30 Eylül 2009 Çarşamba

İçimizdeki Kurt ve Kuzu...

Kabahat… Eksiklik… Hata…

Bu ve benzeri nitelemeler “kusur”u tarif ediyor.

Peki; kabahatsız, eksiksiz, hatasız; bir başka deyişle ahlaki açıdan kusursuz insan olur mu?

Olur!..

Bir tane olur; ve onu aynaya bakarken görebilirsiniz sadece…

O halde neden bağırıp çağırıyor, yazıp çiziyor, onu bunu eleştirip duruyoruz; nedir amacımız?..

Kusursuz insanı aramıyoruz biz, böyle bir şeyin olmayacağını biliyoruz; bizim aradığımız, bu kusurlarını en aza indirmiş, kusursuzluğu kendine ilke edinmiş olan insan…

İşte bunun peşindeyiz.

İstisnasız her insanın içinde bir sapık, bir alçak, bir namussuz, bir bencil, bir katil, bir hırsız; kısacası kusurlarla dolu-dopdolu bir “ego” var. Önemli olan, içimizdeki bu “öteki”ni mümkün olduğu kadar dizginleyebilmek.

Zaten aksi olsaydı, yani her şeyiyle kusursuz bir insan olsaydı, bu, o insanın “iyi biri” olduğunu göstermezdi; yaratılışça eksik biri olduğunu, birtakım kusurlar işleme yeteneğine sahip olmadığı için seçeneksiz olarak “iyi biri” olmak zorunda kaldığını gösterirdi ki, buna bir meziyet demek de doğru olmazdı tabii.

Örneğin, birtakım ilahiyatçılar meleklerin “günah işleme yeteneğinden yoksun” yaratıldıklarını, bu nedenle tamamen kusursuz olduklarını iddia ederler ki, bu, melekleri “ruhsuz bir robot” konumuna indirmekten başka bir şey değildir ve esasen bu, meleklere övgü olmaktan çok, onları yermek için kullanılması gereken bir nitelikten başka bir şey değildir. (Kaldı ki, melekler böyle olmasa gerektir; çünkü insanın yaradılışı esnasında Tanrı’ya sitem etmekten kendilerini alamamışlardır.)

Konumuza dönecek olursak; “insan”dan beklentilerimiz ne olmalıdır?..




Hani o kızılderili bilgenin söylediği gibi; insanın içinde hem kurt vardır, hem kuzu; hangisinin kazanacağı, sizin hangisini beslediğinize bağlıdır.




(FOTOĞRAF: http://www.alivenotdead.com 'dan alınmıştır )


Yeri gelmişken bu “kurt” ve “kuzu”dan ne anladığımızı söylemeliyiz:

Bu çalışmamızda, kurt, insanın “ego”sunu; kuzu ise “vicdan”ını simgelemektedir; yoksa tüm yaşamını -elinden geldiğince- zalime karşı mücadeleye adamış olan bu satırların yazarı fakirin insanlara şu bildiğimiz kuzu olmayı öğütleyebileceği kadar anlamsız bir şey olamaz tabii…

Zor bir meseledir bu, bir hayli zor bir mesele. Düşünürler bunu tarih boyunca tartışırken, dinler de “öteki taraf”a ilişkin birtakım hatırlatmalar yaparak sorunu çözmeye çalışmıştır. Adam Smith kurtu tamamen serbest bırakmayı önerirken, Marx, kuzuların birleşip kurta karşı savaşmasını disipline etmeye çalışmıştır. Hiristiyanlık “itiraf” meselesi üzerinde dururken, İslam “fıtrat” hatırlatmasıyla insanı motive etmeye çalışmıştır. (“İtiraf” günah çıkarma ve o günahı bir daha işlememe üzerinde dururken; “fıtrat” yaratılış itibariyle insanın Tanrı’dan bir “nüve” taşıdığı ve o nüveye layık olmak için mücadele etmesi gerektiği ilkesini hatırlatır.)

Zor bir meseledir bu…

İçimizdeki kurt ile kuzu her an amansız bir mücadele içinde didişip durmaktadırlar ve “sistem tarafından özellikle üretilmiş birtakım etmenler” ile sürekli aldatılıyor olmanın farkına varışın yüklediği içgüdüsel birtakım hoşnutsuzlar bu mücadelede insanı kurta doğru itelemekte hiç tereddüt etmemektedir.

Yine de, birtakım psikolojik rahatsızlıklar hariç, insan aslında kusurlarıyla başa çıkabilecek yaratılıştadır. Örneğin, psikolojik birtakım dürtülerle cinayetler işleyen bir seri katil, aslında klasik anlamda “suçlu” bile değildir; çünkü o cinayetleri işlerken suç işlediği kanaatinde değildir, hatta tam tersine, o bir “görevli”dir ve görevi doğrultusunda didinip durmaktadır. Ama sözgelimi, birisinin parasını çalmak veya mirasına konmak için cinayet işleyen biri sınırsız derecede suçludur; çünkü içindeki kurt-kuzu çelişkisinde kurtu beslemekten yana tavır koymaktadır. (Yasalarımızdaki “tahrik indirimi” bu ilkeye bina edilmektedir; çünkü “kıskançlık”, “töre” veya benzeri faktörler kurtun dizginlenmesine mani olan psikolojik faktörlerdir; bu faktörler nedeniyle suçlu “indirim” hakkından yararlandırılmaktadır.)

Aslında sorun toplumsal yaşama içgüdümüzden kaynaklanıyor gibi görünmektedir. Kusurların tamamına yakını “sürü halinde yaşamak zorunda oluşumuz”dan kaynaklanmaktadır; ama ne yaparsınız ki, insan bu şekilde yaratılmıştır ve bu değiştirilemez gerçeği kabul etmek zorundadır. (Sürü halinde değil de tek tek yaşasaydık, özellikle “mülkiyet” kavramı bu denli genişleyip bir karabasan halini almayacaktı ve bu “malik olma” dürtüsünden kaynaklanan sorunlarla boğuşmak zorunda kalmayacaktık. İnsani zaaflardan kaynaklanan “töre cinayetleri” olmayacaktı mesela. Kapitalistler “çocuk işçi” gibi acaip bir günahla yüz yüze kalmayacaklardı. İktidardakiler milletin malını özelleştirme masalı altında ona buna peşkeş çekip kendileri de nasiplenemeyecekti. Bush Irak’ı işgal etmeyecek, Obama “namuslu adam” ayaklarıyla dünyayı kandırıp durmayacaktı… Birtakım gazeteciler Amerikan ve Avrupa Birliği fonlarıyla kendilerinden geçip vatanlarına ihanet etmeyeceklerdi… gibi.)

Peki, mademki “sürü halinde” yaşamak üzere yaratılmışız, mademki birtakım sorunları önlemek mümkün değil, mademki kurtu besleyen faktörler bu denli yoğun, o halde ne yapmalıyız?

Temel mesele bu işte!

Ne yapmalıyız?..

Rejimi değiştirip, insanları sadece geçinebilecekleri kadar bir servete sahip olmaya zorlayabiliriz; ama bu hem çok uzun bir süreçle ilgili bir meseledir, hem de bu bilinç düzeyinde henüz böyle bir organizasyon mümkün değildir. (Bildiğiniz gibi, bazı yerlerde denendi, ama başarılı olunamadı; çünkü insanoğlunun zihinsel altyapısı -yoksa “üstyapısı” mı- buna hazır değildi. Trajikomik olarak, adalet, bizzat adaletsizliğe uğrayanlar tarafından reddediliyordu; çünkü birtakım kurtlar alabildiğine zalim oldukları gibi, alabildiğine de kurnazdılar ve kurt-kuzu çelişkisindeki diğer insanları bu kurnazlıkarıyla kendi saflarına çekebiliyorlardı.)

Kadere sığınabilir, başımıza gelen her şeyden Tanrı’yı sorumlu tutarak teselli bulabiliriz; ama bu da pek mümkün gibi görünmüyor, en azından belirli bir bilinç düzeyindekiler için mümkün görünmüyor; çünkü sağlıklı bir zihin, bunun hiç de böyle olmadığını fısıldayıp duruyor insanın kulağına… Tanrı, Amerika’nın Irak’ı işgal edip milyonlarca kişiyi öldürmesini neden tasarlamış olsun ki! Vietnam’da çoluk çocuk yüz binlerce insanın napalm bombalarıyla kavrulmasını nasıl bir Tanrı planlayabilir ki; böyle Tanrılık mı olur?!. Hangi Tanrı, “Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz!” diye kin kusabilecek kadar gaddar kullar yaratır ki?!.

Yasalardaki cezaları çok ağırlaştırıp suç işlenmesini en aza indirmeye çalışabiliriz. Örneğin, Çin, rüşvet alanları idam ediyor; Taliban, zina yapan kadını taşlayarak öldürüyor; Amerika’nın bazı eyaletlerinde taammüden cinayet işleyenler idam ediliyor… Ama bu durumda bu “yetkiyi” kimin, ne ölçüde ve nasıl kullanacağı sorunu ortaya çıkıyor. Örneğin rüşvet için ölüm cezası çok ağır, zina yapan kadını taşlamak adice bir şey, taammüden cinayet ise genellikle “yoksulların ve zencilerin üzerine yıkılan” bir suç; özellikle ABD’de iyi bir avukatın mucizeler(!) yarattığı hiç de sır olan bir şey değil… (Hele, Amerika denen zalim işin içindeyse… Kennedy’yi kimin öldürdüğü hâlâ bir sır mesela; ikiz kulelere saldırı ise başlı başına bir “kirli organizasyon”…)

Yine başa döndük; o halde ne yapmalıyız?..

