28 Şubat 2010 Pazar

Aşk



Ruhbilime göre insan bilincini “id” denen hayvansal dürtülerle “süperego” denilen müteal (aşkın) idealin çatışması oluşturur. Doğanın “vahşi hayvanı” olan “id” ile Nietzsche’nin “üstün insanı” olan “süperego” kültür ormanında kıyasıya dövüşürken oluşmaya başlar ego ve bu kültür ormanının hakim şartları biçimlendirir insan zihnini.

Aşk konusundaki farklı algılamalar, bu vahşi ormanın kendine özgü koşullarına id’in ya da müteal idealin müdahalesiyle belirlenir.

Aşk üzerine yapılan çalışmalar (makaleler, araştırmalar, bilimsel tahliller), kültür ormanındaki bu kıyasıya kavganın sisli puslu atmosferinde havayı beyhude yere döven pençeler gibi samimi ama sonuçsuz bir gayretle savrulup durur bir o yana, bir bu yana.

Birliktelik, beraberlik, partnerlik, bir gecelik-beş gecelik, düzeylilik-düzeysizlik, ihtiras, eskime, pörsüme, tüketme, sevgililik, hatta yitirme…

Bu sözler ya da tanımlamalar da ne?!.

Ne ilgisi var?!.

Neler oluyor böyle?!.

Aşk bu mudur?!.

Sevim Çetin’in sırra nüfuz edebilmiş olmaktan kaynaklanan soylu isyanına katılmamak mümkün mü?!.

“Onu gördüğümde bacaklarım titriyor, kalbim hızla çarpmaya başlıyor” diye aşkını tarif ettiğini sanan ego, türün devamı kaygısındaki genlerine ilkel çağlardan miras aldığı, sağlıklı karşı cinsle olabildiğince çok cinsle ilişki peşinde koşturan id’inin iradesinde tutsak olduğunu hissetmez bile. Sürüdeki yedi-sekiz dişi aslan için hakim konumdaki erkek aslanla ölesiye kavgaya tutuşan genç erkek aslan da aynı şeyleri hisseder oysa; insan olmadığı için bilincini sadece id’i oluşturduğundan, türün devamı gerekliliğini tetikleyen kimyasal tepkimeler nedeniyle, karşı cinse baktığında onun da bacakları titrer, onun da kalbi hızla çarpmaya başlar.

Aşk bu mudur?!.

“Onsuz yapamıyorum” diyen ego da farklı bir konumda değildir aslında; elinin altında bulundurma alışkanlığının verdiği rehavetle, hakim konumdaki erkek aslanla yeni bir kavgaya girme zahmetine katlanamadığının itirafında olduğunun farkında bile değildir. Hazır dursun, elinin altında olsun, yakında bulunsun, yeni bir mücadeleyi gerektirmesin ister sadece.

Aşk bu mudur?!.

“Serotonin”, “adrenalin” diye caka satan bilim, çözümlediği şeyin basit kimyasal tepkimeler olduğunu bildiği halde, “en çok dört yıl sürer” diye ahkâm keser aşk hakkında; “cinsellik”, “ihtiras” gibi tamamen id’in itelemesi olan ve soyluluktan alabildiğine uzak ama bir o kadar da gerekli kimi hayvansal dürtüleri aşk sanıp irdelerken. “En çok dört yıl sürer” diye ahkâm keser, hakkında hiçbir şey bilmediği bir şeyi anlatırken.

Aşk bu mudur?!.

Tüketim toplumu ormanındaki kavgadan yorgun düşmüş yara bere içindeki, henüz fark edememiş ego ise yine samimi ve haklı olarak feryat edip durur; “neden bu kadar çabuk eskitiyoruz, tüketiyoruz, yitiriyoruz!” diye; eskittiğinin, tükettiğinin, yitirdiğinin aslında fıtraten peşinde koşup durduğu şeyle hiç ilgisinin olmadığını fark edemeden…

Aşk bu mudur?!.

Oysa varoluşsal bir soyluluktan, buram buram hasret kokan kadim bir arayıştan, tanrısal bir merhametten söz etmek gerek bu konuda.

Madde-antimadde ikileminde arayış içinde dönüp durmakta olan “mahzun yarı” için “kayıp diğer yarı”dan söz etmek gerek.

“Yarım”ken “tam”a ulaştığını “bildin mi” hiç?

Bunu hiç “okuyamamış” benlik, bir insanın yaşamı boyunca birçok kez aşık olabileceğini iddia eder… “Bir yarım”ın, “birçok yarısı” olur mu hiç?!.

Tenine, saçına, kullandığı herhangi bir eşyaya dokunduğunda ruhunun merhamet ummanında yittiğini hissedip, kişisel bilincin reddiyesinde o tek bilinçte eriyip, Kozmos’un o güne kadar hiç koklamadığın rayihası içinde o galaksi senin bu galaksi benim huşû içinde sefere çıkıp yeni süpernovalara, genç varoluşlara, gizemli biçimde tekrarlanan madde-antimadde ayrışmalarına, “Yaradılış”a tanıklık ettin mi hiç?

Ayaklarının yerden kesilmesinden söz etmiyorum; artık ayaklarının, bedeninin, “ben”inin olmadığını idrak ettiğin oldu mu hiç?

Gizemli ayrı düşmüşlükten, Kozmik Tasarımın kendine özgü nedenlerle böyle biçimlendirdiği mistik hasretten, uzun ve soylu, kadim bir arayıştan söz ediyorum.

Vuslattan…

Varoluştan ödünç aldığı bedeni yakınında olmadığında, özlemenin cazibesine gönülden direnirken yokluğunu asla hissetmeyip, daimi telepati ve ruhsal bir bağlantı girdabında tüm Kainatla yekvücut hisettin mi kendini hiç?

Van Gogh’un kesik kulağı, Ferhat’ın delik deşik dağı, Kerem’in bitip tükenmez yangını; diğer “yarı”sıyla kendi bedeninde “tam”lanan Mecnun’un, kendisine doğru hasretle koşan ödünç bedene, artık o tamlanmış şuurla, “Leyla benim içimde; sen de kimsin?..” sorusudur o…

Kültür ormanındaki kavgadan galip çıkan yorgun süperegonun içine derin derin çektiği varoluşun hasret kokan nefesidir o…

Beğeni gibi, arzu gibi, ihtiras gibi, hatta sevgi gibi salt bu ormana özgü olmadığından beş duyuyla kavranamaz; duyularüstü idrak, aşkın bir feda oluş ister o…

Sor kendine…

Onun gözlerinin içine baktığında Tanrı’yı gördün mü hiç?

Tanrı’yla yan yana durarak onun gözlerinin içine baktın mı hiç?

Ne eskir, ne pörsür, ne tüketilip tükenir, ne kaybolup gider o…

İşte aşk budur…

Bacakların titremez, kalbin hızla çarpmaya devam etmez; çünkü artık “yarı” “tam”lanmış, beden beş duyu engelini aşıp geçmiş, ürperti içindeki sürekli titreşim Kozmos’un o tek kalp atışına iltihak etmiş; madde antimaddeyle, yarı diğer yarıyla, aşık maşukla birlenmiştir artık.

“Sağlıklı bir zihinle böyle bir tamlanma nasıl yaşanabilir ki!” diye itiraz ediyorsun.

