29 Nisan 2010 Perşembe

Biraz da hüzün belki

Hiç unutamıyorum…

Kapalıdayız… En kötü yerde… Tecrit edilmişiz…

Pencerenin kenarında ciddi mimiklerle oturmuş, sigara içiyor. Beş dakika, on, yirmi… Alçak sesle kendi kendine konuşup duruyor… Dinliyor da…

Kirli sakallı, tıknaz, sağlam yapılı, sert hatlara sahip biri… Otuzlu yaşların sonu, belki kırkların başı… Saçları gür, şakakları kar tutmaya başlamış gibi…

Dönem dönem birbirimize sigara ikram etmişliğimiz var. Dayanamıyorum, yanına gidiyorum. “Kimle konuşuyorsun?” diye soruyorum, arıza çıkarmaya çalışmadığımı belirtir içten bir sesle. “Boşver.” diye mırıldanıyor. Onun sesi de içten, o da arıza çıksın istemiyor.

“O senin hayalinin ürünü ciğerim,” diyorum; “orada kimse yok.”

“Sen de öylesin.” diye cavap veriyor, yorgun bir sesle. “Sen de yoksun, seni de ben yaratıyorum.”

Ve ben daha bu cevabı sindiremeden, tüm yaşamım boyunca unutamadığım o hamleyi yapıyor:

“Ben de yokum.” diyor, belki hafif iğneleyici ama kendinden emin bir tonlamayla… “Beni yaratan da sensin.”

Fırsat bulup da, “Birini gördüğünü mü sanıyor?” diye sorduğumda, “Hayır.” diye cevaplıyor doktor. “Birini gördüğünü falan sanmıyor; düpedüz görüyor… Biz buna ‘halüsinasyon’ diyoruz… Öyle sansa mesele kolayca halledilir zaten; o sanmıyor, görüyor…”

Bu “darbe”, birkaç gün sonra “açığa” geçmemi sağlıyor; ama o “açık” gerçekten “açık mı”ydı, bugün de içinde yaşadığım bu mekân “gerçekten açık mı”, bunu hâlâ net olarak anlayamıyorum…

O kirli sakallı adam “görüyormuş”…

Ben de “görüyorsam” ya?..

Tüm bunlar oluyor mu gerçekten?

Dün gazetede gördüm onu… Bodrum Yalıkavak’ta… O güzel yüzü, kocaman gözleri, uzun beyaz bıyıkları, omuzlarının hemen altındaki sevimli yüzgeçleri… Önce tüfekle vurmuşlar… Ölmemiş… İşkence sonradan gelmiş. “Badem gibi şanslı değildi” diye başlık atmış gazete; Mustafa Koç’un fokunu kastederek… Bu da fok… Boyu iki metre civarında, ama sanırım henüz yavruymuş… Başında, boynunda ve sağ omuz bölgesinde yara izleri var. Av tüfeğiyle vurduktan sonra, sert bir cisimle linç etmişler; kürek ve göğüs kemiği kırılmış, omurgası parçalanmış.

Kimseye zararı olmayan, kendi halinde, sevimli bir yaratık…

“Elleriniz Kırılsın!” diye manşet atmış gazete!..

Elleri kırılsa ne olacak sanki…

Bu… bu hazin eylem Levhi Mahfuz’a kayıtlanmakla kalmadı sadece; benim, sizin… herkesin… henüz farkında olmasak bile, Young’un deyişiyle hepimizin ortak hafızasına da kayıtlandı çoktan… Belki de Young’un “ortak hafıza”sı, “Levhi Mahfuz”un ta kendisidir, kimbilir…

Gazete, cinnet bülteni gibi… İşsizlik nedeniyle evine ekmek götüremediği için intihar edenler, karnındaki üç aylık çocukla töre cinayetine kurban giden genç kızlar, mayına basarak parçalanan henüz yirmi yaşındaki Mehmetçik; ülkelerini işgal eden soysuz amerikan askerlerinden intikam almak için, Irak’ta, Pakistan’da, Afganistan’da, vücuduna bağladıkları bombalarla paramparça olan genç kızlar; anavatanlarında, günde sadece 3 gram kırmızı ete mahkûm edilen düşük ücretli memurlar (sıradan bir kuş bile bundan fazlasını yiyor); cinayetler, tecavüzler, aldatmalar, hainlikler, sömürüler, zulümler…

“Moruk”un gözündeki çiviyi çıkaran veteriner, “Hayatımda böyle bir şey görmedim…” diye inlemişti; köpeğin gözüne resmen çivi çakmışlar. Siirt’te iki küçük kıza tecavüz eden yüzlerce kişi salıverilmiş, olay örtbas edilmiş; üç ve yedi yaşındaki çocuklara tecavüz ettikten sonra öldüren çocuklar(!) meselesi de… Dünyanın geri kalan yöreleri daha da beter…

Yaşlı Arz resmen cinnet geçiriyor…

Ama belki hepsinden acısı, tüm bunlardan çıkar sağlamaya çalışan kurnaz mı kurnaz birtakım insan(!)lar…

Biz yani… Ben…

Bu işte bir tuhaflık var!

Bu eylemleri Tanrı planlıyor olamaz!..

Kuantumun en çarpıcı yönü, o küçük zerreciğin izleyicisinin farkında oluşu… İzlendiğinde var, izlenmediğinde yok… İzlendiğini biliyor ve buna uygun tepki veriyor. Bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi; çünkü bazen o mekânda bazen bu, bazen o zamanda bazen bu… Aslında zaman ve mekân yok, der gibi… Neler olup bitiyorsa “sen”den dolayı olup bitiyor, der gibi…

Ne Hz.İsa’nın geleceği var(Ahzâb, 40), ne de Mehdi denen palavra tiplemenin…(Neml, 65) (Vah bazı Müslüman kardeşlerim vah!)

Olmayacak duaya amin demenin, bir şeylerin düzelmesi için hayali birilerinin gelmesini beklemenin bir anlamı yok yani.

Ne yapılacaksa “ben” yapacağım.

Mutluluğu “zevk” ile karıştırıyor bazı dostlar… Salt mutlu olmak için var olduğumuzu sanıyorlar… Sanırım aldanıyorlar… Alışveriş, sevgili, para, makam mevki, şan şöhret, dostlarla birliktelik, kutsal bir dava, hatta din… Öyle gibi… Çoğu kere işe yarıyor gibi… Ama işte yukarıda küçük bir özetini verdiğim gazeteyi gördünüz…

Bu şartlarda mı?!.

Bu mümkün mü?..

Tecavüze uğrayan o biçare hamile kız, ailesi tarafından “orospu” diye suçlanıp öldürülürken…(Otopside anlaşıldı; o kızlardan biri diri diri gömülmüş!)

Bu mümkün mü gerçekten?..

İnsanın kendisini mutlu hissetmesi ne kadar güzel; ama bu şartlarda mümkün mü gerçekten?

Ne kadarlığına?..

Neye rağmen?..

Şu anda, biraz önce ufaladığım ekmek parçasını kapıp hemen karşımdaki ağacın dalına konan o güzelim serçede gözüm… Rengârenk... Cıvıl cıvıl… Nasıl da mutlu görünüyor… Ama yaşamı bir an kadar kısa, hatta bir an; tıpkı benim gibi, sizin gibi… Bu bir “an”, kendimizi mutlu hissetmek için mi sadece?

Bizden önce yaşamış uygarlıklar… Mu… Atlantis… Adem’den önceki ırklar… Okyanusların altı o uygarlıklardan kalanlarla dolu… Tokyo Müzesinde binlerce yıllık gözlüklü adam heykeli, Kahire Müzesinde aynı yaşlarda kuru elektrik pilleri, Mısır’daki piramitler… Ne kadar eski gibi… Oysa daha şu andan söz ediyoruz; beş-on bin yıl da ne!.. Evren 14-16 milyar yaşında ve hâlâ genişliyor, sonra büzülecek… Belki yaklaşık 50 milyar yıllık upuzun bir zaman… Ama belki bu da kısacık bir “an”dan ibaret; bilmiyoruz…

Yetmiş yıl için buradayız ve sanırım burada bulunuş amacımız mutlu olmakla sınırlı değil. Tabii ki mutlu olmaya çalışmalıyız, keşke herkes -o nasıl bir şeyse- mutlu olsa; ama her şey bununla sınırlı değil gibi…

Hüzün de gerekiyor sanırım.

İkisi bir arada olabilir gibi geliyor bana, hatta olması gerekiyor gibi; belki ancak bu şekilde bir anlam kazanabilir bu ızdırap, bu acı “oyun”…

Kuantum zerreciği ne diyordu: Zaman yok, mekân da…

Ama var gibi…

Her şeyi ben mi yaratıyorum; her şey benim beynimde mi olup bitiyor?

Kuantum zerreciği, Kuran, doğadaki izler, mistiklerin özdeyişleri…

Sanırım tüm bunlar birer işaret levhası; bir yerleri, bir şeyleri işaret ediyor hepsi…

Yine sanırım “ben/sen/o” diye bir şey de yok; Evren tek bir organizma… İyisiyle kötüsüyle, güzeliyle çirkiniyle…

Sanırım bunu bilmek, bunu anlamak, bunu öğrenmek için buradayız; belki bu, bundan sonrası için gerekiyor, bilmiyorum. (Hâlâ “öncesi-sonrası” diye konuşmam bu kaçınılmaz “şartlanma”nın sonucu mu acaba?)

Her şey tek ve bir sanırım; ve tüm bu ızdırap, bu gerçeğe ulaşmak için yürümemiz gereken “bir anlık” dikenli bir yol. “O kötü, ben iyiyim” diye bir şey yok belki; hepimizden oluşan hepimiz hem kötü, hem iyiyiz; tüm bunlar, bunun farkına varmak için belki… Belki bunları görüp, idrak edip de başaracağız bir şeyleri, bilmiyorum.

Ama bir şeyler oluyor.

Bunu hissedebiliyorum.

İnşallah, ne olup bittiği hakkında bir şeyler anlayabilmek içindir tüm bunlar gerçekten. Kuantum zerreciği haklıdır inşallah; zaman ve mekanla sınırlı değilizdir inşallah… “An”lar “an”ları kovalıyordur inşallah…

Yoksa çekilecek gibi değil…

Tüm bunlar o kadar ağır geliyor ki; tüm bu zulümler, iğrençlikler, aldatmalar, hırsızlıklar, sömürüler, hainlikler, cinayetler… Tüm bu karmaşa…

Ve özellikle bu karmaşayı fırsata çevirmeye çalışan kurnazlar… (Bu özellikle ağır geliyor; çünkü eğer haklıysam, “o” da “ben”im aslında, “benim ürünüm” yani; ve aslında koyan da, bu kadar kötü olmak/olabilmek işte!)

Sınav sorularını “ben” hazırlıyorsam, neden bu kadar zorunu seçiyorum ki?!.

Öylesine yorgunum ki artık… Ve öylesine hüzünlü…

Sanırım tüm bunları uyduran benim…

Ya da, belki de hâlâ “kapalı”dayım…

Ve sanırım pencerenin önünde sigara içen adam falan yok.

Pencere de…

28 Nisan 2010 Çarşamba

SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMI VE ENGEREK SOYU

“Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan mastürbasyonunu boşver; delikanlı gibi tartışmaya var mısın?”

“Varım baba, bu inekliklerden sıkıldım zaten; harbi keriz marşandiz anadın mı!”

* * *

“Hadi, ne soracaksan, harbi harbi sor.”

“Sosyalistten hain çıkar mı?”

“Çıkmaz!”

“E, çıktı işte!..”

“Acele etme ciğerim!..”


* * *


“Müslümandan hain çıkar mı?”

“Çıkmaz!”

“E, çıktı işte!..”

“Daha demin ne dedim ben sana? Yavaş ol, acele etme!..”


* * *


“Liberalden peki?”

“Çıkmaz!..”

“E, ondan çıkmaz bundan çıkmaz; o zaman, kim bunlar be baba?!. Bugüne kadar yazdıkların yalan mıydı yani; Müslümana saldır, liberale saldır, sosyaliste saldır… Bütün bu kitaplar, makaleler, feryatlar, çığlıklar boşuna mıydı yani?!

“Adamı hasta etme ciğerim! Müslümana, sosyaliste, liberale saldırdığımı da nereden çıkarıyorsun?!.

“E, bugüne kadar yazdıkların?..”

* * *

“Anladım… Bak dinle şimdi… ‘Hain’ ne?”

“Emniyete ve iyiliğe karşı kötülük ve hile ile hareket eden. Hıyanet eden.”

“’Hainlik’ ne peki?”

“Emanet edilen veya korunacak şeye kötülük yapan…”

“’İhanet’ ne?”

“Kendisine emniyet edilen bir şeye karşı kötülük etme, hainlik…”

“’Hıyanet’ ne o halde”?

“Kendisine gösterilen inan ve güvene karşı kötülük etme…” (Ansiklopedik Türkçe Sözlük/Kemal Demiray-Ruşen Alaylıoğlu/İnkılâp Kitabevi, 1995)

* * *

“Amerikalısı, Avrupalısı, Ermenistanlısı bunu yapar; ne de olsa arada bir düşmanlık var. Türklerin bir zamanlar koskoca bir cihan imparatorluğuna sahip olmasını çekemiyorlar, bir; bu Millet bir gün tekrar eski gücüne kavuşur mu diye endişe ediyorlar, iki… Bunların bahanesi var. Peki bunu, yani bu alçaklığı bir Türk(!) yaptığında ona ne denir?

“Ne denecek be baba, düpedüz “hain” denir tabii; insan kendi Milletine/Devletine bunu yapar mı?!. Ellerinde fotoğraflar, sözüm ona Türkler’in öldürdüğü Ermeniler için yas tutuyorlar; peki ‘Asala’ denen köpek sürüsünün daha dün katlettiği çoğu diplomat 41 kişi ne olacak? 1915’te çeteler tarafından katledilen onbinlerce Türk ne olacak?”

“Onlar Türk ciğerim; öldürülmelerinde sakınca yok; hani ’Hepimiz Ermeniyiz’ meselesi…

“E, hükümet neden bunlara zımnen de olsa destek çıkıyor?

“Onlar, Nisa 105’i çoktan unuttular da ondan!”

“Bu, Nisa 105 nedir baba?”

“Allah’ın sözü ciğerim; ‘Sakın hainlere yardakçı olma!’ mealinde bir söz!”

“Vay! Ağır sözmüş be baba!..”

* * *


“İnsanlık vicdanında en büyük haini olarak kabul edilen kişi kim?”

“Bilmiyorum.”

“Yahuda İskaryot… Hz.İsa’yı Romalılara sattı… 30 gümüş dinara…”

“Neden?”

“Aferin… Soru bu işte!.. Neden?”

“Neden gerçekten?”

“Çünkü “inanmıyordu”, “inanmış gibi” yapıyordu ve bunu çıkara tahvil etmeye çalışıyordu; hepsi bu!

(Bugün için teolojik tartışmaları boşverin; hatta sonra intihar etti, yok kaçtı, yok yakalandı meselesini de, bu uzun hikâye; bir gün tartışırız isterseniz.)

“Yani her şey 30 gümüş dinar için miydi; ‘çıkar’ için miydi her şey?!.”

“Aferin… Anlamaya başlıyorsun…”

* * *
“Obama diye bilinen çakma zencinin kanlı ağzının içine bakarak, ‘soykırım’ veya ‘meds yegherin’ (büyük felaket) diye Vatan’a kin kusmak,Vatana ihanet etmek, Vatana hainlik yapmak… Tüm bunlar 30 gümüş dinar için mi yani?”

“Gördün mü; acele etmediğinde nasıl da anlıyorsun her şeyi… Güzel de ifade ettin ha; koçum benim!.. Bugün gümüş dinar yok; ama şan var, şöhret var, ABD ve AB’den fonlanma var, televizyonda program yapıp haftada 250.000 dolar kapma var, gazetede köşe var, sofralarda ağırlanma var, el üstünde tutulma var, kişisel tatmin var, aşağılık kompleksinden kaynaklanan kendinden iğrenme duygusunu Türk Milleti’ne yansıtarak rahatlama var...”

“Neden aşağılık kompleksi?”

“E, herif Türk(!); Türk olmaktan utanıyor, ne yapsın! Baksana; ‘Türk’üm’ demeye bile dili varmıyor ineğin!..”


* * *

“Şimdi başa dönelim: Müslüman, sosyalist ve liberal ihanet etmez; bunların “inanıyormuş gibi yapanları” ihanet eder… Riyakârı, din taciri, münafığı, döneği, libofaşisti, yalakası, yandaşı, ahlâksızı, çıkarcısı, satılığı, entel dantel demokratı falan…

İşte ben de buna saldırırım; yoksa, yoksulun hakkını savunan bir komünistle, namazında niyazında bir Müslümanla, benim gibi düşünmese bile ahlâklı bir liberalle benim ne zorum olabilir…”

* * *

“Hadi bir soru da ben sorayım ciğerim: ‘Engerek soyu’ndan hain çıkar mı?”