Belki de yapmamız gereken şey, bu meselenin uzun bir süreci kapsadığı bilinci içinde, kendi evimizin önünü süpürmeye devam etmek. Tabii, kendi evinin önünü süpürmenin de belirli bir bilinç düzeyini gerektirdiğini, bu süreç içinde insanın kendisini yalnız, aldatılmış ve kullanılmış olduğunu hissetmesinin de kaçınılmaz olduğunu bilerek…

Kuzu kendi evinin önünü süpürmeye devam ederken, kurt hiç durmaksızın ona buna saldırıp duracak, hakları gaspedecek, zulüm yapacak, olmadık çirkinlikleri sergilemeye devam edecek…

Ve tüm bunlar yetmiyormuş gibi, bir de “kibir” içinde ortalıkta dolaşmaya devam edecek!.. (İnsanoğluna takdim edilen ilk günah kibirdir; insanın yaratılış sürecinde İblis tarafından işlenmiştir. Bu maraz, istisnasız tüm dinlerde büyük bir günah ve çok büyük bir çirkinliktir. Kibir içinde ona buna tepeden bakan dümbelekler bu hatırlatmaya da kibir içinde yaklaşacaklardır; ama bu konuda seçeneksizdirler çünkü bu onların doğası gereği böyledir!)

Katlanılması zor bir durum!..

Tabii, durumu daha da katlanılamaz boyutlara çıkaran şey, aslında kuzu gibi görünen şeyin gerçekten kuzu olup olmadığı meselesi olacaktır. Bu kuzu kimi zaman politikacı olarak karşınıza çıkacak, kardeşlikten, dostluktan, barıştan, adaletten, hak ve hukuktan söz edecektir; kimi zaman yazar olarak karşınıza çıkacak, gerçekten samimi görünmeye çalışarak kitleleri kandırmaya çalışacaktır -bunlardan bazıları “Türkler Ermenileri kestiler” gibi şeyleri ağızlarından “özellikle” kaçıracaklardır-; kimi gazeteci olarak karşınıza çıkacak ve temelde çok mantıklı görünen “Türklerle Kürtler aynı masaya oturup yemek yeseler fena mı olur” şeklinde yazılar yazacaktır; kimi de çıkıp, “Bu savaş artık bitsin!” gibi çok mantıklı şeyler söyleyecektir ve eklemeyi de ihmal etmeyecektir, “Artık analar ağlamasın, çocuklarımız ölmesin!” diye…

Ve kuzu ızdırap çekmeye devam edecektir; çünkü bu gibi sözleri edenin aslında kuzu değil de kurt olduğunu bal gibi de anlayacaktır anlamasına ama, diğer kuzuların bunu anlamaması karşısında yapacak bir şeyi olmamasının kahrını çekmeye başlayacaktır bu kez de…

Meselenin en dramatik boyutu, kuzuların, kuzu gibi görünen bu kurtları tanıyabilme yeteneğinden yoksun oluşlarıdır. Örneğin, bu kuzular, kuzu gibi görünen kurtlara, “Türkler Ermenileri ne zaman kestiler kardeşim; bir tehcir uygulandı kuşkusuz, ama o günün koşullarında bu kaçınılmazdı ve hiç de sizin söylediğiniz gibi bir katliam değil, karşılıklı öldürmeler söz konusuydu!” diye diklenmeyi; “Türklerle Kürtler zaten yüzlerce yıldır aynı masada yemek yiyor ulan puşt!” diye babalanmayı; “Hangi savaştan söz ediyorsun ulan kalleş; savaş iki nizami ordu arasında olur, buradaki düpedüz bir terör sorunudur!” diye karşı çıkmayı; “Haktan-hukuktan, kardeşlikten, adaletten söz ediyorsun, ama kitleler açlıkla, sefaletle, borç harçla, işsizlikle, zilletle boğuşurken, bu yoksul ve itilmiş-ezilmiş kesim için herhangi bir şey yapmak aklının ucundan bile geçmiyor; tek derdin zenginleşmek, daha da zenginleşmek, her şeye sahip olmak kardeşim!” diye hesap sormayı akıllarından bile geçirmeyeceklerdir; çünkü ismi üstünde bunlar “kuzu”durlar.

Kuzu olmak belki kolaydır da, “kuzu olmayı seçmek” zordur herhalde; çünkü kuzu nasıl iğrenç bir şekilde kandırıldığının farkına varamazken, “kuzu olmayı seçen” aslında her şeyi fark ediyor olmanın ruhunda yarattığı tiksindirci reddiye ile de uğraşmak zorunda kalmaktadır. Bu tiksindirici reddiye, aslında kendi içinde bir kurt potansiyeli taşımasına rağmen kuzu olmayı özellikle seçmiş olan bu ruh için bir başka imtihan sahası olmaktadır. Bu dayanılmaz aldatılmışlık hissi içinde, kuzuluktan kurtluğa geçip geçmeme konusunda dönem dönem tüm ruhunu bir karabasan gibi sarıp duran bu duyguya karşı verilen mücadele aslında pek de kolay olmamakta; ama kuzu, bu mücadeleden de kuzu olarak çıkmayı seçmekte, çünkü ne kadar çelişkide kalırsa kalsın, ahlâki birtakım nedenlerle son tahlilde kuzu olarak kalmayı sürdüreceğini ta başından bilmektedir.

Bu bir ahlâk meselesidir…

Esasında, meseleyi içinden çıkılması neredeyse imkânsız hale getiren de bu “farkındalık” olsa gerektir: Evet, kurt her zaman kurt olmaya devam edecektir, çünkü yaşamın diyalektiği içinde onun görevi budur; ama kuzu, bu “sahte kuzu/kurt” gerçeğini görmemekte-görememekte öylesine ısrarcı davranmaktadır ki, “kuzu olmayı seçen” işte bu farkındalık nedeniyle dönem dönem pes edecek noktaya gelmektedir.

Ama pes etmemekte, edememektedir; çünkü o kuzu olmayı özellikle seçmiştir ve ahlâki olarak bir başka tercih karşısında seçeneksizdir. Seçeneksizdir; çünkü yaşam denen bu fenomendeki itici gücü bizatihi ahlâkın ta kendisidir. (Evet; ahlâk tabiiki göreceli bir kavramdır, ama bu onun bir erdem olduğu gerçeğini; bir insanın sırf “insan olduğu için ahlâklı olmak zorunda olduğu” gerçeğini değiştirmez.)

O halde, kendi evinin önünü süpürmekte olan kuzuyu bir başka görev daha beklemektedir ki, bu görev de en az kuzu olmayı özellikle seçmek kadar kutsal bir görevdir: kuzu, kendi evinin önünü temizlerken, bir taraftan kurtlarla mücadele etmeye devam edecektir -ki bu görece kolay bir şeydir-, bir taraftan da kuzuyu kurta karşı-kuzu görünümündeki kurta karşı mücadeleye örgütleyecektir.

İşte zor olan budur!

Ama kaçınılmaz olan da budur!..

Namuslu biri bir taraftan namuslu kalmaya devam ederken, bir taraftan da namussuzlara karşı mücadele edecek ve bu arada namussuzu görmemekte ısrar eden diğer namusluları bu konuda eğitmeye/örgütlemeye çalışacaktır.

Zordur tabii…

Çok zordur…

Ama ne yaparsınız ki, başarı için bir o kadar da kaçınılmazdır.

Doğası gereği çok uzun bir süreci kapsayan bu sorunun bir başka çözümü yoktur…

Kuzu, bu kutsal görev esnasında kapasitesi ölçüsünde ve içgüdüleri istikametinde kuzuluğunu sürdürecektir: Kimi parti kurarken, kimi yazı yazacak, kimi basit bir nefer olmayı sürdürürken, kimi de lider olarak ortaya atılacaktır.

Kimi Beykoz ormanlarındaki terk edilmiş köpeklere yemek götürecek, kimi Anadolu’nun ücra bir kasabasında zor şartlar altında öğretmenlik yapmayı seçecek, kimi sahip olduğu her türlü imkânı elinin tersiyle iterek bir hekim olarak kendini cüzamlı hastalara adayacak, kimi eline silahı alarak mazlum milletlerin emperyalizme karşı verdiği mücadelede saf tutmak için diyar diyar gezecek, kimi de ömrünü hapishanelerde geçirmek pahasına kurtlarla var gücüyle mücadele edebilmek için kendi yöntemini geliştirecektir. Tüm bunları yaparken salt fedakârlığın yetmeyeceğini, eğitimin ve örgütlemenin de elzem olduğunu hiç unutmayacaktır.

Hedef, tüm bu uğraş esnasında kuzu olarak kalmayı sürdürebilmek olacaktır; çünkü kurt zalim olduğu kadar da kurnaz olmayı -içimizdeki kurdu pohpohlayarak, özendirerek, cazip imkânlarla kendi safına çekip kullanmayı deneyerek- sürdürmeye devam edecektir.

Evet, hedef, tüm bu uğraş esnasında, “kuzuluğu özellikle seçmiş olmayı” sürdürebilmek; ne kadar zor da olsa, içimizdeki kuzuyu beslemeye kararlılıkla devam etmeyi tercih etmek olacaktır…

Ki en zoru da bu olsa gerektir…

Kurt olmanın her türlü cazibesine rağmen içindeki kuzuyu beslemeyi seçmiş olanlara selam olsun…

25 Eylül 2009 Cuma

Sahip olduğum Değerler

Yeni bir yasa çıktı… Sonra süresi uzatıldı, falan…

1.6.2009 tarihi itibariyle sahip olduğunuz değerleri Maliye Bakanlığı’na beyan ediyorsunuz, bunun üzerinden yurt dışındaki değerler için %2, yurt içindeki değerler için %5 vergi ödüyorsunuz ve söz konusu değerleri kayıt altına alıyorsunuz, falan. (Konu uzun ve karmaşık, ayrıntılarının bugünkü çalışmamızla direkt ilgisi yok, bu nedenle onları geçiyorum.)

Ben de oturdum, 1.6.2009 itibariyle hangi değerlere sahibim, diye düşündüm; amacım bunları beyan etmek ve kayıt altına alınmasını sağlamaktı.

Ve ortaya çarpıcı bir tablo çıktı…

“Sahip olduğum değerler” hususundaki araştırmam, bir taraftan, zaten bir süredir tüm benliğimi pençesine alan o mistik hüznü daha da derinleştirirken, diğer taraftan da bu konudaki kararlılığımın daha da pekişmesini sağladı.

Ne var ki, sahip olduğum değerleri beyan edip kayıt altına alarak, gerek sonraki kuşaklara, gerekse Levhi Mahfuz’a emanet etmek için girdiğim gayrette, bırakın ayrıntıları, anabaşlıklarda bile böylesine derin bir çürümüşlükle karşılaşmak bir hayli de acı verici oldu.