Ne menem bir şeyse ve kim tarafından hangi kıstasla belirleniyorsa o “sağlıklı zihin” senin olsun sevgili insan kardeşim; kalanı, “tamlanmak için yanıp tutuşan mahzun yarım”a yeter!

Sor kendine…

Tanrı’yla yan yana dururken onun gözlerinin içine baktın mı hiç?

O gözlerde Tanrı’yı gördün mü hiç?

Sor kendine…

Sevinçten, ihtirastan, tatminden, kinden, nefretten, üzüntüden değil; onun gözlerinin içine bakarken, ürpere ürpere, titreye titreye, vuslatın merhametinden ağlayıp hiçliğe iltihak ettin mi hiç?

Sor…

Onda Tanrı oldun mu hiç?


21 Şubat 2010 Pazar

Yaratılandan Nefret Ederim Yaratan'dan Ötürü

“Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü” sözü benim zihnimde hep kekremsi bir yankılanmaya neden olmuş, dalkavukça bazı çağrışımlara yol açmış; bana, aslında bu sözle anlatılmak istenen şey konusunda hiç de samimi olmamanın bir dışavurumu gibi gelmiştir. Hele üstüne basa basa, kelimeler özellikle abartılarak vurgulana vurgulana söylendiğinde…

Yaratılanı Yaratan’dan ötürü seven, bunu bu şekilde ve böyle abartılı biçimde vurgulayarak belirtme gereğini neden duysun ki…

Yunus Emre bu sözü söylediğinde ilahi aşk yangınında öylesine yanıp küle dönüşmüştü ki, artık “naz makamı”ndan seslendiği için O’nun gibi bakabilmeyi, birtakım şeyleri O’nun gibi değerlendirebilmeyi, Rahman ve Rahim sıfatını sınır seviyesinde içkinleştirmiş biri olarak her şeyi O’nun gözleriyle görebilmeyi başarabilmişti. O, Yunus Emre’ydi. O, başka bir şeydi. Sözün gerçek anlamıyla, o evrensel bir ruhu simgeleyen biriydi. Kesretin cazibesini elinin tersiyle iterek Vahdet’in sonsuzluğunda erimeyi kabullenebilmişti.

Onun bu sözü söylerken samimi olmaya dahi ihtiyacı yoktu, çünkü o, “O Makam”dan konuşuyordu.

Ben hâlâ id’inin dürtüleriyle boğuşmakta olan ortalama biriyim. Bu konuda tevazu göstermeye kalkışmam bile şımarıkça bir kendini beğenmişlik olurdu; bu nedenle, Yaratan’dan ötürü tüm yaratılanları sevebilecek yetenekte olmadığımı rahatça söyleyebilirim.

Benim tarafımdan sevilmeyi hak edebilmen için (egoyu gördünüz mü; “ben”!) bir sürü özelliklere sahip olman gerekir; yok öyle yağma!

Merhametli olacaksın, ki bu gerçekten zor ve zahmetli bir şeydir; fedakârlık, diğergamlık, empati kurabilme, yoksullaşabilme ve yoksunlaşabilme, bir kenara itilmeyi/dışlanmayı göze alabilme gibi kimi hasletleri gerektirir.

Dürüst olacaksın.

Paylaşmayı bileceksin.

Şu, sende tam bir ironiye neden olan o acınası kibrini derhal terk edecek; kendine, “kimsin ki sen be?!.” diye sormayı becerebileceksin.

Canlıları -bu arada insanları tabii- hor görmeyeceksin. Arz’ın sadece sana ait olduğu yönündeki o aptal mı aptal düşünceni derhal terk edeceksin; Arz takvimiyle ta 23 Aralık’ta iki ayağının üzerinde dikilmeyi becerebildiğini kabul edeceksin. Ocak’tan 23 Aralık’a kadar milyonlarca tür geldi geçti; bunun, senden sonra da devam edeceğini bileceksin.

Yoksula, fakir fukaraya, garip gurebaya, yolda kalmışa, ezilip dışlanmışa sahip çıkacak; onların dertlerini kendi derdin gibi algılayacak ve bu yolda harekete geçeceksin.

Emeğin en yüce değer olduğunu kabul edecek, buna göre davranacaksın. Bütün mal ve servetlerde emekçinin hakkı olduğunu koşulsuz kabul edeceksin. (Yok öyle afra tafra; Kitap’a inanıyor musun, inanmıyor musun?!. İnanmıyorsan, bu çalışma sana hitap etmiyor demektir; bunu açıkça söylersen başımın üstünde yerin var zaten.)

Namaz kıl, oruç tut, hacca git, eyvallah; ama diğer tarafa kul hakkıyla gitmemeye özen göstereceksin. “Kul hakkı” nedir diye oturup uzun uzun düşüneceksin.

İnsan olmanın onuruna sahip çıkacak, muktedir karşısında bel büküp gerdan kıvırmayacaksın; daha da önemlisi, eğer muktedirsen, bu yükün ağırlığı altında ezildiğini bana göstereceksin; mimiklerinden, vücut dilinden, hafif mahcup bakışlarından anlayacağım bunu.

İsminin önünde “doktor” ünvanı olmasına rağmen “Evrim mümkün değil, çünkü Allah var!” gibi salakça sözler edip kendini gülünç duruma düşürmeyecek; evrimi yaratanın da Allah olabileceğini hesaba katacaksın. (Evrim Teorisine karşı çıkanları tenzih ederim, ama bunun yolu böyle salakça sözler sarf etmek değil tabii; ne demek, “evrim olamaz, çünkü Allah var”!.. Bu sözleri sarf ederken karalama amacıyla komünizme gönderme yapıyorsun güya, ama Adam Smith’in de Darwin’den etkilendiğini bilmiyorsun veya daha kötüsü bilmezden geliyorsun! Öyle “Allah var!” gibi bel altından vurmalar nasıl da yakışıyor sana, seni kerkenez seni! Sana “Allah yok” diyen mi oldu?!.)

Sevdin mi adam gibi sevecek, seviyormuş gibi yapmayacak, adam gibi sevmenin sonuçlarına katlanarak gereken bedeli ödemekten kaçınmayacaksın.

“Kainat” denen ve dev bir düşünceden ibaret olan o tek bir organizmanın zerre boyutunda ama değerli bir hücresi olduğunu idrak edecek, bunun sorumluluğunu her an hissedecek ve buna göre davranacaksın.

Zalime karşı mücadele edeceksin. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın” diyenlerdensen, aslında ne kadar şerefsiz biri olduğunu da bileceksin.

Haine yardakçılık yapmaktansa hain olmayı tercih edeceksin ki göründüğün gibi olduğunu veya olduğun gibi göründüğünü bileceğim.

Din, dil, mezhep, ırk, renk, zengin-fakir, erkek-kadın gibi yapay ayrımlara itibar etmeyecek; canlı-cansız, görebildiğin-göremediğin her şeyin o bütünün bir parçası olduğunu unutmayacak ve buna göre davranacaksın. Bileceksin ki, tek bir hücreye verdiğin zarar, bütün bir organizmaya yönelik bir ihanet demektir.

Sonuçta, -her türlü kusuruna rağmen ve bu kusurlarını bilerek- adam gibi adam olacaksın, en azında böyle olmak için gayret sarf edeceksin, bu gayretini de bana göstereceksin. (Üf ki üf; ego had safhaya çıktı; ulan böyle esip savurmak da bayağı haz vermiyor değil, anadın mı! Muktedirler insana kendini Tanrı gibi hissettiren bu mütehakkim duyguyla nasıl başa çıkabiliyorlar be?!.)

