18 Ekim 2009 Pazar

Yağmur

“N’oluyor ulan burada?!.”

Kadının kocası olmalıydı. Uzun boyu, iriyarı vücudu, kocaman elleri, çatık kaşları ve her an saldırıya hazır olduğu izlenimini veren öfkeli vücut diliyle bir hayli ürkütücü biriydi. Üzerinde kendisini daha da iri gösteren bol bir eşofman vardı. Karısını merak etmiş olmalıydı.

“N’oluyor be?!. Geceyi bu herifle geçirmeye mi karar verdin kız?!. İki saattir n’oluyor ulan burada?!.”

Çömeldiği yerden öfkeyle doğrulurken içini hınçla çeken genç kadın, “Ne bağırıp duruyorsun be!” diye çıkıştı adama. “Bıktım bu pislikten! Baksana yine bu herif gelmiş, ama söz dinlemeye niyeti yok gibi görünüyor. Bir halt yaptığını sanıyor. Yerlere bak! Ne bu pislik be!?.”

Otuz-otuz beş yaşlardında, güzel sayılabilecek bir kadındı. Dar bir kotun üzerine aynı renk bir bluz giymiş, uzun saçlarını küçük bir tokayla ensesinde toplamıştı. Mimiklerindeki nefret elle tutulurcasına somutlaşmıştı, gecenin karanlığında ne renk olduğu belli olmayan gözlerle yere çömelmiş olan ihtiyara bakıyordu.

Siteye elektrik sağlayan trafonun yanındaki çöp tenekelerinin bulunduğu açık alandaydılar. Her biri kocaman yedi-sekiz konteynerin bulunduğu çöplük alanda sekiz-on kedi oradan oraya koşuşup duruyor, ihtiyarın çöp tenekelerinin bulunduğu taşlık alana özenle serpiştirdiği et parçalarını kapmaya çalışıyorlardı.

Nispeten küçük olan kedilerden birini hafifçe tekmeleyen kadın, “Siz gittikten sonra buranın ne hale geldiği sizi hiç ilgilendirmiyor mu?!.” diye hırladı, çömeldiği yerden zorlukla doğrulmaya çalışan ihtiyara doğru. “Pisliğe bakın!.. Siz gidiyorsunuz, bu lanet hayvanlarla biz kalıyoruz burada!.. Şu pisliğe bakın!.. Geçen gün bu et parçalarından iki tanesini bizim bahçeye bırakmışlardı… Size göre hava hoş tabii, siz uğraşmıyorsunuz!..”

İyice doğrulurken belini ovuşturan ihtiyar, “Bunu bilmiyordum.” diye mırıldandı özür dilercesine önce, ama sonra daha da dikleşerek “Bu tuhaf…” diye devam etti. “Siz… Tamam eşiniz belki de, ama siz bir dişisiniz, daha merhametli olmak zorundasınız. Bu… bu nasıl olabiliyor, anlayamıyorum…”

“Ne biçim konuşuyorsun ulan ihtiyar öyle; dişi mişi!?. Adamı hasta etme babalık, aklından zorun mu var moruk?!.”

Biraz uzaktaki elektrik direğinden yansıyan loş ışıkta iriyarı adama doğru dönen ihtiyar, “Kadınlar evlat…” diye mırıldandı yine düşünceli bir ses tonuyla. “Kadınlar… Genetik yapıları ve doğurganlık yetenekleri nedeniyle daha merhametli olmak durumundalar. Bu… bu onlara doğanın bir hediyesi, bir armağan… Onlar anne oluyorlar, yavru yapıyorlar… Onlar daha merhametli olmak zorundalar…”

“Yok ya!.. Böyle her tarafı pislet, sonra siktir olup git, kalanlarla biz uğraşalım! Merhametmiş!.. Bu pezevenklere yardım edeceğine insanlara yardım etsene göreyim seni! Millet açlıktan kırılıyor görmüyor musun; onlar için bir şey yapmak aklından geçmiyor tabii, işin kolayını bulmuşsun; bu pislik yaratıklara üç-beş parça bir şeyler ver, egonu tatmin et, sonra siktirip git. Bu pislik ne olacak?!.”

İriyarı adamın eliyle işaret ettiği yere bakan ihtiyar, “İyi de, burası zaten çöplük be evlat..” diye mırıldandı yine hüzünlü bir sesle. “Sabah çöpçüler süpürür, yağmur yağar, temizlikçiler temizler; ne bileyim… Burası zaten çöplük…”

“Bunlara vereceğinize insanlara bir şeyler versenize… Millet açlıktan kırılıyor, siz bunlara takmışsınız!”