Gururla ve şerefle sunduğum beyannamemdir:

Sahip olduğum değerler şunlardır:

İslam:

Bizi yaratan Güç merhametliydi, çok merhametliydi. Bizden de böyle olmamızı istiyor, bu nedenle, son peygamberine indirdiği Kitabına “Hep Merhametli, Çok Merhametli Allah’ın Adıyla” diye başlayarak bunu tüm bilincimize adeta bir nakış gibi işliyordu. Merhameti önşart olarak kayıtladıktan sonra birtakım değerlerin de altını kalınca çizmekten geri kalmıyordu tabii…

Canlılara merhametli davranacaktık, fakire fukaraya yardım edecektik, çevreye zarar vermemek için çok özenli olacaktık, kimsenin hakkını yememek için elimizden geldiği kadar dikkatli olacaktık, Kuran diyalektiği içinde zalim-mazlum çatışmasında mazlumun yanında yer almakla kalmayıp zalime karşı amansız bir savaş yürütecektik, küfre batmamak yani “gerçeğin üzerini örtmemek” için gayret gösterecektik vs…

Çok önemli bir husus olarak da, Yaratıcıyla insan arasına başka hiçbir gücün girmemesi için elimizden geldiği kadar gayret edecek, putların tümünü kırıp bir tarafa fırlatacaktık. “Efendi” tek olacaktı, bir tek!..

Her biri birer put olan para, mal mülk, itibar, makam mevki, kısacası “ego”, bu “Tek Efendi”ye ortak koşulmayacak; “şirk belası” tüm benliğimizden irinli bir çıban gibi sökülüp atılacaktı.

İnsan insanı sömürmeyecek, ezmeyecek, aldatmayacak, onuruyla oynamayacaktı; insanla birlikte diğer canlılar sırf Yaratan’dan ötürü sevilecek ve onlara sırf bu nedenle saygı gösterilecekti; tüm yaratıklar dünya nimetlerinden yararlandırılacak, insan “kendisine ve bakmakla yükümlü olduklarına yeterli olanından artanını” dağıtacak, özellikle insanların bu nimetlerden “eşit” bir biçimde yararlanma ilkesi kutsal bir değer olarak sahiplenilecekti.

Bunlar, Kuran’dan karine yoluyla çıkarılan birtakım saptamalar değildi; muhkem ayetlerle, açıkça, hiçbir tereddüte yer bırakmayacak bir biçimde disiplin altına alınmış hükümlerdi ve biz bu hükümleri uygulamayı en büyük ibadet olarak görecektik…

Ama heyhat!..

Bu “değerim”, bugün için geçer akçe değil artık!..

Yoksulluk, açlık, sefalet, zillet -özelikle zillet-, şirk…

Oruç Babalar, Telli Babalar, Hz.Yüşalar, makam ve mevkiler, mallar mülkler, itibarlar, tarikat şeyhleri, Kuran orta yerde bir abide gibi dururken tamamına yakınının sahte olduğu gün gibi aşikar olan 1.000.000 hadisle uygulanmaya çalışılan hurafeler, bitadlar, cahillikler, insafsızlıklar…

“Garip gureba” söyleminden, “bir lokma, bir hırka” espirisinden, “Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz inşallah”a ve oradan da 600.000.000 dolarlık şahsi yatırımlara uzanan sapkınlıklar… Allah’ın nimetlerinin belirli ellerde toplanıp bir zulüm aracı haline gelmesine imkân tanıyan yasal düzenlemeler, sahtecilikler, ihaleler, zillet dolu kirli operasyonlar…

Sosyalizm:

“Herkesten yeteneği ölçüsünde alacak, herkese ihtiyacı ölçüsünde verecek” bir sistem kuracaktık. Kimse kimseyi sömürmeyecekti, açlık ve sefalet ortadan kalkacaktı, işsizlik gibi alçaltıcı bir sorunla karşılaşılmayacaktı, eğitim ve sağlık gibi temel gereksinimler bedava olacaktı, toprak ağalarının toprakları köylülere dağıtılacaktı, Devlet ve Kamu İktisadi teşekkülleri -çok doğal olarak- zarar etmeyi de göze alarak her yere, her kesime hizmet götürecek, ucuza ürettiği mal ve hizmetleri halkına yine ucuza satacaktı…

Hasta olan birine “paran var mı?!.” gibi alçakça/kalleşçe bir soruyla yaklaşılmayacak, “Ağrın var mı kardeş?” diye sorulacaktı, gözlerinin içine derin bir merhametle bakılırken…

Tüm insanlar eşit olacak, yetenek ve liyakat sosyal statüde belirleyici olurken, bu hasletlere bir üstünlük ve imtiyaz hakkı tanınmayacaktı. Kimse onun bunun kulu kölesi olmayacak, memleketin servetleri herkese ait olacaktı.

Ama heyhat!..

Bu "değerim" bugün için geçer akçe değil artık!..

Kalleş mi kalleş, hain mi hain, acımasız mı acımasız iktisadi liberalizm zihnimizin ırzına öylesine geçti ki, sosyalistler çok uzun zamandır bu gibi ilkeleri düşünecek lükse bile sahip değiller artık. Pratik dayatmalar karşısında her şey gibi sosyalistler de çürümekten, yozlaşmaktan, ufalanıp gitmekten kurtulamadılar. Şimdi tek yaptıkları şey birbirlerini yemekten ibaret… Bu onların suçu değil tabii; öylesine alçakça hücumlara maruz kaldılar ki, zihni liberalizm tarafından iğfal edilen cahil kitleler karşısında öylesine hüzünlü travmalar yaşadılar ki, şu anda içine hapsoldukları zihinsel gettolarının dar kalıpları içinde, ne yaptıklarını bilmez bir durumda eski dostlarına saldırmayı sosyalizm sanır oldular. Birçoğu döndü; bu dönenlerin tamamına yakını birtakım gazetelerde köşe yazıları yazarak “eski cinnnet günleri”ni hayasızca karalamakla ve iktisadi liberalizme övgüler düzmekle “yollarını buluyorlar”…

Bir gece, üçü, sabaha kadar tartışmışlardı: Mahir Çayan dağa çıkmayı savunuyor, Doğu Perinçek ve Cengiz Çandar onu bundan vazgeçirmek istiyorlardı; şehirlerde kalmayı, halkın içinde örgütlenmeyi savunuyor, sosyalizmin bunu gerektirdiğine onu ikna etmeye çalışıyorlardı. Mahir Çayan öldürüldü, Doğu Perinçek yaşamının çoğunu hapislerde geçirdi -hâlâ hapiste tabii-, diğeri ise sığındığı liberalizmin cazip(!) koynunda metalaşıp gitti…

Artık “herkesten yeteneği ölçüsünde, herkese ihtiyacı kadar” ilkesi, “gücü gücü yetene”ye dönüştü; sosyal demokratlardan zaten beklenemezdi tabii de, sosyalistler de artık bu dönüşüme isyan etmeyi düşünmekten uzaklar; emperyalizmin ve Tanrı’nın düzenine karşı olan iktisadi liberalizmin ekmeğine yağ sürmekten başka hiçbir işe yaramadığı ortada olan “kavga/didişme/laf ebeliği” onlara daha cazip geliyor artık…


Vatan Sevgisi:

Bir zamanlar sağcısı solcusuyla bir namus meselesi yaptığımız bu kavram bizi ayakta tutan ve dirençli kılan en önemli kutsalımızdı. Ülkücüler ve komünistler bu namus meselesi yüzünden birbirimizi öldürüyorduk; kavga biçimimiz doğruydu yanlıştı, bu başka bir şey, ama “Vatan” dendiğinde akan sular durur, ruhumuzun tüm asilliğiyle canımızı ortaya koymaktan kendimizi alamazdık. O günün koşulları içinde Amerikan 6. Filosunun uğursuz askerlerinin Dolmabahçe’de püskürtülmesi ve karaya çıkarılmaması bizim için bir hayat memat meselesiydi. O tarihlerde, “bu cinnet günlerini” şimdi hayasızca yazıp çizenler de aramızdaydı; tüm Türk gençliği tek yürek halinde bir namus abidesi gibi aynı anda nefes alıp veriyor, Vatan’ın kutsal topraklarını bu uğursuz güruhun çizmeleri altında ezdirmeyeceğimize yeminler ediyorduk.

Ama heyhat!..

Bu "değerim", bugün için geçer akçe değil artık!..

Şimdi şaka gibi geliyor, değil mi?!.

Abdullah Öcalan’ın “halklar” söylemi içinde milliyetçi bir çizgiye kaymaya başladığı günlerde, ona en şiddetle karşı çıkan ve Vatan’ın tek ve bir olduğunu haykıran kişi yine Doğu Perinçek idi. Şimdi ikisi de hapiste, ama birine Ergenekoncu yaftalaması altında vatan haini muamelesi yapılırken, diğerine neredeyse bir kahraman gibi davranılıyor.

“Söz konusu olan Vatan savunmasıysa, gerisi teferruattır!” ilkesi, iktisadi liberalizme tesim olanlarla ayrılıkçıların kurduğu anonim şirketin deposunda, daha kendini amorti bile etmeden çoktan hurdaya ayrıldı artık.

Artık hiç utanmadan “ulus-devlet”in modasının geçtiği yazılıp çiziliyor; bırakın bu kutsal değere sahip çıkmayı, gençler “Vatan sevgisi” denen kavramla tanışamıyorlar bile artık…

“Her karışı şehit kanlarıyla sulanmış Vatan toprakları” sözü artık açıkça alayla karşılanıyor, hor görülüyor, onların tabiriyle “arkaik” bir düşünce olarak addediliyor.

Ay yıldızlı şanlı bayrak zor bela dalgalanıyor gönderinde…


Mustafa Kemal:

Bir zamanlar sahip olduğumuz değerlerin başında bu ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk geliyordu; bizi “tebaa” olmaktan çıkarmış, bir “millet” haline getirmişti; artık padişahın kulları değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin özgür vatandaşlarıydık.