Peki; neden “nefret”?

“Sevmezsen sevme birader, ama neden nefret ediyorsun; üstelik bu nefretini Yaratan’a dayandırıyorsun bir de?!.” diye soracaksın; ki, senden neden nefret ettiğimi öğrenebilesin, bu nefretimi neden Yaratan’a dayandırdığımı da…

Kâinatı tasarlayan Mimar, karşısında bizim hayal gücümüzün dahi zavallı kalacağı bir Eser koymuş ortaya… Sadece Samanyolu Galaksisi’nde 400.000.000.000 yıldız var. Trilyonlarca galaksi ve muhtemelen trilyonlarca yaşam formu… Sadece Arz’da 2.000.000 böcek türü var. Hareketsiz sandığın bu Dünya, uzayda saniyede 30 kilometre hızla yol alıyor ve bunu 4.600.000.000 yıldır yapıyor; ki bu, bu Muhteşem Tasarım’ın yanında esamesi bile okunmayacak küçücük, belli belirsiz bir ayrıntı… Şu anda sen bu çalışmayı okurken muhtemelen milyarlarca süpernova oluşuyor, milyarlarca dünya yok olup yerini başka dünyalara bırakıyor. En yakın yıldızdaki bir canlıya radyo sinyaliyle “n’aber” diye sorsan, “ne olsun” cevabını alman için 52 yıl beklemen gerekiyor… (Saniyede 300.000 km x 60 x 60 x 24 x 365 x 26; hadi çıkabilirsen çık işin içinden; ki, bu, en yakın yıldız.) Bunu nispeten uzak bir yıldızdaki canlıyla denesen, muhtemelen 4-5 milyar yıl beklemen gerekiyor. Limon çekirdeği, kendine uygun ortam sunulup ağaç haline geldiğinde boyunun ne kadar olacağını ve meyvesinin tadının ekşi olması gerektiğini 16.000.000.000 yıldır biliyor; senin yazılı tarihin 8-10 bin yıl öteye ancak giderken, bu bilgi, bu çekirdeği 16 milyar yıl önce “yazılmış”…

Ve sen o esamesi okunmaz, delikli para değerindeki sefil varlığınla bu Kozmik Çark’a çomak sokmaya çalışıyorsun be hey dümbelek!.. (Hani “yıldız kaydı” dediğimiz o ışıma var ya, bir-iki, bilemedin üç saniye sürer; işte senin ömrün de Kozmik takvimle ancak bu ışıma kadar.)

Yaratan seni böyle yaratmadı ki, bu senin haince bencilliğin…

Yaratan seni böyle yaratmadı!..

Sana özgür irade ve seçenekler sundu; nasıl davranacağına bakıyor. (Yunus, 14) Ama sen kibirli davranıyorsun, insanları eziyorsun, onları hor görüyorsun; fakiri fukarayı kollamıyor, haine yardakçılık yaparak zalimlerle dost oluyorsun; sinsi casuslar gibi ayıp arayarak, birilerini çekiştirerek, dedikodu yaparak, zannına kapılıp onu bunu karalayarak ölmüş kardeşinin etini yemek istiyorsun(Hucurat, 12), üstelik bundan tiksinmiyorsun da (aynı ayet); tüm mal ve servetlere hırsla sahip olmak istiyor, kendi sefil çıkarını kardeşlerinin felaketi üzerine bina etmekten kaçınmıyorsun; içine üflenen Nefes’e ihanet ediyor, “inanıyorum” dediğin Kitap ne derse tam tersini yapıyorsun!

Sen zalimsin, seni Yaratan bile sevmiyor (Şûra, 40); ben neden seveyim!..

(Özel not: Çengelköy Ata-2’de oturan melun! O dokuz kedi ve üç köpekten sonra, bu kez de Benek’imi zehirleyerek öldürdün… Daha dokuz aylıktı… Bir gün seni yakalayacağımı biliyorsun. O gün sana “aynen seni gibi” davranmazsam namerdim!)

İblis ne diyordu; “Yemin olsun onları saptıracağım. … Onlara muhakkak emredeceğim de Allah’ın yaratışını değiştirecekler!”(Nisa, 119); sen İblis’in oyuncağı olmuşsun, üç kuruşluk menfaatin için insanların arasına kin ve nefret tohumları ekip, insanları zengin ve fakir diye iki sınıfa ayırıp, insanlar arasındaki eşitliği bozup Allah’ın Yaratışını değiştirmeye çalışıyorsun; seni neden sevecekmişim ki!..

Senden, Yaratan’dan ötürü nefret ediyorum; çünkü sen Allah’a düşmanlık ediyorsun ve Yaratıcı seni sevmemi istemiyor, seversem dengemin bozulacağını söylüyor bana (Mümtehine, 1. Ne demek mümtehine? “İmtihan edilen”… İmtihanda neden başarısız olayım ki!)

“Hep Kuran, hep Kuran; biraz da hadis yaz da görelim!” diye yırtınıp duruyorsun ya hani, al sana hadis:

Allah’ın Elçisi ne diyor; “Allah’ın en çok buğz ettiği varlık, imandan sonra küfre girendir.”

Allah’ın Elçisi, “imandan sonra küfre giren” derken birebir seni tarif ediyor; eşkâl tıpatıp aynı!

Peki, “buğz” ne?

Nefret…

Yunus kusura bakmasın.

Ona katılmıyorum.

Şu kısıtlı idrakimle birçok şeyi anlamaktan acizim; sanırım bu nedenle o Yunus, ben ise gariban bir faniyim…

17 Şubat 2010 Çarşamba

Krizi Fırsata Çevirmek (Mi!)


Çocukken bir film seyretmiştim.

Orman yanıyordu, içindeki hayvanlar da…

Her yeri alevler sarmıştı; orman, diri diri yanmakta olan hayvanların o korkunç çığlıklarıyla inleyip duruyordu.

Herkes elbirliğiyle yangını söndürmeye çalışırken, adamın biri elinde silah, kayaların arkasında pusuya yatmıştı; yanan ormandan can havliyle kaçmaya çalışan hayvanları avlıyordu.

Kabuğu kararmış olan kaplumbağa bitkin adımlarla küçük dereye doğru yürümeye çalışırken, kamera, tüfeğini yanıklar içindeki küçük ve şaşkın bir ceylana doğrultmuş olan o avcının yüzüne odaklanmıştı.

Adam hain hain sırıtıyordu.

Hain hain…

O yüzü hiç unutmadım.

Bunca yıl sonra, ekonomik krizin herkesi perişan ettiği bugünlerde, sitemimi açıkça ilan eden bir tonla Yaratıcı’ya sorup durmaya başladım tekrar; biz bu muyuz, bizi böyle mi yarattın gerçekten, diye…

Biz bu muyuz gerçekten ey Yaratıcı?!.

Bizi böyle mi yarattın gerçekten?!.

Gele gele buraya mı geldik yani!