“E, bu küfür olmuyor mu, hani küfür yoktu?”

“Küfür ne? Arapça bir sözcük; ‘gerçeği örtme-hakikati inkâr-karartma’ anlamına geliyor.”

“Yani?”

“Yanisi şu: Söylediklerimde ‘gerçeği örtme, hakikati inkâr, karartma’ varsa, bu söylediklerim küfürdür; yoksa, yani bu söylenenlerde gerçeği örtme, hakikati inkâr, karartma gibi bir olgu söz konusu değilse, ‘engerekten hain çıkar mı?’ sorusu neden küfür olsun ki! Tarihçiler böyle bir şeyin olmadığını, yapılanların soykırım değil, o günün tarihi koşulları içinde zorunlu bir göç ettirme olduğunu söylüyorlar. Savaştasın, Vatan tehlikede; kendini korumaktan, nefsi müdafaa yapmaktan başka çaren yok. (Aynen bugün gibi.) Onbinlerce vatandaşın katledilmiş, çeteler tarafından arkadan hançerlenmiş. Kendini korumaya çalışıyorsun sadece ve her iki taraftan da insanlar ölüyor; bunun soykırımla ne ilgisi var?!. Kızılderili katliamına, Hitler’in Yahudileri gaz odasına göndermesine, Maya ve İnka medeniyetlerinin tarihten silinmesine veya Amerika denen haydutun, sırf petrol çalmak için 1.5 milyon Iraklıyı çoluk çocuk, kadın erkek demeden paramparça etmesine benziyor mu bu?!. Beş yüz yıl önce İspanya’nın şerrinden kaçan ve bugün bu Vatan’da namuslu ve onurlu bir yaşam sürmekte olan Musevilere kim kucak açtı; aynı atalarımız değil mi?!. İnekliğin lüzumu var mı?!.”

“Anladım… Peki, “engerek soyu” tam olarak ne?”

“Bak bu soruyu beğendim işte… Bu okkalı bir tanımlama… Öyle sözlüğe, doğa belgesellerine, zooloji ciltlerine falan bakarak anlaşılmaz… Ne hissediyorsan o!.. Ne hissediyorsun peki?..”

“……….”

“Şöyle iyice bir düşün; ne hissediyorsun gerçekten?”

“Haklısın be baba; ulan vay engerek soyları be!..”

24 Nisan 2010 Cumartesi

Beş Milyar Dolar Getiren Kadın

“Varlık Barışı”ndan yararlanan bir hanım kardeşimiz Türkiye’ye 5.000.000.000 dolar getirmiş.

Allah daha çok versin!

5.000.000.000 x % 2 = 100.000.000

Ödediği vergi bu…

Kalan…

4.900.000.000 dolar x 1.5 = 7.350.000.000; yeni para ile…

Eski para ile söylemek isterseniz, yanına 6 sıfır daha koymalısınız:

7.350.000.000.000.000; yedi katrilyon, üç yüz elli trilyon…

(Diğer sepetteki yumurtalar hariç; hepsi aynı sepete konur mu!)

Bu kadar nakit şu anda Türkiye’de ondan başka kimsede yok.

E, o da Türkiye’de “yok” zaten…


* * *

“Bu parayı nereden buldunuz hanımefendi?” diye sorulabilir mi?

Tabii, neden sorulamasın ki!

“Size ne beyefendi; sizin başka işiniz yok mu?”

Yasaya göre, vereceği cevap bu olacaktır; çünkü % 2 ödenerek bu cevap resmen satın alınmış.

Anasının ak sütü gibi helaldir bu cevap!

* * *

Bazı vergi uzmanları, anasının ak sütü gibi helal olan bu cevabı veren hanım kardeşimiz hakkında, 2007 ve 2008 yılları ile ilgili vergi incelemesi yapılabileceğini söylemekte; ardından da bu kişi bu kadar saf olabilir mi, diye eklemektedir; çünkü bu paranın -muhtemel getirisinin- bu iki yıla ilişkin vergisi verilemeyecek kadar yüksek gerçekten.

Üfff… Etinden et koparmak gibi bir şey…

Iğğğ…

İnsanın içini acıtır…

Uzmanlar doğru söylüyorlar; çünkü bu hanım kardeşimiz bu kadar saf değil tabii.

Muhtemelen(!) “dar mükellef”tir; o kadar!

Yani, yasa kapsamında olmayan 2007 ve 2008 yılları için, bu “anapara”nın yurtdışı gelirini beyan etmek ve vergisini ödemek zorunda değildir; çünkü Türkiye’de ikamet etmemektedir.

(Uzun hikâye; Türkiye’de ikamet etmiyorsanız, bu durumda “dar mükellef” sayılırsınız ve Türkiye’de elde etmediğiniz kazancın vergisini Türk Devleti’ne ödemezsiniz, falan.)

* * *

Doğrusu, bu para, çok bir para da değil aslında…

Örneğin, bu hanım kardeşimiz, ayda 1.000 liraya çalışan bir ücretli olsaydı ve hiçbir şey yiyip içmeden, parayı olduğu gibi yurtdışına transfer etmiş olsaydı, bu serveti 312.500 yılda biriktirebilirdi; n’olmuş yani!

De…

Küçük bir sorun var tabii.

O zamanlarda bırakın parayı, Arz’da insan bile yoktu.

“Elestü bi Rabbiküm?” sorusu henüz sorulmuş muydu, bilmiyorum. (“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” A’raf, 172)

* * *

Peki; o tarihlerde, yani bundan 312.500 yıl önce A.B.D.’de insanların ikamet edebilecekleri evler var mıydı?

Cevap vermek zorunda değilsiniz; “susma hakkı” denen bir şey var…

Ne dediniz; bu cevap sadece mahkemede mi geçerli?

Haklısınız.

Hem, A.B.D. de nereden çıktı şimdi!

Hele “A.B.D.’de ikamet etmek”!..

Cık cık cık!..

Ne ayıp!..

* * *

(O tespit ettiğiniz bir-iki hata, ev ödevi; siz ayrıntılaştıracaksınız…)

* * *

Peki; yoksulluktan/işsizlikten dolayı peş peşe intiharların yaşandığı mahvolmuş, perişan olmuş, bitmiş tükenmiş bir toplumda bir kişinin bu kadar parası olması nasıl izah edilebilir? (“Mahvedilmiş”, “perişan edilmiş”, “bitirilip tüketilmiş” mi yoksa…)

Soruya bak!

Neden izah edilsin!

Niçin izah edilsin ki!


* * *

Peki; ya “susma hakkı”nın olmadığı “o mahkeme”de sorarsa!

Hani, “riba”yı yasaklayandan söz ediyorum.

Ya O sorarsa?

Ya, “Size % 2 ile ‘susma hakkı’ satma yetkisini kim verdi?” diye devam ederse?

E, “riba” bu, ismi üstünde…

Yasak.

Hani, “Allah’tan ve Resulünden bir harp ilanı” falan…(Bakara, 278-279)


* * *


Sen hâlâ oralarda mısın be?!.

Cahil ulan bu herif!..

Yobaz ulan bu!..

Yok yok; komünist ulan bu; hem yobaz, hem komünist!..

Sapık ulan bu!..

Tüh Allah belanı versin!..

Ulan böyle herifler adamı günaha sokar be!..

Bak nasıl sıkıntı bastı şimdi…

La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azîm.

22 Nisan 2010 Perşembe

Kuran ve Sol

Nüfusunun tamamına yakını Müslüman olan ülkemizde en az bilinen konuların başında Kuran’ın gelmesi ne kadar hüzünlendirici, ama aynı zamanda ne kadar anlamlıdır.

Çok açıktır ki, hiç de masumane olmayan birtakım hesaplarının bozulacağı endişesiyle olsa gerek, egemen güçler ve yaşamlarını onların egemenliklerinin gölgesinde sürdürmeyi seçenler, Kuran’ın layıkıyla bilinmemesi için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır.

Ne var ki, iş, hain birtakım amaçlar taşıyan bu egemenlerin ihanetiyle sınırlı kalmamış; insanların kardeşliğini ve eşitliğini hedefleyenlerin ne yazık ki farkına varamadıkları ihmalkârlıkları da bu olguya alabildiğine hizmet etmiştir.

Egemen güçler, Kuran’ı sadece birtakım dini merasimleri disipline eden bir tapınak prospektüsü gibi gösterip, sosyal içerik taşıyan hükümleri basit birer öğüt mertebesi gibi takdim edip, paylaşımcılığı Allah ile alay edercesine kişinin “lütfuna” prangalarken; halkın refah ve eşitliğini hedef alan güçler, Kuran’ı gerçekten böyle sanarak yeterince incelemedikleri için olsa gerek, bu hileyi fark etmemekte adeta gönüllü davranmışlar, egemen güçlerin ekmeğine yağ sürmekten kendilerini kurtaramamışlardır.

Örneğin, ülkemizde bugün İslam adı altında sahnelenen kimi uygulamaların Kuran ile uzaktan yakından hiçbir ilgisinin bulunmaması, İslam diye piyasaya sürülen bu ilkel tezgâhın eski Arap örf ve kabullerinden ve yeni bezirgânların/tefecilerin/kodomanların siyasi ve ekonomik manifestolarından ibaret olması, bu müktedirlere hayal bile edilemeyecek hain mi hain kimi imkânlar sunarken; diğerlerinin bu tezgâhtan rahatsız olmamaları ve kimi eylem ve davranışlarıyla bu sisteme sürekli yakıt pompalamaları ne kadar hazindir!..

Kuran’dan yola çıkarak insanların eşitliğini savunanlar, birincilerin on dört asırdır geliştirdikleri kimi kurnaz argümanlarla resmen alaya alınırken; ikinciler, “mallarda ortaklık ilkesini yayan ve halkı her bakımdan eşitleştirmeyi amaçlayanların bu tür yorumları solun değil, İslam’ın kendi iç sorunudur” diyerek adalet savaşçılarını resmen ve alenen dışlamaktadırlar.

Neden?

“Sol” bir “amaç” mıdır, yoksa insanların eşitliği, kardeşliği ve gelişimi açısından bir “araç” mı?

Örneğin, namusuna, bilgi birikimine ve asaletine mutlak bir saygı duyduğum Özdemir İnce, “Ama Müslümanlar İslam’da dinsel referanslar aramadan solcu, sosyalist ve komünist olabilirler; bunun için Kuran’ı özgürce okuyup yeniden cesurca yorumlamak gerekmez. Solun kaynakları hayatın içindedir; toplumsal ilişkilerdedir; sınıf bilincindedir. Bunun en iyi örneği Tekel işçilerinin şanlı dayanışmasında bulunabilir.” diye yazmaktadır. (Hürriyet Gazetesi, 13.4.2010)

Tarihin kaydettiği en büyük Tekel direnişi, tam bir sınıf bilinci içinde ve toplumsal ilişkilerin tam da göbeğinde, bundan on dört asır önce sahneye konulmuş olup, bu mukaddes direnişin önderliği bizzat Allah’ın Elçisi tarafından üstlenilmiştir. (Tefeci sınıfa ve bizzat Marx’ın İslam hakkındaki mektubunda yer verdiği deyişle, “murabaha sermayesi”ne karşı, yoksul sınıfın direnişi.)

Egemenler, sağcı politikacılar veya kendini şeriatçı diye isimlendiren kimi unsurlar bunu pekala bilip, toplumdan saklamak için canla başla çalışırlarken; yoksulları egemenlerin zulmünden kurtarmak için didinip duranlar bu gerçeği ya bilmemekte, ya da bidikleri halde Kuran’ı yeterince ciddiye almadıklarından, Allah’ın sunduğu bu imkândan yararlanamamaktadırlar.

Tarihin bilinen anlamda ilk komünisti olan Ebuzer’in, Allah’ın Elçisi’nin en yakın dostlarından biri olması çok anlamlı değil midir? Muaviye-Ebuzer çekişmesi, o günün kendine özgü koşulları içinde sözün tam anlamıyla bir “sınıf mücadelesi” değil midir? Bu bağlamda, Lenin Ekim devrimine öncülük ettiğinde, Rusya’da “işçi sınıfı” olmadığını bilmiyor muydu? Deniz Gezmiş, “Milli Demokratik Devrim” diye haykırdığında, enternasyonalizmi inkâr mı ediyordu? (Marx, Arz’da yaşamış en büyük iktisatçı, eyvallah; ama komünist olmak için neden ille de marksist olmak gereksin?.. Yukarıda değindiğim gibi, “işçi sınıfsız” devrim yapan Lenin, “devrimi işçi sınıfı yapar” tezini atlayarak Marx’ı inkâr mı ediyordu?)

“Amaç” insanların eşitliği, mutluluğu, gelişmesi, kapitalist sömürü karşısında perişan olmasının engellenmesi ise; bir “solcunun” Kuran ayetlerini referans almasının ne mahzuru olabilir?

“O mal ve nimetler yalnız zenginler arasında dönüp duran bir kudret aracı olmasın!”ı (Haşr, 7) referans almanın nasıl bir mahzuru olabilir?

Solcu bunu yapmadığında, meydan muktedire kalmakta, o da, bunun Kuran’a ihanet olduğunu bal gibi de bildiği halde, “herkes zengin olsaydı, zenginlerin dünya işlerini kim görürdü?!.” diye ilmihal kitapları yazdırmaktadır.

Literatürde “sol” nasıl anlamlandırılmaktadır?

“Siyasal sol veya sol; iyileştirme arayan veya var olan sosyal hiyerarşiyi (insanlar arasındaki sosyal yapıdan kaynaklanan üstünlük) kaldırmak isteyen ve zenginliğin ve imtiyazların eşit dağılımını destekleyen politik hareket.” (Vikipedi)

Bu anlamlandırmada, Hz.Muhammed’in tebliğine aykırı tek bir husus bulmak mümkün müdür?

Komünistlere ve Müslümanlara içtenlikle soruyorum:

Bu anlamlandırmada, Hz.Muhammed’in tebliğine aykırı tek bir husus bulmak mümkün müdür?

İnsanlığın belki de en büyük trajedisi, Kuran dahil tüm Kutsal Kitaplara egemen sınıfların ve yardakçılarının sahip çıkması; kapitalist sömürüye son verecek, onu bıçak gibi kesip atacak hükümler taşımasına rağmen, eşitlik ve merhametten yana olanların ise bu Kitaplara gereken ilgiyi göstermemesidir.

Bu, insanın insana yaptığı en büyük kötülük ve insanın Yaratıcı’sına karşı en ciddi vefasızlık örneğidir…

(Eşitlikten yana olan ateist dostlarıma sevgilerimi sunuyorum. Onlar bile -Allah’a inanmadıkları halde- Kuran’ın sermaye karşısında emeği taviz vermez bir kararlılıkla koruduğunu inkâr edemezler.)

Tüm dünyada bilinen anlamıyla, sol, emeğin sermayeye karşı üstünlüğünü savunur; meseleyi bilenler açısından, bunu tartışmak bile abestir.

Bilinmeyen şey, belki çoğu kere bilindiği halde kendine özgü birtakım nedenlerle sır gibi saklanan şey, beyhude yere göz ardı edilen şey ise, emeğin sermayeye karşı üstünlüğünü savunan ilk manifestonun Komünist Manifesto değil, Kuran olduğudur. (Komünist Manifesto’ya saygım sonsuz, enternasyonal marşını dinlerken hâlâ heyecanlanıp ağlıyorum; bu başka bir şey.)

Kodomanlar ve onların yardakçıları tarafından “Kuran’dan sosyalizm çıkarma çabaları” diye alaycı bir dille eleştirilen ve küçümsenen şey, Allah’ın sözlerinin Allah’ın murat ettiği biçimde yorumlanmasından başka nedir ki!..

Yeryüzündeki hangi İslam ilahiyatçısı Kuran’ın sermayeye karşı emeği desteklediğini, üstelik bunu çok sert ifadelerle ve kuşku duyulamayacak bir berraklıkla yaptığını inkâr edebilir?

Tekrar ediyorum, Arz’da halen yaşıyor olan hangi İslam ilahiyatçısı Kuran’ın sermayedarlara karşı emekçiyi desteklemediğini, bu çıkar çatışmasında fiilen “emekten yana taraf” olmadığını iddia edebilir?

Hodri meydan…

(Bu “hodri meydan”, yanıltıcı olabilecek bir özgüven tezahürü değil; Kuran’a duyduğum sınırsız güvenin bir sonucudur. Bir solcu, Müslümanların(!) -zımnen dahi olsa- Kuran’dan kapitalizm çıkarmalarına nasıl seyirci kalabilir?!.)

