Şimdi söyleyin, bu yaşananlardan sonra Türkiye için ne yapabilirim?’ diye cevap verdi.”

Gazetedeki haber aynen böyle…

Davutoğlu’nun “iyi” olduğundan zerre kadar kuşkum yok; ama Hiroşima ve Nagazaki ile başlayan, Vietnam ile devam eden, dünyanın dört bir tarafına acı ve ızdırap tohumları ektikten sonra son olarak BOP ile Ortadoğu’yu kana bulayan terör makinesi bir ülkenin Dışişleri Bakanı’na “siz bir annesiniz” diye yaklaşmasını içime sindiremiyorum.

Dünyanın yarısına altı yüz yıl hükmetmiş, emperyalizme karşı tarihte eşi benzeri görülmemiş bir zafer kazanmış Koca Bir Ülke’nin Dışişleri Bakanının, muhatabına “merhamet” çağrıştıran bu sözlerle yaklaşması son günlerdeki hiddetimin bir anda kalp kırıklığına dönüşmesine neden oldu.

Orkestradaki hangi enstrümanın iyi kullanılmadığı veya şefin ne yapmaya çalıştığının anlaşılıp anlaşılamadığı hususu bugünlerde tartışılacak önceliğe sahip değil, yaşadığımız bu son travmanın yıkıcı etkileri hâlâ devam ediyor çünkü; ama Dışişleri enstrümanının yanlış notalarda gezinip durduğu açık sanırım.

Kalbim, kırıla kırıla paramparça oldu.

Ve ne hazindir ki; mutlular ‘biraz da hüzün’ çağrısına hâlâ kulak tıkamaya devam ederken, mahzunlar mutluluğu deneyimleme imkânına bir süre daha kavuşamayacaklar anlaşılan.

Çünkü ses karmaşasında yitip giden iyilerin bu sessizliği öylesine abartılı boyutlardaki…

Bunun insan fıtratında yer alan bir şey olduğunu kabul etmiyorum; Yaratıcı, “iyiler” için neden böyle bir şey öngörsün ki…

Karmakarışık aklımız yeni karmakarışıklar üretmekten başka bir şey yapamıyor artık.

Sanırım diyalektiğin “müdahale” zamanı giderek yaklaşıyor.

İyi mi olur kötü mü bilmiyorum; ama yeni bir sentez kaçınılmaz olmalı.

Çünkü doğa boşluktan hoşlanmıyor…

Bu çalışmanın, bu fakir için alışılmadık ölçüde mülayim bir çalışma olduğunu farkındayım tabii.

Dışişleri Bakanı kalbimi kırdı.

Kalbi kırıkların o mistik hüznüne büründüm yine…

Beni Arnavut Boşnak karışımı şivesiyle “maykom” diye seven, bana merhametle sarılan melek annem gözlerimin önünde şu an.

Clinton da kim!

Kalbim yine kırık, hüznüm yine sonsuz…

3 Haziran 2010 Perşembe

Ülke amerika’ya Teslim Olmuş, Haberimiz Yok!

Sağcısı, solcusu, orta yolcusu; hatta, ne ilginçtir sağda ve solda marjinali…

Siyasi partilerden söz ediyorum.

Tümü…

İnanılır gibi değil, tümü…

Akdeniz’de ve İskenderun’da verilen şehitler için İsrail’i ve PKK’yı eleştirmekle yetinip, bu arada laf olsun torba dolsun kabilinden birkaç cafcaflı laf ettikten sonra yutkunarak havaya bakıyor!

Sanıyor ki, o havaya bakınca seri katil orada olmayacak…

Hadi bunların bu korkakça tavrını “diplomasi” martavallarıyla geçiştirdik diyelim; bunca “büyük adam” bu şekilde davranıyorsa, hepsinin bir bildiği olsa gerek…

Ya attığında mangalda kül bırakmayan medya?!.

Sağcısı, solcusu, ortacısı, Kürtçüsü, libofaşisti, milliyetçisi, her devircisi; Müslümanı be Müslümanı!..

Bir ülke böyle topyekün teslim olur mu be?!.

