23 Kasım 2009 Pazartesi

Sırıtıyordu

Gazetede gördüğüm fotoğrafın altındaki ilk cümleden sonrasını okuyamadım; o an neler hissettiğimi tam olarak çıkaramamıştım, sanırım deyim yerindeyse iliklerime kadar ürpermiş, mistik bir belirsizlik vakumunda çaresizce yitip gitmiş; gözlerimden değil ama ruhumun derinliklerinden süzülüp Kozmos’un engin derinliklerine doğru kahırla akan gözyaşlarıma mani olamamıştım.

Güzel bir kadındı.

Tüfekle vurup öldürdüğü -herhalde mumyalattığı- ve evinin salonuna yerleştirdiği kocaman bir aslanın sırtına elini dayamıştı. (Gazetedeki o kahrolası ilk cümlede, bu insan kardeşimin, bu yaratığı Afrika’da tüfekle vurup öldürdüğü anlatılıyordu.)

Sırıtıyordu.

Evet, sırıtıyordu…

O bir kadındı, bir anne, bir dişi…

Nispeten uzak sayılabilecek tarihi süreç içinde, yemek bulmak ve ailenin güvenliğini sağlamak gibi birtakım görevleri nedeniyle genlerinde vahşiliğe/ilkelliğe/acımasızlığa ilişkin birtakım kodları muhtemelen hâlâ taşımakta olan bir erkek için benzer şeyler söylenemezdi belki; ama o bir kadındı, bir dişi, bir anne…

Merhamet denen tanrısal hasleti bedeninin ve zihninin tüm zerrelerinde sınırsızca taşımak ve her şart altında bunun gereğini yapmak üzere Yaratıcı tarafından özenle kodlanmış olan bu yaratık, sırf spor olsun, gösteriş olsun, kahrolası bir burjuva bencilliğinin sefil mi sefil bir gösterisi olsun diye kalleşçe katlettiği bu nadide yaratığın cansız bedenini, kendi yavrularını büyüttüğü evinin salonuna koymuş ve Allah tarafından bu şekilde yaratılmış olmaktan başka hiçbir suçu olmayan bu biçare yaratığın yanında arsızca fotoğraf çektirmekten hiçbir utanç duymamıştı.

Katlettiği yaratığın, acımasızca/merhametsizce katlettiği Allah’ın yaratığının cansız bedeninin yanında, küçük burjuvalara has o belirgin sorumsuzlukla-şımarıklıkla sırıtıyordu.

Sırıtıyor, hava atıyordu!..

Hava atıyordu!..

Arz 4.6 milyar yaşındaydı, bilebildiğimiz Evren ise 16.000.000 .000… Bu fakirin zavallı hesaplarına göre, Güneşin kırmızı bir dev halini aldıktan sonra büzüşerek -belki de- bir beyaz cüce haline gelmesi için gereken süre olan muhtemel 7.000.000.000 yıl da hesaba katılırsa; sırf Güneş Sistemi bazında 23.000.000.000 yıllık, tüm Kâinat bazında da -belki- 50.000.000.000 yıllık muazzam bir serüvende sadece 70-80 yıl kadar, sözü bile edilemeyecek ölçüde kısa bir yaşam sürmekte olduğunun zerre kadar bilincinde olmadan, küçük burjuva şımarıklığı cenderesinde arsızca sırıtıyordu.

Sırıtıyordu…

Kuran’ın neden “Bismillahirrahmanirrahim” (Çok Merhametli, Hep Merhametli Allah’ın Adıyla) diye başladığını hiç bilmeden, bu “Çok Merhametli, Hep Merhametli” şifresinin Kuran’daki her ayetin başında neden tekrar edildiğinin hiç farkında olmadan (Tövbe ayeti hariç; ama bu tüyler ürpertici şifre, o ayetin içinde yine yer buluyordu; yani bu Kozmik Şifre, 114 Kuran ayetinde de yer alıyordu); Tanrı’nın, insanın yaratılışı esnasında bu nadide yaratığın (insanın) içine Ruhundan üfleyerek “yaratılmışların en şereflilerinden kıldığı” bu eserine, bu “Nefes” vasıtasıyla, bu en önemli hasleti de sınırsızca bahşettiğinin hiç farkında olmadan…

Öylece sırıtıyordu…

Çok kaba hesaplamalarla -bu kez- belki 50.000.000.000 yıl sürecek olan bu esraregiz serüvende, neredeyse “bir an” kadar kısacık bir süre için dahi olsa neden rol aldığının; Hz.Adem ile başlayan bu son insan ırkı kuşağında, 70-80 yıl kadar kısacık bir süre için dahi olsa neden yaşam bulduğunun; “yaşam” denen bu gizemli “tecrübenin” insanın ruhunu rafine etmek, “başka birtakım oluşumlar”a yapılacak büyük yolculukta/yolculuklarda “merhamet” denen hasletin güdülemesiyle ruhunu/zihnini/beden dışı oluşumunu geliştirmek olduğunun hiç farkında olmadan…

Öylece sırıtıyordu…

Bir erkek için bunlar söylenebilir miydi; bu fakir bunu gerçekten bilmiyor, bilemiyordu…

Ama o bir dişiydi, bir anne, bir kadın…

Bir dişi, bir kadın, bir anne nasıl olurdu da yaratılmış olmaktan başka hiçbir suçu olmayan bir nadide yaratığı sırf spor olsun, sırf sevk olsun, sırf kahrolası bir küçük burjuva gösterişi olsun diye böylesine acımasızca/kalleşçe/onursuzca katledebilir ve sonra onun cansız bedenini kendi yavrularını büyüttüğü evinin salonuna koyabilir, teşhir edebilirdi!..