Arz’da, şu yazdıklarıma karşı çıkabilecek tek bir İslam ilahiyatçısı yaşıyor mu?..

Arz’da, şu yazdıklarıma karşı çıkabilecek tek bir komünist ideolog yaşıyor mu?

O halde?

O halde, sol, Kuran’ı neden “herkes zengin olsaydı, zenginlerin dünya işlerini kim görürürdü” diye ilmihaller yazdırabilen kodomanlara ve onların yardakçılarına bıraksın ki?!.

Suudi Arabistan Kralının Türk hacılara dağıttığı mealleri okuyanlar, Kuran’ın sadece saçtan sakaldan, mezarlıklarda okunan yasinlerden, birtakım dini merasimlerden, kadının ikinci sınıf yaratık olduğu martavallarından, gül kokulu tespihlerden, cennette erkeklere sunulan 4.000 bakire ile 8.000 dul eşten veya şefaat dilenciliğinden ibaret olduğunu sanabilirler.

Ama gerçek bu değildir!..

Kuran, “terminolojik anlamda” bundan 1.400 yıl önce de solcuydu, bugün de solcu, Arz’da insan var olduğu sürece de solcu olacak elhamdülillah!..

Çünkü “Allah’ın yol ve yasasında asla değişme bulamazsın!” (Fâtır, 43)

“Emek” en yüce değerse, bunu hangi kaynak Kuran’dan daha iyi anlatabilir, ayrıntılaştırabilir, sistemleştirebilir ve disipline edebilir?

“Zenginlerin mallarında yoksulların hakkı vardır!” (Zariyat, 19) diyen Kuran, solcular tarafından görmezden gelindiğinde, muktedir hemen devreye girmekte ve bu hakkı kırkta bire indirivermektedir; oysa Kuran zekâttan (kırkta bir) ayrı olarak, yüzlerce ayetinde “infak”ı emretmektedir. (Kaldı ki Kuran’da zekâtın kırkta bir olduğuna dair tek bir satır dahi yoktur; o, o günün uygulamasıdır.)

Yazık günah değil mi?!.

Muktedirin bunu yapmasına izin vermek gaflet değilse, nedir?

Obama’nın büyük büyük babası daha düne kadar köleydi; oysa Bilal, 14 asır önce bizzat Kuran vasıtasıyla özgürleştirilmişti.

Allah’ın Kitabı, neden Allah’ın düzenine karşı hainlik edenlere bırakılsın ki?!.

Bırakıldığında ne olduğunu asırlardır hep birlikte görmüyor muyuz?!.

Müslümanlar ve komünistler bu yalın gerçeği inkâr ederek Allah’a ve “tabiat” denen Allah ayetlerine karşı nasıl mahcup duruma düştüklerini ne zaman kavrayacaklar?!.

Yetmedi mi artık?!.

Yoksulların çığlıklarına ve buna ilaç olacak Allah’ın ayetlerine kulak vermektense, Kamer Suresi’nin birinci ayetini mi bekliyorlar?!. (1)

O halde, Kafirun 6, sevgili Müslüman ve komünist dostlarım; o halde, Kafirun 6… (2)

(1) “Saat yaklaştı, Ay yarıldı.”
(2) “Senin dinin sana, benim dinim bana!”

Not: Bu çalışmadan, “sağ”ın elin tersiyle itilerek derhal dışlanması gerektiği anlamı çıkmaz. Sağın da kendine özgü değerleri (milliyetçilik, vatanseverlik, muhafazakârlık gibi) vardır; ancak, sağ, yoksulları kodomanlara karşı korumadığı yönünde özeleştiri yapıp, kendini tefeci bezirgânlara kullandırmaktan bir an önce vazgeçmelidir.

18 Nisan 2010 Pazar

Karanlık Geçmişimizle Yüzleşmeliyiz (1)

İnsan psikolojisi ile uğraşan bilginler, insanın rahatlayıp daha verimli hale gelebilmesi, daha üretken olabilmesi, yaşamının kalanını kendisiyle barışık olarak sürdürebilmesi için geçmişiyle yüzleşmesini öneriyorlar; tabii bu öneri sadece insanla sınırlı kalmıyor, insan topluluklarını da kapsıyor.

Bu, bir anlamda “özeleştiri” yapmayı da kapsayan bir öneri; geçmişteki hatalarla ilgili bu yüzleşmenin, aynı hataların gelecekte yapılmaması için bir baraj görevi üstlenebileceğini düşünüyor bilginler.

Bu anlamda, ideolojik olarak bizim gruba giren kimi arkadaşların, bu yüzleşmeden kaçındıklarını görüyor ve üzülmekten kendimi alamıyorum.

Bu sınıfa giren kimi dostlara yol gösterici olabileceğine, kendi deneyimlerimi aktarmanın bu arkadaşlara faydalı olabileceğine duyduğum inanç, bu satırları yazmaya itiyor beni.

Ben, karanlık geçmişiyle yüzleşmiş biriyim; bunun faydasını gördüğümün bilinmesi, dolayısıyla benim gibi acılar çeken kimi dostların aynı yolu izlemesi en samimi dileğimdir…

Bir zamanlar, gençliğin o kendine has delice cesaretinin de itelemesiyle komünist guruplar içinde yer aldım. Türkiye’deki fakir fukara kardeşlerimizi emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin insanlık dışı sömürüsünden kurtarmak, onları özgürleştirmek, insanca yaşayabilecek koşullara sahip kılmak ideali uğrunda gece gündüz mücadele etmek, özellikle Amerikan emperyalizmine karşı vatan savunması denilebilecek kimi uğraşlar içinde olmak, başlarda ne kadar heyecan vericiydi.

Kendimizle ilgili bütün kaygılarımızı bir kenara bırakmış, ezilenler yanında bütün benliğimizle saf tutmuştuk; emperyalizmin ve kodomanların zulmüne karşı yiğitçe bir başkaldırının yılmaz bir neferi olmak bizim için şereflerin en büyüğü, en mukaddesiydi.

Vatanımızın Amerika’nın ileri karakolu olmasına, bu kutsal toprakların Amerikan çizmeleri altında ezilmesine daha fazla izin vermeyecek; ay yıldızlı bayrağımızın şerefle dalgalanması uğrunda gerekirse canımızı vermekten kaçınmayacaktık.

Artık kızlı erkekli gruplar halinde tüm vaktimizi vatan ve millet uğruna, ezilenler ve onların dertleri uğruna harcıyor; direnişler, boykotlar, yürüyüşler, gazete ve dergi çıkarma çabaları, partileşme süreçleri, kavgalar döğüşler arasında, Denizler ve Mahirler olma yolunda mistik bir ürperti içinde didinip duruyorduk.

Günlük gazetemiz ilk yayınlandığı gün hepimiz çocuklar gibi ağlamıştık. (Aslında ben ağlamamıştım; şimdi düşünüyorum da, tuhaf bazı şeyler hissetmeye ilk olarak o gün başlamıştım sanırım.)

Ne var ki, yaş ilerleyip birtakım şeylere vakıf oldukça giderek bazı şeyleri sorgulamaya başlamıştım…

Bir zamanlar kutsal olduğunu sandığım bu işlerde kişisel bir gelecek yoktu. Zengin olmak, makam mevki sahibi olmak, şan ve şöhrete ulaşmak imkânsızdı; çünkü bu uğraş, ciddi ölçülerde fedakârlık yapmayı gerektirmenin yanısıra, kendinden ziyade toplumun refah ve mutluluğunun ön planda tutulmasını hedefliyordu.

Herkes eşit olacak, ülkenin servet ve nimetlerinden herkes eşit ölçüde yararlanacaktı; Türkiye tam bağımsız olacak, kendi kararlarını kendi verecekti.

De…

Benimle ilgili bir şeyler eksikti işte.

Ben ne olacaktım?

Can sıkıcı, moral bozucu, düşündürücü bir şeydi…

Örneğin, Amerikan 6. Filosu Türkiye’ye geldiğinde, kimi arkadaşlar çılgına dönüyor, Amerikan askerlerinin karaya çıkmaması için polisle çatışmayı dahi göze alabiliyorlardı. (O zamanlar biber gazı yoktu; o copu kafanıza yediğiniz an kan revan içinde kalıyordunuz; tabii, nereden geldiği belli olmayan(!) serseri(!) bir kurşuna kurban gitmezseniz; saçmalık işte!)



Vatan ve millet sevgisi, ezilenlerin hak hukuk mücadelesi, ulus devlet diye tarif edilen iç pazarın ay yıldızlı bayrak altında bu denli kutsallaştırılması bana tuhaf gelmeye başlamıştı; bu işlerin sonu yoktu ki!..

Daha doğrusu, bu “tehlikeli işler”in bana bir faydası yoktu.

Cinnet yıllarıydı o yıllar, cinnet yılları.

Karanlık yıllar…

Arkadaşlarımızın bir kısmı bu uğurda canını kaybediyor, bir kısmı hapishanelere düşüyor, bir kısmı da üniversitelerden atılıyordu.

Kendi kendime muhasebe yapmaya başladığım o günleri hiç unutmuyorum.

Fakir fukaranın acısı, vatanın emperyalizme karşı savunulması, Türk bayrağının onuru bana mı kalmıştı yani!..

Yaşım ilerliyordu, ama ben hiçbir şey kazanamıyordum; ne makam mevkim oluyordu, ne servetim, ne de şan şöhretim.

Bu “karanlık” günler içinde yitip gidiyordum.

Bir gün bir şey oldu ve bir lider ortaya çıktı. Bize öyle şeyler anlattı, öyle şeyler vaat etti ki, gerçeği bir anda görüp marksizmden yüz seksen derece çark ettik hemen. Bu ulu lider, vatan millet gibi boş işlere takılıp kalmamızı, güya kutsal olan bu hak hukuk mücadelesinde yitip gitmemizi engelleyerek karanlık geçmişimizle açıkça yüzleşebilmemizi sağladı.

Bu işler boş işlerdi, insana bir şey kazandırmıyordu.

Ve o lider, liberalizmi öğretti bize.

Ve o gün gördük ki, aradığımız, en azından benim aradığım parlak gelecek bu ideolojideydi. Bunun da kökü dışarıdaydı, ama olsundu; bu, insana ikbal yollarını açan sihirli bir lambaydı; lambadaki cin ortaya çıkmış, bize ne istediğimizi soruyordu.

Şan, şöhret, para, makam mevki, itibar…

Ezilenlerin, fakir fukaranın, işçi sınıfının, köylülüğün, Mustafa Kemal’in, Marx’ın, vatanın, ay yıldızlı bayrağın, ulus devletin, hak ve hukuk mücadelesinin, namus ve haysiyetin, erdemin, fedakârlığın; netice olarak insanı insan yaptığı iddia edilen ne kadar boş değer varse hepsinin Allah belasını versindi!..

Önemli olan kişisel çıkardı, eşyanın tabiatına uygun olan buydu ve Adam Smith’in gizli eli, Marx’ın, ezilenler hakkındaki önerilerinden daha gerçekçi görünüyordu. (Aslında tam olarak böyle olmasa da, böyleymiş gibi davranmak, böyleymiş gibi anlatmak, buna inanıyormuş gibi yapmak daha tutarlıydı; çünkü bunun bir getirisi vardı. Zaten şimdi şimdi daha iyi anlıyorum; o tarihlerde marksizme de inanmamıştım; tek yaptığım “konjonktür gereği” inanıyormuş gibi yapmaktan ibaretti.)

Ve ben o karanlık geçmişimle yüzleşip, o karanlık geçmişi reddedip, o karanlık günlerdeki sözde arkadaşlarımı bir anda terk edip kendimle barışmayı seçtim.

O günden sonra ne mi oldu?

Çok şey…

Önce para geldi, sonra makam mevki, şan şöhret, gazetede köşe, itibar ve kişisel tatmin duygusu…

Mutluydum artık, alabildiğine mutlu…

Muktedirler tarafından el üstünde tutuluyor, ABD ve AB fonlarıyla taltif ediliyor, hatta Nobel alabilme potansiyeline bile sahip olabiliyordum.

Artık Türkler’in Ermeniler’i kestiğini rahatça söyleyebilir, darbeci komutanlara içimden geldiği gibi hakaret edebilir, en koyu faşizan uygulamaları “demokrasi” diye cilalayabilir, yargının bağımsızlığının yok edilmesine yönelik çabaları millete “sivilleşme” diye anlatabilir, Mustafa Kemal’le dilediğim biçimde alay edebilir, İslam’a ters her türlü uygulamayı sanki bu konunun uzmanıymışım gibi İslam çerçevesi içinde gösterebilir, ulus devlet ve ay yıldızlı bayrakla dilediğim şekilde dalga geçebilir, Kıbrıs ve Güneydoğu meselesinde emperyalizme taraf olabilir; kısaca Türk’ü Türk yapan, insanı insan yapan ne kadar değer varsa hepsinin ırzına geçip, içimdeki kini ve nefreti alabildiğine özgür bir biçimde ortaya koyabilirdim.

Artık karanlık geçmişimle yüzleşmiş, karanlık geçmişimi reddetmiş ve yaptığım özeleştiri sayesinde özgürleşmiştim.

Kimileri bana “dönek”, kimileri “maskeli”, kimileri “liboş”, kimileri “yandaş”, kimileri “yalaka” derken, kimileri de “libofaşist” diyordu, ama bundan zerre kadar gocunmuyordum; çünkü muhasebe yaptığımda ne kadar kârlı olduğumu görüyor, yatırımımın ne kadar önemli getirileri bağrında taşıdığını somut biçimde algılayabiliyordum.

Şu anda…

Boşverin; gerisini biliyorsunuz zaten; her akşam televizyonlar, gazetedeki köşem, o malum uçaktaki yerim, davetlerde hazır tutulan koltuğum, sınırsız akredite ayrıcalığım, Türk milletine duyduğum kin ve nefreti ölçüsüzce ortaya koyabilme özgürlüğüm… (Siz ne diyorsunuz; bazı arkadaşlarım sıradan bir televizyon programından haftada 250.000 TL alıyorlar!)

Mutluluk bu işte!

Eski dava arkadaşlarım ya yoksunluk içinde bir köşeye itildiler, ya öldürüldüler, ya da hapishanelerde çürüyorlar; yani sözde kutsal bir mücadele için kendilerini mahvettiler enayiler.

Oysa ben…

Libofaşist mibofaşist, devşirme mevşirme, yalaka malaka; aşağılık komplekslerimden kaynaklanan kinimi ve nefretimi Türk halkına mis gibi de yansıtıp dururken, muktedirlerden artan kemiklerle beslendiğimi söyleyenlerin bunu kıskançlıklarından yaptıkları son derece açık değil mi?

Peki, hiç mi olumsuzlukla karşılaşmıyorsun, diyecek olursanız, söyleyebileceğim tek şey olabilir; ki bunun da, bunca getirinin yanında pek önemsiz kaldığı da aşikardır tabii..

Artık aynaya bakamıyorum.

Katlanmam gereken tek olumsuzluk bu.

Aynalara küsüm artık.

Midem bulanıyor.

Midem feci biçimde bulanıyor…

Ama bu kadarcık şeye katlanmaktan da şikayetçi değilim doğrusu.

Çünkü ben buyum!..

Sürekli olarak hain hain sırıttığımı söyleyenler yanılıyorlar!

Hain hain sırıtıp falan durmuyorum.

Benim tipim böyle…



Not 1: Bu fakir, ötedenberi liberalizmi savunanları veya gerçek liberalleri tenzih eder; sözün kime gittiğini anlayan anlamıştır zaten.

Not 2: Bir insanın gerçekten görüş değiştirmesi olağan bir şeydir, herkesin buna hakkı vardır; bunu alçakça pazarlamaya kalkmadığı, eski dava arkadaşlarına alçakça iftira etmediği, kişisel çıkarı için fakir fukarayı kodomanlara yem etmediği, inanmadığı şeylere inanmış gibi yaparak insanlığa ihanet etmediği sürece tabii… Birçok liberal dostum var; hepsi de namuslu, onurlu insanlar…

Not 3: Bu çalışmanın (2) numaralı bölümü, “gömlekçileri” kapsayacaktır; gömlekleri çıkararak “beyt-ül mal”den, “babalar gibi satmalar”a geçenleri; “Cuma çıkışlarında” amerikan bayrağı yakmaktan vazgeçip, bu paçavraya tapınmayı seçenleri…

14 Nisan 2010 Çarşamba

Bakara 219, Şuayb Peygamber ve Birkaç Soru

AKP’nin de diğer kapitalist partiler gibi uygulamakta hiçbir beis görmediği vahşi liberal politikalar nedeniyle delicesine bir rekabet ortamında yaşamaktan yorulduğunuzu tahmin ettiğim için, bu kez, vaktinizi almak, sizi daha da yormak istemiyorum.