Kadına dönen ihtiyar, “Bu benim işim değil.” diye itiraz edecek oldu, alttan alır bir sesle. “Hem… Siz… Siz neden bu denli nefret dolusunuz be çocuklar?.. Nedir sizi bu denli acımasızlaştıran? Şurada üç-beş kediye yemek verip gideceğim. Bu sizi neden bu kadar öfkelendiriyor ki?..”

“Ukalalık yapma ulan!” diye tersledi ihtiyarı, iriyarı adam. “Yağmur yağarmış da, temizlermiş de!.. Bu havada mı yağmur yağacak moruk!.. Zaten burnumdan soluyorum, bir de sen canımı sıkma!”

İçine çekerken eliyle gözlerini ovuşturan ihtiyar, “Neden burnundan soluyorsun evlat?” diye sordu. “Sizi bu denli öfkeli yapan şey nedir?”

“Senin krizden mrizden haberin yok galiba babalık!.. Herkes işsiz, herkes perişan, kimsenin kimsenin derdiyle ilgilenecek hali yok; herkes kendini kurtarmanın peşinde! Bu siktiriboktan dünyada hangi merhametten söz ediyorsun?!. Merhametmiş, peh!..”

“Belki de sorun budur.” diye mırıldandı yine ihtiyar. “Birbirinize karşı öylesine nefret dolusunuz ki, bir şeyleri görebilme, bu suni sorunları çözebilme yeteneğinizi de kaybetmişsiniz… Paylaşmazsanız… paylaşmazsanız, sorunların çözüleceğini nasıl umarsınız ki! Off, bilmiyorum çocuklar… Size ne oldu böyle gerçekten bilmiyorum…”

“Tamam babalık, hadi siktir ol git, seni bir daha buralarda görmeyeyim; bak söylemedi deme!.. Giderken biraz da yağmur yağdır istersen de ortalık temizlensin ha, ne dersin?!.”

“İster misin gerçekten?”

Yere hınçla tükürürken içini çeken iriyarı adam, “Neyi ister miyim babalık?!.” diye sordu hınçla. “Neden söz ediyorsun moruk?!.”

“Yağmur… Gerçekten ister misin?”

Pırıl pırıl gökyüzüne doğru bıkkın mimiklerle bakarken ihtiyarı sertçe iten iriyarı adam, “Ulan siktir ol git ihtiyar!” diye bağırdı, karısının kolundan sertçe çekiştirip eve doğru götürürken.

“Bu son moruk!.. Seni bir daha buralarda görürsem canına okurum, söylemedi deme; hadi şimdi siktir ol git buralardan gerizekalı! Bu havada mı yağmur yağacak yani?!. Hadi, şu yağmuru yağdır da paylaştır bizimle ha!..”

Kediler aniden kaçışmaya başladığında iriyarı adam ve karısı hiçbir şey anlayamadılar. Gökyüzünden bir anda sular boşalmaya başlamıştı. İriyarı adam ve karısı eve doğru kaçmaya başladıklarında, gökten bir şelale gibi dökülen azgın suların sadece onları hedef aldığını, her taraf kupkuruyken suların sadece onların üzerine boşaldığını anladıklarında ihtiyar ortalıktan çoktan kaybolmuştu.

Dar sokağın ortalarındaki müstakil evlerine can havliyle sığınıp pencereden korku içinde çöp tenekelerinin bulunduğu alana doğru bakan iriyarı adam ve karısı, elektrik direğinden yansıyan loş ışık altında kedilerin oradan oraya koşuşturduklarını gördüler. Herbirinin ağzında küçük birer et parçası vardı.

Ve yıldızlarla pırıl pırıl aydınlanan gecede, her taraf kupkuruyken kendi bahçelerinin nasıl olup da bir anda sular içinde kaldığını hiçbir zaman anlayamadılar.

Gergin ve sessiz geçen sabah kahvaltısından sonra işe gitmek üzere arabalarına bindiklerinde şoför mahallinin ve arka koltuğun nasıl olup da sırılsıklam olduğunu ve o küçük et parçasının arka koltuğun üzerine nasıl geldiğini de…

14 Ekim 2009 Çarşamba

Geldim Annem

Onu gördüm.

Saf sevgiyi.

Katışıksız, çıkarsız, lekesiz, hesap kitapsız…

Kozmik sevgiyi.