Dünya tarihinde emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını başlatan ve her türlü imkânsızlıklara rağmen bu olağanüstü maceraden alnının akıyla çıkan bu Kahraman, bizim en önemli direnç ve gurur kaynağımızdı. Bu, Türk’ün ikinci Ergenekonu’ydu; tarih sahnesine yine şerefimizle çıkıyor, kendi topraklarımızda kendimizin efendisi oluyorduk.

Zimbabve’de (eski Rodezya) bile devrimin ilk gününde, devrimci hükümet tarafından yapılan açıklamada, emperyalizme karşı verilen bu şanlı macadelede Mustafa Kemal’in örnek alındığı söyleniyor, bu mazlum milletlerin tekrar onur kazanmasında bizim Kahramanımızın örnek alınması göğsümüzü kabartıyor, gözlerimizi yaşartıyordu.

Artık biz onurlu bir millettik, kahraman bir millettik; Sevr’i o alçaklara ve yerli işbirlikçilerine yedirmiş, Lozan’ı alınlarına paslanmaz çivilerle çakmıştık.

Ve bunu bu Kahraman sayesinde başarabilmiştik.

“Mavi gözlü bu Dev” tarihi bir kişilikten ziyade, “zihinsel motivasyonumuzun bitip tükenmek bilmeyen enerjisi”ydi; bu enerjiyle yatıyor bu enerjiyle kalkıyorduk ve pek tabii karşımıza çıkan her türlü zorluğu yine bu “Kutsal Enerji” ile alt edebiliyorduk.

O kadar ki, 1930’lu yıllarda, Hollanda’ya yerli üretimimiz olan uçak satabilecek düzeye bile gelmiş, Devlet gözetiminde yurdu bir baştan bir başa imar etmeye girişmiş, Kamu İktisadi Teşekkülleri vasıtasıyla neredeyse her türlü ihtiyacımı kendimiz karşılayabilecek konuma gelmiştik.

Benzer tüm atılımlarımızda hep bu “bitip tükenmek bilmeyen enerji” hazinemizden yararlanıyor, Türk Milleti’nin neler başarabileceğini bu “kutsal imaj” sayesinde tüm dünyaya gösterebiliyorduk.

“Mavi gözlü Dev” sıradan bir betimleme değil, her türlü enerjimizi ondan aldığımız “zihinsel bir çimento” idi bizim için; bizi birbirimize bağlıyor, emperyalizmin karşısına bir “beton” gibi dikilmemize imkân sağlıyordu.

Ama heyhat!..

Bu "değerim", bugün için geçer akçe değil artık!..

Mavi gözlü Dev…

Artık bir şaka gibi geliyor, değil mi?..

“Dinci”ler bir kenara çekilip avuçlarını ovuşturuyorlar, artık onların mücadele etmesine gerek kalmadı; iktisadi liberalizmi savunan bahtsızlar, ulus-devlete kin kusmakta hiçbir beis görmeyen alçaklar ve kudurganlığından hiçbir şey kaybetmemiş olan kahpe emperyalizm onların bu kavgasını daha sıkı sahiplendi artık.

“İndirin şu adamın resimlerini Kamu dairelerinden!” diye bile küstahlaşabiliyorlar; ve hiçbir güçlü sesle karşılaşmamanın cesaretlendirmesiyle azgın bir köpek gibi saldırmakta bir an bile duraksamıyorlar artık!..

“Ne mutlu Türk’üm diyene!” vecizesinin ders kitaplarından çıkarılmasının zamanı geldi; bu kutsal topraklarda yaşayan insanlar “Türk’üm” demeye utanır hale getirildiler artık…

Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri “intikam böğürtülerinin” tepkisiz kalmasının zafer sarhoşluğu içinde, ağızlarından irinli salyalar akıtarak saldırganlaştıkça saldırganlaşabiliyorlar artık…

“Çimento” çözülüyor; “beton” dağılmak üzere…

Kaderin garip cilvesine bakın; tarihin adeta bir muhasebeci titiziğiyle yaptığı muazzam saptama ne kadar ilginç:

İslam…

Sosyalizm…

Vatan sevgisi…

Mustafa Kemal…

Ve tüm bu kutsal değerlerimize hayasızca saldıranlar:

Dinciler, kendilerini “liberaller” diye isimlendiren kimi faşistler -“kimi”; çünkü liberallerin içinde kısmen de olsa birtakım istisnalar hâlâ var- ve emperyalizm…

Yani; Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, yine “emperyalizm ve yerli işbirlikçileri”…

Ama unuttukları bir şey var!..

Tüm koşullar ne kadar umutsuzca görünüyor olursa olsun, tüm bu değerlere sahip çıkanlar adına ben beyannamemi veriyor ve sahip olduğum bu değerleri tarihe ve Levhi Mahfuz’a zimmetlemeyi büyük ve kutsal bir onur addediyorum.

İşte, içimi hınçla karışık mistik bir gururla çekerken beyan etmekten onur duyduğum değerlerim:

İslam.

Sosyalizm.

Vatan Sevgisi.

Mustafa Kemal.

Bu beyannameyi almak için kendini yetkili addedenleri -emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerini kastediyorum- uyarmadan geçmek gibi bir niyetim de yok tabii:

Bunların üzerinden vergi hesaplamaya kalkışmayın boşuna; çünkü hiçbir hesap makinesi bu hesabı yapabilecek kapasitede olmadığı gibi, yeryüzünde hiçbir emperyalist de böyle bir cüreti gösterebilecek yürekte -ve yetenekte- değil.

Daha önce yapmıştınız ve ağzınızın payını almıştınız; bu şerefli Millet daha ölmedi; bu kez alacağınız da bundan farklı olmayacaktır.

Bu da böyle biline!..


Not: Bu çalışma, hayatlarının tek namuslu dönemlerini “cinnet yıllarım” diye nitelemekten kendini alamayan “onursuz mahlûklara”, Allah’ın mükemmel dinini şahsi menfaatleri için kullanmaktan çekinmeyen dinsizlere ve ülkemiz üzerindeki emelleri hiçbir zaman kaybolmamış olan kahpe mi kahpe emperyalistlerle onların yerli işbirlikçilerine ithaf olunur.

İslam, sosyalizm, Vatan sevgisi ve Mustafa Kemal bağlılarına selam olsun.

Ne mutlu onlara…

Onlar Allah’a emanet olsunlar inşallah…

11 Eylül 2009 Cuma

Bugün Allah'a borç verdiniz mi?

Bu soruyu kendimize her gün sormalıyız; bugün Allah’a borç verdik mi?

Borcun ne olduğu size kalmış, temel mesele bugün bu konuda bir şeyler yaptınız mı?..

Allah’a borç vermek de neymiş, diye uzun uzun düşünmeyin ve bu soruyu sakın ola ki bir ilahiyatçıya sorup aklınızın-vicdanınızın karmakarışık olmasına meydan vermeyin.

Allah sizden bir borç istiyor ve borcun ne olduğu hususunda sizi vicdanınızla başbaşa bırakıyor.

Zekat, infak, sadaka, fitre…

Bunlar bilinen şeyler, ben bunlardan söz etmiyorum. Bunları zaten yapmak zorundasınız, çünkü bu konuda yüzlerce ayetle görevlendirilmişsiniz zaten.

Benim söylemek istediğim başka bir şey…

Hani vicdan dediğimiz şu iç ses var ya, ben ondan söz ediyorum işte! Bu iç ses size ne diyor, mesele bu…

Hadid Suresi’nin 11. ayeti, Bakara Suresi’nin 245. ayeti ve Teğabün Suresi’nin 17. ayeti, Allah’a güzel bir borç vermemiz gerektiğini söylüyor.

Güzel bir borç…

Bana güvenin; bu konuda uzun uzadıya tarifler yok Kuran’da… Bu mesele, hani şu vicdan diye isimlendirdiğimiz o “iç ses”e bırakılmış. O iç ses size ne diyor; mesele bundan ibaret. (O iç ses Kuran’da yüzlerce ayette motive ediliyor tabii; bu başka bir şey.)

O “iç ses” içinizde bir yerlerde size bir şeyler fısıldayıp duruyor; çünkü yaratılışınız esnasında bizzat Yaratıcı tarafından içinize üflenmiş zaten. Bu nefesle bir parça O olmuşsunuz, önemli olan bunun farkına varmak. Herkes az veya çok, bir parça O!..

Ve bu “borç vermek” meselesinin hareket noktası tabiidir ki merhamet!

Çünkü içinize üflenen şey bizatihi bu zaten, içinize üflenen şey merhametin ta kendisi. Yaşam biçiminiz, yetiştiriliş şekliniz, içinde yaşamak zorunda kaldığınız ekonomik sistem, yerleşik gelenekler, ekonomik durumunuz, çalışma koşullarınız, çevreden aldığınız olumsuz enerjiler, sürekli aldatılıyor olmanın benliğinize yüklediği paranoya derecesindeki kuşkuculuk, günlük koşuşturma içindeki anlamsız zamansızlık, geçim derdinin benliğinize sokuşturup durduğu o her şeyden herkesten nefret etme hissi… Bunlar, içinize üflenen o İlahi Nefes’le size armağan edilen merhamet denilen bu hasletin körelmesine neden olan şeyler. Bunlar yüzünden içinizdeki hazinenin farkına varamıyor olabilirsiniz.

Sahtekâr dindarlar, alçak mı alçak politikcılar, ruhunu İblis’e kiralamış yazarlar, gözü paradan puldan başka bir şey görmeyen zavallılar, yetiştirilme tarzları nedeniyle bizimkine benzer kıyafetler içinde sağda solda dolaşan öküzler, aslında aşağılık komplekslerinden kaynaklanan kibirleri nedeniyle ortalıkta tanrı gibi dolaşıp onun bunun moralini bozmak için hiçbir fırsatı kaçırmayan sersemler, bencillikleri nedeniyle içlerindeki bu olağanüstü gücü egolarının derinliklerine hapsetmiş olan zavallılar, acınası cahillikleri nedeniyle insan olma vasfını bile taşımayı hak etmeyen kimi bahtsızlar sizin moralinizi bozup bu muhteşem imkândan yararlanma şansınızı elinizden almasınlar.

Buna izin vermeyin.