Bugün bir ayeti olduğu gibi yazacağım ve size birkaç soru soracağım.

Ayet, Bakara 219 ve mealen şöyle:

“Sana içki ve kumar hakkında soruyorlar. Onlara söyle: Her ikisinde de hem büyük bir zarar, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Ancak her ikisinin de zararı, faydasından daha çoktur. Yine sana neyi paylaşacaklarını soruyorlar. Onlara şöyle söyle: İhtiyaç fazlası olan her şeyi.” (yaşayan KUR’AN/Türkçe Meal-Tefsir/R.İhsan Eliaçık/İnşa Yayınları, 2007)

“Neyi paylaşmak” mı?!.

Paylaşmak?..

(Ayetin ikinci kısmını, yukarıdaki “Allah adamı” gibi meallendirenler, kişinin, kendisine ve bakmakla yükümlü olduklarına yeterli olanından artanını dağıtması gerektiğini belirtiyorlar; bu konuyu daha önceki çalışmalarımda uzun uzun anlattığım için bugün ayrıntısına girmiyorum. Yaşar Nuri Öztürk, aynen yukarıda belirttiğim gibi meallendiriyor bu ayeti mesela.)

İçki ve kumarla ilgilenmiyorum; çünkü bu ayeti yorumlayan ilahiyatçılar bu konuda sayfalar dolusu yazmaktan kendilerine alamıyorlar; onları okuyarak bu konuyu onlarla tartışabilirsiniz. (Böylece, ayetin ikinci kısmına zaman kalmaz, tehlikeli sulara kulaç atmamış olursunuz; sanırım istedikleri de bu!)

Ben bugüne özgü olarak ayetin ikinci kısmıyla da, yani neyin paylaşılması gerektiği bölümüyle de ilgilenmiyorum.

Bugün ilgilendiğim, bu ayetin ikinci kısmının iniş nedeni…

Bunu da birtakım sorularla yapmak istiyorum.

İşte size birkaç soru:

Bu adamlar, neyi paylaşacaklarını neden soruyorlar? Ayetin düzenleniş tarzından, birtakım insanların Allah’ın Elçisi’ne bu soruyu sorduklarını anlıyoruz.

(Meallendirme, “sorarlar”, “soracaklar”, “sorarlarsa” biçiminde değil; “soruyorlar” biçiminde; demek ki, bu soru Allah’ın Elçisi’ne sürekli soruluyordu.)

Neden soruyorlar?

Onları bu soruyu sormaya iten şey nedir?

Sahabenin “paylaşmak” ile ne alıp veremediği var ki, Haberci’ye hep bunu soruyor?

Kuran’da “zekat” denen bir kavram var, bu adamlar bunu çok iyi biliyorlar; bu onlara yetmiyor mu da, ayrıca neyi paylaşacaklarını bu kadar merak ediyorlar?

O güne kadar paylaşmıyorlar mıydı; bu nedenle mi neyi, ne kadar paylaşacaklarını bilmiyorlar da soruyorlar? (Paylaşmak istiyorlar aslında, ama ne kadar ve nasıl paylaşacaklarını bilmiyorlar.)

Hz.Muhammed tebliğ ile görevlendirildiğinde, müşrik Araplar Allah’ın Elçisi’nin anlattığı gibi olmasa da namaz kılıyorlardı, oruç tutuyorlardı, Tevrat’ta geçen “ondalık” kavramından haberdardılar, hatta hac bile yapıyorlardı, hatta hatta yukarıda değindiğim gibi zekat bile veriyorlardı. O halde, ne olmuştu da, bir kısım akrabaları dahil, o günün Mekke oligarşisini oluşturan bazı Araplar Allah’ın Elçisi’ne bu denli kızmışlardı?

Onları, Haberci’yi kendi memleketinden göç ettirmeye zorlayacak kadar kızdıran şey neydi?

Hz.Muhammed neyi “haber veriyordu” ki, bu adamlar bu denli köpürüyorlardı?

Bu insanları bu denli çıldırtan şey neydi?

Hz.Muhammed’i reddeden, tanımayan, kovmak isteyen, ambargo uygulayan, hatta suikastler düzenlemekten dahi kaçınmayan bu adamların ortak özellikleri neydi?

Bu konuya yoğunlaşmanızı istirham edeceğim; bu adamların ortak özellikleri neydi?

Daha açık sorayım:

Hz.Muhammed’den ölesiye nefret eden Ebu Leheb’in, Ebu Cehil’in, Velid Bin Muğire’nin ve benzerlerinin ortak özellikleri neydi?


Şüphesiz daha önceki üç Kitap da Allah’ın Kitabı’ydı; o Kitaplarda olmayan veya olduğu halde çıkarılan, göz ardı edilen veya Kuran’daki kadar şiddetle vurgulanmayan ne vardı ki, Kuran’ı tebliğ eden bu Arap kardeşlerine bu denli şiddetle saldırıyordu bu adamlar? (Putlarının kırılmasına bu denli öfkelenmiş olamazlar, çünkü Allah’ı onlar da kabul ediyorlardı; bu nedenle onlara “müşrik” deniyordu zaten, yani “ortak koşan”.)

Aynı şeyler, Hz.Şuayb’ın başına, “Ey Şuayb! Namazın mı emrediyor sana, atalarımızın tapar olduğunu terk etmemizi yahut mallarımızda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi?!.” mealindeki ayet nedeniyle mi gelmişti? (Hud, 87/Yaşar Nuri Öztürk/Surelerin İniş Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim Meali(Türkçe Çeviri)/Yeni Boyut, 1997)

Bugüne kadar televizyonlarda binlerce kez dini program izlediniz… Size hep kurban nasıl kesiliri, abdest nasıl alınırı, büyüden nasıl korunuluru, nafile ibadetler nasıl yapılırı, hacca nasıl gidiliri falan anlattılar… Bu adamların tamamına yakını ilim sahibi, mümin, samimi kişilerdi…

Peki…

Hiçbiri size neden Bakara 219’un ikinci kısmını anlatmadı, bu konuya neden hiç gir-e-medi? (İşin “şarap” kısmını hiçbiri geçiştirmiyor ama, bıraksanız bu konuyu, yiyip içmeden, uyku falan uyumadan üç gün anlatırlar size!)

İşte size, iç içe birkaç sorudan oluşan bir soru:

İnfak sizin babanızın keyfine mi kalmış, bu müessese sizin “içinizden gelmesine” mi bırakılmış, eğer siz “lütfederseniz” mi infak yapmalısınız, bu sizin lütfunuza mı terk edilmiş, bunu canınız isterse mi yapmalısınız?..

Temel kıstas şu:

İnfak, sizin lütfunuza mı kalmış; yoksa buna zorunlu musunuz?

(Namaz beş vakit; bunu lütfettiğiniz için mi kılıyorsunuz; mesela, “beş çok ciğerim, iki yeter!” deme hakkınız var mı; veya “otuz gün oruç mu olurmuş canım, bu alt tarafı ahlâki bir öğüt, bunu dört-beş güne indiririz, olur biter” diye düşünme ve bunu uygulama hakkınız var mı yok mu?)

(Günde iki kez namaz kılmak veya ramazanda birkaç gün oruç tutmak da önemli bir şeydir, bunu konuşmuyoruz; üzerinde durduğumuz şey, Kuran’da kesin hatlarıyla belirlenen bu ölçüyü değiştirmek gibi bir hakka sahip misiniz, değil misiniz. Namaz “farz” iken, infak sadece “ahlaki bir öğüt”ten mi ibaret; bunu bulmaya çalışıyoruz.)

Hadi biraz içinizi çekin bakalım dostlarım…

Sahi; “infak” ne demek Allahaşkınıza?

Ayrıca, “zekat” denen bir şey var; infak da nereden çıktı şimdi?

Son soru:

AKP, “infak”ı da özelleştirmeyi düşünüyor mu; yoksa tek derdi “dolar milyarderi” sayısını biraz daha mı artırmak?!.

Türk halkının yarısı açlık sınırında ve birileri bize sadece şarabı anlatmakta ısrar ediyor!

“İnfak” nedir ki din adamları bu kavramdan bu kadar korkuyor?

Tekrar ediyorum; “infak” nedir ki din adamları bu kavramdan bu kadar korkuyor?

Bugün herkes kendi cevabını kendi verecek.

(“Canım, biz yeteri kadar anlatıyoruz işte…” diye eveleyip geveleme birader; adamı hasta etme! Senin babanın keyfine kalan konuları dinlemek zorunda mıyım; bana Bakara 219’u, Nahl 71’i, Haşr 7’yi anlat! Ne demek mesela, “… Bu böyle düzenlenmiştir ki, o mal ve nimetler sizden yalnız zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı olmasın!”… Bana bunu anlat Hoca; “türbe ziyareti adabı”ndan gına geldi artık! Kendi ülkesinde çoluk çocuk aç sabahlayan adama “oruç”u anlatmaktan bıkmadın mı be Hocam; adam zaten 365 gün oruçlu!..)

Hadi, konuyu, Şuayb’e kızan kavminin ileri gelenlerinin, yukarıdaki ayette belirtilen bitiş cümlesiyle bitirelim; mallarında diledikleri şekilde davranamayacaklarını anlatan Şuyb’e kızdıktan sonra bakın nasıl şaşırıyorlar; bana çok anlamlı geldi:

“Esasında sen, gerçekten yumuşak huylu, olgun bir insansın.”

Bugünün yumuşak huylu, olgun insanları, işin sadece “şarap” kısmıyla ilgileniyorlar; Hz.Şuayb bugün aramızda olsa, sanırım onlar da bu Peygambere kızarlardı…

Aslında pek de haksız sayılmazlar be!..

Deli midir nedir; mallarımızı ne karıştırıyorsun ciğerim?!.

Bu alt tarafı “ahlaki bir öğüt” işte…

İçimden gelirse…

“Lütfedip” bir şeyler verirsem veririm.

Daha ne istiyorsun birader!..

Not: Yukarıda mealininden alıntı yaptığım İhsan Eliaçık’ı televizyonda birkaç kez gördüm; esasında gerçekten yumuşak huylu, olgun bir insana benziyor, ama görünüşe aldanmamak gerekiyor demek ki!.. Şarabı anlatmakla yetinsene kardeşim; mallarımıza neden karışıyorsun ki?!. Yoksa bunu sana namazın mı emrediyor?!.

9 Nisan 2010 Cuma

Tahterevalli Sendromu

“Benzerleriyle Değiştirilenlerin Hikâyesi” adlı kitabımın bir bölümünü “Tahterevalli Sendromu” diye isimlendirmiş ve satırlarıma “Servet ile merhamet bir tahterevallinin iki ucunda oturmaktadır; biri yükseldiğinde diğeri alçalır” diye başlamıştım.

Bu, uzun yıllara dayanan gözlemlerimin, amansız çelişkilerle dolu ruhsal yolculuğumun ve neredeyse çocukluğumdan beri tümüyle isyanlarla dolu yıldırıcı hayal kırıklıklarımın ruhumda oluşturduğu şaşırtıcı deneyimlerin ortaya koyduğu bir hayli ürpertici bir tespittir. (Çocukluğumda ve gençliğimde yağlıboyacılık yapıyordum; ustam olan bamam, kansere yakalandığında sigortasız olduğu için hastaneye kabul edilmemişti; “özde” bugün de değişen bir şey yok; çünkü sağlık sistemi, Dünya Bankası’nın veya ona eşdeğer bir alçak kurumun itelemesiyle giderek özelleşiyor, paralı hale geliyor, parası olan tedavi imkânı bulabiliyor. Şimdi size tüm bu çalışmayı bir cümlede özetleyecek bir soru: Hasta olan birine “paran var mı kardeş?” diye sorulabilir mi, sorulamaz mı?)

Servet, merhameti çözüp parçalamakta, benzetme yerinde ise, ekonomik literatürde “kötü paranın iyi parayı piyasadan kovması”nda olduğu gibi, onu insan ruhundan kovmakta; servetteki artışa paralel olarak, onu adeta her gün, her an, her vesile ile törpülemekte, eritmekte ve giderek tamamen yok etmektedir.

Tarih kitaplarının satır araları dikkatle ve eleştirel bir mantıkla incelendiğinde, savaşların o kitaplarda yazıldığı gibi eften püften nedenlerden çıkmadığı; aslında her savaşın, bir “paylaşım savaşı” (Kuran’ın emrettiği “paylaşım” değil elbette) olduğu gerçeğine ulaşılacaktır. İnsanoğlunun en merhametsiz eylemi haksız savaştır; ve bu eylemin arkasında yatan gerçek de “merhamet”in ortadan silinmiş olmasıdır. İnsanoğlu en büyük zulümlere Hristiyanların mezhep kavgalarında ve iki dünya savaşında maruz kaldı ve şu anda Arz’ın çeşitle yerlerinde yaşanan görece küçük ölçekli savaşlarla da bu maruz kalış devam ediyor. (Çünkü abd denen katil hırsıza henüz haddi bildirilemedi.)

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşanan Vietnam Savaşı henüz hafızalardan silinmedi; o savaşta ortaya konulan vahşet ve zulüm henüz çok taze… Binlerce amerikalının ve yüzbinlerce Vietnamlının can verdiği, güzelim Vietnam’ın mahvolduğu bu anlamsız(!) savaşın gerekçesi neydi? Sözde gerekçe kuşkusuz bilinmektedir: Konünizmi engellemek…

İşin aslı bu muydu peki?

Ruhunu, kapitalizmin bir gün kendisine de yönelmesi muhtemel aldatıcı ışıltısına rehin bırakmamış her benlik hemen kabullenecektir ki, esas sorun, emperyalizmin neden olduğu “merhamet yitikliği”dir. Yaratıcı’nın insan benliğine büyük armağanı olan o Tanrısal Nefes, emperyalizmin kahrolası çıkarları tarafından tutsak alınmış, halifenin gönül gözü/kalp gözü körelmiş; cenneti andıran o güzelim ülkede, 8-10 yaşlarındaki çocukların kutsal bedenleri napalm bombaları ile kavrularak emperyalizmin oluşturduğu uluslararası şirketlerin veya uluslarası şirketlerin oluşturduğu emperyalizmin kara/kapkara servetleri muhafaza edilmek istenmiştir. (Irak’ın işgaline hiç girmeyelim; bugün ağzımı bozmak istemiyorum.)

Dikkatli ve basiretli bir gözlemci, gerek Hristiyanların mezhep savaşlarının, gerek iki dünya savaşının ve Vietnam alçaklığının, gerekse de dünyamızda yaşanmış olan ve halen yaşanmakta olan diğer savaşların tamamına yakınının da benzer nedenlerle çıkarıldığını hemen teslim etmek zorundadır.

İnsanın “Tanrıca”lığının en büyük kanıtı olan “merhamet” tarihin her döneminde, ekonomik çıkar ve servet hırsı tarafından insan ruhundan kovulmuştur.

Merhamet ve servet ikilisinin bir tahterevallinin iki ucunda oturmakta olduğu gerçeği, matematik bir kesinliktir. (“Kesin” sözünü sadece cahillerin kullandığını pekala bilen bu fakirin gönlü rahat; çünkü bunu Kuran söylüyor; bu nedenle bu fakire göre kesin!) İnsan ruhunu yaratan Güç, bunun böyle olduğunu, insanlığa mesajında tüm açıklığıyla ortaya koymakta ve servet karşısında yenilgiye uğramaya mahkûm bu ruhu aynı mesajında durmaksızın uyarmaktadır.

O kitabımda uzun uzun anlatmaya çalıştığım şey, “sonraki merhaleler”de önemli görevler üstlenecek olan insan ruhunun, servet karşısında yitip gitmemesi/marhemat denen Tanrısal Esinti’sini yitirmemesi için, tüketebileceğinden fazlasına sahip olmaması gerektiğidir. Tüketebileceğinden fazlasını depolayabilme imkânını bulabilen insanoğlu, insanlığından çıkmakta, liyakatini ispatlama şansından uzaklaşmakta, Tanrısal Nefes’e ihanet etmek zorunda kalmaktadır; bu, hiç tereddüt edilmeyecek derecede açık bir gerçektir.

Peki; Tahterevalli Senrdomu tam olarak nedir…

Yukarıda kısaca anlattığım şeyleri, yani servetin merhameti silip süpürdüğü, onu insan hayatından kovduğu, liyakatini kanıtlama şansını elinden aldığı gerçeğini servet sahiplerinden bazıları da görmektedir. Belki de, “görebilenler”in göremeyenlere göre daha şanssız olduklarını söylemek mümkündür; çünkü görebilenler, görebildikleri için acı çekmektedirler…

Acı çekmektedirler.