Heyhat!..

Bu fakir, bu kalleş dünyayı-bu zavallı dünyayı gerçekten hiç anlamadı-anlayamadı, muhtemelen bundan sonra da hiç anlayamayacak…

Sen, sen sevgili insan kardeşim, sen…

Sen bunu nasıl yapabilirsin gerçekten?!.

Sen bunu nasıl yapabilirsin?!.

İçinde taşıdığın o Nefes’e rağmen, sen nasıl bu denli sefilleşebilirsin?!.

Anlayamıyorum…

Ama belki daha da önemlisi, anlamak da istemiyorum…

Anlamak da istemiyorum…

Bir yaratık, bir başka yaratığı böylesine şımarıkça bir nedenle katletme hakkına sahip olabilir mi; benzer kalleşliklerden öylesine yoruldum ki, gerçekten anlamak dahi istemiyorum artık!..

Tanrı’nın içini derin derin çektiğini duyar gibiyim…

Sanırım “bu kez de” başaramadık!..

Heyhat!..


Yılmaz Yunak

22.11.2009

17 Kasım 2009 Salı

Kabadayı

Delikanlılığa geçiş yıllarımızda vermemiz gereken en önemli sınav kabadayılık ölçütlerinde mahcup olmamaktı.

Kolay değildi aslında.

Hiç kolay değildi, ama başka çare de yoktu.

Gözünü budaktan sakınmayacaktın; korkmayacak, korksan bile belli etmeyecektin; -başkalarına zarar vermemek kaydıyla- yasakları çiğneme hususunda yeterli cesareti gösterebilecektin; gerektiğinde üç-beş kişinin arasına dalıp kafanın gözünün yarılmasına razı olacaktın; yürüyüşünle, ses tonunla, mimik ve davranışlarınla en azından kabadayı adayı olduğunu açıkça ilan edecektin; kötü bir örnek tabii de, -o günkü koşulların dayatmasıyla- sigara, içki ve esrar içecektin… (Örneğin, benim yetiştiğim Harem’de, henüz çocukluk aşamasında temel şartlardan biri, Harem-Salacak seferini yapan vapurun tepesindeki bacanın yanından, kaptanın ve çımacının tüm engelleme çabalarına rağmen arkadaki pervanenin püskürttüğü sulara atlamaktı. Bu son derece tehlikeli sınavı geçemeyenler bırakın kabadayılığa aday olmayı, erkek bile sayılmazlardı. Biz bu sınavdan alnımızın akıyla çıktığımızda henüz sekiz-dokuz yaşlarındaydık.)

Ama bunlar işin şekil şartlarıydı ve önemlilik sıralamasında özden sonra gelen niteliklerdi.

Öz bambaşka bir şeydi, bambaşka bir şey…

Adil olacaktın. (Örneğin, kavgada yere düşen rakibine asla vurmayacak, hele yerdeki rakibine karşı tekmeni asla kullanmayacaktın. Pes ettiğini mimik ve tavırlarıyla ortaya koyan rakibine saygılı davranacak, gerekirse yaralarını sarması için ona yardımcı olacaktın.)

Mazlum birine asla ilişmeyecektin. (Kendinden küçükler, güçsüzler, yetiştirilme tarzları dolayısıyla yeterli cesareti göstermekten mahrum olanlar vb.)

Mahallenin namusu konusunda çok hassas olacaktın.

Kimsenin karısına-kızına yan gözle bakmayacaktın.

Vatanını, milletini, bayrağını, dinini, Mustafa Kemal’ini, fakiri-fukarayı koruma azmini; kısaca Türk Milletini Türk Milleti yapan ahlâki değerleri savunacak, bu yolda gerekirse canını vermekten bile kaçınmayacağını açıkça ilan edecektin. (Çok sonraları komünistler ve ülkücüler diye ikiye ayrılacak, ama -birtakım istisnalar dışında- doğru veya yanlış, mücadelemize bir üst boyutta devam edecektik. Kimimiz Amerikan 6.Filosunu Dolmabahçe kıyılarında sulara gömerken, kimimiz de Sovyetler Birliği’ne karşı kelle koltukta mücadele edecektik. Birbirimizi öldürmek gibi vahim hatalar dahil, bir sürü hatalar yapacaktık tabii, bir sürü hatalar; ama bu hatalar, hiçbir zaman kişisel çıkar peşinde koşmamız biçiminde meydana gelmeyecekti, her şeyi Vatan ve Millet için yaptığımız yönündeki sübjektif doğrularımızdan hiç ödün vermeyecektik. Sözgelimi, bu çabalar sonucunda zengin olan, kişisel çıkar sağlayan tek bir komünist veya tek bir ülkücü gösteremezdiniz. Kirlilik ve çürüme, Özal’la başlayacaktı.)