Yeryüzündeki her insanın değişik kıstaslarda da olsa asgari bir ahlâk algılamasına sahip olduğuna inanırım; ahlâken hiçbirimiz mükemmel olamayacağımız gibi, hiçbirimiz tam anlamıyla ahlâk yoksunu da olamayız. “Ahlâk”dan değişik şeyler anlayabiliriz, ama en azından bu anlayışımız doğrultusunda, tutum ve davranışlarımızda hata yapmamak veya hatada aşırıya gitmemek için birtakım kısıtlamalar/manialar koyarız kendimize. Bu, fıtratımızda var; çünkü istesek de, istemesek de, kabul etsek de, etmesek de içimizde O’nun Nefesi’ni barındırıyoruz.

Anlatılanlar doğruysa; Eskimo, misafirini hoşnut kılmak için eşini sunarmış ona; Güney Amerika’daki bazı kabilelerde kocaları ava veya sefere çıkan kadınlar eşleri dönene kadar aylarca yıkanmaz, leş gibi kokar ve bu pisliğinden dolayı yanlarına kimse yaklaşamayacağı için eşlerine bu yolla sadakatlerini gösterirlermiş; bir Alman erkeğine “karınızın bacakları ne kadar güzel” deseniz, nezaketinizden dolayı size teşekkür edermiş; İslam’da, komşunun eşiyle zina, büyük günahlar arasında gösterilirmiş; çıkar amaçlı yalan söylemek, en ilkelinden(!) en gelişmişine(!) kadar bütün dinlerde yasak sayılıyormuş; kiralık katiller arasında çocuk ve kadın öldürmeyi reddedenlere sık rastlanıyormuş; bu böyle uzayıp gidiyor…

“Ahlâk” da kültürlere göre değişiyor, ama deyiş her ne kadar kısmen yanlış kabul edilebilirse de,“evrensel ahlâk” denen bir “üst kabul” de var; insan zihni bazı tutum ve davranışları “ortak ahlâki kabul” olarak sınıflandırabiliyor.

Jean Paul Sartre’ın ateist olduğu söylenir, ama kendisine Nobel ödülü verildiğinde bunu reddetmişti; gerekçesi, o günün politik koşullarında bu ödülü kabullenmeyi ahlâki bulmamasıydı. Tanrıtanımaz olarak biliniyordu, ama kendi algılaması doğrultusunda ahlâklı olmaya özen gösteriyordu. (O farkında değildi belki; onu bu yolda hareket etmeye zorlayan şey fıtratıydı. Ayrıca sanırım ateist değil, deistti.)

Bunlar tam olarak doğru mu bilmiyorum.

Duyduklarımdan örnekler veriyorum sadece…

İçimi döküyorum…

Bu, devlet yönetimi sistemlerinde de böyle.

Komünizm, kapitalizm, hatta faşizm, diğerleri… Hepsinin belirli ahlâk kuralları var; sınırları aşmamak için kendilerine birtakım setler koyuyor tüm sistemler; doğru yanlış, eksik fazla, hakiki sahte… Ama hepsinin kendine karşı oluşturduğu belirli setleri, maniaları var; en azından böyle görünmek zorunda olduğunu biliyor bu sistemler.

Sözlük, “İnsandaki mânevi değer ve davranışlar. Felsefenin başlıca kollarından biri olan ahlâk ‘iyi’ ve ‘kötü’ kavramları hakkındaki kıymet hükümleri üzerinde durur.” diye tarif ediyor ahlâkı.

Bir kaynağa göre ise, “ahlâk”, “hulk” kelimesinin çoğuluymuş. “Hulk” da, “insanın ruhundaki huy denilen bir meleke, bir özel hal”miş. Ahlâk özelliklerini ikiye ayırmaktan yana kimileri; edeb, tevazu, kerem gibi güzel huylar ve sefahat, kibir, cimrilik gibi çirkin huylar şeklinde…

Bu bilgileri veren kaynak, “İşte, Allah’a hamd olsun, bizler İslâm dini sayesinde böyle yüksek bir ahlâk müessesesine sahip bulunmaktayız.” diye bitiriyor açıklamasını.

Da…

Da’sı var işte!..

İslam dini yüksek bir ahlâk müessesesine sahip de, ya Müslümanlar?

“Kriz”, “buhran” ve “bunalım” anlamına geliyormuş.

Vikipedi, “Bir örgütün üst düzey hedeflerini ve işleyiş biçimini tehdit eden veya hayatını tehlikeye sokan, acil karar verilmesi gereken, uyum ve önleme sistemlerini yetersiz hale getiren gerilimli durum” diye tarif ediyor krizi.

Sözlük, “Birdenbire gelen ve kısa süren şiddetli hastalık nöbeti (kalp krizi,
apandisit krizi, gibi)/tabii olmayan sıkıntılı ve tehlikeli devre(ekonomik kriz gibi)” diye açıklıyor aynı sözcüğü.

Bu söz, dilimize amerikancadan girmiş. Amerikalılar “crisis” diye yazıyorlarmış ve kullanıldığı başka bazı alanların yanısıra tıp dilinde, “sağlıklı bir kimsenin aniden hastalanması ya da sıkıntılı bir duruma düşmesi” anlamında kullanıyorlarmış.

Bir de “fırsat” var, üzerinde durmamız gereken…

“Uygun ve elverişli durum” diyor sözlük…

Genellikle olumsuz bir çağrışım yapıyor dilimizde.

Örneğin; “fırsatçı”yı, “fırsat düşkünü/fırsat kollayan” diye anlıyoruz biz.

Şimdi toparlanma zamanı: Ahlâk, huylar, edep, tevazu, kerem (cömertlik), sefahat, kibir, cimrilik, kriz, buhran, bunalım, şiddetli hastalık nöbeti, tabii olmayan tehlikeli devre, sağlıklı bir kimsenin aniden hastalanması ya da sıkıntılı bir duruma düşmesi, gerilimli durum, fırsat, uygun durum, elverişli durum, fırsatçı, fırsat düşkünü, fırsat kollayan…

Tüm bunları, Başbakanın, açılışını yaptığı bir yerde söylediği “Türkiye’de işadamları krizi fırsata çevirmek için var güçleriyle çalışmaya devam ediyorlar” sözü üzerine araştırıyorum.

Krizi fırsata çevirmek…

Üstelik, açılışını yaptığı yer de bir “hastane”!..

Bu söz beni fazlasıyla üzdü, mutsuz kıldı.

Aslında bu sözün patenti Başbakana ait değil; bugüne kadar birçok ekonomist, birçok yazar bu sözü kullandı; sanıyorum bunu amerikanca birtakım metinlerden aktardılar dilimize… “Krizi fırsata çevirmek” hiç kuşkusuz amerikanvari bir söz; ne de olsa bunlar amerikalı… (Araştırınca haklı çıktım; amerikan kaynaklıymış; “turning a crisis into an opportunity” diyorlarmış.)

Da…

Biz Türk’üz, gözünüzü seveyim; biz Türk’üz be!

Biz Müslümanız, gözünüzü seveyim; biz Müslümanız be!

Bırakın Türk’ü, Müslümanı; biz insanız gözünüzü seveyim, biz insanız be!..

Nasıl bir insan başarıyı başkalarının felaketini fırsat bilerek yakalamaya çalışır?!.

Nasıl bir insan başkalarının buhranını, ölümcül tehlikesini, sıkıntılı durumunu, nöbetini, gerilimini, hastalığını “uygun ve elverişli bir durum” olarak telakki edip de bundan yararlanmaya, bunu fırsata çevirmeye, bundan ekonomik çıkar sağlamaya kalkabilir?!.