Çünkü görebilmektedirler…

Bu sapkın(!) görüşüme muhatap olan kimi servet sahiplerinin mimiklerinden, hareketlerinden, vücut dillerinden bunu rahatça okuyabiliyorum; gerçekten acı çekiyorlar…

Bu öyle zorlu bir savaş ki, ne servetlerinden vazgeçebiliyorlar, ne de merhametlerinden… Üstelik, fark ettikleri bir şey daha var ki, işte bu, bu insanları mahvediyor: Servetleri arttıkça, bir başka deyişle servetleri yükseldikçe, merhametleri azalıyor, giderek yok oluyor… Ama işin daha da vahim tarafı, bu amansız girdaba tutsak olduklarında biliyorlar ki, daha da gaddarlaşmak, daha da vicdansızlaşmak, daha da merhametsizleşmek zorundalar; çünkü servet denen belanın durup nefes alacak, mola verip ferahlayacak vakti hiç yok… Her geçen gün, servetin büyüdüğü her gün, savaş daha da acımasızlaşıyor; merhamet daha da derinlere doğru alçalıp giderek yok oluyor. “Durmak yok, yola devam” şiarı, işte bu gerçeği yansıtıyor; çünkü durduğunuz zaman düşüyorsunuz…

Kapitalist sistem gerçekten çok acımasız. “Rekabet” adındaki İlah, “Rekabet” diye isimlendirilen Tanrı, müminlerinden tam bir teslimiyet istiyor. Öyle kurallar koymuş, öyle mekanizmalar geliştirmiş ki, tüm sistemin tasarlayıcısının bizzat İblis olduğu açıkça görülebiliyor. Bu dinde, Tanrı ve İblis ortak bir çalışma yürütüyorlar; mükemmel bir işbirliği içindeler. (“Tanrı” kelimesinin “T” harfini özellikle büyük yazıyorum; çünkü bu tanrı gerçekten de Tanrı…)

Daha ucuza mâlet; daha kârlı sat…

Kapitalist mantık, “insana rağmen” rekabet koşıllarında daha fazla kazanmak için hen şeyi, her yolu mübah görüyor; çünkü başka çaresi yok, kaçınılmaz bir şey bu…

Sümürülecekler içine erkekler, kadınlar, çocuklar (özellikle çocuk işçiler), ormanlar, nehirler, göller, madenler, denizler, türü yok olmak üzere olan hayvanlar; hatta kendi çevresi yetersiz kaldığında başka ülkelerin halkları, doğal zenginlikleri, namusları…

Sömürülebilecek ne varsa!..

Ama düstur hep aynı, hiç değişmiyor: Daha ucuza mâlet; daha kârlı sat!..

(Ekonominin irin kokulu mahzenlerinin kendine özgü şartları nedeniyle taktiksel geri çekilişler bu gerçeği değiştirmez; örneğin, o ülkeyi enflasyonla mı yoksa enflasyonsuz mu sömüreceğiniz, o irin kokulu mahzenin şartlarına göre değişir. Arz ve talep dengesinin nasıl manipüle edileceği ve fiyatların nasıl oluşacağı da… Bu konu uzun; burada ayrıntısına giremeyiz.)

Kölecilik ortadan kalkmamış, biçim değiştirmiştir. Zamanımızın Bilalleri, zamanımızın Bilalleri olduklarının farkında değillerdir; hiçbir zaman özgür olamayacaklarını bilememektedirler, çünkü “oyun” çok ustaca oynanmaktadır. Bilal özgürlüğüne kavuşmuştu, ama zamanımızın Bilalleri için bu neredeyse imkânsız derecede zordur; çünkü bir “sahip”in en büyük zaafı merhametidir ve şimdiki sahipler bu “lüks”ü göstermek lüksüne sahip değillerdir. Rekabet Tanrısının buyrukları doğrultusunda rekabet edilen diğer müminler o denli merhametsizdirler ki, bunların daha da merhametsiz olmaktan başka seçenekleri yoktur.

Aksi takdirde kaybederler…

Rekabet Tanrısına, Piyasa Tanrısına, Doğal Fiyat Tanrısına, Serbest Pazar Tanrısına mümin olmak, o Tanrıya iman etmek, sanıldığı kadar kolay değildir. İslam’ın Tanrısı ne kadar merhametli, ne kadar bağışlayıcı, ne kadar sevgi dolu ise; yukarıda saydığım Tanrılar da o oranda acımasız, merhametsiz ve sevgisizdir. İslam’ın Tanrısı koyduğu kurallarda ne kadar ruhsat tanımakta ise, bu Tanrılar da koydukları kurallarda o denli katıdırlar: Maliyete artıran her şey yasaktır! Ücretler düşürülmeli, ikramiyeler kaldırılmalı, çalışma saatleri artırılmalı, hammadde nerede ucuz ise oradan temin edilmelidir. Hammadde veya ucuz işgücü nedeniyle paranın yabancı ülkelere gitmesi önemli değildir, çünkü hangi ülkede olurlarsa olsunlar müminler birbirlerinin kardeşleridirler!..

Servet kolay elde edilmiyor! İnsanları “alabildiğine katılaştıran” unsur, İblis’in reyonundaki en değerli ürün: Ver merhameti, al ürünü!..

Bu dinin bu ilk düsturu, Hz.Muhammed’e vahyedilen ilk Sure olan Alak Suresi’nin bir benzeri; tek fark, “Oku” diye değil, “Ver merhameti” diye başlaması…

İşte bunun farkında olan servet sahibinin yaşadığı karabasan, ruhunda kopan ve onu tarif edilemez biçimde kasıp kavuran fırtınanın yol açtığı sendrom bu: Farkında; dolayısıyla acı çekiyor.

Farkında; bu nedenle acı çekiyor…

Acı çeken zengin bazen hayır işlerine veriyor kendini, bazen ikinci bir dine. (Ama yine de ilk dininde ısrar ediyor tabii; “alabildiğine katılaşabilmekte özgür olduğu veya bunun zorunda olduğu” dine; çünkü seçenek yok!)) Bazen sanatta yoğunlaştığını görüyorsunuz onun, bazen sporda. Kimi siyasette bir arayışa giriyor, kimi dergahta…

Ama nafile tabii.

Acı çekmeye devam ediyor.

Çünkü farkında…

Bu sütunu izleyenlerdenseniz, bu fakirin aşırı zenginliğe, tüketilebilecek olandan fazlasına sahip olunmasına karşı olduğunu biliyorsunuzdur. Öyleyse, servet sahiplerini uyarmak için bunca gayrete neden giriyor bu fakir? İstatistikler, servet sahiplerinin, Arz nüfusunun % 4’üne yakın olduğunu gösteriyor. Yüzde 96 bu fakire yetmiyor mu da, % 4 için bu kadar uğraşıyor?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce bazı şeyleri açıklamak gerekiyor.

Bu fakirin, insanların tümünü Müslüman yapmak gibi bir amacı yok, hatta bu fakirin bırakın tüm insanları, birtakım insanları Müslüman yapmak gibi bir amacı bile yok; çünkü böyle bir yeteneğinin olmadığının farkandı, Arapçası bile yok zavallının! Bu, herkesin özgür iradesiyle, kendi seçimiyle, iyice araştırıp kafasındaki tüm kuşkuları sildikten sonra karar vermesi gereken bir şey. (Tabii, bu “riya” ortamında, bu “çamur” ortamında, ne’ye göre karar verecekse! Benim yaşam düsturum olan Bakara 219’un Suudi Kralı tarafından Türk hacılara dağıtılan mealine bakın: “… Sana iyilik için neyi dağıtacaklarını da sorarlar; onlara, “affetmek” olduğunu söyle.” Ne anladınız? Kim kimi veya kim neyi affediyor? Oysa bu harikulâde ayet, kişinin, ailesine yetecek olandan fazlasını dağıtması gerektiğini söylüyor.) İsteyen, istediği yolda özgürce hareket etmeli, inanıyorsa inanmalı, inanmıyorsa inanmamalıdır. İslam, her insana cehenneme girebilme özgürlüğü tanıyor. Bu o kadar böyle ki, mesajı insanlığa tebliğ ile görevlendirilen o eşsiz ruh dahi uyarılmıyor mu; “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların tümü toptan iman ederdi. Hal böyle iken, mümin olmaları için insanları sen mi zorlayacaksın!” diye… (Yunus, 99) Hatta, bu yine o kadar böyle ki, o güzelller güzeli, “Sen hırslanasıya istesen de, insanların çoğu inanmayacaktır!” diye uyarılmıyor mu? (Yusuf, 103)

Bu satırları yazmamın iki amacı var:

Birincisi, servet sahiplerinin içinde birçok iyi insan olması, birçok değerli kardeşimin bulunması; ikincisi ise, merhameti silip süpüren servet belasının def edilmemesi halinde başamıza nelerin geleceğini -“gelebileceğini” değil, “geleceğini”- çok iyi bilmem… Nüfusun % 96’sını oluşturan kardeşlerimin “Benzerleriyle değiştirilmemeleri” için, milyonlarca yıllık bu muhteşem serüvende bir kez daha yenik düşmemeleri, bir kez daha mahcup olmamaları için, bu belanın bir an önce def edilmesi gerekiyor!..

Zira, bir, “Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarmış elebaşlarına emirler yöneltiriz de onlar orada bozuk gidiş sergilerler. Böylece o ülke aleyhine hüküm hak olur; biz de oranın altını üstüne getiririz.” diye uyarılıyoruz (İsra, 16); iki, “Allah pisliği aklını kullanmayanların üzerine bırakır.” (Yunus, 100) diye dakkatimiz çekiliyor…

Ülkeleri yönetenler, ülkelerin başında bulunanlar, bu % 4’ü oluşturanlar, yani servet sahipleri; bu, çok az istisna hariç dünyanın tüm ülkelerinde böyle! (“Demokrasi” mi?.. Mizahı bırakın birader; burada ciddi bir konu üzerinde çalışıyoruz!) O halde, bu “servet ve nimetle şımarmış elebaşlar”ı, ülkeleri yöneten bu servet sahiplerini engellemek, Yunus Suresi’nin 100. ayetinde belirtildiği gibi, akıl sahiplerinin, yani nüfusun % 96’sının görevi… Ya bu kötü gidiş sergileyenleri servetlerinden kurtarıp merhamet çizgisine çekeceğiz, ya da “ülkemizin altı üstüne gelecek”, yani “benzerlerimizle değiştirileceğiz” (İnsan, 28)… (Bu uzun bir mesele: Ben, insan ırkının vahim hatalar yaptıkça Arz’dan silindiğini, bu anlamda, Hz.Adem’in ilk insan olduğuna değil, bizimle başlayan son insan ırkının ilk ferdi olduğuna inanıyorum. Ayrıntılar için sözünü ettiğim kitaba başvurmalısınız.)

Bu aşamada, “T Sendromu”na yol açan gerçekleri biraz daha açmak gerekiyor.

Kuran incelendiğinde hemen görülen, uzun uzun uğraşmaya, gayret sarf etmeye ve harhangi bir bilim dalında uzman olmaya gerek olmadan görülebilen bir şey var: Biraz sonra ayrıntısını vereceğim, bu, “hemen ve çok kolayca anlaşılabilen ayetler”in dışında, bazı ayetler şu anda anlaşılamıyor, çünkü bilim henüz o seviyeye gelmedi (en azından bu fakir o seviyede değil); bazı ayetleri anlamak ise biraz zor oluyor, çükü bu ayetleri anlayabilmek için, o ayetin konusuna giren bilim dalında uzmanlaşan kişilerden yardım almak gerek. Örnek isterseniz, birincisine, Mearic Suresi’nin 4. ayetini(1) ve Secde Suresi’nin 5.ayetini (2); ikincisine ise, Tekvir Suresi’nin 1. ayetini (3) gösterebiliriz. Mearic Suresi’nin 4. ayetini ve Secde Suresi’nin 5. ayetini henüz tam olarak anlayamıyoruz (yukarıda söylemiştim; en azından ben anlayamıyorum); çünkü bilim henüz o seviyeye gelmedi. Einstein’ın “izafiyet teorisi” bu konuda bir şeyler anlatıyor gibiyse de, belki de henüz zamanı gelmediği için tam olarak içinden çıkılamıyor.Tekvir Suresi’nin 1. ayeti ise, ancak iyi bir astrofizikçinin anlayabileceği boyutlarda. (Bu, Kuran’ın tümüyle anlaşılamayacağı anlamına gelmez elbette; sadece, özel bazı konuların daha bir gayret göstermek suretiyle anlaşılabileceği anlamına gelir. Ben anlamam, ama anlayan bir astrofizikçiye sorarım örneğin. Allah, kullarının anlamayacağı şeyleri neden Mesaj’a koysun ki!)

Hemen ve çok kolayca anlaşılabilen, anlaşılabilmesi için çeşitli şekillerde örneklendirilen, uyaran, tehdit eden; bir başka ifadeyle neredeyse “tokatlayan/çimdikleyen”, gaflet uykusunda ısrar eden insanoğlunun suratına “soğuk su boca eden” yüzlerce ayetten çıkan sonuç şu:

Servet, insan fıtratına aykırı!..

Servet, insanın Yaratılış Kanunlarına aykırı!..

“İhtiyaçtan artanı” ve “Eşitlik” konusunda, bu sütunda okuduğunuz bir önceki çalışmamda (İslamcı Komünist) yeterli sayıda ayet zikrettiğim için, burada tekrar ederek vaktinizi almayacağım; sadece “O mal ve servet arzusu yüzünden alabildiğine katıdır.” mealindeki Adiyat 8’i vermekle yetineceğim.

“O, mal ve servet arzusu yüzünden alabildiğine katıdır!”

Mal ve servet arzusu insanı alabildiğine katılaştırabiliyorsa, varın, bu mal ve servete sahip olanın durumunu siz hesaplayın!..

Katı, kamkatı, katının da katısı…

Bu adamdaki bu katılıkta merhamet barınabilir mi?!.

Yeri gelmişken hemen belirtmem gerekiyor: Birtakım Yaratılış düşmanları, birtakım alçaklar konuyu saptırıyorlar. İnsan hiç kuşkusuz mal ve servete sahip olacaktır; sorun, bunun ne kadar olacağıdır… Bunun ölçüsünü, bu sütunu izleyenler bilirler; ayrıca, Bakara 219. ve Nahl 71. ayetler bu konuda yeterli “kanıt”ı sunmaktadır bize.

Çok kısa bir özetle denilebilir ki, insan, kandisini “alabildiğine katılaştırmayacak kadar” mal ve servete sahip olmalıdır. Kimseye muhtaç olmadan, namerde el açmadan, ailesini şerefle, haysiyetle geçindirebilecek kadar servete tabii ki sahip olmalıdır. Bunun somut bir ölçüsü verilemez; bunu zaman ve şartlar belirler. Örneğin bir ev, bir araba, bir imalathane, büyükçe bir tarla; ne bileyim, yazlık bir ev hatta… Hatta keşke mümkün olsa da, “katılaştırmamak” şartıyla daha da fazlası olsa; ama Kuran’ı gördünüz işte; katılaştırıyor birader, katılaştırıyor. Bunu seni Yaratan Güç söylüyor sevgili Müslüman; bunu seni Yaratan Güç söylüyor; kendi yarattığı insanı ondan daha mı iyi bileceksin yani!..

Allah ne diyorsa o!..

Fazlası, Yaratılış Kanunlarına meydan okumak, insan ruhundaki “Özel Nefes”in içsel tezahürü olan “merhamet”i karanlıklara hapsetmek, “benzerleriyle değiştirilme” keyfiyetine davateyi çıkararak milyonlarca yıllık bu muhteşem serüvene ihanet etmek anlamındadır.

Bakara 219 ve Nahl 71 mucizeleri boşuna vahyedilmedi!..

“T Sendromu”, bu sendromu yaşayanlara “İlahi bir ihtar”dır!..

Bu ihtara uymayıp-uyamayıp, isyanda ısrar edenlerle mücadele ederek hem tüm insanlığı, hem de bizzat o sendromu yaşayıp ızdırap çekenleri kurtarmak, “akıl sahipleri” için “zorunlu bir görev”dir.

Nüfusun % 4’ünü oluşturanlar “emperyalizm” adı verilen uğursuz örgütlenmeyle dirsek temasına girdiklerinde, yanlarında çalıştırdıkları ve dolayısıyla merhametsizliklerine ortak ettikleri mutsuz kardeşlerimle büyük bir kitleyi oluşturmaktadırlar. İnsanoğlu, bir gün, öyle veya böyle, Nisa 75. ayet doğrultusunda(4), bunlarla mücadele etme şansını yakalayacak, bu mutluluğa mazhar olacaktır -ya da daha önceki kuşakların hatasını tekrarlayarak tribünde oturacak ve maç bittiğinde tribünleri çok uzun bir süre boş bırakmak zorunda kalacak; tribünler tekrar dolduğunda ise o zaten orada olmayacaktır-.