Hırsızlık yapmayacak, yapana göz yummayacaktın.

Yaşlılara gereken saygıyı gösterme hususunda dikkatli olacaktın.

Dedim ya; öz bambaşka bir şeydi, bambaşka bir şey…

Mert olacaktın ciğerim, mert olacaktın!..

Mert olacaktın!..

Kafayı çekip geceyarısı “Heyt, var mı ulan bana yan bakan!?.” diye nârâ atan arkadaşlarımız bile mahalleli tarafından sempatiyle karşılanırdı; çünkü mahalleli bilirdi ki, bu nârâ atan genç aslında bunu kimseye bir hakaret kastıyla yapmıyor, delikanlılığın adrenaliyle vecd içinde kabadayılık müessesesine ilanı aşk edip duruyordu.

Bizim lügatimizde kabadayılık böyle bir şeydi işte.

Şimdilerde her şey gibi, kabadayılık da değişti.

Çürüdü…

Yozlaştı…

Çirkinleşmekle kalmadı, iğrençleşti üstelik!..

İğrençleşti!..

Şimdilerde kabadayılığı delikanlılar değil, bu aşamayı çoktan geride bırakmış olan sözde erkekler ve sözde kadınlar yapıyorlar; ama eski kabadayılık ölçütlerine zerre kadar saygıları yok.


Adil değiller…

Mazlumlara saldırmakta en ufak bir beis görmüyorlar…

Mahallenin namusunu bırakın korumayı, ellerinden gelen her türlü namussuzlukları göstermek için birbirleriyle yarışıyorlar. (Türkler Ermenileri kesti diyorlar, Kıbrıs’ı verelim artık diyorlar, Mustafa Kemal’i ve onun ilke ve devrimlerini işlevsiz kılmak için her türlü fesadı gösteriyorlar, stratejik olsun olmasın Kamu kuruluşlarını emperyalizme teslim etmek için fikirler üretiyorlar, eline Türk Bayrağı alan herkesi Ergenekoncu ilan etmekten geri durmuyorlar, Andımızdan nefret ettiklerini saklamak gayretinde bile bulunmuyorlar, “Türk” sözcüğüne duydukları kini haykırmak için hiçbir fırsatı heba etmiyorlar, iktisadi liberalizm denen alçak sistemin fakiri daha fakir yaptığını görmekten marazi bir zevk alıyorlar; çünkü bundan çıkar sağlıyorlar.)

Ülkenin namuslu kadınlarını kızlarını tahrik etmekten asla çekinmiyorlar…

Vatan, Millet, Bayrak, Din gibi bir kaygıları yok!.. Hatta tam tersine, bu yüce duyguları törpülemek, mümkünse zihinlerden silip atmak için delicesine yarışıyorlar…

Hırsızlık yapıyorlar, yapana göz yumuyorlar…


Yaşlılara saygı göstermemek hususunda alabildiğine rezilleşmeyi hüner addediyorlar. (Yaşı seksene dayanmış değerli vatan evlatlarının, yaşlılığın verdiği türlü hastalıklar ve yoksunluklara rağmen, kuru bir sandalye üzerinde, aç-susuz-ilaçsız yetmiş iki saat sorgulanmasından marazi bir zevk alıyorlar ve bunu açıkça yazmaktan büyük zevk duyuyorlar.)

Çünkü mert değiller!..

Namertler!..

Bunlar kendilerini liberaller ve demokratlar olarak tanıtıyorlar… (Kimi istisnaları var tabii; eski kabadayılığın genlerimize yüklediği adalet duygusu nedeniyle onları tenzih etmek temel görevimiz hâlâ, Allah’a şükürler olsun. Bizim eleştirdiğimiz kesimi diğerlerinden ayırmak için bu namertlere “liboş” demek gerekiyor sanırım; çünkü aslında liberal de değiller, riya yapıyorlar sadece.)

Bunlar; profesör, yazar, gazeteci, televizyoncu, kanaat önderi gibi kimi sıfatlarla anılıyorlar…

Vatana, Millete, Türk Bayrağına, Mustafa Kemal’e, Orduya, Dine, fakire-fukaraya, mazluma zerre kadar saygıları yok!..

Tamam, kabadayı gibi görünüyorlar; ama kabadayılığın özü konusunda zerre kadar bir kaygıları yok.

Çünkü namertler…

Hırsızlar, zalimler, adaletsizler, ahlâksızlar…

İki temel namertliği birden yapıyorlar.

Bunlardan birincisi riya!..

Riyakâr bunlar; oldukları gibi görünmüyorlar, göründükleri gibi olmuyarlar.

İkincisi, oportünistler!..

Komünist eğitimine başladığımız yıllarda bizi eğiten abilerimizin nefretle andıkları, kin kustukları, her fırsatta lanetledikleri bu sözcüğün Türkçe’deki karşılığı “fırsatçılık”…

Bunlar fırsatçılar!..