Tanrısal sevgiyi…

Ne binbir hesaplı arka plan içeren riyakâr Ermeni Açılımı vardı orada, ne emperyalizm tarafından dayatılan sözde Demokratik Açılım, ne de katillerin reisine alçakça sunulan Nobel Barış Ödülü…

Saf bir sevgi vardı, katışıksız, lekesiz, hesapsız kitapsız…

İktisadi liberalizmin bencillik abidesi-hüzün abidesi “gizli el”i görünmüyordu ortalıkta, kucağına aldığı çocuğa sahte bir sevgiyle sarılan devlet adamını fotoğraflayan gazeteci ya da dağıtacağı erzak paketlerini görüntületmek için o riyakâr tarafından özellikle davet edilen televizyoncu…

Orman, kendi sakinlerinin çıkardığı seslerin armonisi içinde tedirgince nefes alıp veriyor, gökyüzü bu tılsımlı anın dağılmasını önlemek istercesine her yana özenle kol kanat geriyor, kelebek kanat çırpmayı bırakmış, derin bir farkındalık şuuru içinde “zamanı” izliyordu.

“Geldim annem…” diyordu genç kadın, gözlerinden akan yaşlar çenesinden ormanın bağrına birer birer damlarken…

“Geldim annem…”

Ben bilmiyordum, o devlet adamı, o gazeteci, o televizyoncu, o iktisatçı, Obama’ya Nobel ödülünü layık gören kurum da bilmiyordu bunu; çünkü kısıtlı idrakle malûl zihnimiz, sistem tarafından durmaksızın sefilleştirilen çıkar ve rekabet peşindeki bencil egolarımızın sürekli saldırıları sonucunda daha da malûlleşmiş, merhameti ve paylaşımı dramatik bir hırsla söküp atmıştı fıtratından. Fıtrat katledilmiş, çıkarcı cahil egoların irin kokulu zindanlarında prangalandığı yerde çürümeye terk edilmişti.

“Geldim annem…” diye bildirimde bulunan o genç kadının o kutsal gözyaşları bütünün bir parçasıydı ve “parça, bağrında bütünün tüm bilgisini barındırır” gerçeği doğrultusunda, bütünden süzülen tüm merhameti o ormana sınırsızca sunuyor; kozmik merhametin tüm bereketini yine bütünün bir parçası olan o ormanla paylaşmaktan, bereketi tüm orman sathına usta bir ziraatçı gibi tohumlamaktan geri kalmıyordu.

Saf bir sevgi hakimdi ortama, hesapsız, sınırsız bir merhametle bezenmiş katışıksız, saf bir sevgi…

Yine hiçbirimiz bilmiyorduk ki, bunca çirkinliğe rağmen dünya hâlâ ayakta kalabiliyorsa, bu merhamet tohumlayıcıları tarafından ayakta kalabiliyordu.

“Geldim annem…” diye inliyordu genç kadın; ve bilimin zirvesinde olduğumuz bu çağda her ne kadar inandırıcı gelmese de, bilimsel olmasa da, işte dünya tam da bu iki kelime sayesinde hâlâ ayakta kalabiliyordu.

“Geldim annem…”

Belediye tarafından kendileri için artık kısır sayılabilecek, yeteneklerini yitirdikleri için beslenme imkânı sunmayan Beykoz’daki o ormana atılan yüzlerce köpek, merhamet elçilerinin Levhi Mahfuz’dan ödünç alıp getirdiği yemekleri bir an önce yemenin sevinç ve telaşı içinde kuyruk sallayıp şükranlarını dile getirirken, o ve o bir kenara çekilmişler, on altı milyar yıllık derin hatıralar eşliğinde öylece bakışıyorlardı.

Gördüm.

Buluşmanın o mistik büyüsü içinde onlar beni görmediler, ama ben onları gördüm…

Üzerinde kot pantolon ve mavi bir tişört bulunan genç kadın yere diz çökmüş ağlarken, o büyük köpek kocaman pençelerini kadının omuzlarına koymuş, onun gözyaşlarını öpüyordu.

Öpüşüyorlardı.

On altı milyar yıllık bir hasretle öpüşüyor, kucaklaşıyor, bütünleşiyorlardı.