Bu koca koca(!) adamlar(!), bu işlerin arkasında seri katilin olduğunu bilmiyorlar mı yani, böyle bir şey mümkün mü?!.

Herkes bu kan içici seri katile bu denli mi gebe be?!.

“Tüm bu katliamlardan, bunların arkasındaki amerika sorumludur!” demeye cesaret edebilecek bir tane babayiğit çıkmaz mı be?!.

İçlerinde bir sürü akademisyen, bir sürü analist, bir sürü stratejist, bir sürü bilmemneist var; oturmuş uzun uzun tahliller, yorumlar, malumatfuruşluklar, lafazanlıklar yapıyorlar; e, insaf be birader, bunların bir tanesi dahi mi göremiyor bu katilleri kimin ortaya saldığını?!.

Ey Türk halkı!

1 Haziran 2006 tarihli haberleri, yorumları, makaleleri, demeçleri, hiçbir şeyin söylen-e-mediği televizyon programlarını hafızanın bir köşesine kaydet!

Yetkilisi yetkisizi, iktidar yanlısı muhalefet yanlısı, ortacısı uçcusu, cahili bilgini, ateisti Müslümanı, ılımlı islamcısı şeriatçısı, libofaşisti milliyetçisi, seri katilden maaş alanı seri katile sözde karşı çıkanı… BOP’u bileni bilmeyeni, küreselleşme üçkâğıdını kavrayanı kavrayamayanı, emperyalizmin neden Ortadoğu’da konuşlandığını bileni bilmeyeni, kapitalizmin Arz’ı neden kana bulamak zorunda olduğunu çözebileni çözemeyeni…

Hepsi… Tümü… Alayı…

Bunca şehit, bunca kan, bunca gözyaşı, bunca aşağılanma…

Hiçbiri, bu apaçık tezgâhta abd’yi görmüyor, göremiyor, gösteremiyor…

Herkes riya içinde…

Herkes kendi tanrısına şirk koşuyor…

Emperyalizme karşı tarihin en şerefli İstiklâl Mücadelesi’nde destanlar yazan koskoca Türk Ulusu’nu bu her tarafı mazlum kanıyla kızıla boyanmış seri katile bu denli mahkûm edenler, üç beş gün geçip de acımız biraz hafiflediğinde(!) nutuk çekmeye, yazı yazmaya, televizyona çıkıp racon kesmeye devam edecekler…

Kıçıkırık PKK ve sekiz milyonluk israil…

Türkiye, Ortadoğu, tüm dünya kan revan içinde ve siz bu iki “taşeron”u görebiliyorsunuz sadece; öyle mi?!.

Merak ediyorum; kendinizi kandırabiliyor musunuz gerçekten?

Vicdanınız rahat mı?

1 Haziran 2010 Salı

Barış Namlunun Ucundadır (*)

İsrail’in nüfusu ne kadar?

8 milyon civarında…

Peki, Ermenistan’ın?

3.5 milyon kadar…

Rastlantı olsa gerek; İsrail’i çevreleyen düşmanlarının nüfusu ile Türkiye-Ermenistan nüfusunu karşılaştırdığınızda garip bir oran çıkıyor ortaya:

Yirmi misli…

İsrail, Araplar’a (Acemler’i de ekleyin) kan kustururken, neredeyse bizim Üsküdar kadar nüfusu olan Ermenistan Amerikan Kongresi’nde her sene yüreğimizi ağızıma getiriyor!.. (Bizim “özürcüler”in yüreği bu; tüm Türk halkının değil.)

Şu anda (31.5.2010-14:03) Taksim’de toplanan merhametli insanlar İsrail’i protesto etmekle meşguller; bir kısmı üzüntüsünden hüngün hüngür ağlarken, bir kısmı da nefretinden çılgınlık nöbetleri geçiriyor.