Sinsi bir şekilde pusuya yatıyorlar ve fırsat bulduklarında arkadan saldırıya geçiyorlar!..

Çünkü bunlar namertler!..

Mertlik denen hasletten zerre kadar nasiplenmemişler!..

İftira atıyorlar, sahte belgeler üretiyorlar, emperyalizmle işbirliği yaparak vatanlarına ihanet ediyorlar…

Zengin oluyorlar…

Makam ve mevki sahibi oluyorlar…

İtibar görmek için Vatan hainliği yapıyorlar…

Çünkü bunlar namertler!..

Mertlik denen bu Tanrısal hasletten zerre kadar nasiplenmemişler…

Bunlar bırakın gerçek kabadayı olmayı, Harem-Salacak seferi yapan vapurun pervane suyuna bile atlayamazlar!..

Bunlar namertler!..

Bunlardan bir bok olmaz ciğerim!..

Her devrin adamı olduklarından ve bunun farkındalığıyla namertlik çamuru içinde acz içinde yuvarlanlanmaktan başka çareleri olmadığından bunlardan bir bok olmaz!..

Gerçek kabadayılar bir gün tekrar ortaya çıkacaklar ve bu riyakâr/oportünist sülükleri ait oldukları irin mahzenlerine geri gönderecekler.

Bunu bir yere yazın!..

Gerçek kabadayılar bir gün tekrar ortaya çıkacaklar ve bu sülükleri tükürükleriyle boğmakta zerre kadar tereddüt etmeyecekler!..

Türk Milleti’nin tarihi boyunca bu hep böyle olmuştur!..

Haydi çocuklar, haydi aslanlarım, haydi Türk Mileti…

Haydi çocuklar, birer Türk Bayrağı kapın, Harem’e koşun!..

Haydi çocuklar, vapurlara!..

Haydi Türk Milleti…

Sınava!..

6 Kasım 2009 Cuma

Genetiği Değiştirilmiş Organizma


Son günlerin gözde konusu, GDO kısaltmasıyla anılan şu “Genetiği Değiştirilmiş Organizma” meselesidir.

Bu konuda konuşabilmek için Nisa Suresi’nin 119. ayetini bilmek gerekir. Anılan ayet tırnak içinde ifadelerle şöyle demektedir(Tırnak içinde, çünkü bu ifadeler İblis’e aittir; ayet, İblis’in sözlerini nakletmektedir):

“Yemin olsun, onları saptıracağım, onları boş kuruntulara mutlaka iteceğim. Onlara mutlaka emir vereceğim de davarların kulaklarını yaracaklar; onlara muhakkak emredeceğim de, Allah’ın yaratışını/yarattıklarını değiştirecekler.”

Tırnak içindeki ifadeler burada bitmekte ve ayet şu veciz cümle ile son bulmaktadır: Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı yandaş edinirse açık bir hüsrana kesinlikle yuvarlanmış olacaktır.

Bu genetik değiştirme operasyonunda üç unsur yer almaktadır: İblis, İblis’e uyarak Allah’ın yaratışını değiştirecek olanlar ve İblis’in dürtüklemesiyle harekete geçenlerce “değiştirilecek olan”lar.

İblis.
İblis’e uyarak genetik operasyon düzenleyenler.
Genetik değişikliğe uğratılacak olan organizma.

Biz bu çalışmada, özellikle üçüncü unsuru, yani “değiştirilmiş” olan organizmayı irdeleyeceğiz. Ama şu tespiti yapmaktan da geri kalmayacağız. Unsurlardan ilk ikisi “etken” unsurdur; bunlar, İblis ve ona uyanlardır. Son unsur ise “edilgen” unsurdur ve bu unsurun pek de “günahı” olmasa gerektir. Çünkü yapılan şey kendi iradesi dışında gerçekleşmekte; İblis ve yardakçıları bu “edilgen unsur” üzerinde birtakım tasarruflar icra ederek bu unsuru normal yaratılışının dışına çıkarmaktadır. (Organizmanın tamamen günahsız olduğu sanılmamalıdır; konu, aşağıda kısaca ayrıntılaştırılacak ve deyim yerindeyse “organizmanın kendi kaşındığı” gözler önüne serilecektir.)

Ne var ki, bu, bu üçüncü unsurun, yani “genetiği değiştirilmiş organizmanın” ne denli sefilleştiğinin göz ardı edilmesini de gerektirmez tabii. Bu unsur hususunda her türlü eleştiri özgürce yapılabilir; çünkü bu unsur artık Allah’ın yarattığı orijinal bir unsur değil, değiştirilmiş/özünden saptırılmış/fıtratının dışına çıkarılmış bir unsurdur. Yapılacak eleştiri Allah’ın orijinal yaratığını değil, özü bozularak yozlaştırılmış olan ve artık İblis ve onun ayarttıkları tarafından kullanılan yaratığı hedef alacaktır.