Akılla ödüllendirilen -yoksa “sınava tabi tutulan” mı- insanoğlu bu ihtarı iyi değerlendirmelidir…

Peki; bu fakir çalışmalarını neden hep “merhamet” üzerine bina ediyor…

Çünkü “merhamet” denen bu İlahi hasleti insan ruhundan söküp attığınızda, geriye aslında hiç de mükemmel olmayan bir hayvan kalıyor ortada…

Hayvanları severim, hatta onlara aşığım; en iyi dostlarım arasında hep hayvanlar var.

Ama “sonradan hayvanlaşanlar” veya şartların itelemesiyle “hayvanlaşmak zorunda kalanlar”…

İşte buna canım sıkılır.

“Ölüm” denen bir şey var sevgili dostlarım; bundan kaçmak mümkün değil; öyle veya böyle, bir gün hepimiz “oraya” gideceğiz.

Ben oraya hiç de mükemmel olmayan bir hayvan olarak gitmek istemiyorum; servetlerinden dolayı katılaşmak zorunda olan dostlarımın da böyle gitmesine gönlüm elvermiyor.

Neden “paylaşıp” bu sorunu kökten çözmeyelim ki?!.

“Rekabet, rekabet rekabet”; e, illallah birader!..

Neden “yardımlaşma, yarrdımlaşma, yardımlaşma”yı denemiyoruz?

Artık yorulmadınız mı sevgili dostlarım?

Artık yorulmadınız mı?..

“Hepimiz kardeşiz”, koskoca bir yalandan mı ibaret yoksa?..

Her şey bir yalandan mı ibaret gerçekten?..





1) Mearic 4: Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselir O’na.
2) Secde 5: İş ve oluşu gökten yere doğru çekip çevirir, sonra o, O’na yükselip çıkar. Bir günde ki, süresi sizin saymakta olduğunuz günlerden bin yıla denktir.
3) Tekvir 1: Güneş büzülüp dürüldüğünde.
4) Nisa 75: Size ne oluyor da Allah yolunda ve “Ey Rabbimiz, bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder” diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar ve yavrular için savaşmıyorsunuz!

Not: Bu iş, zenginlerin mallarını ellerinden alıp fakirlere dağıtarak çözülmez; bu, ucuz filmlerde veya hayal satan kitaplarda olur ancak. Bu bir sistem meselesidir. Bu sistemde kimsenin kimseyi incitmesine, malını mülkünü elinden almasına gerek kalmaz zaten…
Kuran’da “Kamu malından aşıran onu bir gün yüklenip getirir.” mealinde (Ali İmran, 161) ürpertici bir ayet var; çözüm bu ayette yatıyor işte.
“Kamu malı” ne demek?
“Kamu” ne demek?
Hadi biraz yardım:
Kamu (eski dilde “amme”): Halk hizmeti gören devlet organlarının tümü/Bir memleket halkının tümü/Hep/Bütün.
Ve son soru:
Allah, “kamu malı” kavramını Mesaj’ına neden koymuş; bu bir hata sonucu mu olmuş, yoksa bizi Yaratan Güç bize bir şey mi söylüyor?
Allah’a emanet olun…

4 Nisan 2010 Pazar

İslamcı Komünist


Uyarı: Bu çalışma, “ aslandan korkan bir kısım yaban eşeklerinin” inancını sarsabilir; “muhterislerin ve şakşakçılarının” bu “vahim çalışmayı” okumamaları tavsiye olunur!
Not: “Aslandan korkan yaban eşekleri” tanımlaması bana ait değildir; O’na aittir!

Ey merhametten zerre kadar nasiplenmemiş yitik!

Fakir fukaranın hakkını savunan birine, hem de bu fakir gibi yaşamını bu mukaddes davaya adamış birine böyle hakaret edilebilir mi?!.

Sence bu bir hakaret midir?!.

Sence bu fakir, bu mübarek tanımlamayı bir hakaret olarak kabul eder mi?!.

Hakaret etmeyi bile beceremiyorsun, be hey gafil! (Yüzüme karşı hakaret etmeyi zaten hiçbiriniz beceremezsiniz!..)

Sadece, şu “İslamcı”yı, “Müslüman” yapmakta fayda var tabii…

Hadi, oku bakayım; çok ufak bir ihtimal ama belki bir şeyler sezinleyebilirsin…

Sonra, “uyarmadın ama” demeyesin diye bu çalışmayı yapıyorum; bu uyarı derlemesinin son satırını okuduğunda ne dediğimi anlayacaksın!

“Yine de anlayamıyorsan, o zaman, canın cehenneme!”

(Dikkat! Mahkemeye vermeyi düşünüyorsan Levhi Mahfuz’a başvurman gerekecek; çünkü bu söz de bana ait değil!)

Bak, ne diyor:

“Servet sahibi olduğu için şımaran, hayrı engelleyen, kaba ve alaycı insanlarla ilişki kurma, tanıma onları!” (1)
“Sadece engellemeye, şiddete gücü yeten ve yanlarına bir yoksulun yaklaşmasından rahatsızlık duyanlar bir gün pişman olacaklardır; ama bunu henüz bilmiyorlar.” (2)
“Siz ne biçim kararlar alıyorsunuz; yoksa sizin, ders çıkardığınız ve keyfinize uygun her şeyi içinde bulduğunuz bir kitabınız mı var?!.” (3)
“Nimete boğulmuş yalanlayıcılar, hak ettikleri dersi alacaklardır.” (4)
“Servetlerinizin bir kısmını yoksullar üzerine geçirin, o kısım, onların mülkiyetinde olsun.” (5)

Hemen sevinmeyin; “kalan kısım” için de bir şeyler söyleyecek!

“İyilik yaptığın zaman bu iyiliği kimsenin başına kakma!” (6)
“Ölçülemeyecek kadar büyük servet sahibi olmuş kimseler, bu servetleri daha da artsın diye durmaksızın hırslanırlar; ama bu hiç de doğru bir şey değildir. Bunlar bunun hesabını bir gün vereceklerdir!” (7)
“Yoksula iyi davranmayanlar, bir gün gelecek, aslandan korkan yaban eşekleri gibi sağa sola kaçışacaklardır; ama kurtulamayacaklardır tabii!” (8)
“Şundan bundan yardım dilemek yanlıştır; kimden yardım dileyeceğinizi bilmelisiniz!” (9)

Yukarıdaki söz çok önemlidir, lütfen bir kez daha okuyun; bir yoksul, bir zenginin “lütfuna” neden ihtiyaç duysun ki!

“Serveti onu kurtaramayacak, iktidarı bir gün yıkılacaktır!” (10)
(O, “eli kurusun” diye Türkçeleştirilen şey, aslında “iktidarı yıkılsın” anlamında bir halk deyişidir.)
“Servetinin bir kısmını yoksulların mülkiyetine geçiren kişi çok iyi yapmaktadır.” (11)

Kalan kısım mülkiyeti geçirilmeyecek, harcasınlar, kullansınlar veya yararlansınlar diye halka dağıtılarak veya halkın yararına işlerde harcanarak tüketilecek; okul, hastane, yol, su, elektrik, ulaşım vb. Peki, zamanımızda böylesine büyük organizasyon isteyen işler nasıl yapılır? Devlet yapar, Devlet!.. O zaman bu sisteme ne isim verilir?

“Cimrilik yapar, servetinizi yoksullara dağıtmazsanız, bir gün aşağı yuvarlandığınızda bu servet sizi korumayacaktır.” (12)
“Temizlenip arınmak için servetinizi dağıtmalısınız.” (13)
“Yetime ikramda bulunmazsanız, yoksulun doyurulmasını teşvik etmezseniz, mirası sadece siz yerseniz, serveti onu depolayacak kadar çok severseniz, bilin ki bu böyle gitmez; bir gün bunun ne kadar iğrenç bir şey olduğunu anlarsınız anlamasına, ama bu sizin hiçbir işinize yaramaz. Yapmayın!”(14)
“Yetimi neden incitiyorsunuz, yoksulu neden azarlıyorsunuz!” (15)
“Servet arzusu insanı alabildiğine katılaştırır; bu iyi bir şey değildir.” (16)
“Çokluk yarışına giriyorsunuz, yapmayın; bir gün, bu nimetler konusunda sorguya çekileceksiniz.” (17)
“Yetimi itip kakıyor, yoksulu doyurmuyor, sonra da namaz kılıyorsunuz, öyle mi; riya yapıyorsunuz riya; vay sizin halinize riyakârlar!” (18)


Vay canına ki vay canına, ne kadar ağır konuşuyor değil mi? Hadi yargılasanıza göreyim sizi sahte kabadayılar!

“Sizin dininiz size, benim dinim bana; sizi nankör kafirler sizi!” (19)
“Servetleriniz sizin zannediyorsunuz ya, yanılıyorsunuz!” (20)
“Ve siz kibirlenip kafa tutarak sersemce somurtuyorsunuz! (21)
“Allah, işin sonundan korkacak değil ya!” (22)
“İnsan, başıboş bırakılacağını mı sanıyor!” (23)
“Servetinin kendisini sonsuzlaştıracağını sanan, bu serveti sayıp durmaktan büyük zevk alan kişi, kaçınılmaz olarak alaycı ve gammaz olmak durumundadır; ve yine kaçınılmaz olarak, bir gün çok feci biçimde pişman olacaktır!” (24)


Psikolojik tespite bakın!.. Sonucuna da…

“Bu sözlere inananlar bir gün çok mutlu ve rahat olacaklardır; inanmayanlar ise, dağların un ufak edilip savrulduğu o günde perişan olacaklardır!” (25)
“Biz onların neler söylediklerini çok iyi biliyoruz. Sen onların üstünde bir zorba değilsin. O halde, tehdidimden korkanlara sadece Kuran’la öğüt ver.” (26)

Peki bu öğüdü dinlemeyenler?
Devam edelim o halde…

“ ‘Yığınlarla mal telef ettim’ diyor. Hiç kimsenin kendisini görmediğini sanıyor. Hata ediyor. Ezilmiş, boynu bükük bir yoksulu veya bir yetimi doyuranlar bereket ve uğur dostlarıdır; diğerleri, şomluk ve uğursuzluk yâranıdır, bunların üzerine bir ateş kilitlenecektir.” (27)
“Andolsun ki, biz Kuran’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık; ama düşünen mi var!” (28)
“Yemin olsun, biz sizin benzerlerinizi hep yok ettik; ama düşünen mi var!” (29)
“Kibir göstermek ha! Seni alçak seni; senin haddine mi orada büyüklük taslamak; defol!” (30)
“Yalan düzerek Allah’a iftira eden yahut O’nun ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim vardır!” (31)
“Ne zaman ki, yasaklandıkları şeylerden ötürü öfkelenip başka aşırılıklar yapmaya başladılar, onlara şöyle dedik: ‘Aşağılık maskara maymunlar olun!’” (32)
“Aklınızı hiç işletmiyor musunuz?!.” (33)
“İğreti arzusunu ilah edinen kişiyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?!. Yoksa sen bunların çoğunun işittiğini, akledip düşündüğünü mü sanıyorsun! Onlar hayvanlar gibidirler, hatta yolca, hayvanlardan bile şaşkındırlar!” (34)
“O aldatıcı, o çok gururlu, sizi Allah ile aldatmasın!” (35)
“Kendilerine sunduğumuz rızıkları dağıtarak tüketenler, asla batmayacak bir ticaret umabilirler.” (36)


“İnfak” kavramını, “hayır için dağıtarak tüketmek” olarak meallendirdim; çünkü gerçekte bu anlama geliyor.

“Namuslu olun; halkın malını değerini düşürerek almayın!” (37)
“Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara nimet ve bağış sunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim.” (38)

Dikkat!
Üstteki ültimatomu bir kez daha okuyun lütfen…
Ne diyor?
Kimler önder yapılacakmış?
Kimler mirasçı olacakmış?
“Yeryüzünde ezilip horlananlar!”
Kim bunlar; uluslararası parababaları veya borsada trilyonlar kazandıkları halde beyanname dahi vermeyenler mi?!.

“Biz bir ülkeyi/medeniyeti mahvetmek istediğimizde, onun servet ve nimetle şımarmış elabaşlarına emirler yöneltiriz de onlar orada bozuk gidiş sergilerler. Böylece o ülke aleyhine hüküm hak olur; biz de oranın altını üstüne getiririz!” (39)
“Yeryüzünde kasılıp kabararak yürüme!” (40) “Yürüyüşünde doğal ol; sesini alçalt. Şu bir gerçek ki, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir!” (41) “Hiç kuşkusuz o, büyüklük taslayanları sevmiyor!” (45)

Kimden söz ediyor?

“Servetlerinin bir kısmını halkın mülkiyetine geçirmeyenler ölüm sonrası hayatı inkâr edenlerdir.” (42)

Dikkat!

Servetlerin bir kısmı halkın mülkiyetine geçirilecek (zekat); kalan kısmı da Kamu yararı için kullanılarak TÜKETİLECEK (infak). (Y.Y.)

Bana ne kızıyorsun merhametsiz sersem; Kuran okuyorum burada!..

“Servetle şımarmış kodomanlar!” (43)
“Zenginlerin mallarında yoksulların hakkı vardır!” (44)

Kim söylüyor bu sözleri; Marx mı?!.

“Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da HEPSİ ONDA EŞİT HALE GELMİYOR; Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar!” (46)

Seni kırtosbağası seni!..
Hani Kuran’da “eşitlik” yoktu?!.
Hani Allah bizi eşit yaratmamıştı?!.
Bu ayet Kuran’a yanlışlıkla mı girdi?!.
Bu ayeti Kuran’a Tekel işçileri mi sokuşturdu?!.
Yoksa, Allah’ın nimetini mi inkâr ediyorsun; aynen ayetin bitiş cümlesi gibi…

“Çünkü o, yüce Allah’a inanmıyordu. Yoksulu doyurmayı özendirmiyordu.” (47)
“Namaz kılıp dua edenlerin mallarında, yoksul ve yoksun için belirli bir hak vardır.” (48)
(Belirli kısmı “zekât”; kalanı “infak”. Zekat mülkiyete geçirilir, infak kamu yararı için harcanarak tüketilir. Y.Y.)

Bu, müthiş, olağanüstü, harikulâde bir tespittir. Zekat, o kişinin mülkiyetine geçirilir, o onu nasıl isterse öyle tüketir; infak ise mülkiyete geçirilmez, onn yararına sunulur. Örneğin, köy ile okul arasında dere bulunuyorsa, o dereye bir köprü yaparsın… İşsizlik varsa fabrika kurarsın, herkes namusuyla çalışır, evine ekmek götürür…

“Sıkıntı içindeki fakiri de doyurun.” (49)
“İsteyen yoksulu da, istemeyen yoksulu da doyurun.” (50)
“Ki onlar, gayba inananlar, namaz kılanlardır. Ve kendilerine rızık olarak sunduklarımızdan başkalarına pay çıkaranlardır.” (51)

Bu “pay” ne kadardır peki?
Devam edelim…

“Gerçeği örtenler için rezil edici bir azap vardır!” (52)
“Zafer ve mutluluğa ermek o kişinin hakkıdır ki, Allah’a, ahret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır; akrabaya, yetimlere, çaresizlere, yolda kalmışa, yoksullara, özgürülüğüne kavuşmak gayretinde olanlara malı seve seve verir, namazı kılar, zekatı öder.” (53)
(Âhiret”, Arapça telaffuzudur; Türkçe’de biz buna “ahret” diyoruz.)

(Dikkat! Ayet önce “malı seve seve verir” diye bildiriyor; ardından “zekat”a geçiyor. Neden yapıyor bunu? Çünkü “zekat” ve “infak” ayrı şeyler ve Yaratıcı bunu iyice bir kavramamızı istiyor.)

“Mallarınızı aranızda haksız ve uydurma yollara başvurarak yemeyin; bilip durduğunuz halde insanların mallarından bir kısmını günaha saparak yemek için onları yargıçlara aktarmayın.” (54)

Mucize değil de nedir bu; 1.500 yıl öncesinden Türkiye manzaraları…

“Allah yolunda harcama yapın/nimetleri paylaşın; kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (55)

Ne demek “nimetleri paylaşın”?..
“Paylaşma” ne demektir?

Dikkat!..

“… Ve sana neyi dağıtıp infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: ‘Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.’ İşte Allah, ayetleri size böyle açıklar ki, derin derin düşünebilesiniz.” (56)

(Dikkat! Allah, “artanından verin.” demiyor; “artanını verin” diyor. “Artanından bir kısmını, artanından bir miktarını” falan değil; Allah’tan korkun biraz; “artanını” diyor, “artanını”!..)