Bu nasıl bir insandır!

Bu ne biçim bir yaratıktır ki, çıkarını kendi türünün felaketine bina ediyor?!. Bu nasıl bir insandır ki, kendi türünün felaketini bir fırsat olarak görüyor?!.

Sanırım geçen yıldı. Yolda kalp krizi geçiren bir adamın yanına çömelen insanlar onu kurtarmak için didinirken, krizi fırsata çevirmeye çalışan biri de bu kargaşadan istifade adamın cep telefonunu çalarken “suçüstü” yakalanmıştı…

“Krizi fırsat çevirmek” gibi talihsiz bir söz bana bunu çağrıştırıyor.

Bu nasıl bir gaftır, bu nasıl bir zihniyet itirafıdır?!.

İşadamı, girişimci, yatırımcı, sermayedar… Nasıl isimlendirirseniz isimlendirin. Bugün için gereklidir ve krizden etkilenmemek için, krizden çıkmak için var gücüyle mücadele etmelidir, direnmelidir, yeni yöntem arayışında olmalıdır, plan program yapmalıdır; bu, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü, üretimin giderek düştüğü bugünlerde hem kendisi için, hem de ülke için gereklidir, doğru bir tutum ve davranıştır.

Ama…

Krizi fırsata çevirmek!..

Hiçbir Türk işadamının “sözün bu anlamıyla” hareket ettiğine inanmıyorum, asla… (Birçok işadamı dostum var; içlerinde böyle düşenenine hiç rastlamadım.)

Bunun nadir örneklerinde birini şu son sel felaketinde görmüştük; millet canını kurtarmaya çalışırken, bazıları da fabrikaları, atölyeleri yağmalıyordu.

Rakiplerle kıyasıya rekabet?

Tamam… (Muhalefet hakkımı saklı tutmak kaydıyla tabii.)

Krizden etkilenmemek veya çıkmak için kıyasıya direnmek?

Amenna… Başamın üstünde yeri var…

Krize karşı tedbir almak?

Tabii…

Ama…

Krizi fırsata çevirmek?

Kendi türünün (hatta bir başka türün) felaketini fırsata çevirerek bundan yararlanmak?

Felaket fırsatçılığı?

Ben yokum…

İhanet bu değilse başka nedir!..

Bir türün feleketinden söz ediyoruz burada; halkların cinnet boyutuna ulaşan sefaleti ortada… İşini gücünü kaybedenler, sefalete düşenler, intihar edenler, evlerini barklarını yitirenler, iflas eden işadamları, kredi kartı borcu nedeniyle perişan olan insanlar, tek geçim kaynakları olan tarım yapmaktan, hayvancılıktan dahi mahrum kalan köylüler, siftah edemeden dükkanını kapatan esnaf, asgari ücrete mahkûm milyonlar, açlık sınırının da altına düşen kitleler, mahvolan hayatlar, dağılan aileler…

Tam bir yangın…

O filmdeki o hiç unutamadığım yüzü tekrar görür gibiyim.

Ayıp olmuyor mu?!.

Film mi çeviriyoruz burada?!.

Size filmin sonunu anlatmadım ama…




Not: Liberal (gerçeklerinden söz ediyorum tabii; maskelilerden, libofaşistlerden değil) dostlar neredesiniz? Neden var gücünüzle itiraz etmiyorsunuz? Kamera size odaklandı. Siz, yanan ormanın civarında pusuya yatmış bir “avcı” mısınız gerçekten? Size hakaret edenlere neden itiraz etmiyorsunuz?
Emin olun, çok içten soruyorum: Siz, krizi fırsata çevirenlerden misiniz gerçekten? Herkesi, her şeyi kasıp kavuran bu yangın, sizin çıkarlarınız için bir “fırsat” mı; “uygun ve elverişli bir durum” mu sizce?
Bunu, bu hakareti içinize sindirebiliyor musunuz?..
Ahlâk felsefesi profesörü olan Adam Smith, “tam rekabet” derken “krizi fırsata çevirmeyi” mi kastediyordu, yoksa “üreticelerle tüketicilerin değerleri eşitçe paylaşabilmeleri”ni mi?
“Gizli el”, bu kadar mı “gizli” idi sizce?
Kant’ın “kategorik emperatifi”nden bunu mu anlıyorsunuz gerçekten; bu “krizi fırsata çevirmek”i “kategorik emperatif” açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunca şeyden sonra, bu yaşımda, sizi savunmak bana mı kalmalıydı yani?!.
Birçok liberal dostum var; onlar adına bu hakareti reddediyorum, kınıyorum.

14 Şubat 2010 Pazar

Tamam, Ben Varım; Hadi Yorganları Paylaşalım !

İktisat profesörü Türk halkının nasıl bir yoksulluk cenderesinde sıkışıp kaldığını anlattığı konuşmasında, ödenmeyen çeklerden, protesto olan senetlerden, %500 artan hacizlerden, Türkiye’nin dış borcunun tüm Cumhuriyet dönemine kıyasla %190 artmasından, cinnet boyutlarındaki işsizlikten, fakir fukaradan falan bahsedip, cümle arasında kredi kartı mağdurlarından da söz edince, kendisine liberal süsü veren demokrat(!) golü atıveriyor hemen:

“Benim kredi kartım yok, ben ayağımı yorganıma göre uzatıyorum!”

Dini, milliyeti, siyasi görüşü, dünya algılamasını falan boşverin; günümüz insanının temel sorunu bu işte…

Bencil, dolayısıyla merhametsiz…

Senin yorganın dört metre; ayağını uzatabildiğin kadar uzat gitsin!

Peki, yorganı kısa olanlar veya hiç olmayanlar?

Aslında bir hayli zeki ve donanımlı biri; ama içine yuvarlandığı ihanet çukuru o denli derin ve o denli karanlık ki, ne kadar büyük bir insafsızlık yaptığını/o golü nasıl da kendi kalesine attığını idrak dahi edemiyor…

“Ben AKP’y oy verdim; oy verdiğim partiyi korumak benim görevim.” diyor; yorganı kısa gelen ya da hiç olmayanların yarısının da AKP’ye oy verdiğini ve son yedi yıldır ülkeyi yönetenin bu parti olduğunu unutarak.

Zeki ve yetenekli biri; iktisat profesörü hoca gibi o da üniversitede ders veriyor, gazetede yazı yazıyor, konferanslar verip, kitaplar yazıyor; kaba bir hesapla yorganı gerçekten ayağından kat kat uzun; Allah daha da artırsın, gerine gerine uyusun gitsin!

Peki, ya vicdan?

Merhamet?

O çok değer veriyormuş göründüğün “insan hakları”?

İşte, “yandaş medya” denilen şey bu!

Aslında iktisat profesörü Osman Altuğ’un da yorganı uzun; o neden gönül rahatlığı içinde ayağını uzatıp, yoksulu moksulu dert etmeden mışıl mışıl uyumuyor da böyle yakınıp, feryat edip duruyor?

Aydın olma sorumluluğu ve vicdan burada devreye giriyor işte.

İkisi de aydın, ikisi de öğretim üyesi; ama biri vicdanlı bir aydın, diğeri yandaş medyacı.

Mesele bu işte…

(Ne yorganı uzunlar gördüm; bu “yandaş” gibi kin kusacaklarına, hepsi insan kardeşlerinin yoksulluğunu gördükçe ızdırapla içini çekiyor.)