Siz bir parça O’sunuz; bunu unutmayın!..

Her gün, ama her gün bu soruyu kendinize mutlaka sorun: Bugün aslıma borç verebildim mi?..

Çöp tenekesinin yanına hayvanlar için bırakılan bir kap su, ezik birinin elini içtenlikle sıkarak ona insan olduğunu hatırlatma, sıkkın birine samimi bir gülümseme, karşılaştığınız birine küçük bir iltifat, saksıda kurumakta olan çiçeğe bir avuç su, ters dönmüş bir kaplumbağayı düzeltmek…

Tek bir şart var tabii, bunu unutmamak gerek…

Samimiyet…

Birisi sizi takdir etsin diye değil, içinizden öyle geldiği için…

Kendinizi biraz daha güçlü hissediyorsanız fakire fukaraya yardım mesela; yine kimseye belli etmeden, kimseden takdir beklemeden, içinizden geldiği için…

Daha güçlüyseniz zalime marşı mücadele mesela…

Hiç çekinmeden, hiç korkmadan mücadele…

Zalim kimse ve o iç ses “mücadeleyi” nasıl tarif ediyorsa. (Örneğin bana Amerikan askerleri hakkında o iç ses tarafından yapılan mücadele tarifini burada yazsam, savcılar beni yarın hapise atarlar; her şeyi herkese söylemek de gerekmiyor yani…)

Zalim kim, sorusuna hiç girmemek gerekiyor; çünkü bu konuda o kadar çok şey yazılıp çizilebilir ki, mesele bir anda gevşeyip dağılır gider.

O iç ses ne diyor…

Mesele bu işte; o iç ses ne diyor…

Allah’a borç verirken düşünmemiz gereken en önemli husus şu:

İnsan yaratılmışların en şereflilerinden ve Arz, yani içinde yaşamakta olduğumuz şu yerküre bu insana emanet edilmiş. İnsanıyla, hayvanıyla, doğasıyla, bizim cansız zannettiğimiz taşıyla toprağıyla…

Allah’ın bir diğer Kitabı olan “Doğa Kanunları/Tabiat Kitabı” öylesine düzenlenmiş ki, bu kanunu okumasını bilenler “Her şeyin herkesin olduğu”nu açıkça görebiliyorlar.

Her şey herkesin…

Temel kural bu!.. (Bu Kuransal bir tespittir; bu kısa açıklamada bunu etraflıca açıklamak mümkün değildir, ama bana inanın, böyledir bu.)

Her şey herkesindir ve bu herkesin bu her şeyden yararlanma hakkı vardır, üstelik eşit biçimde yararlanma hakkı vardır. (Bu da Kuransal bir tespittir.)

O halde, yaratılmışların en şereflilerinden olan İnsanoğlu, bu düstur çerçevesinde herkesi her şeyden eşit biçimde yararlandırmakla görevlidir; ve işte Allah’ın bizden istediği borç, bu mükellefiyetin yerine getirilmesi konusundaki çabalarımızdır.

Söz gelimi, Yaratıcı’nın isimlerinden biri “Rezzak”tır. Rezzak, “yarattıklarının rızkını tam olarak veren” anlamındadır; ama birtakım “deneme” koşulları nedeniyle bu isim, sıfata dönüşememektedir artık. Dünyada iki milyar insan açlıkla boğuşmaktadır, her yıl üç yüz milyon kişi açlıktan ölmektedir, benim kişisel takıntım olarak kabul edilebilecek olan sokak hayvanları açlığın pençesinde kıvranmaktadır vs…

Allah Rezzaklıktan vaz mı geçmiştir yani?!.

Allah yarattıklarının rızkını doğru dürüst vermeyi beceremiyor mu yani?!.

Demek ki ortada bir sorun var ve bu sorun hiç kuşkusuz “yaratılmışların en şereflilerinden olan”dan kaynaklanıyor.

Çok basit bir örnek: Afrikada her yıl milyonlarca kişi açlıktan ölürken, Amerikan hükümeti çiftçilerinin buğday üretmesini engellemek için olmadık teşviklere başvuruyor, çünkü ürün fazlası var ve bu fazlalık ürün fiyatının düşmesine, borsanın şaşmasına neden oluyor.

Şaka gibi değil mi?!.

Yani Rezzak yaratıklarının rızkını bol bol veriyor, ama bu uygun bir şekilde dağıtılmadığı için bir yerde açlık hüküm sürerken, bir diğer yerde “obezite” en büyük sorunlardan biri olabiliyor.

Aslında yapılması gereken Amerika Birleşik Devletlerini işgal edip bu ürün fazlasını Afrika’ya göndermek, ama insanlara şu anda şaka gibi gelen bu gereklilik ne yazık ki yerine getirilemeyecek kadar zor tabii.

Buradan çıkan anlam, Allah’a en fazla borç vermesi gerekenlerin gelişmiş ülkelerde yaşayanlar olduğu gerçeği; bunu anlarlar anlamazlar-yaparlar yapmazlar, bu başka bir mesele; ama gerçek bu…

Rızık meselesi sadece örneklerden biriydi.

Bir diğer örnek “onur” meselesi mesela…

Her canlı onurlu bir yaşamı hak ediyor, çünkü yaratılışı gereği bu onura layık zaten.

Mesela bu konuda Allah’a nasıl da borç verilebilir, ne kadar çok borç verilebilir…

Çok basit bir örnek olarak, hayvanat bahçeleri bu onursuzluğun en açık sergilendiği alanlardan biridir. Her yıl yedi-sekiz bin kilometre yol katedip uçsuz bucaksız savanlarda yaşama onuruyla donatılmış bir hayvanı siz alın on beş metrekarelik bir kafese hapsedin! Olacak iş mi bu!.. (Üstelik bir de farklı çevresel koşullara katlanabilme meselesi var; o hayvan bu çevre koşullarına göre yarıtılmamış ki!)

Hayvanat bahçelerinin kapatılması için yapılabilcek her türlü hareket Allah’a verilmiş güzel bir borçtur. (Örneklere takılmayalım, sadece örnek olarak kabul edelim ve bu örnekleri kendi iç sesimize göre çeşitlendirelim.)

İnsana dönecek olursak…

Ayda 500-600 lira kazanan ve ailesini bu parayla geçindirmek zorunda kalan birinin onurlu yaşadığı söylenebilir mi?

Peki, bu adam için Allah’a nasıl bir borç verilebilir?

Çok basit!

Bu adamı onurlu bir biçimde yaşatma sözü veren bir hükümeti iş başına getirerek… Olmadı değiştirerek… Yine olmadı, tekrar değiştirerek… Doğrusunu bulana kadar…

Evet, bu zor bir şeydir, ama imkânsız bir şey değildir.

Şu anda hissedebiliyorum, bazılarınız “Başladı yine Allahsız komünist!” diye söylenip duruyorsunuz; ama ne yaparsınız ki gerçek, en azından benim gerçeğim bu!..

Ne yani, bir devlet memuru ayda ortalama 1.000 TL ile geçinmek zorunda kalırken, yaşamı onu bunu sömürmek üzerine bina edilmiş olan kalleş kodomanın 70-80 milyon liralık yatta gezmesi karşısında sessiz mi durmalıydım yani?!.
Konu dağıldı, biz yine esas meselemize dönelim.

Hadi kendinize bir sorun…

Bugün Allah’a güzel bir borç verdiniz mi?..

Hiçbir şey yapmadıysanız bile, statü olarak sizden düşük birinin gözlerinin içine bakarak hatırını da mı sormadınız yani?.. (“Statü olarak düşük” ne ayıp bir şey değil mi?!.)

Birini onurlandırmak bu kadar mı zor gerçekten sevgili dostlarım?!.

Hadi, kımıldayalım, Yaratıcı bizden borç bekliyor…

Hiçbir şey yapamıyorsak, o güzel saçlı kıza söyleyelim de masasının üzerindeki o küçücük fanusta çaresizce dönüp durmakta olan o kırmızı balığı en yakın nehire veya göle götürüp serbest bıraksın; hayvan işkence çekiyor, görmüyor musunuz?..

Unutmadan…

O veya bu nedenle oruç tutamayanlar…

Her gün için bir fakiri doyurmak gerekiyor, biliyorsunuz…

Hadi bakalım…

Son olarak…

Benim kadar yoksul olup da, infak edecek hiçbir şeyi olmayanlar…

Morali bozuk birinin sırtına konulacak samimi bir el, samimi bir dokunuş, samimi bir gülümseme…

Bu da borç unutmayın…

O sinek o çamurlu suda neden debelenip duruyor, kurtulamıyor mu yoksa?..

10 Eylül 2009 Perşembe

Biz böyle bir millet değiliz!..

Gençten bir adam ellerini kollarını hiddetle ama umutsuzca sallayıp dururken tüm benliğini kasıp kavurduğu belli olan hüzne bulanmış acı dolu bir sesle feryat edip duruyordu, “Yapmayın!.. Biz böyle bir millet değiliz!..” diye…

“Yapmayın!.. Biz böyle bir millet değiliz!..”

Amacım kimseyi yermek, ona buna çamur atarak kendimi temize çıkarmak ve bu yolla egomu tatmin etmek falan değil. Sadece kendi kendime yakınıp duruyorum işte…

Anlamaya çalışıyorum, olan biteni anlamaya…

İstanbul’da yağmur yağmış, başta İkitelli olmak üzere her tarafı sel basmış, otuza yakın insan sele kapılarak ölmüştü. Bunlar 2009’un Eylül ayında olup bitiyordu. İstanbul’un kültür başkenti ilan edilmesine bir yıl kala.

İstanbul’un göbeğinde sele bu kadar insanımızı kurban vermiştik.

Korkunç bir manzaraydı; her taraf çamur gölüne dönmüş, arabalar birbirinin üstüne yığılmış, evleri ve işyerlerini sular kaplamış, ortalık Nuh Tufanına dönmüştü…

Ve birileri, civardaki fabrikalardan ve sular altında kalan evlerden sele kapılıp oraya buraya savrulan eşyaları kapmak için sağa sola koşuşuyor, resmen yağmacılık yapıyordu!..

Birileri can havliyle oraya buraya kaçışıp dururken, diğerleri yağmalayacak mal arama telaşında oraya buraya koşuşup duruyordu.