Bu unsur özellikle irdelenmeli, eleştirilmelidir ki, böylece fıtratından henüz sapmamış olan yaratıkların bu unsur nedeniyle çürümesinin/yozlaşmasının/bu unsurla birlikte sefilleşmesinin önüne geçilebilsin. (Bu önemli bir husustur, çünkü GDO toplum içinde rahatça dolaşabilmekte, asli organizmalar ile o veya bu biçimde ilişkiye girebilmektedir.)

Tüm insanlığı tehdit eden bu organizma konusunda bilinmesi gerekenler çok kısa olarak şöyle özetlenebilir:

1) Genetiği değiştirilmiş organizmanın temel özellikleri şunlardır:

a) Bu organizma değiştirtilmiştir.

b) Aslında değiştirilmemiş gibi davrandığından tespiti güçtür.

c) Bu organizma artık eskisi gibi değildir; fıtratının dışına çıkmıştır.

d) Bu organizma artık işlevinin tam tersini sergilemektedir.

e) Bu organizma artık kendini inkâr etmektedir.

f) Bu organizma artık yararlı değil zararlıdır.

g) Bu organizma bir parçası olduğu bütüne artık ihanet etmektedir.

h) Bu organizma, yaratılışı esnasında genlerine özenle yerleştirilen kozmik değerleri artık taşımamaktadır. (Merhamet, yardımlaşma, vatan sevgisi, namus, ahde vefa, fedakârlık, paylaşımcılık, haysiyet vb.)

ı) Bu organizma ne yazık ki dahil olduğu bütün içinde mutasyonlara neden olmaktadır ve bu mutasyonların yararlı değil zararlı olduğu bizzat organizmanın eylemlerinden de anlaşılabilmektedir.

j) Bu organizma, gerçekte böyle olmadığı halde, kendisini liberal/demokrat olarak nitelendirmekten hoşlanmaktadır.

k) Bu organizma halk arasında “liboş” olarak isimlendirilmektedir.


2) Genetiği Değiştirilmiş Organizma Nasıl Tespit Edilebilir:

Bu mesele doğası gereği karmaşık olmakla beraber, kısaca şunlar söylenebilir.

a) Organizma, diğer organizmalardan belirgin bir farklılık göstermez; konuya vakıf olmayanlar organizmayı “ sağlıklı” sanabilirler.
b) Organizma, çeşitli meslek sınıflarına dağılmış olabilir; ama genel olarak şu mesleklerde yoğunlaşmayı hedefler:
ba) Öğretim üyeliği, özellikle profesörlük
bb) Yazarlık
bc) Gazetecilik
bd) Köşe yazarlığı
be) Televizyonculuk
c) Organizmayı tespit etmenin başlıca iki yolu vardır:
ca) Organizma rahat görünmeye çalışmaktadır, ama genetik yapısı önemli ölçüde değiştirildiği için bunu beceremeyeceği korkusu yüzünden (ki bu korkuya obsesif bozukluk denir, organizma bu korkuyu zihninden atamamakta, sürekli olarak bunu düşünmekte, yani “takıntı” yapmaktadır) davranışlarında da tutarsızlık vardır (ki bu davranış tutarsızlığına da kompülsif bozukluk denir; dudaklarını ısırır, burun delikleri aniden büyür, eliyle saçlarını düzeltir vb.) Bunların içinde karılarının kafasına içi dışkı dolu kavanoz fırlatanlar görülse de, bunlar çoğunlukla bu obsesif-kompülsif bozukluklarını saklamayı becerebilirler.
cb) Yukarıdaki şıkta açıklanan nedenlerle, bunların tespitinde bu şıkta açıklanacak olan yöntemlere başvurulmalıdır. Bu yöntem denenmiş/sınanmış bir yöntem olduğu için yüzde yüz doğru sonuç vermektedir.
Yöntemin özü, genetiği değiştirilmiş organizmanın birtakım değerlere duyduğu kinin dış görünüşüne, özellikle mimik ve davranışlarına yansımasının kaçınılmazlığıdır. Organizma aşağıda belirtilen sözcükleri duyduğunda veya hissettiğinde hemen değişmekte, duyduğu kin mimik ve davranışlarına yansımakta; bu yolla da, genetiğinin değiştirilmiş olduğunu ne kadar saklamaya çalışsa da başarılı olamamakta ve GDO olduğunu alenen itiraf etmektedir. Bu sözcüklerin başlıcaları şunlardır:
cb1) Mustafa Kemal Atatürk
cb2) Vatan sevgisi
cb3) Bayrak/Türk
cb4) Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü
cb5) Kemalizm
cb6) Kıbrıs
cb7) Şehitler
cb8) Karma ekonomik sistem
cb9) Paylaşımcılık, özel olarak sosyalizm, genel olarak eşitlik
cb10) İstiklâl Marşı
cb11) Lozan
cb12) Konjonktüre uygun diğer milli ve manevi hasletler

3) Genetiği Değiştirilmiş Organizmaya Nasıl Davranılmalıdır:

GDO, genetiğiyle oynandığı ilk bakışta fark edilmese bile öylesine iğrenç bir organizmadır ve bu iğrençlik Yaratıcı’nın normal organizmalarına bahşettiği “idrak” tarafından öylesine kesin bir biçimde ve çabukça hissedilmektedir ki, bu organizmayı sevmek, hatta bu organizmaya sempati duymak bile mümkün değildir.
Ancak bu, bu organizmaya kötü davranılması gerektiği düşüncesine yol açmamalıdır; çünkü bu organizma genetiğiyle oynanarak zeten yeteri kadar aşağılanmış bir organizmadır. Keyfiyetin esas vahim tarafı, GDO’nun, genetiğiyle oynanmış olduğunun bilincinde olması, belli etmemesine rağmen bunun ızdırabını şiddetli bir biçimde yaşamasıdır. İblis’in, kışkırttığı kişiye verdiği emirde, GDO’nun temel niteliklerinin yanısıra birtakım değerlerden de mahrum edilmesi de yer almakta; ama bunun ancak farkına varabilecek ve bu nedenle de -buna izin veren- Yaratıcı’ya isyan ederek bir kez daha günaha girmesini sağlayacak yeterlilikte bir “idrak” ile sınırlandırılması da özellikle belirtilmektedir.
Açıklanan bu nedenler, GDO’nun ne kadar sefil olduğunun bilincinde olduğunu ve bunun ızdırabını yaşadığını gözler önüne serdiğinden, GDO’ya gerektiğinden fazla kötü davranmak insafsızlık olacaktır.
Ne var ki, sağlığın korunabilmesi için birtakım önlemler almak da kaçınılmazdır.
Bu konuda nelerin yapılabileceği çok kısa olarak şu şekilde sıralanabilir:

a) GDO’ya GDO değilmiş gibi davranılabilir. Gerçi GDO bunu hemen anlayacak ve obsesif birtakım sıkıntılar yaşayacaktır; ama bu önlenemez bir şeydir, yapılabilecek hiçbir şeyin olmadığının bilinci içinde, bu konuda üzülmek gereksizdir. GDO, GDO’luğuyla başbaşa bırakılmalıdır.
b) Ruh ve beden sağlığı açısından, GDO ile uzaktan bile olsa ilişkiye girmekten kaçınılabilir.
c) GDO’nun bulunduğu ortam terk edilebilir.
d) Çok fazla tahrik etmişse, pek önerilmese de “Sen gerçekten bu denli puşt musun ulan?!.” diye anlamsız bir soru sorulabilir; ve cevabın niteliğine göre hafif bir yaptırım uygulanabilir. (Örneğin, yere tükürülebilir; fazlası gereksizdir, çünkü değmez.)
e) GDO görüldüğünde yüzde istemsiz olarak oluşan iğrenme duygusunu bastırmak için baş bir başka yöne çevrilebilir.
f) Bazen GDO ile tokalaşmak zorunda kalınabileceği ihtimali göz önünde bulundurularak, ceketin sol cebinde “drammamine” taşınabilir. Bu, mide bulantısına karşı etkin bir ilaçtır; gerçi yan etki olarak kabızlığa yol açtığı söylenmektedir, ama bu, vereceği yararlar düşünüldüğünde göze alınması gereken bir risktir.
g) GDO’nun sıkça görülebileceği yerlere “Dikkat, GDO çıkabilir!” şeklinde uyarı levhaları konulabilir. (Üniversiteler, basın ve yayın organları, kitapçılar gibi…)
h) Kabul edileceğinden kuşku duyulmakla beraber, kendi inisyatifi dışında genetiğiyle oynanan bu organizmaya merhamet göstermesi için Allah’a yalvarılabilir. (Bu şık, okuyucuya şaşırtıcı gelebilir; çünkü kendi inisyatifi dışında genleriyle oynanan bu organizma neden suçlu görülsün de Allah’a onu affetmesi için yalvarılsın gibi bir soru akla gelebilir. Evet, bu organizmaya kendi inisyatifi dışında müdahale edilmiş olabilir, ama özde bu organizma bu işlem için çanak tutmuş; para, güç, itibar, makam-mevki, aşağılık kompleksinden kaynaklanan kimi nedenler dolayısıyla yalakalık yapmak gibi “statü edinme kaygıları” nedeniyle bu işlem için gönüllü olduğunu İblis’in ayarttığı kişilere belli etmiştir. Bu keyfiyet, bir zamanlar komünist olan kişilerin hâlâ komünist kalışları veya bir zamanlar ülkücü olan kişilerin hâlâ ülkücü kalabilmeleriyle ve gerçekten liberal ve demokrat olan kimilerinin de hâlâ liberal ve demokrat kalabilmeleriyle kanıtlanmış bir olgudur. GDO, bir zamanlar savunduğu değerleri inkâr etmesi ve yalakalığa yatkın ruh haliyle İblis’in aklını çeldiği kimilerinin kobay malzemesi olmayı kendi istemiş; halk ağzıyla söylemek gerekirse, GDO kendi kaşınmıştır ve “kaşınanı kaşırlar” özdeyişi doğrultusunda kobay olarak kullanılmayı kendi hak etmiştir.)