Ve medya İsrail’i kastederek “Bunlar barış istemiyor mu?” diye sorarken, Birleşmiş Milletler “Şoke olduk!” açıklaması yapıyor; sanki olacaklar önceden bilinmiyormuş gibi, bugüne kadar yüzlerce-binlerce benzer olay hiç olmamış gibi…

Peki, bu iki küçük ülke tüm dünyaya nasıl oluyor da meydan okuyabiliyor; kime güveniyor bunlar?

Geçenlerde bir amerikalı yetkili, “Gücümüzü kahhar ordumuzdan alıyoruz!” diye böbürlenirken aslında yalın bir gerçeği de ortaya koyuyordu:

Avrupa ve Kuzey Amerika dışında bir yerde huzurlu yaşamak istiyorsan kahhar (kahredici) bir ordun olacak!..

Üç gün önce ne demişti hepimiz Ermeniyizcilerin Ermenistan’ı; “Kendimizden on kat güçlü ülkeleri ordumuzla yenebilecek güçteyiz!”… Nitekim, Azerbaycan topraklarını işgal ederken tereddüt bile etmemişti.

Peki, küçücük İsrail yıllardır tüm Arap alemine, üç bin yıllık tarihi olan koskoca Acem alemine ve bugün de tüm dünyaya ne ile meydan okuyor?

“Kahhar” ordudan aldığı destek ile; aynen Ermenistan ve PKK gibi…

Bugünkü olaylar nedeniyle gündemde ikinci sıraya düşen acımız neydi peki?

PKK, İskenderun’da Deniz İkmal Destek Komutanlığı’na saldırmıştı ve şu anda (31.5.2010-14:17) şehit sayımız yediye yükselmişti.

Hap kadar Ermenistan, küçücük İsrail ve kıçıkırık PKK tüm bunları yapabilecek gücü kimden alıyor?

Dünyadaki en kahhar ordu kimde ise ondan tabii; yani amerika birleşik devletlerinden…

Yani emperyalizmden…

Katilden yani…

Bu iş, yani barış, gözü dönmüş seri katilden rica minnetle elde edilemez.

Alçak seri katilin Ortadoğu’daki en yakın dostu kim?

İsrail’in güya en büyük düşmanı olan Suudi Arabistan…

Suudi Arabistan güya düşman olduğu İsrail’e karşı neden hiçbir şey yapmıyor?

Çünkü İsrail’in de en büyük dostu abd!..

Çelişkiye bak: Düşmanımın dostu benim de dostumdur!

Emperyalizme yataklık böyle bir şey işte!

Türkiye’nin en büyük müttefiki(!) olan seri katil, aynı zamanda hem İsrail’in, hem Ermenistan’ın, hem PKK’nın, hem de Suudi Arabistan’ın en yakın dostu…

(Suudi Arabistan’ın konumuzla ne ilgisi var, demeyin; Filistinliler’le kardeş çocukları bunlar; abd’ye petrol verip muktedirliğini sürdürecek diye, akrabalarını ona buna katlettiriyor kral; şu anda seri katilin en büyük hava üslerinden biri.)

Seri katille, o sapık ruh kendi çıkarı için uygun görmedikçe barış marış yapılamaz.

Kafasına bir kurşun sıkarsın, mesele biter!..

Kurşunun (güçlü bir ordun) var mı; sen bundan bahset!

Gerisi hikâye çünkü…

“İsrail hak ettiği karşılığı alacaktır!”, hı?!.

Ne zaman; Filistinliler bitince mi?!.





(AKTİF HABER)


Akdeniz’de yitirdiğimiz kardeşlerimiz hakkında kesin veriler yok şu anda elimizde, ama İskenderun’da yedi Türk gencinin daha alçakça katledildiğini biliyoruz; hani seri katil “anlık istihbarat” verecekti?!.


Yürü birader; adamı hasta etme!..

Gün, emperyalizme karşı topyekün birlik olma günüdür…

Sağcısı solcusu, komünisti liberali, mütedeyyini laiki, zengini fakiri, Türk’ü Kürt’ü…

Öldürülüyoruz çocuklar.

Öldürüyorlar bizi…










(PRESSTURK)


(*) Başlıkta, Mao Zedung’un “İktidar namlunun ucundadır!” sözünden esinlenilmiştir.