“Yapmayın!” diye feryat eden o gençten adamın feryatları bunaydı; bunu içine sindiremiyordu genç adam ve öteberiyi yağmalayan insanlara isyan içinde bağırıp çağırıyordu.

Aynı anda televizyonlar, Doğuda yedi şehit daha verdiğimizi geçip duruyordu altyazıyla.

Belediye Başkanı da televizyondaydı ve “Sprey gazları ozon tabakasını deldi…” diye bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, üzgün, mahcup ve şaşkın bir edayla…

Başbakan “Böyle bir şey yüz yılda bir olur.” diye katılıyordu açıklamalara…

Afet mahallindeki dereyi ve derenin çevresinde boyu neredeyse üç yüz metreyi bulan, artık neredeyse bir harabeye dönüşmüş olan Osmanlı eseri köprüyü hiç görmeden, göremeden… Osmanlı, yüzlerce yıl önce buraya neden bu kadar uzun ve büyük bir köprü yapmış ki diye düşünmeden…

Benzer bir şeyi Ticaret Odaları da yapıyordu aynı saatlerde: Maddi hasarın 100 milyon dolar civarında olduğunu söyleyerek!..

100 milyon dolar, diyordu bir yetkili, ama hasarı neden Türk parasıyla açıklamadığı hakkında herhangi bir şey söylemek aklına bile gelmiyordu; sanırdınız ki, sel Amerika’da bir yerde olmuş ve açıklamayı yapan yetkili de Amerikalı!..

Bir başkası “Bu bir takdiri ilahi!” diyordu, derin-hikmetli bir şeyler söyleyen insanların düşünceli mimikleriyle… Her şeyi İlah’ın üzerine yıktığının ve İlah’ı nasıl da gaddar bir konuma düşürdüğünün farkında bile olmadan… Kendi insanları belki de yüz binlerce yıldır orada akıp gitmekte olan derenin çevresini yerleşim alanı yapmıştı ve derenin taşmasını İlah’ın gaddarlığına, acımasızlığına bağlamanın nasıl da yanlış bir şey olacağı aklına bile gelmiyordu; belki yüzlerce örneğini şu kısacık ömründe görmesine rağmen!.. Dere ile denizin bağlantısını kesen Karadeniz Otoyolunun daha geçenlerde sele neden olarak Rize’yi perişan ettiğini çoktan unutmuş bir biçimde…

İlah tabii ki böyle bir takdirde bulunacaktı; senin seçimini değerlendiriyordu, başka bir şey yaptığı yoktu. Hatta son Kitabında, dere kenarına, çamurlu havzaya yapılan evin nasıl yıkılacağını bile anlatıyordu; ama o Kitabı Arapça okumakta ısrar eden kardeşimiz bunu da bilmiyordu tabii…

Çok önemli olduğu için tekrar ediyorum: Onu bunu karalamak, suçu başkalarının üzerine atarak egomu tatmin etmek peşinde değilim; olan biteni anlamaya çalışıyorum, hepsi bu!

Ne kadar acı bir şeydi o yedi kadın işçinin servis aracı haline getirilen minibüsün içinde boğularak ölmeleri!.. Tekstil işçileriydi ve servis aracı diye bindirildikleri şey aslında yük taşıma amacıyla yapılmış arkası kapalı bir minibüstü ve pencereleri olmadığı için hiçbir şey göremeyen kadın işçiler tehlikeyi fark ettiklerinde artık her şey için çok geçti…

Fabrikaya bir mal gibi taşınıyorlardı ve birtakım kişilerce yağmalanan o mallar gibi suların ortasında yitip gitmişlerdi…

Yedi kadın işçiydi bunlar; kimi anne, kimi abla, kimi çocuk yedi kadın işçi… Tekstil işçileri…

Çünkü geçerli ekonomik sisteme göre, bu işçilere normal bir servis aracı tahsis etmek gayri iktisadi bir davranıştı. (Kimseyi yermiyorum; iktisadi liberalizme göre, bu gerçekten gayri iktisadi bir davranıştır. On liraya taşımak varken neden otuz liraya taşıyasın ki?!.)

Asgari ücretle çalışıyorlardı ve bu kadın işçiler gibi 500 işçinin zor koşullar altında bir ayda kazandığı paradan daha fazlasını aylık ücret olarak alan (250.000 TL) bir teknik direktör, aynı saatlerde televizyonlarda yayınlanan bir reklam filminde bizim nasıl bir millet olduğumuzu teatral bir sesle anlatıp duruyordu Türk halkına, kendini beğenmiş, kibir dolu mimik ve tavırlarla, bir tanrı edasıyla…

Selle ilgisi yok gibi görünüyordu bunun, ama aslında bal gibi de vardı ve kimse tarafından kabul edilmek istenmiyordu.

Ve esas mesele buydu işte!..

Takdiri ilahi diye üzerine suç atılan, her şeyi takdir eden İlah gaddar veya acımasız değildi aslında; kulları neden oluyordu her şeye ve bunu bir türlü anlamak istemiyorlardı…

Bütün mesele buydu…

Türkiye, kısacık Ecevit iktidarı dışında son altmış yıldır sağ iktidarlar tarafından yönetiliyordu, İstanbul neredeyse otuz yıldır bugünkü zihniyet tarafından yönetiliyordu ve kamuoyunun zihnine yerleşen inanç, tüm ahlâki kaygıları bir kenara bırakarak vurgun yapanların hep kazanacağı yönündeydi..

Dere yatakları bu nedenle yerleşime açılmış, birilerine rant yaratılmıştı.

Alınteriyle, namusuyla çalışan işçiler ayda 500 lira alırken, 500 işçinin maaşını tek başına almayı başarabilen teknik direktör zulmü bu zihniyetin bir sonucuydu. (Allahaşkınıza, siyasi veya ekonomik aidiyetinizi bir kenara bırakarak bir an için düşünür müsünüz; tek bir kişi, 500 kişinin ücretine denk bir ücret alabilir mi, olur mu böyle bir şey?!.)

Ticaret Odaları işte tam da bu nedenle hasarı Amerikan parasıyla açıklamayı bir zul addetmiyordu; çünkü düzenleri böyle kurulmuştu, başka türlü bir hesap yapmak, olan biteni Türkçe ifade etmek onlara zul geliyordu; Türkçe konuşmak, Türkçe hesaplamak da ne oluyordu ki!..

Aynı saatlerde, bu kez Almanya’dan bir haber geliyordu.

Sevgilisinden hamile kalan bir Türk kızı, abisi tarafından bir ormana götürülmüş, önce boğulmaya çalışılmış, sonra kafasına sert bir cisimle vurularak yüzü gözü dağıtılmış, tüm dişleri dahi kırılmıştı. Doktorlar, kızın ölmeden önce çok kan yuttuğunu tespit etmişlerdi. Bir abi, sevgilisinden hamile kalan kız kardeşini linç etmiş, belki saatler süren bir işkenceyle öldürmüş ve cesedini ormanda öylece bırakıp evine dönmüştü.

Bunun selle, Amerikan parasıyla yapılan hesaplamayla, ayda 500 işçinin ücretine denk bir ücret alan bir teknik direktörle, selde öteberiyi yağmalayan sözde insanlarla ne ilgisi var, diye düşünmek pekala mümkün…

Ama ilgisi var…

Yoğun biçimde ilgisi var…

İnsanın düşünce biçimini içinde yaşadığı ekonomik sistem belirliyor. (Bir zamanlar, insanların özel hastane açacağını ve bu yolla para kazanacağını düşünebilir miydiniz?.. Oysa şimdi ne kadar normal ve hatta ne kadar gerekli gibi görünüyor değil mi?.. Bir zamanlar faiz almak Allah’a ve Hz.Muhammed’e savaş açmak anlamına geliyordu -çünkü Kuran, “savaş” sözcüğünü de özellikle kullanarak aynen böyle söylüyor- oysa şimdi böyle mi? Her şeyin faize bağlandığı bir sistemde aksini düşünmek mümkün mü? Bu işte hiçbir suçları olmayan genç kuşakların böyle bir kaygılarının olması düşünülebilir mi; iktisat fakültelerinde bunun tam tersi öğretilmiyor mu, “borsa” insanları tir tir titretiyor mu hiç, acaba günaha mı giriyorum diye; böyle düşünmek artık mümkün mü?!.)

İktisadi liberalizm, insan vicdanından merhameti söküp atıyor; bu böyle, çünkü merhamet iktisadi değil! İlk okuyuşta basit bir slogan gibi geliyor, ama öyle değil. Bu sistemde merhamete ihtiyaç da yok, yer de… Çok içten söylüyorum, bu kez, en azından bu kez, komünizm propogandası falan yapıyor değilim; yukarıda da değindiğim gibi, içinde yuvarlanmaktan artık iyice örselendiğim bu karmaşayı anlamaya çalışıyorum.

Yanlış giden bir şey var ve ben bunu anlamaya çalışıyorum…

Türk Milleti özellikle Mustafa Kemal’in ölümünden sonra yoğun bir çözülme, dağılma, yozlaşma sürecine girdi ve bu süreç içinde boğazına kadar zillete gömülmekten kurtulamadı.

Zillet her tarafımızı öylesine sarıp sarmaladı ki ve bu hastalık düşünce biçimimizi öyesine kötü biçimde etkiledi ki artık hiçbir şeyin farkında bile olamadan oradan oraya savrulup duruyoruz.

Sosyologlarımız ve psikologlarımız da çaresizce dolanıp duruyor ortalıkta, ne oluyor bize böyle diye; dişe dokunur bir araştırma ve dişe dokunur bir sonuç veya çözüm önerisiyle ortaya çıkabilen yok.

Toplumsal bir cinnetin içinde debelenip duruyoruz…

Biliminsanları İstanbul’da çok yakında bir deprem olacağını ve büyük bir felaket yaşanacağını söyleyip duruyorlar, ama bazı istisnalar dışında hiçbir şey yapmadan öylece bekleyip duruyoruz bu “takdiri ilahi”yi… Çünkü sistemin bu konuda bir çözüm önerisi yok!.. Çözüm önerisi olsa bile, kamu iktisadi teşekkülleri ona buna peşkeş çekildiği ve kamu hazinesi iflasa sürüklendiği için buna gücü yok!..