Sonuç: Konu her ne kadar karmaşık gibi görünse de, aslında bu kısa çalışmada da görülebileceği gibi, aslında bu kadar karmaşık değildir.
Bu çalışma bir cümle ile ifade edilmek istenirse, “GDO zavallı ve sefil bir yaratıktır.” cümlesi yeterli olacaktır.
Çünkü GDO gerçekten de zavallı ve sefil bir yaratıktır!..
Tüm organizmalar, bu illete uğramamak için Yaratıcı’ya gece gündüz yakarmalıdırlar.
İblis’in ve yardakçılarının genleriyle oynamak için durmaksızın organizma aradığı unutulmamalıdır.
Organizma organizmalığını bilmeli, genetiğinin değiştirilmesine çanak tutmamalı, buna asla müsaade etmemelidir. (Özellikle davarlar kulaklarına sahip çıkmalıdırlar.)
Allah tüm organizmaları bu lanetten korusun inşallah…

2 Kasım 2009 Pazartesi

İnsanın Acınası Çürümüşlüğü

İnsan, şu görece gerçekten inanılmayacak kadar kısa ömründe, bazen hiçbir şeyin yapılamayacağı, belki tek yapılabilecek olan şeyin biraz geriye çekilerek olan biteni tanrısal bir hüzünle izlenebileceği dönemler yaşar.

“Tanrısal bir hüzün”; çünkü hiç kuşkusuz tüm o olup bitenleri Tanrı da hüzünlü gözlerle izliyor olmalıdır. Özenle yarattığı ve içine ruhundan üfleyerek onu “en şereflilerden” kıldığı bu seçkin yaratığının “satatü edinme” kaygılarından kaynaklanan sefil çabalarını hüzünlü gözlerle izleyen Tanrı’nın, bizim kısıtlı zihnimizin kavrama kapasitesine uyarlanmış biçimiyle betimlemek gerekirse, derin bir iç çektiği bile muhtemeldir.

Büyük müfessir Muhammed Esed, putlara tapan cahiliye dönemi insanlarının bu zavallı çabalarını tahlil ederken, bu insanların aslında “Göklerde” bir yer edinmek için bu putları Tanrı ile aralarında aracı kılmaya çalıştıklarını, putların simgelediği güçleri yücelterek bunu Tanrı ile aralarında bir köprü olarak kullanmak istediklerini; aslında yegane kaygılarının, putların varsayılan güçlerini kullanarak Göklerde bir “statü” kaynağı yaratmaya çalışmak olduğunu tespit eder.

Gerçekten de, o dönemin verileri incelendiğinde, cahiliye devri insanlarının aslında Allah’ın varlığına inandıkları, ama atalarından miras aldıkları bu sapıklığı terk edemedikleri, bu sapkınlık tüm zihinsel paradigmalarını prangaladığı için özgür düşünme melekelerini kaybettikleri ve Yaratıcı indinde bir yer edinmek için bu zihinsel çarpıklıktan yardım talep etmekten kendilerini alamadıkları görülür.

Putataparlığın temel unsurları, her şeye muktedir bir İlah, o İlah ile irtibat kurarak birtakım ayrıcalıklar vücuda getirebileceğine inanılan ikincil birtakım ilahlar ve bu sapkınlığı içselleştirmiş insan adı verile yaratıktır.

Her şeye muktedir bir ilah…

O İlah ile irtibat kurduğuna ve birtakım ayrıcalıklar sağlayabileceğine inanılan ikincil birtakım ilahlar…

Ve bu sapkınlığı içselleştirmiş insan denen yaratık…

Akıl açısından hemen reddedilebilecek olan bu acınası sapkınlık, mantık açısından bir kalemde silinip atılamaz; çünkü tarihsel süreç içinde bu sapkınlığa altyapı oluşturabilecek mantıksal mekanizmalar insan zihninin derinliklerinde silinemez izler bırakacak kadar etkili olabilecek süreçler bulabilmiştir.

Kuran’da affedilmeyecek tek günah olarak anılan “şirk koşmak” ve bunun yaptırımları, bu tarihsel süreç içinde insan benliğine yeteri kadan nüfuz etme yeteneğini gösterdiği ve bu sapkınlığın yine insan zihninden bir kalemde silinip atılmasının zorluğu nedeniyle “dikkat çekmeye yönelik” bir uyarı olabilmesi için bu şekilde düzenlenmiştir.

Yaratıcı bilmektedir ki, insan uygarlığı ne kadar tekâmül ederse etsin; genler, kollektif hafıza ve gelenekler yoluyla varlığını sürdürecek olan bu sinsi düşman, hiçbir zaman tam anlamıya safdışı edilemeyecek, insanı tüm çirkinliğiyle “kirletmeye” devam edecektir.

Ve Tanrı yine bilmektedir ki, putlar biçim değiştirecek, hatta somuttan soyuta sıçrayabilecek; “açık şirk”, yerine “örtülü şirk”e bırakarak mevcudiyetini devam ettirecektir. Allah’ın Elçisi’nin “Benim en çok çekindiğim şey gizli şirktir, yani riyadır; ümmetimi mahva sürükleyecek olan şey işte budur!” mealindeki yakınması bu temel tepbite dayanmaktadır.

Bu, acınası, kahrolası, lanet olası bir sapkınlıktır.