Bu, bunlara özgü bir şey değil, daha önce de benzer şeyler vardı. Sistem, yandaş üretmekte çok yetenekli; tek fark, şimdikilerin çok daha becerikli olması.

Şu parti, bu parti önemli değil.

Hepsi aynı!

Yorganı yedi ceddine yetecek kadar uzun olanlar, yorganı nispeten uzun olan vicdansızların bu yorganlarını biraz daha uzatmak suretiyle, bu merhametsizleri yorganı kısa olanlara veya hiç olmayanlara saldırtıyorlar.

İnsanı kahreden bu işte!

İnsan, insanı, insana karşı saldırtıyor…

Üzerinde rahatça oynanabilen birtakım karmaşık ekonomik göstergelerin canı cehenneme; ufak bir azınlık dışında, ülkenin yarısı sefalet içinde, kalanların büyük çoğunluğu asgari yaşam seviyesinin de altında…

Bunların hepsinin ayakları mı çok uzun; yorgan bu nedenle mi kısa kalıyor?!.

(“Açlık sınırı/asgari yaşam seviyesi” gibi insana yakışmayan sözlerin teknolojinin ulaştığı, üretimin adeta sınırsız seviyeye geldiği şu günlerde hâlâ kullanılabiliyor olması kimbilir Allah’ı nasıl öfkelendiriyordur; vallahi billahi yandık biz, hepimiz!..)

Bunun tüm sorumluluğunu AKP’ye atmak tabii ki doğru değil, bu ötedenberi böyle; sadece, bu iktidar döneminde yoksulluk ve yolsuzluk had safhaya çıktı, o kadar.

(Milli gelirimiz belli; peki, dolar milyarderi sayısının 7’den 27’ye çıkması size ne ifade ediyor?)

Önemli olan şu: AKP’nin de onlardan farkı yokmuş!

Din iman, fakir fukara, garip gureba söylemleri, adalet nutukları palavraymış!

Gerçekten gömlek değiştirmişler ve Kitap o gömleğin cebinde kalmış.

(Hâlâ o gömleği giymekte olanlar, “Başörtülüler artık ikiye ayrılıyor; cipli başörtülüler, akbilli başörtülüler!” diye konuştuklarına göre, Kitap’ı gerçekten hâlâ okuyor olsalar gerek; çünkü Kitap da aynısını söylüyor. Ayrıca onlar milliciydiler, emperyalizme karşıydılar; Allah var!)

Tüm halkımız gibi mütedeyyin kesim de uzun yıllardır sefalet çekiyordu, şimdi daha da çok çekiyor ve iktidar savunucularının yorganları artık çok daha uzun… Muktedirler ve onların sadık savunucuları ayaklarını artık çok daha rahatça uzatabiliyorlar…

(Muktedirlerin nitelik değiştirmesi, iktisat teorilerinin söylemiyle “sermayenin yeniden dağılımı” başka bir şey; onu bir başka çalışmada irdeleriz; 6-7 yıldır “nasıl dağıldığı”nı da…)

Ama beni en çok hüzünlendiren şey “sefalet”ten ne anlaşıldığı…

Kendi yorganları uzun ya, bunlara göre, her gün iyi kötü yemek yiyebilen biri sefalet içinde sayılmıyor…

En mütevazısından hareket edersek; insan evine güzel eşyalar almak, kışın doğalgazını yeteri kadar kullanmak, sobasını yakmak, sabah kalkıp işine gitmek, hastalandığında iyi bir doktora adam gibi muayane olmak, çoluk çocuğuna bir lokantada güzel bir yemek yedirmek, onlara yeni elbiseler almak, hep beraber sinemaya-tiyatroya gitmek, çocuğunu -mecburen- özel okulda okutmak veya yaz geldiğinde şöyle ailece 10-15 gün bir tatil yapmak istemez mi?

Hop!

Ayağını yorganına göre uzat bakayım!

Geçen gün size anlattım; emekli maaşı 460 lira olan ve faturasını ödeyemediği için doğalgaz vanasını iptal ettiren o yaşlı kadın “Günün yirmi dört saati üşüyorum, ızdırap çekiyorum evladım.” diye ağlıyordu, küçücük odasının soğuk duvarları arasında…

Annen yaşındaki o yoksul yaşlı kadın her saniye üşüdüğü için ağlıyordu ulan!..

Daha ne yorganından söz ediyorsun merhametsiz!..

Bak, bizim gazetede bugün bir haber var; son bir yıl içinde ete % 60, süte % 40, zeytinyağına % 46, sıvıyağa % 38 zam gelmiş (kontrol etmek için yazıyı kesip skyturk.net’e bir kez daha girdim; bir sürü dümen dönmüş, işin içinde başka birtakım hinoğluhinlikler varmış, ama rakamlar doğru, fiyatlar gerçekten bu kadar artmış); hadi ayağını uzat da göreyim seni!

(Dünya Tarım Ve Gıda Örgütü, Dünyada 1.020.000.000 insanın aç olduğunu tespit etmiş! Başta bu yandaş ve kader arkadaşları olmak üzere hepimize yuh olsun! Size, ona, bana… Kardeşlerimiz açlıktan ölüyor; biz Ankara’da, ilk öğretim çocuklarnının bile bu kadar kötüsünü sahneleyemeyeceği suikast müsamereleriyle mastürbasyon yapıyoruz! Sonra da Cuma namazı; öyle mi?!. “Rezzak” içini çok kötü biçimde çekiyor, bir kez daha uyarayım herkesi!)

Eğer bu “ayağı yorgana göre uzatmak” herkes içinse ben varım; yorganları paylaşalım mı?

Et, süt, yumurta sana mübah; sıra halka geldi mi, “Hop! Ayak?!.”

Neyse… Bunlar her devirde pıtrak gibi biten ve miadı dolduğunda bir kenara fırlatılıp atılan uzun yorganlı süprüntü tipler, üzerlerinde daha fazla durmaya gerek yok! (Bazıları her devrin adamı, onların raf ömrü uzun; bu garibim henüz acemi, hemen prangalıyor kendini.)

Ben esas AKP’li dostlara güceniyorum.

Dini, imanı ağzından düşürmüyorsunuz, ama Kitap ne derse tersini yapıyorsunuz…

(Sahi be dostlar, n’oldu o Cuma çıkışlarında “şeytan A.B.D.”yi telin mitingleri; şeytan, şeytanlığından vaz mı geçti, yoksa “vazgeçen” siz mi oldunuz? Neden veya ne’den vazgeçtiniz? Neden Gazze için “one minut” da, 1.5 milyon Müslüman kanının Amerikalı caniler tarafından oluk gibi akıtıldığı Irak için “forever”?.. Bak bak bak, golcü hazır bekliyor; ayarlanmış yan hakem bayrak kaldırmadığı için pozisyona girdi ya, “Ne o; Gazze için “one minut”a karşı mısın?” diye yılıklaşmak üzere… İşi gücü, “Irak için forever”ı unutturmak.)

Sevgili AKP’li dostlar…

Bu dünyada yorganını uzatmak için fakir fukaraya böylesine saldırarak zalimleşenler için ne düşünüyorsunuz; öteki taraftaki uzun yorgan nedeniyle üzülecekler midir sizce?