Felaket kapımızda, Allah biliminsanları aracılığıyla bizi uyarıyor; ama yapabileceğimiz hiçbir şey yok, çünkü sistemin bunu yapmaya niyeti yok!..

Sanıyorum bu ulus-devlet modelimizden kaynaklanan bir sorun; daha doğrusu bu ulus-devleti içlerine bir türlü sindiremeyen birtakım kişi ve kuruluşların vicdandan ve asgari ahlâktan yoksun girişimlerinden kaynaklanan bir sorun.

Kabaca bir tespit yapılacak olursa, bizi biz yapan iki ana unsur mevcuttu bugüne kadar. Bunlardan biri Türklük, diğeri de Müslümanlıktı.

Türklük son zamanlarda öylesine yoğun saldırılar altında ezilip kaldı ki, insanlar artık neredeyse ben Türk’üm demeye utanır hale geldiler; ve çimentonun en belirgin unsuru böylece dağılmaya yüz tuttu. Bizi öylesine bölüp parçaladılar ki, Allah korusun, bir iç savaş çıkması an meselesi…

“Türkiye vatandaşlarına Türk denir” nitelemesi, yeterliydi son zamanlara kadar; ama şimdi neredeyse otuz-kırk etnik kimlikten söz etmek entellektüel bir çaba sayılıyor.

Amerika tarafından dayatıldığı su götürmez olan bir “açılım”dır sürüp gidiyor, hatta Başbakan “Biz bu adımları açılım için attık ve atmaya devam edeceğiz.” diye açıklamalar yapıyor; ama örneğin hiç kimse “Hangi adımları attınız muhterem?” diye sormayı bile akıl edemiyor…

Sahi, hangi adımlar?..

Nedir bu Kürt açılımı, neyi kapsıyor, nereye kadar gidiyor, birdenbire nereden çıktı?..

Hürriyet’ten Cüneyt Ülsever (ki bu muhterem liberaldir ve ben her seferinde ne kadar şaşırıyor olsam da liberal olmasına rağmen gerçekten namuslu bir adamdır; demek ki bunların namusluları da var), bu meselenin bir Kürt Meselesi değil, bir Kuzey Irak meselesi olduğunu anlatıp duruyor ne zamandır. Amerika Irak’tan çekiliyor ve orada düzeni sağlamak, ABD’ye petrol parası akışını garantiye almak için bir güç gerekiyor, bunun için de Mehmetçik üzerinden birtakım hesaplar yapılıyor. Bunun Kürt kardeşlerimizle ne ilgisi var? Oradaki ağalık, şeyhlik düzenini yıkıp toprakları fakir fukara Kürt kardeşlerimize mi vereceksiniz, marabalığı ortadan mı kaldıracaksınız, yoksulluğu bitirip herkesi refaha mı kavuşturacaksınız; yoksa Türkiye’nin Doğusunu ve Güneydoğusunu PKK’ya mı teslim edeceksiniz; hiçbir şey belli değil. (Bugünkü konjonktür PKK’ya verilmeyeceğini gösteriyor, şimdi süreçte Talabani ve Barzani var; ama yarın ne olur, Amerika neye karar verir, belli değil.)

Hangi adımları attınız muhterem?

Esas sorunları utanç verici bir yoksulluk olan Kürt kardeşlerim için hangi adımları attınız; toprakları köylülere mi dağıtıyorsunuz, ağalığa mı son veriyorsunuz; hangi adımlar…

Mesele anadile indirgenecek kadar sıradan değil, mesele yoksulluk ve işte tam da bu nedenle aşağılanmak meselesi; yoksa ben de anadilimi (Boşnakça) kullanamıyorum, ama Allah’a şükür bir işim var ve ailemi kıt kanaat de olsa geçindirebiliyorum. Kürt delikanlıları anadillerini konuşamıyorlar diye çıkmıyorlar dağa, yoksulluk nedeniyle aşağılandıkları için çıkıyorlar.

Bu kardeşlerim için hagi adımları attınız?..

Bunu sorduğunuz zaman da bir anda Ergenekoncu olup çıkıyorsunuz?

Bizi bir arada tutan diğer unsur Müslümanlıktı bugüne kadar.

Camiden bir ezan sesi yükseldiğinde laiki-antilaki, müslümanı-ateisti, sağcısı-solcusu hepimiz mistik bir çekim alanına kapılır, hüznün o tarif edilemez büyüsü içinde gezinip dururduk.

Ama bu konuda da öylesine bölündük ki, sanki cetvelle çizilmişcesine üçe ayrılmış durumdayız artık: Bir tarafta Türkiye’yi Suudi Arabistan’a çevirmeye çalışan ama bunu yaparken şu üç günlük ömürde akılları fikirleri daha fazla servet biriktirmeye takılıp kalanlar, bir tarafta dini imanı reddeden Allahsız laikler(!), komünistler, bunların arasında da olup biteni çaresiz gözlerle izlemekten başka bir şey yapamayan kendi halinde şaşkın, mütedeyyin, fakirlikten artık psikolojik patoloji sınırlarında gezinip duran ezici bir çoğunluk…

Çimento hızla dağılıyor, saflar hızla belirginleşip hırçınlaşıyor ve biz selde boğulan kardeşlerimize mi, aynı gün dağlarda şehit verdiğimiz kahramanlarımıza mı, yoksa sefalet içinde yaşamaktan yoğun bir ahlaki erozyon içinde yitip gitmiş yağmacı vatandaşlarımızın bu içler acısı haline mi ağlayacağımıza bir türlü karar veremiyoruz

Evet, ağlamasına ağlıyoruz da, hangisine ağlıyoruz, bunu dahi bilemiyoruz…

Geçen gün de yazmıştım; artık ne komünist eski komünist, ne de Müslüman eski Müslüman…

Her şey karmakarışık artık…

Muhtemelen İletişim Fakültesi mezunu olan muhabir, “Yağmurlar önümüzdeki günlerde de devam edecekler.” dye konuşuyor, ekrandan gözümüzün içine bakarken. Amerikancadaki özne-yüklem uyumunu Türkçe’ye de uygulamakta hiçbir beis görmeden. Çünkü gazetedeki köşe yazarlarından tutun da, televizyondaki ünlü yorumculara kadar herkes böyle konuşuyor artık. Reklamı hazırlayan kişi, “Şu şampuanı kullanın, saçlarınız eskisi gibi çabuk kırılmasınlar.” diyebiliyor, hiçbir utanç duymadan. “Çoğul özne insansa yüklem de çoğul olur genelde; bu nedenle ‘saçlarınız eskisi kadar kolay kırılmasın’ demelisiniz” dediğinizde inanmaz gözlerle süzüyor sizi; çünkü Amerikan kültürüne aidiyeti öylesine perçinlenmiş ki, bir Türk gibi konuşmayı dahi içine sindiremiyor artık.

Kültür aşınmasına bakar mısınız?

Çok yakında şahit olacaksınız; delikanlı sevgilisine “gözlerin ne kadar güzeller” diye hitap edecek; böyle bir şey kabul edilebilir mi?!. (Aklınız karıştı değil mi; doğrusu, “gözlerin ne kadar güzel” olacak aslında.)

Geçenlerde, 8-10 yaşlarında üç çocuk, gözüm gibi baktığım, gece on ikilerde çıkıp yemek verdiğim kedileri taşlıyordu fütursuzca; yağmurdan ve gök gürültüsünden ürkmüş bir durumda çöp tenekelerinin altına gizlenenerek korunmaya çalışan küçük kedileri… Çünkü aileleri böyle yetiştiriyordu onları; Ramazanda oruç tutan ve Arapça okudukları Kuran’da bu hayvanların insanın emanetine zimmetlendiğini bilmeyen aileleri…

Bunun selle, iktisadi liberalizm rantıyla, ahlâki yozlaşmayla ne ilgisi var bilmiyorum; sadece merhametin, tamamına yakını Müslüman olan bu toplumdan nasıl sökülüp atıldığını anlamaya çalışıyorum. Şimdilik beceremiyorum, tek yapmaya çalıştığım şey anlamaya çalışmaktan ibaret…

Yağmacıları uyarmak için kendini paralayan o genç adam “Biz böyle bir millet değiliz!” diye bağırıp çağırırken haklı mıydı artık bunu bile bilemiyorum. Biz böyle bir millet miyiz gerçekten?!.

Her zamankinden daha fazla yardıma ihtiyacı olan kız kardeşini vahşice katleden…

Felaket esnasında yağmacılık yapmayı düşünebilen…

Korkmuş küçük kedileri taşlayabilen…

İnsan hatasını İlah’a yüklemekte hiçbir beis görmeyen…

Müslüman olmasına rağmen, “Bir lokma bir hırka”yı bırakıp yeryüzündeki tüm servetleri ele geçirmek için marazi bir hırsla oradan oraya saldırıp duran…

Komşusu aç yatarken tok yatmakta hiçbir sakınca görmeyen…

Türk gibi konuşmayı içine sindiremeyen; Amerikalılar gibi dolar üzerinden hesap yapan veya onların gramerini kullanmaktan marazi bir zevk alan…

Ülkenin mağrur dağlarında kardeşi kardeşe kırdıran…

Tekstil işçisi kadınları bir meta gibi mal taşıma araçlarında götürüp getiren…
Hastalanan kardeşlerine ekonomik durumlarına göre muamele eden… (İşte bunu hiç affedemiyorum sevgili dostlarım, bu alçaklığa hiç katlanamıyorum ve Allah’a binlerce kere şükürler olsun ki, yaşadığım sürece de hiç katlanamayacağım inşallah!.. Ne demek paran var mı, ne demek?!. Böylesine alçakça bir şeyi insan içine nasıl sindirebilir?!. Yuh olsun bize, yazıklar olsun bize!.. Diğer milletlerin de benzer şeyler yaptıkları bir savunma olamaz; eğer böyle yapıyorlarsa, Allah onların da bin türlü belasını versin!..)