E, “derin derin düşünme”ye başladınız mı?

“Ey iman edenler! Allah’a ve ahret gününe inanmadığı halde, insanlara riya için malını infak eden kişi gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve eza etmek suretiyle boşa çıkarmayın.” (57)

(Dikkat! “infak”, “nefk ve nefak” köklerinden gelen bir kelime, “tüketmek” anlamına geliyor; “artan malı dağıtarak tüketmek” anlamına!)

“Ey iman sahipleri! Kazandıklarınızın ve yerden sizin için çıkarmış olduklarımızın temiz ve güzellerinden infak edin. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız pis/bayağı şeyleri vermeye kalkmayın!” (58)
“Sadakaları açıklarsanız bu da güzeldir. Ama onları gizler ve yoksullara bu şekilde verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır; günahlarınızın bir kısmını örter.” (59)
“Ey iman sahipleri! Allah’tan korkun. Ve eğer inanıyorsanız ribadan geri kalanı bırakın.”(60)

(Dikkat! “Riba” ne?.. Faiz maiz değil sahtekâr seni, faiz maiz değil; faizi de içinde barındıran ama esas olarak “servetteki haksız ve makul olmayan artış” demek! “Haksız” ve “makul olmayan artış”!.. “Haksız” tamam da, ne demek “makul olmayan artış”?..)

Hadi bu tanımlama üzerine biraz düşünün; gerçekten, ne demek “makul olmayan artış”?..

Dikkat!

“Her kim hıyanet eder, kamu malından bir şey aşırırsa, aşırdığını kıyamet günü yüklenip getirir!” (61)

Dikkat! “Kamu malı” ne demek? “Kamu” ne demek?

Dikkat!

“… Bu böyle düzenlenmiştir ki, o mal ve nimetler sizden yalnız zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı olmasın!” (62)

Üstteki inanılmaz tespiti bir kez daha, bir kez daha okuyun; ne demek istiyor, daha doğrusu, ne diyor?

“Yalnız zenginler arasında dönüp duran bir kudret aracı”…

Dikkat!

“Biz emaneti göklere, yere, dağlara sunduk da onlar onu yüklenmekten kaçındılar, ondan ürktüler. İnsan ise çok zalim ve çok cahil olduğu halde onu yüklendi.” (63)

Dikkat!
Yukarıda sözü edilen “emanet” ne?

“Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi EMREDİYOR!” (64)

Seni sahtekâr düzenbaz seni; hani bunlar “sadece ahlâki birer tavsiye” idi; ayetteki bu “EMREDİYOR” ne demek peki?!.

Dikkat!

“Size ne oluyor da, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz, bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder.’ diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!” (65)

Dikkat!

Allah, “Neden savaşmıyorsunuz!” diye çıkışıyor; bu sahtekâr kırtosbağası “bunlar tavsiye canım!” diye gerdan kıvırıyor.

Yatacak yeriniz yok ulan sizin!

“Şunda kuşku yok ki, biz bu Kitap’ı sana, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği ile hükmedesin diye hak olarak indirdik. Sakın hainlere yardakçı olma!” (66)

Dikkat!

Ne diyor Yaratıcı:

“Sakın hainlere yardakçı olma!”

“Peki bunlar, Kuran’ın anlamını inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde mühürler mi var!?.” (67)

Ve tüm bu anlatılanların esas amacı:

“İnsanlar, inandık demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve hiç imtihana çekilmeyeeklerini mi sandılar!” (68)

“İmtihana çekilmek” ne demek? “İmtihan” nerede oluyor, burada mı “orada” mı?..

“Burası” imtihan yeri…

“Orada” sadece sonuçlar açıklanıyor…

Diplomayı benim gibi “Müslüman komünistler” mi alacak, yoksa senin gibi “Müslüman kapitalistler” mi, onu “orada” göreceğiz…

Bunca “uyarı” karşısında kimin ürperip, kimin “sapmış” olduğunu da…

“Sapmış” kelimesine dikkat etmeni öneririm; bak ne diyor:

“Ve Kuran okumakla emrolundum. Artık kim yola gelirse kendi nefsi için gelir. Sapmışa gelince, böylesine de ki: ‘Ben uyarıcılardan biriyim. Hepsi bu!’” (69)

Ey sapmış bahtsız!

“Ben uyarıcılardan biriyim; hepsi bu!..”


1) Kalem, 10-14
2) Kalem, 24-25, 33
3) Kalem, 36-38
4) Müzzemmil, 11-14
5) Müzzemmil, 20
6) Müddessir, 6
7) Müddessir, 12-17
8) Müddessir, 42-51
9) Fatiha, 5
10) Tebbet, 1-2
11) A’la, 14
12) Leyl, 5-11
13) Leyl, 18
14) Fecr, 17-26
15) Duhâ, 9-10
16) Âdiyât, 8-11
17) Tekâsür, 1-8
18) Mâun, 1-7
19) Kâfirûn, 1-6
20) Necm, 31
21) Necm, 61
22) Şems, 15
23) Kıyamet, 36
24) Hümeze, 1-9
25) Mürselat, 1-50
26) Kaf, 45
27) Beled, 6-20
28) Kamer, 17, 22, 32, 40
29) Kamer, 51
30) A’raf, 12, 13
31) A’raf, 37
32) A’raf, 166
33) Yâsin, 62
34) Furkan, 43-44
35) Fâtır, 5
36) Fâtır, 29
37) Şuara, 181-183
38) Kasas, 5
39) İsra, 16
40) İsra, 37
41) Lukman, 19
42) Fussilet, 7
43) Zühruf, 23
44) Zâriyat, 19
45) Nahl, 23
46) Nahl, 71
47) Hâkka, 33-34
48) Mearic, 23-25
49) Hac, 28
50) Hac, 36
51) Bakara, 3
52) Bakara, 90
53) Bakara, 177
54) Bakara, 188
55) Bakara, 195
56) Bakara, 219
57) Bakara, 264
58) Bakara, 267
59) Bakara, 271
60) Bakara, 278
61) Âli İmran, 161
62) Haşr, 7
63) Ahzâb, 72
64) Nisa, 58
65) Nisa, 75
66) Nisa, 105
67) Muhammed, 24
68) Ankebût, 2
69)Neml, 92


Neredeyse Marx'ı bile mahcup edecekler


“Bütün tek tanrılı dinler, kurulu düzene karşı oluştu, örgütlendi, gelişti. Arabistan çöllerinde inanılmaz bir yokluk, yoksulluk, yozluk vardı. Müslümanlık bir ‘isyan bayrağı’ olarak doğdu. Murabaha (kısaca, ana değere kâr ilavesiyle yapılan satış. Y.Y.) sermayesi her yere, her şeye hakimdi. Tefeciler ülkenin insanını soyuyor, soğana çeviriyordu. Ama fakirin fukaranın, göçebenin, yoksulun ideolojisi yoktu. Kendine şemsiye edineceği, kalkan olarak kullanabileceği bir felsefesi yoktu. Müslümanlık onu sağladı.”

İnsan bu paragrafı okuduğunda içini çekmekten kendini alamıyor…

Ne acı, ne kadar acı, ne kadar utanç verici…

Bu satırları herhangi bir yerde okuduğunuzda, bu tespitleri kimin yaptığı hususunda herhangi bir görüş ileri süremeyebilirsiniz, çünkü birçok Müslüman aynen böyle düşünmektedir, düşünebilir, hatta düşünmelidir tabii; ama aynı satırları benim bir çalışmamda okuduğunuzda, bu fakiri ötedenberi takip eden biriyseniz, bu sözleri, Allah’ın Elçisi’nin yakın dostu ve benim can yoldaşım Ebuzer’in söylediğini düşünebilirsiniz. Çünkü İslâm’ın büyük vicdanı Ebuzer gerçekten de aynen böyle düşünmekte, hatta düşünmekle kalmayarak bunu pratiğe dökmekteydi; onu durduk yerde açlıktan öldürüp Arabistan çöllerine gömmemişlerdi herhalde!..

Yukarıdaki ilk paragrafı Ebuzer’den veya başka herhangi bir Müslüman vicdandan almadım; bu sözler, Karl Marx’ın 1881’de yazdığı “İslamiyet Üzerine” adlı iki sayfalık mektubundan alıntılanmıştır. (Cengiz Özakıncı/İslam’da Bilimin Yükselişi Ve Çöküşü/(827-1117)/Otopsi Yayınları/Ocak, 2000/Sayfa 204-205)

Şimdi sırada buram buram sahtelik kokan bir paragraf var:

“İleride başınıza öyle amirler gelecek ki, bunların kabul ve reddedeceğiniz tutum ve davranışları olacaktır. Bunlar düzensizlikler meydana getirecekler, kargaşalar çıkaracaklardır. Fakat (Allah’ın) onlar vasıtasıyla islah edip düzelttiği, onların karagaşa ve düzensizlik çıkartarak bozduklarından daha çok olacaktır. İyilik yaparlarsa sevap onlara, şükrü de sizedir. Kötülük yaparlarsa cezası onlaradır. Size düşen sabretmektir.”

“Size düşen sabretmektir.”

Bunlar, yani bu paragrafta sözü edilen amirler, düzensizlikler-kargaşalar çıkaracaklar, benim tasvip etmediğim bir sürü uygulamaya imza atacaklar; bu esnada iyi bir şeyler olursa şükredeceğim, kötü şeyler olursa sadece sabretmekle yetineceğim, hiçbir şey yapmayacağım, öyle mi?!.

Sizi Allahsız kırtosbağaları sizi!..

Dayandıkları prensip şu:

Allah’a isyanı görülmediği sürece, zalim de olsa ulu’l-emr’e itaat şarttır.

Kuran bu konuda ne söylüyor, yani bu ulu’l-emr konusunda?

Bu konuda iki ayet var:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir hususta gerçekten anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahrete gerçekten iman ediyorsanız, onu Allah’a ve Resulüne döndürün. Bu hem hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir.” (Nisa, 59)

“Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar. Halbuki onu Resul’e veya aralarındaki emir sahibi kimselere götürselerdi, onların arasında işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah’ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.” (Nisa, 83)

Kuran’da “Ulu’l-emr” konusunda başka ayet yok.

Siz bu ayetlerden ulu’l-emr’e, yani “yöneticilere/yönetici sınıfa”, zalim olsalar dahi uymak gerekir gibi bir anlam çıkarabiliyor musunuz?

Biraz yukarıdaki o buram buram sahtelik kokan sözleri de Allah’ın Elçisi’ne yamamaya çalışıyorlar; hani “ses çıkarmayın, sabredin” mealindeki sözleri…

Marx, “Müslümanlık bir isyan bayrağı olarak doğdu.” diyor; bunlar, İslam’ın temel değerlerine hiçe sayma pahasına “aman isyan etmeyin, sizi yöneten zalim bile olsa sabredin.” diyorlar.

Kim doğru söylüyor; Marx mı, Müslüman taklitçileri mi?

Sabır mı edelim, isyan mı?

Ne dersiniz?

En iyi cevabı, en doğru cevabı kim verebilir?

Tamam; o versin:

“Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘ey Rabbimiz, bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder’ diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!” (Nisa, 75)

Sahte hadislerin ve Müslüman taklitçilerinin Emevi ve Abbasi devletleri döneminden beri devam eden “halkın, zalim ve günahkâr olsa da, kendilerini yöneten ‘imam’a itaat etmelerinin gerekliliğine dair” fetva ve telkinleri ışığında “sabır” etmek mi; yoksa Kuran’ın, savaş (harb) sözcüğünü özellikle kullanarak, bu zalimlere karşı alabildiğine direnmek mi?.. (“Emevi ve Abbasi devletleri döneminde verilen fetvalar” konusunda, “İktibas.org” adını taşıyan sitedeki, yazarının kim olduğunu bilmediğim “Ulu’l-Emr” başlıklı makaleden yararlandım; yazar hakkını helal etsin.)

Karar sizin!..

Türkiye son yedi yılda perişan edildi. Tüm Cumhuriyet tarihinden devreden borcun üstüne, yani 80 yıllık borcun üstüne, sadece yedi yılda, bir bu kadar borç daha eklendi. Ortada ne yeni bir yatırım var, ne yeni bir fabrika, ne de yeni bir baraj…

Hastane bile yok!..

Yaklaşık yirmi milyon insan, onları geçindirmekle mükellef olanlar işsiz olduğu için sefalet içinde. (Abartılıyor mu bilmiyorum; Devletin memuru kırmızı eti sadece Kurban Bayramında görüyormuş; çünkü kilosu 30 lira… Peki; Et Ve Balık Kurumu ne iş yapar?..)

Özelleştirme karşıtı ateist komünist işte; tutamıyor kendisini!..

Teröristbaşını Türkiye’ye getiren Komutan bile hapiste.

Kamunun borç toplamı 295 milyar dolar…

Ortada elle tutulur hiçbir şey yok, ama bu arada Kamunun, Cumhuriyetin, bu gariban halkın alınteriyle yapılmış olan iktisadi kuruluşları “babalar gibi” satıldı; buradan gelen 30 milyar dolar da buharlaşıp gitti.

Özelleştirme öylesine saldırganlaştı ki, Özelleştirme İdaresi’ni bile özelleştirmeyi düşünüyor (olsa gerek).

“Oraya” gittiğimde, yeminler olsun ki soracağım görevlilere, yeminler olsun ki...

“Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz elhamdülillah!” sözünü, Levhi Mahfuz’un neresine kazıdınız diye; ve yine yeminler olsun, -günahsa günah, bunu da göze alarak- görevlilerin sözleriyle yetinmeyeceğim, o tüyler ürpertici kazıntıyı gözlerimle görmek için ısrar edeceğim, arıza çıkaracağım!..

Yoldaşım Ebuzer ne diyordu?

“Aç sabahlayıp da kılıcına sarılmayana hayret ederim!”

Bu kısa çalışmaya, yukarıda sözünü ettiğim ve ne yazık ki kim olduğunu bilmediğim yazar dostumla devam edelim; libofaşistler ve Müslüman taklidi yapan uğursuzlar belki ürperirler de kendilerine gelirler…

“Emevi ve Abbasi devletleri döneminde, halkın zalim ve günahkâr da olsa, kendilerini yöneten ‘imam’a itaat etmelerinin gerekliliğine dair fetfalar verilmiştir. Bunun için birtakım hadisler uydurulmuş, Kur’an ayetleri o doğrultuda tevil (tahrif) edilmiştir. Hâlbuki Allah’ın ‘sizden’ diye kayıt altına aldığı yöneticiler, fasık ve zalim kimseler olamaz. Peygamber (a.s.) da, Müslüman adını taşımakla beraber, kâfirler gibi yaşayan ve İslam toplumunu fısk ve fücura sevk eden sözde emirlere itaat etmeyi emretmiş olamaz. … İşin gerçeği böyle olmakla beraber, her devirde, ister fasık, isterse zalim ve kâfir yöneticiler, kendilerini meşru İslamî hükümet oldukları propogandasını yapan bir din adamları (Bel’am/Samiri) sınıfını istihdam etmişlerdir. Saraya yakın bu tür dâiler, ücret karşılığında, zalim ve kâfir yöneticileri halka benimsetmek görevini yapmışlardır. Bununla beraber, ihlâslı ilim adamları, mümkün mertebe sultanların sofrasından uzak durmayı salık vermişlerdir. Çünkü bir ilim adamının ‘bab-ı âli’ ile teması, oldukça riskli bir ilişkidir. Hiçbir zalim sultan, kendisine destek verilmemesinden hoşlanmayacaktır.” (Fısk: Allah’a itaat etmekten çıkıp, O’na karşı isyan etme haline girmek. Fasık: Fıskı görünür olan, apaçık ortada olan kimse. Fücur: Haktan sapmak, sınır tanımazlık. Dai: Dua eden. Y.Y.)

Peki, Marx, İslam hakkında böyle düşündüğü için mahcup olmalı mı gerçekten?

Tabii ki hayır! O, “Müslümanlık” derken, Allah’ın Elçisi’nin de aramızda bulunduğu o saadet dolu günlerden söz ediyordu.

Allah’ın Elçisi’nin, yoldaşım Ebuzer’e “dostum” diye hitap etmekten özel bir mutluluk duyduğu o mübarek günlerden…

Şimdi ikisi de yok, Allah’ın Elçisi’nin kendi ağzından çıktığı kesin olan sözlerle “Kuran da dışlanmış/terk edilmiş”(Furkan, 30) zaten…

Marx neden mahcup olsun ki!