Unuttunuz biliyorum; 6-7 yıldır süren şu psikojenik amnezinizi bırakın da açıp okuyarak hatırlayın biraz…

Ayıp oluyor…

Günah oluyor…

A’raf 41 ne diyor mesela?..



Not 1: “Yorgan”, Kuran’da bir kez geçiyor; A’raf 41’de, mealen şöyle:

Onlara bir cehennem döşeği ile üzerlerini örtecek bir cehennem yorganı verilir. Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız.”

Bana öyle geliyor ki, burada “uzun yorgan” için fakir fukaraya saldırarak zalimleşenler, “orada” çok rahat edecekler(!); çünkü yukarıdaki ürpertici ayete bakılırsa, “orada” yorganları yeteri kadar uzun olacak! Orada uzun bir süre hiç üşümeyecekler!..

Not 2: “Psikojenik amnezi”, bilincin/insan ruhunun savunma mekanizmalarından biriymiş. İnsan, bazen, kendisine acı verecek anıları bilerek/isteyerek unutabiliyor, bilincinin derinliklerinde bir yere hapsediyor ve böylece rahatlayabiliyormuş. Ama, hekimlerin söylediğine göre, bu “amnezi” bir gün, bir şekilde ortaya çıkabilir ve o kişiyi ciddi biçimde rahatsız etmeye tekrar başlayabilirmiş. Hekimler bunun “an meselesi” olduğunu da ilave ediyorlar.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Sen Ne Biçim Tanrısın!

Bugün o kediyi görünce hüzünlenip bir kez daha sorgulamaya başladım seni.

Sanırım yavruydu; bir-iki, bilemedin üç-dört aylık...

Artık ağızları kapalı yapılan şu kalleş çöp tenekelerinin dibinde yiyecek arıyordu çaresiz, mecalsiz ve umutsuz…

Bir deri bir kemik kalmıştı.

Zor yürüyordu.

Sonra o kediyi gördüğüm mahallede oturan müminlerini inceledim biraz. Besili adamlardı… Altlarında son model otomobiller… Pahalı konutlar… Muhtemelen pahalı yiyeceklerle dolu dolaplar… şişmiş göbekler… Kibirli tavırlar…

Özellikle kibirli tavırlar…

Dinden imandan hiç söz etmiyorlardı; yeni ilgi alanları mal ve servetlerdi artık.

Katı tiplerdi, katılaşmış tipler…

Mal ve servet peşinde çılgınca koştururken o kediyi görmüyorlardı; görselerdi bile vakitleri yoktu, çünkü onlar “Rablerine karşı gerçekten çok nankördüler ve kendileri de buna iyiden iyiye tanıktılar, mal ve servet arzusu yüzünden alabildiğine katılaşmışlardı” (Adiyat/6, 7, 8) ; açlıktan ölmek üzere olan o kediye ayıracak zamanları yoktu.

O zaman bir kez daha hissettim:

Senin gibi, müminlerin de vicdansız.

Acımasız.

İnsafsız tipler…

Bencil…

Kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen, dini ve insani duygularını tamamen yitirmiş, duygusuz tipler…

Müminlerinin oturduğu o lüks mahallede, o yavru kedinin zillet içinde ölmek üzere olduğu o zengin mahallede, alabildiğine katı müminlerinin üzerinden sorgulamaya başladım seni bir kez daha.

Müminlerini hiç sevmedim ey Tanrı!

Seni de hiç sevemedim zaten!

Sen ne biçim Tanrısın be!?.

Böyle Tanrılık mı olur?!.

Sonra o imtiyazlı mahalleden ayrılıp halkın arasına karışınca, yolda bir o yana bir bu yana sürüklenip, savrulup duran insanlara takıldı gözüm…

O bitmiş tükenmiş yavru kediden farksızdı hepsi.

Fakir fukara, işsiz güçsüz, itilmiş, ezilmiş, dışlanmış, sağlıksız ve eğitimsiz bırakılmış, hakarete uğramış, onursuzlaştırılmış, açlığa ve “onun bunun himmetine” muhtaç edilmiş, “onun bunun sahte merhametine/kahrolası kibirli merhametine” terk edilmiş.

Onun bunun o kahrolası kibirli sahte merhametine!..

En az o cılız kedi kadar mecalsiz, çaresiz ve umutsuz.

Hepsi mutsuz, hepsi kederli, hepsi depresyonda veya eşiğinde…

Hepsi içini çekiyor…

Bir ülkede bu kadar büyük bir çoğunluk mutsuz olur mu?!.

Sen merhametsiz bir Tanrısın, “merhametsiz” senin göbekadın!

Dün üç telefon, bugün iki… Her gün, her gün aynı şey!.. Dostlarım cinnetin eşiğinde; haciz gelmiş evlerine, maaşlarına. Sayamadığım onlarca telefon… “İş” diye inliyorlar; “Ne olur bir iş!”…

Ülkenin zenginliklerini gavurlarla birlikte bir avuç işbirlikçi müminin gasp etmiş; millet kırılıp dururken bunlar servetlerine servet katmış veya çulsuzken birden servet sahibi olmuş…

Dinin temel kıstası olan tevazuu, yerini kibire bırakmış.

Bunlar senin müminlerin…

Bunlar da senin kadar acımasız, bencil ve çıkarcı…

Paylaşma nedir bilmeyen, bölüşmeye yanaşmayan; azdıkça azan ve sahip oldukça daha fazlasına sahip olmak için yanıp tutuşan tipler.

Hepsi gaddar, hepsi kurnaz, hepsi ikiyüzlü…

Kahrolası müminlerin bunlar senin!

Sana özenmişler, seni taklit ediyorlar…

Ve hepsi senin gibi kibirli…

Kendi Ordusunu yenmenin hazzı içinde yapmakta olduğu mastürbasyonla kendinden geçmiş olan dördüncü kuvveti(!) “İblis ile dostluk kuran aşağılık maymunlar”(Casiye, 19/Bakara, 65) ele geçirmiş; “azgınlık” terbiyesizlik, şımarıklık, şirretlik, hainlik yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar…

Halk aşağılanmışlık ihanetiyle sürüklendiği zillet batağında öfkeyle debelenip dururken, bu konuya yoğunlaşması gereken medya, kendi Ordusunu yenmek için marazi bir hırsla savaşıp duruyor; iftira, karalama, bel altına vurma, çamur atma… Marazi bir hırs, alabildiğine marazi… İntikam alıyor; medya, kendi Ordusundan intikam alıyor ve bunu alabildiğine kin kusarken açık açık, göstere göstere, tadını çıkara çıkara yapıyor!

Türk medyası(!), Türk Ordusu’nu yenmenin tadını çıkarıyor!..

Geçim derdinden bunalmış olan kitlenin kafası karmakarışık; cetvelle çizilmiş gibi ikiye ayrılmış durumda… Aç sözde demokratlarla aç sözde Ergenekoncular birbirini nefretle süzüyor!