Irak’ta, Vietnam’da, Kamboçya’da parçalanan çocuklar; Hiroşima ve Nagazaki’de kavrulan yaşlılar; bu inanılmaz bereketli cennet Arz’da “uygar Batı’daki” çiftçilere birtakım kotalar konurken Afrika’da açlıktan ölen kara derili biçareler; Sivas’ta olduğu gibi, dünyanın dört bir tarafında din ve mezhep taassubu nedeniyle diri diri yakılan masumlar; acımasız ekonomik sistemler nedeniyle, aç kalmamak, sefalete düşmemek, namerde muhtaç olmamak için bir ömür boyunca çılgın gibi didinip durmaktan nasıl olağanüstü bir serüven içinde yaşadıklarının farkında bile olamadan yitip gittiklerini artık acı biçimde kavramış olan kırgın garip gureba; din, dil, deri ve benzeri önemsiz farklılıklar nedeniyle birbirlerini nasıl anlamsızca boğazladıklarının artık tam olarak bilincinde olan mahzun ruhlar; paylaşmak dururken, her şeye sahip olmak için bütüne, aslında kendine ait olan parçalara hayasızca zulmettiklerini artık acı bir biçimde kavramış olan pişmanlık dolu benlikler, Maun Suresi damgalı riyakâr biçareler…

Levhi Mahfuz görevlileri de dahil, herkes, hepsi oradaydı ve benimle birlikte o genç kadını ve o genç kadının gözyaşlarını saf bir sevgiyle öpen o kocaman köpeği izliyordu huşu içinde.

“Geldim annem…” diye inliyor, ağlıyor, “beyan ediyordu” genç kadın.

Köpeğin gözlerinin içine merhamete bulanmış saf bir sevgiyle bakarken, “Geldim annem…” diye mırıldanıyordu Kâinat’a

“Geldim annem…”

“Geldim…”

9 Ekim 2009 Cuma

Yani, şey demek istiyorum yani... hani bilmem anlatabildim mi yani?



Uluslararası Para Fonu toplantılarına katılanlara 20 ton kırmızı etin yanısıra birbirinden lezzetli onlarca çeşit yemek, tatlı ve içecek ikram edilmiş; heyet mensupları özellikle imambayıldıya hayran kalmışlar…

Binlerce katılımcıdan söz ediyoruz, öyle üç-beş kişiden değil; Türkiye’nin tanıtımına bakın!..

Emeği geçenleri tebrik etmezsiniz de ne yaparsınız!..


***


İçeride ziyafet sürerken, dışarıda kızlı erkekli vatan hainleri toplanmışlar, ellerinde pankartlar, bu toplantıları protesto ediyorlar.

Çoğu da üniversite öğrencisi olacak, cahiller sürüsü…

Polis üzerlerine saldırıp ağızlarını burunlarını kırınca da başlıyorlar bankaların, küresel sermayenin yerli ortaklarının şirketlerinin camlarını kırmaya… Milli servet heba oluyor.

O anda orada bulunan veya oradan geçmekte olan turistleri de ne kadar korkutuyorlar. “Ay bunlar ne kadar barbar şeyler böyle!” diyor, turistin biri.

O vatan haini gençler, Türkiye’nin tanıtımına nasıl darbe vurduklarının farkında değiller.

***


Dışarıdaki halk öfkeli…

“Başbakan onlara yer gösterdi, gidip orada yapsınlar gösterilerini!” diye hiddetleniyor biri.

Bir diğeri, giyim kuşamından, mimik ve davranışlarından anlaşıldığı kadarıyla, bundan sekiz yıl önce her Cuma çıkışında bu tip protestolarla yeri göğü inletenlerden biri olduğu hemen belli olan bir başkası, “En iyi protesto yeri sandıktır!” diyor, bilge bir edayla. “Bu gençlere ne oldu böyle; bu ne ahlâki zaaftır böyle!..”

Mini etekli, makyajlı, modern görünümlü güzel kız, “Ay çok korktuk vallahi!” diye sitem ediyor; “Bunlar Türkiye’nin tanıtımına ne kadar zarar verdiklerinin farkında değiller mi Allahaşkınıza?!.”


***

O esnada orada olanlardan bazıları daha aktif: Ellerine kalın sopalar almışlar, polisle birlikte protestocu gençleri kovalıyor, yakaladıklarının sırtına basıyorlar sopayı… “Zaten,” diyorlar, “Hayat pahalılığından, yoksulluktan, işsizlikten anamız ağlamış, ekonomik kriz elimizdekini avucumuzdakini silip süpürmüş, hepimiz sersefil olmuşuz, bir de bu hainler, komünistler ortalığa dökülmüşler, bankaların, bilmemne burgerlerin falan camlarını kırıyorlar!.. Bunlara memleketi böldürtmeyeceğiz!.. Komünist pezevenkler, geberteceksin bunları!..”