O, “Müslümanlıktan” söz ediyordu; hani şu unuttuğumuz, bize unutturulan, hatta hiç öğretilmeyen dinden…

Tüm servet, nimet ve imkânların herkes tarafından eşit biçimde bölüşülmesi gerektiğini emreden dinden…(Bakara 219, Nahl 71 ve daha yüzlerce ayet.)

“Mahşer Günü” gibi çarpıcı bir isim taşıyan şu örneğe bakar mısınız:

“… Bu böyle düzenlenmiştir ki, o mal ve nimetler sizden yalnız zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı olmasın. …” (Haşr, 7)

Marx, Müslümanlıktan söz ediyordu.

74.999.974 “sizden”e 26 dolar milyarderini uygun gören saçma sapan bir hurafeden değil!..

Bu Kuran’ı gerçekten okutmamak lazım; adamın aklını karıştırıyor birader!

Yarın bir gün dolar milyarderi olursam, yemin ederim okumayacağım!

Ne gerek var ciğerim!..

1 Nisan 2010 Perşembe

Gizemli Yolculuk

İster ateist olun ister deist, ister Müslüman olun ister gayrimüslim, ister komünist olun ister liberal; her an genişlemekte olan Kâinat’la birlikte gizemli bir yolculuk yapmakta olduğumuzu kabul etmek zorundasınız.

Buna mecbursunuz, çünkü Kâinat da gizemli bir yolculuğun tam göbeğinde yer alıyor zaten; sadece, nereye gittiği bilinmiyor, biz bilmiyoruz yani, gizemi oluşturan da bu zaten.

Hepimiz bir çeşit enerjiden ibaretiz, Kâinat’taki her şey gibi.

İnsan, bir karga veya bir kestane ağacıyla yakın akraba, Anrdomeda Galaksisi’yle de, çünkü aynı harçtan karılmışız; atom sayılarımız veya bu atomların dizilişi biraz farklı, hepsi bu.

Ve elektron mikroskobunun altına ne koyarsanız koyun, göreceğiniz şey, dönüp durmakta olan ve gözle görülmesi mümkün olmayan alt atomik parçacıklar. “En küçük parçacık” olan atom, en küçük parçacık değil artık; “daha küçük parçaya bölünemez” denilen “şey”, sayılarla ifade edilemeyecek kadar çok küçük parçadan ibaretmiş meğer. Ve o küçük parçacıkların daha da küçük parçacıkları var mı, kimse bilmiyor (şimdilik).

Kuantum fiziği daha da ilginç şeyler söylüyor mesela… “İçine yeteri kadar girdiğinizde”, artık daha küçük parçaya bölünemez denilen “şey”in aslında kendi çapında bir Kâinat olduğu ortaya çıkıyor. Parçacıklar arasındaki mesafe görece o denli uzak ki, teorik olarak atomaltı zerreciklerde sayısız Kâinat bulunması mümkün. (Bir tuz zerreciğinin üzerinde miliyorlarca mikroorganizma bulunabiliyor; bunlar aynen sizin bizim gibi canlı yaratıklar.)

Ama esas “tuhaf” olan şey; bu parçacıkların bazen o zamanda bazen bu zamanda, bazen o mekanda bazen bu mekanda olması…

Korkutucu olanı ise, pu parçacağın gözlemcisinin farkında olması; sizin onu izlediğinizi “biliyor” ve deyim yerinde ise “gözlemcisi ile, yani sizinle oynaşıyor”… İzlenmediğini ‘anladığında” somurtup oturuyor muhtemelen; bakıyor ki izleniyor, başlıyor bir şeyler anlatmaya…

“Bazen o zamanda bazen bu zamanda, bazen o mekanda bazen bu mekanda” olmak, başlıbaşına bir muamma aslında.

Bu zamanda olmadığında hangi zamanda mesela?

Bu mekanda olmadığında hangi mekanda mesela?

Bu fakir gibi cahil birini değil de meselâ bir kuantum fizikçisini dinlediğinizde, hele bir de anlatılanlar birtakım aygıtlarla görselleştirildiğinde büyülenmemeniz, ürkmemeniz, ürpermemeniz mümkün değil; biz neredeyiz, bizi de kapsayan akıl alamaz Yaratış nerede!..

Şu anda bulunduğunuz odanın, salonun veya işyerinizin içinde, sayıyla ifade edilemeyecek kadar çok ve birbirinin içine geçmiş Kâinat/Evren bulunması mümkün… (“Paralel evrenler” meselesi hani; sanırım kuantumun en çarpıcı sonuçlarından biri.)

Ne demekse, “dalga boyları/titreşimleri/manyetik alanları” farklı olduğu için kimse kimseye engel olmuyor veya kimse kimsenin farkına varmıyor.

Gökyüzünü içinde yaşadığı kuyunun ağzı kadar sanan kurbağadan farkımız yok!..

İlk satırda belirttiğim gibi, Allah’a inanın inanmayın, “rastlantılar” veya “Akıllı Tasarım” yanlısı olun olmayın bunu kabul etmek zorundasınız; çünkü bilimsel bir gerçeklikten söz ediyoruz burada…

Bu satırlar sizi buna inandıramıyorsa, bu, bilimin inandırıcı olmamasından değil, bu cahil fakirin anlatımındaki yetersizlikten kaynaklanıyordur.

Giz, sadece bilimsel şaşırtıcılıktan ibaret değil ki.

Hz.Adem ilk insan değildi mesela, ondan önce sayısız insan ırkı gelip gitmişti Arz’a; aynı anda iki farklı yerde bulunan ermişlerin “hikâyeleri” hikâye olmayabilir mesela; Atlantis ve Mu uygarlıkları pekala mümkün görünüyor artık; Sümerler kimdi mesela, nereden geldiler ve birden bire nereye gittiler; İnkalar ve Mayalar kimlerdi, bu kadar uzun takvim yapmayı nasıl becerebilmişlerdi ve buna neden gerek duymuşlardı; Tevrat’taki Hezekiel Peygamber mesela, öyle tuhaf şeyler anlatıyor ki, insan nasıl düşünmesi gerektiğine bir türlü karar veremiyor…

“Tevrat” demişken, şu ayete bakın mesela: “”İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller yaşardı.”

İlahi varlıklar, “Tanrı Oğulları” anlamına geliyormuş; Nefiller de “gökten düşmüş kimseler” veya “devler” anlamına…

“Tanrı Oğulları” kim? Bunlar insan kızlarıyla nasıl evlenip çocuk sahibi olabiliyor; genetik problemler nasıl çözülüyor veya bu iki farklı tür arasında genetik bir problem yok muydu gerçekte? Peki “gökten düşmüş kimseler” ne demek veya “devler”?..

Tevrat’a inanırsınız inanmazsınız, bu, özün önceliği kavramında gözardı edilebilecek bir unsur; Arz’ın o günkü koşullarında hem insan var, hem Tanrı Oğulları var, hem de gökten düşmüş kimseler veya devler… (Hele bir de Eski Hint Kutsal Kitapları’ndaki ayrıntıları okusanız, kafanız bir anda karmakarışık olacaktır, bunu garanti ederim. “Uçuş aygıtlarını hareketsiz kılmanın sırrı/uçuş aygıtını görünmez kılmanın sırrı/Düşman aygıtlarındaki konuşmaları ve diğer sesleri dinlemenin sırrı/parçalara ayrılmayan, ateşe dayanıklı ve bozulmaz uçuş aygıtları yapmanın sırrı”… Bunlar, -sanırım- 5.000-6.000 yıl önce kaleme alınmış cümleler.)

Ne demek istiyor Tevrat?

Kutsal veya değil (bana göre kutsal tabii), elimizde bir kaynak var ve bu kaynak binlerce yıl öncesinden bunları aktarıyor bize…

“Tahrif edilmiş edilmemiş”; kaynak aynen bunları söylüyor ve siyak sibak karinesinde bunu destekleyen bir sürü şey daha ekliyor (Burada uzun sürer, bu nedene ayrıntısına giremiyorum)…

Kuran ayetlerinden yola çıkarak yazmış olduğum bir kitapta (Kuran’daki UFO) öyle tuhaf şeyler anlatmıştım ki, kimileri şaşkınlıktan küçük dilini yutarken, kimileri de bu fakirle alay etmekten kendini alamamıştı; ama unuttukları veya konuya uzak oldukları için farkında olmadan gözardı ettikleri bir şey vardı: Kaynağım, benim Kutsal Kitabım Kuran’dı…

Başka bir konu:

Mesela, “O, odur ki, gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır. O’nun arşı da su üzerinde idi. …” (Kuran, Hud Suresi, 7. ayet)

Tevrat’tan bir ayet mesela: “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu.” (Yaratılış 1/ 1. ve 2. ayetler)

Kuran’dan ve Tevrat’tan bu okuduklarınız, Arz’ın yaratılışı esnasında meydana gelen veya var olan birtakım şeylerden bahsediyor; okyanusların veya o günün şartlarında tek bir okyanusun üzerinde bir şey var veya okyanusun üzerinde bir şey dalgalanıyor…

Bu, Arz’ın yaratılışı (aslında biçimlendirilişi; karalar, denizler, otlaklar vb.) esnasında meydana geliyor.

Ne demek bu?

Yapılan yorumları okumaya kalksanız, bir daha Kutsal Kitap veya Kuran okumamaya yemin edersiniz; binlerce yıllık yalan yanlış, saçma sapan şeyler… Ebu bilmem ne şunu demiş, rabbi bilmem kim bunu demiş…

Bilim bu işlerle haklı olarak uğraşmıyor, din bilginleri ellerini taşın altına sokmaktan özellikle kaçınıyor, benim gibi cahiller de konuştuklarında ya uçuk kaçık şeyler söylemek zorunda kalıyorlar, ya da gerçeğe bir parça yaklaştıklarında çok bilmişlerin alay dolu mimikleriyle karşılaşmaktan, hatta bazen açık açık dalga geçilmekten kurtulamıyorlar…

Bu ayetlerde önemli bazı şeyler söyleniyor ciğerim; giz üstün giz…

Yapılan hesaplamalar, “gözlemlenebilen Evren’de” milyarlarca galaksi, bu galaksilerde de 1.000.000.000.000.000.000.000 yıldız olabileceğini ortaya koyuyor. Bu sayının nasıl okunabileceğini bilmiyorum; ille de bir şekilde telaffuz etmek gerekirse, bu sayıya “bir milyar trilyon” gibi garip bir isim takabiliriz belki…

Odanızın duvarı büyüklüğünde bir Evren haritası yapmaya kalktığınızda Dünya’yı toplu iğne ucu ile bile gösteremiyorsunuz; çünkü toplu iğne ucu, bu ölçekte çok büyük yer tutuyor.

Var mıyız yok muyuz belli bile değil…

Herhalde hiçbir şey göründüğü gibi değil…

Fikir üretmek yerine -hatta en azından bu konularda bir kez daha düşünmek yerine- tanrılaştırdıklarını papağan gibi tekrar etmekten başka bir şey yapmamayı adet haline getirmiş olanlar işin kolayını bulmuşlar:

“İslamcı komünist ulan bu herif, abuk subuk konuşuyor işte!..”

E, sen bir şeyler söyle!..

“Cık; ebu bilmemne veya rabbi bilmemne bin yıldır söylüyor işte, bununla yetineceksin, karıştırma!..”

Peki, Bakara 219, Nahl 71, Nisa 75 ne diyor?

“Şişşştt, hıııı!..”

(Tabii “Şişşştt, hıııı!”, çünkü Kuran’daki bu ayetler servetlerin, nimet ve imkânların eşit biçimde dağıtılmasını ve mazlumlar için savaşılmasını emrediyor.)

Evrenin genişleme hızı saniyede 70 kilometre olarak hesaplanıyor, siz bu yazıyı okumaya başladığınızdan beri galaksiler birbirlerinden 100.000 kilometre uzaklaştı; her biri “bir yere” doğru çılgınca bir hızla gidiyor.

Da…

Nereye gidiyor?..

Gittiği yerde ne var?

Unutmayın; biz de bu galaksilerle birlikte gidiyoruz, aynı yolun yolcularıyız yani.

Peki, yolculuk nereye?

Aslında sorum bu değil tabii…

Allah, zihnimizin kavrayamayacağı gizemlilikte bir macerada bize de bir rol vermiş; bizden istediği şey ise son derece basit:

Buna layık ol.

Buna layık ol; hepsi bu!..

Peki, neredeyse tamamına yakını anlamsız bir koşuşturmadan ibaret olan şu kısacık yaşamımızda biz ne yapıyoruz? (Bize bağışlanmış en önemli hazine olan “yaşam” gerçekten o denli kısa ve bu “kısalık” o denli şaşırtıcı ki, insan, zamanın kendisine muzip bir oyun oynayıp oynamadığını düşünmeden edemiyor; tabii, “zaman” diye bir şey gerçekten varsa!)

Öyle veya böyle; insan yaşamı hüzünlendirici biçimde kısa.

Bir ışıma gibi parlayıp sönüveren bu kısacık süreçte huşu içinde, tefekkür içinde, ürperti içinde bir arayışa girişeceğimize, yarıtılmışların tümüne merhamet göstererek, birbirimizle yardımlaşarak, Allah’ın bu muazzam yaratışını anlamaya, bu yolla ruhumuzu geliştirmeye çalışacağımıza, birbirimizin gözünü oymak için didinip duruyoruz; ve ne acıdır ki, neden de son derece basit, bir o kadar da çarpıcı:

Daha fazla mal mülk, daha fazla servet…

Daha fazla tüketim…

Daha yüksek bir mevki…

Daha büyük bir şöhret…

Daha fazla haz…

Daha fazla intikam…

Daha fazla iktidar, daha kapsamlı muktedirlik, daha rezilce sömürme…

Merhamet hariç her şeyde alabildiğine bir yarış; amok koşucularını hatırlamadan edemiyor insan. (Bir tür hastalık; sürekli olarak amaçsızca koşuyor hasta, bitap düşüp ölene dek.)

abd denen haydut, ta Atlantik’in ötesinden gelip, gülünç olduğuna aldırış etmeksizin ileri sürdüğü birtakım yalanlarla komşumuz Irak’a girip her yeri darma duman ettiğinde, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek herkesi katlettiğinde (1,5 yılda, 1.500.000 kişi), bu işin salt petrol için olduğunu bildiğimiz halde hiçbir şey yapamadık; çünkü zulme karşı çıkmak önceliklerimiz arasında değildi. Çoğunluğu Arap olan katledilenler için kendisi de Arap olan Suudi Arabistan bir şeyler yaptı ama; katil sürülerinin kendi topraklarını kullanmasını seve seve kabul etti. “İncirlik” meselesini hiç sormayın; bu ayıp, Arz var olduğu sürece bize yeter; en azından bu fakire yeter!..

(Bu fakir de bir şey yapamadı; kimseyi suçlamıyorum, bir gerçeği ortaya koymaya çalışıyorum.)

“Kibir” en büyük günah olarak gösteriliyor (şirkten sonra)…

Bence yanlış.

Çok yanlış.

En büyük günah “aptallık” olmalı.

“Şirk”i de doğuran da bu değil mi zaten…

Einstein, “Tanrı zar atmaz!” demişti. (Kendisi atmıştı oysa.)

Ne demek istemişti?..

Kitaplarımın birinde, “Adem’le başlayan son insan ırkı da başaramadı”, derken bunu söylemeye çalışıyordum işte.

Oysa kural çok net:

Başaramayan gider, başarabilecek olan gelir.

Olacak olan da budur zaten…

Hep olduğu gibi…

“Hayır ve şer Allah’tandır” diyor kimi İslam bilginleri.

Olur mu öyle şey!

Allah’tan şer gelir mi?!.

Peki; kimden geliyor şer, İblis’ten mi?

Gerçekten mi?..

E, aynaya sadece saçımızı taramak için bakarsak, öyle tabii.

“Muazzam” sözcüğünün yetersiz kaldığı bir macerada küçük veya büyük bir rolle ödüllendirilmişiz; “bir şeyleri” anlamak için didinip duracağımıza, nasıl yaparız da birbirimizin gözünü daha feci biçimde oyarız diye koşuşturup duruyoruz; bir yere doğru kavrayamayacağımız bir hızla gitmekte olan Kâinat’la ve karşısında boynumuzu büküp ürpermekten başka bir şey yapamayacağımız bu gizemli Yaratışla alay edercesine.

Kendi adıma söylüyorum; ne yazık ki, içinde bulunduğum kuyunun ağzı o kadar küçük ki…

Geçen gün gözlerimle gördüm; bilginler, hâlâ arka ayaklarından biri ile doğmakta olan kaşalot türü bir balinayı inceliyorlardı şaşkınlık içinde…

Ne demek, “hâlâ arka ayaklarından biri ile doğmakta olan balina”?..

Hadi bana müsaade; aynaya bakmam gerekiyor, sanırım saçım bozulmuş…