Ülkenin 70-80 yıllık tüm birikimi, özelleştirme kılıfı içinde gâvurlara peşkeş çekilmiş; elde avuçta hiçbir şey kalmamış! Limanlar, fabrikalar, telekomünikasyon sistemleri, bankalar, hatta bakkallar… Emperyalizmin Türk bakkala bile tahammülü yok; hepsini istiyor, her şeyi, tüm malları, tüm servetleri…

Fabrikaları, limanları, hava meydanlarını, otoyolları, köprüleri, dağları, ovaları, ırmakları…

Hepsini; tüm malları, tüm servetleri…

Son kuruşuna kadar…

Özelleştirme adı altındaki talan bittiğinde bu kez ruhlarımıza saldıracaklar demek isterdim, ama onu çoktan özelleştirdiler bile; Türk’ün ruhu, tek düşman olarak yine Türk’ün ruhunu görüyor! (Aynı oyunu Kürt kardeşlerimiz üzerinde oynuyorlar, ama o kardeşlerimiz de bunu hissetmişe benzemiyorlar hiç. Sevgili Kürt kardeşlerim, sizi kışkırtanlar “toprak reformu” hakkında ne düşünüyorlar; ağaların topraklarını size paylaştırmayı düşünüyorlar mı hiç; sorsanıza şu “ağalara” bir kez! Sorun bakalım; “demokratik özerklik”te toprak reformu var mı, yok mu?!.)

Ordu paramparça; bugün hangi subaya iftira atılacağı üzerinde bahisler açılıyor; “Kuzey Irak” nedeniyle sergilenen “çuval operasyonu” aşamalar kaydediyor!

Tüm bunlar olurken/oldurulurken, mal ve servetten başka bir şey düşünmeyen müminlerin, kendi gücünden tahrik olarak daimi orgazm yaşayan bir karadelik gibiler; yuttukça daha çok büyüyorlar, daha çok büyüdükçe daha çok yutuyorlar!

Katılaşmış müminlerin, “bir lokma, bir hırka” düsturunu terk etmiş; ülke nimetlerini aralarında vahşice bölüşmek peşinde dinden imandan çıkmış, Tanrı düsturlarına biat etmenin gönül huzuru içinde katılaştıkça katılaşıyorlar.

Merhamet, gönüllerden çoktan silinmiş; neredeyse sözlüklerden de kovulmak üzere.

Rezalet, hüzün verici boyutları aşmış, cinnet derecesine ulaşmış.

Tarihin en şerefli ülkelerinden biri, adeta açık hava tiyatrosu…

Suikast müsamereleri, darbe tiyatroları, cami bombalama piyesleri…

(“Darbeci darbeci!” diye yılıklaşmayın; 12 Eylül’den sonra yazdıklarınız ortada, sizi ikiyüzlüler sizi! Birileri işkence altında kan kusarken, siz darbecilere methiyeler düzmekle, onların sofralarında tıkındıklarınızı tekrar tekrar tıkınabilmek için yalıların bahçelerinden denize kusmakla meşguldünüz!)

Türk askeri, hayatını adadığı, uğrunda dağlarda şehit düştüğü, kurucusu olduğu kendi ülkesinde, kalleş ve fırsatçı medya maymunlarının adi iftiralarından dolayı sokağa çıkmaya utanıyor!

Herkes, herkesle ve her şeyle kavgalı; herkes, herkesten ve her şeyden nefret ediyor; herkes, herkesten ve her şeyden tiksiniyor…

Her şey toz duman, göz gözü görmüyor…

Ve sen hiçbir şey yapmadan, tepeden öylece bakıyor, kıs kıs gülüyorsun!

Sen ne biçim Tanrısın be!

Seni Allah’a şikayet edeceğim…

Ama kaçınılmaz tepkisini bildiğim için çekiniyorum bundan.

“Sen ne yapıyorsun?!.” diye çıkışacak bana, biliyorum; “Sen ne yapıyorsun?!.”

“Ben sana, ‘aklını kullanmazsan pisliği üzerine bırakırım!’ demedim mi?!.” (Yunus, 100)

“Ben sana özgür irade vermedim mi?!.” (Yunus, 14)

“Ben sana ‘zalime karşı mücadele et’ demedim mi?!.” (Nisa, 75)

“Ben sana ‘sakın hainlere yardakçı olma!’ demedim mi?!.” (Nisa, 105)

“Zillet altında, hakir bir biçimde, küçük düşürülmüşlük utancı içinde sürüp giden yaşamını değiştirmek için sen ne yaptın, ne yapıyorsun?!.” diye kızacak bana…

Olsun be!

Varsın Allah kızsın bana be ey Tanrı…

Allah senin gibi değil; O, merhametli; O, affedici; O, kızar ama affeder.

Varsın Allah kızsın bana!

Yine de seni O’na şikayet edeceğim…

Ne var ki, ağırlığı altında ezileceğimi bildiğim o soruya nasıl cevap vereceğim hâlâ bilmiyorum.

“Sen ne yaptın, ne yapıyorsun?!.” diye soracak bana… (Bakara, 190)

Biliyorum…

“Sen ne yaptın, ne yapıyorsun?!.”





Not: Nihat Uslu dostuma samimi bir cevap:

Sevgili Uslu,

“Müslümana Tek Bir Soru: Darbeciler Yargılansın Mı?” adlı çalışmam nedeniyle, “O zaman elimizi kolumuzu bağlayıp bekleyelim. Allah nasılsa onları cezalandıracak.” diyorsunuz.

O çalışmadan böyle bir sonuç çıktıysa, bu, kalemimin yetersizliği nedeniyle olsa gerektir. Yoksa, her çalışmasında Allah’tan ve Elçisi’nden örnekler veren bu fakir, böyle bir şey önerir mi? Peygamberimiz elini kolunu bağlayıp öylece beklemiş miydi? Ayrıca, hemen her çalışmamda Nisa 75’i hatırlatmam boşuna mı sizce?

İki hususa dikkat etmeliyiz dostum; birincisi adalet, ikincisi ise zulümle/zalimle topyekün mücadele… Darbeci olduğu iddia edilenlerden bir kısmına çılgın gibi saldırırken diğerini hiç görmemek, görmezden gelmek doğru olur mu?

Gerçekten darbeciyse her türlüsü yargılanmalı tabii; ama bu yapılırken Allah ve Kitap örnek alınmalı; adil olunmalı. Henüz iddianamesi bile hazırlanmadan hapishanede ölenleri, intihar edenleri, şerefleriyle oynananları, sağlıkları bozulanları hatırlayın… Adalet bir gün herkese gerekebilir. Hayali cami bombalamalar, uçak düşürmeler… Olur mu böyle şey!

Her şeyin ötesinde; işin bu kısmı 7-8, bilemediniz 40-50 yıllık bir olgu; ben binlerce yıllık bir darbeyi sorguluyorum, Müslümana hitap ettiğim o çalışmada. Binlerce yıldır süren bir darbeden söz ediyorum. Kavmi, Şuayb Pegambere nasıl kızıyordu: “Ey Şuayb! Namazın mı emrediyor sana, atalarımızın tapar olduğunu terk etmemizi yahut mallarımızda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi?!.” (Hud, 87)

Siteminizi ve üslubunuzu samimi buldum, bu nedenle size cevap veriyorum; ayrıca hissiyatınıza tüm kalbimle katılıyorum, böyle sitem ettiğiniz için de size saygı duyuyorum.

Yukarıdaki çalışmamın son satırını okur musunuz…

Kendi adıma hangi sorudan çekindiğimi gördünüz mü?

“Sen ne yaptın, ne yapıyorsun?!.”

Keşke herkes sizin gibi olsa; keşke herkes elini kolunu bağlayıp bir kenara çıkilmeyi, öylece beklemeyi reddetse…

Allah’a emanet olun dostum…