“Hain ulan bunlar!” diye bağırıyor gençten biri. “Aymefeyi protestoymuş; işleri güçleri yok namussuzların, ona buna çamur atmak için ortalığı savaş alanına çeviriyorlar. Hain ulan bunlar!..”


***

Sokağa bakan banklardan birinde oturup olan biteni hüzünlü gözlerle izlemekte olan yaşlı adam, “Hain ulan bunlar!” diye bağıran gençten adama, “Ekonomik kriz dünya çapında yüzde bir küçülmeye neden olurken, Türkiye’de neden bu oran yüzde altı buçuk ciğerim, biliyor musun?” diye soruyor, kederli bir sesle.

“Ne bileyim babalık!” diye cevap veriyor genç olanı. “Hükümet burada memleketin geleceği için toplantılar yaparken bu namussuzların her şeyi böyle alçakça baltalama çabalarındandır belki, bilmiyorum, ne anlarım ben bu işlerden ya!”

“Peki; demokratik açılım için ne düşünüyorsun?” diye soruyor yaşlı adam aynı buruk ses tonuyla.

“Valla” diye söze giriyor genç olanı, “Açılımı açmak iyi bir şeydir babalık. Açılımın açılmasında, yani şey diyorum, herkese demokrasi falan yani… Yani demek istiyorum ki, açılımın açılımına katkıda bulunmak için, açılımın da açılımının açılması, yani şey demek istiyorum yani, hani bilmem anlatabildim mi yani?!.”

“Nereye, işe mi?” diye soruyor yaşlı olan, ayağa kalkıp yürümeye başlayan gençten olana.

“Ne işi babalık?!.” diye öfkeleniyor gençten olan. “Hangi işten bahsediyorsun, iki yıldır işsizim, perişan durumdayım babalık! Elde yok, avuçta yok; valla utanmasam hırsızlığa başlayacağım!..”

***

Akşam oluyor.

Kongre merkezinden çıkan katılımcılar, şiş karınları ve mütebessim çehreleriyle pahalı arabalarına doğru yürümeye başlıyorlar korumaları eşliğinde…

Hâlâ aynı bankta oturmakta olan yaşlı adam içini çekiyor, elindeki sigara paketinden bir sigara çıkarırken.

Dumanı havaya üflerken ağacın dalındaki kargayla göz göze geliyor.

Karga başını iki yöne doğru sallıyor.

3 Ekim 2009 Cumartesi

Hakaret

Muhalefeti boşverin, bu işi bitirin!

Bunu söyleyen kişi, ABD Dışileri Bakanı Hillary Clinton.

Türkiye ile Ermenistan arasında 10 Ekim’de imzalanması beklenen protokol öncesinde söylemiş bunu.

Türk Hükümetine söylüyor bunu…

Talimat veriyor!..

Muhalefeti boşverin, bu işi bitirin!


xxx xxx xxx


Küfürbazlar kongresinde artık küfüre son verilmesi tartışılırken söz alan bir delege “Peki, duvara çivi çakarken çekici elimize vurduğumuzda ne yapacağız?” diye sorunca kongre dağılmış.

xxx xxx xxx

Şu anda önümdeki klavyeye elimi uzatamayacak ölçüde rahatsızım; grip, bu eskimiş yaşlı bedeni pençesine almış, acımasızca yumruklayıp duruyor… Nefes alacak halim bile yok.

Ama çekiç tam da parmağıma denk geldi işte!..

xxx xxx xxx

Kimsin ulan sen?!.

Senin ataların daha o boktan ülkeni keşfetmeden binlerce yıl önce biz bu topraklarda hüküm sürmekle kalmıyor, görece yakın zamana kadar üç kıtayı egemenliğimiz altında tutuyorduk şırfıntı!..



xxx xxx xxx


Hastalıktan olsa gerek; sanırım kime babalanmam gerektiğini karıştırmış olmalıyım.

Doğru ya; çekiç aslında benim elimde tabii, onu parmağıma vuran benim!..

Şırfıntının ne kabahati var?!.

xxx xxx xxx

Garip!..

Bir başkası bana hakaret ettiğinde ne yapmam gerektiğini biliyorum.

Ama kendi kendime hakaret ettiğimde ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.

Tüh Allah kahretsin!..

Yazıklar olsun ulan bana!..

Ben bu hallere düşecek adam mıydım be!..

Verin ulan şu çekici bana!..