Mahzun ruhların çilesi, bu hüzünlendirici gerçek karşısında yapılabilecek hiçbir şeyin olmaması nedeniyle belki bir adım geri çekilerek tüm olan biteni dehşetle izlemek zorunda kalışın verdiği bu katlanılamaz çiledir.

Riya, “göründüğü gibi olmamak ya da olduğu gibi görünmemek”tir; Türkçemiz Arapça kökenli bu namertliği muhteşem bir tanımlamayla “ikiyüzlülük” olarak isimlendirmektedir. (“Riya” namertliğini somutlaştıran Maun Suresi, namaz kılar gibi yapanları teşhir etmektedir ve Surenin ikinci, üçüncü ve yedinci ayetleri bunu yapanların yetimi itip kaktıklarını, yoksulu doyurmayı özendirmediklerini; yardıma, paylaşımcılığa ve iyiliğe engel olduklarını anlatırken; altıncı ayeti, bunların “gösteriş yaptıklarını” açıklamaktadır.)

Uygarlığın bu aşamasında, meselenin, putataparlık/şirk konusunda somuttan soyuta sıçranıldığı bugünleri ilgilendiren yanı “ikiyüzlülüğün/riyanın”, “kamu haklarını ilgilendiren boyutu”nun günümüzde neden olduğu tahribattır.

İlah nitelik değiştirmiş(para, makam, mevki, güç, iktidar…), soyut ikincil ilahlar yeniden şekillenmiş(yetenek, bilgi, akıl, entelektüellik…), “statü kaygısı” sınır seviyesine yükselmiş(basın yayın organları, edebiyat, üniversiteler…); riya yapanlar, riya yapanlarla(insan) şirketleşerek “şirk” kavramını tahayyül sınırlarını zorlayan seviyelere yükseltmişlerdir.

Ve bu kez, tarihi süreç içinde aklın terk edilmesiyle oluşan bu “zavallılık” doğal olarak biçim değiştirmiş; paradoksal bir biçimde aklın da kullanılması sonucunda “ihanet” halini almıştır.

Günümüzde akıl, aklı tahkir için kullanılmaktadır ve ne olduğu hakkında tutarlı bir fikir ileri sürülemeyen ve “zaman” diye isimlendirilen yanıltıcı mekanizmanın şaşırtıcı biçimde şaşmaz adaletinin yanısıra, belki de bu çarpıklığın düzeltilmesi hususunda tek güvenilir mekanizma Tanrısal bir müdahale olarak ortaya çıkmaktadır.

Akıl, kavranılması zor bir paradoksal biçimde, riya girdabında süreklenip dururken aklı öylesine dehşet verici bir biçimde tahkir etmektedir ki, bu yaratığa bu hasleti bağışlayan Yaratıcı muhtemelen yeni bir oluşuma vücut verecek müdahaleler planlamak durumunda kalmaktadır.

Bir zamanlar statü kazanmak için riya batağında kulaç atanlar, kazandıklarını sandıkları statü ile yetinmeyip ilahlık mertebesine transfer olurlarken, bu kez yeni nesil riyakârlar, bir zamanlar statü kazanmak için riya yapanlar nezdinde statü kazanmak için riya yapmaya başlamış, her türlü ahlâki değerler aşınarak, belki de bir daha geri gelmemecesine kaos ummanında yitip gitmiştir.

Artık, cinnetin boyutlarını sergilemesi açısından tek bir örnek bile yeterli hale gelmiştir: Bir profesör(akıl), Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucu Ordusu’nu lağvetmeyi (aklı tahkir) dahi teklif edebilmektedir.

Kimbilir, belki de, Arz’ın insandan tekrar arındırılması kendini dayatmaktadır.

Çünkü, akıl aklı tahkir peşinde bu denli gaddarca saldırılar düzenlerken, saldırganların dışındaki kitleler bu tecavüze ya seyirci kalmaktadır, ya da vahim biçimde destekler görünmektedir bunu… Irak’a Amerikan saldırısının yeni ilahlar ve bu yeni ilahlar nezdinde statü kazanmak için riya yapanlar tarafından kabul görmesi; Mustafa Kemal Türkiyesi’nin bir zamanlar statü kazanmak için riya yapmakta iken şimdilerde ilahlığa sıçrayanlar ve bu yeni ilahlar nezdinde statü kazanmak için riya batağında debelenenler(akıl) tarafından bu denli gaddarca saldırılara uğraması(aklı tahkir); dozu gittikçe artan saldırılardan yorulmak bilmeyen iktisadi liberalizmin(akıl), dünya halklarını bu denli insafsızca yoksullaştırmasına rağmen(aklı tahkir) aynı halklar tarafından adeta sineye çekilmesi artık akılla açıklanabilecek şeyler olmaktan çoktan çıkmıştır.

Bu denli büyük bir çürüme, belki de Arz’ın insandan bir süre için tekrar arındırılması zorunluluğunu beraberinde getirecek; bu müdahale, mahzun ruhlar için belki de bir an için nefeslenme imkânı sağlayacaktır.

Çünkü cinnetin boyutları katlanılabilir olmaktan çoktan çıkmıştır…