Bilmiyorum…

Bu çalışmada mümkün olduğu kadar hırçın davranmamaya çalışıyorum gördüğünüz gibi; çünkü kime saldırmam gerektiğini bilmiyorum.

Belki de, bu satırların yazarı fakir dahil, hepimiz böyle olduğumuz içindir bu.

Anlamaya çalışmaktan yorgun düştüm, tükendim kaldım…

Anlayamıyorum…

Ölüm denen bir şey var sevgili dostlarım, bir gün öleceğiz; bu dünyayı, bu servetleri, bu nimetleri yanımızda götüremeyeceğiz…

O, sevgilisinden hamile kalmaktan başka suçu olmayan zavallı kızkardeşimize belki bir doktor bulmalıydık…

Çöp tenekesinin altına sığınmış olan o kedilerin belki başını okşamalıydık…

Felaket esnasında mal kapmaya çalışmaktansa, yaralarını sarabileceğimiz birilerini aramalıydık belki…

Kendi hatamızı İlah’a yükleyip felaketi takdiri ilahi diye geçiştireceğimize, dere yataklarını neden yerleşime açtığımızı, bunu hangi nedenlerle yaptığımızı düşünmeliydik belki…

Madem Müslümandık, o halde ailemizi geçindirecek kadar bir servetin bize yeterli olması gerektiğini bilmeliydik belki…

Türk gibi konuşmaktan utanç duyacağımıza, Amerikalılar gibi konuşmaktan utanç duymayı öğrenmeliydik belki…

Komşumuz aç yatarken tok yatmayı reddedip, buna neden olan sistemi sorgulamalı, tek bir kişi 250.000 lira maaş alırken bir tekstil işçisinin neden 500 liraya çalıştığını anlamaya çalışmalıydık belki…

Bize bir şeyler oluyor…

Biz böyle bir millet değildik gerçekten…

Biz böyle bir millet değildik…

Peki ne yapmalıyız?

Temel mesele bu; ne yapmalıyız?

Kürt meselesinde de, Türk dili meselesinde de, rant için tabiatın katledilmesinde ve birtakım felaketlere davetiye çıkarılması meselesinde de, Mustafa Kemal’in bu muazzam eserinin her geçen gün daha da törpülenerek yozlaştırılması meselesinde de, doktor ihtiyacı olan hamile kız kardeşin hunharca katledilmesinde de, kahramanlarımızın her gün camileri dolduran şehit cenazeleri meselesinde de, küçük kedilerin taşlanması meselesinde de; velhasıl her gün bizi bizden biraz daha koparan bu tip meselelerde iç sesimize, vicdanımıza danışmalı ve o iç ses doğrultusunda var gücümüzle savaşmaya devam etmeliyiz.

Başarırsak mesele yok!..

Başaramazsak da mesele yok; çünkü o taktirde hiçbir şey yok zaten…

Temel sorun, bir kişinin 500 kişi kadar ücret alıp alamayacağı meselesi dostlarım; bütün mesele aslında bu!.. İslam, komünizm, liberalizm, sağcılık-solculuk, Kürtçülük-Türkçülük bu konuda ne diyor?..

Merhamet bu konuda ne diyor?..

Vicdan bu konuda ne diyor?!.

O iç ses bize neler fısıldıyor?!.

Bütün mesele bu!..

Her şey herkesin mi, her şey bir avuç kalleşin/namussuzun/ahlâksızın mı?!.

Bu mesele çözülmeden, merhamet bunca yerleşmeden hiçbir şeyi halledemeyeceğiz gibi geliyor bana…

“Ölmeden önce ölünüz”e ne oldu sevgili Müslüman dostlarım, “bir lokma bir hırka”ya ne oldu?!.

Bizim İlahımız gaddar bir İlah değil; sadece aklımızı kullanmadığımızda ve merhamet göstermediğimizde hiddetleniyor; hepsi bu!..

Hepsi bu!..

Merhamet…

Allahaşkınıza biraz merhamet…

Biraz merhamet…

5 Eylül 2009 Cumartesi

Zavallı

Tarih Eylül 2009…
Bakkal kılığına giren ekonomi profesörü “Sakız al, ekonomi kurtulsun!” diye fetva veriyor…
Bir başkası, “Simit al!” diyor; diğeri de “Oyuncak al!”…
Al, ver, ekonomiye can ver!..
“Ahlâksız herifler sizi!” diye başlayan bir cümle kurup devamını getirmek ve bu vicdansızları ahlâki açıdan mahkûm etmek ne kadar kolay!
Ama iş bu kadar basit değil!
Bu adamlar vicdansız falan değiller aslında!..
Halkla dalga falan da geçmiyorlar.
Sadece acınası derecede haklılar…
Haklılar!..
Hem mantık olarak haklılar, hem iktisat bilimi açısından haklılar!
İktisadi liberalizmin uygulandığı ülkelerde ekonomik durgunluk bu acınası çaresizlerin sembolize ettiği biçimde aşılır gerçekten… (“Mantık” özel bir husus; toplumların mantığını/nasıl düşüneceğini, “geçerli mantık” açısından neyin kabul edilebilir olup olmadığını hakim sınıflar belirler. Orhan Pamuk bu “mantık” çerçevesinde “Türkler bir milyon Ermeni’yi kesti!” demiştir ve “mantığı belirleyenler” kendisine Nobel ödülüyle birlikte bir emekçinin tüm yaşamı boyunca kazanamayacağı kadar ciddi bir para ödemişlerdir.)
Bu reklamları yapanlar haklılar…
Acınası ölçüde haklılar…
Çünkü halk tüketmezse, elindekini avucundakini bunlara vermezse sistem yürümüyor!..
Ne kadar bağırıp çağırsanız da, isyan etmekte ne kadar haklı olsanız da gerçek bu!
Halk tüketecek ki sistem yürüsün!..
“Sisteminizin Allah bin türlü belasını versin!..”
Bu da çok kolay bir çözüm önerisi oldu, çünkü Allah bunların sisteminin belasını vermez! (Vermesine verir de, bu, bu çalışmanın dışında bir şey; bunu bugüne kadar çok irdeledik; yine de merak edenler Kuran’ı açıp Yunus Suresi’nin 100. ayetini okuyabilirler.)
Bu sistemin belasını verecek olan halktır!..
Peki halk bu sistemi neden alaşağı etmiyor; hatta bırakın alaşağı etmeyi, neden böyle bir şeyi aklının ucuna bile getirmiyor?
Getiremez!..
Can çekişmekte olan bir adam, yatırıldığı hastane odasının dekorasyonundaki bazı olumsuzluklar nedeniyle estetik birtakım kaygılar taşıma lüksüne sahip değildir!..
Darwin’i seversiniz sevmezsiniz, bu ayrı konu; ama güçlü değilseniz -aslında güçlü olduğunuzun farkında değilseniz veya bu farkındalık için hiçbir gayret içinde de değilseniz ve bu nedenle gücünüzü kullanamıyorsanız- kaybedersiniz, türünüzü devam ettiremezsiniz. (Aslında sırf bu düzenek bile umutlanmak için yeteri kadar veri sunmaktadır; türünü devam ettiremeyenler yok oldukça besin zincirinin tepesindekiler de yok olmaya mahkûmdurlar, çünkü o türle besleniyorlardır; hani Marx’ın bir zamanlar söylediği şu “kapitalizm kendi mezarını kazıyor!” meselesi. Ama ne yaparsınız ki, “evrim” yavaş seyreden bir mekanizma; Arz neden bir anda değil de 6 günde yaratıldı sizce?.. Hayır, bu, “can çekişmekteyken estetik kaygılar taşıyan bir adamın hezeyanları” değil; her şeye rağmen, belki çok uzaklarda bile olsa, “umut” olduğunu göstermek için bir çırpınış sadece; tabii zaman buna yetecekse…)
Bakın, bunlarınkinden milyonlarca kez daha “mantıklı”(!) bir öneri ne kadar komik kaçacak (bakın; “komik”ten sonra parantez içinde ünlem işareti koymadım, çünkü gerçekten komik kaçacak).

Çalışanına, emekline, emekçine %30 zam yap; ekonomi kurtulsun!..

İktisat bilimi açısından komik değildir bu öneri, Keynes de benzer şeyler söyler ve dönem dönem uygulanır bu öneri... Komik olan; ezilen, mahvedilen, zihninin/cüzdanının/aile bütçesinin/geleceğinin ırzına geçilen bu halk dahil, hatta birtakım sendikalar(!) dahil, hiçbir kesimin bunu hayal dahi edememesidir!
Bu, hayal dahi edilemeyecek kadar sıradışı/mantık dışı bir öneridir; bu nedenle komiktir!
Mantık dışıdır, hayal dahi edilemez; çünkü belki ekonomik durgunluk aşılır, ama sonuçta “hakim sınıflar” -çok mu komünist ağzı oldu?- ekonomik durgunluk aşılmasına, piyasa işlerlik kazanmasına rağmen perişan olurlar!..
Süreç, kendini toparlayacak yeterli zamanı bulamayacağı, piyasa “döngü”yü yeterli sürede kuramayacağı için şirketlerin çoğu batar!..
Enflasyon yükselir, hükümet ilk seçimlerde iktidardan düşer!..
Prim ve vergi taplayamayacağı için sosyal güvenlik sistemi ve kamu maliyesi çöker.
Açmaza bakın!
Ekonomi kurtuluyor, ama ekonominin baş aktörleri kaybediyor!..
İşte bu nedenle komiktir bu öneri…
Belki “trajikomik” daha doğrudur, ama sonuçta komik, komiktir işte!
Neden “gemini sat, bu parayla simit al!”, “İsviçre’deki paranı getir, oyuncak al!” veya “borsadaki hisselerini sat, sakız al!” değil de, sadece “sakız al/oyuncak al/simit al!”?..
Çünkü sistem böyle işliyor; fakir fukara, garip gureba (bir zamanlar müslümanlar(!) bu “garip gureba” söylemini ne sık kullanırlardı değil mi?) elindekini avucundakini bunlara verecek ki sistem yürüsün, soygun devam etsin, vicdan saklandığı mağaradaki marazi uykusuna devam etsin!.. (“Soygun” nitelemesini -özde öyle düşünmeme rağmen- bu kez kapitalist kâr için kullanmıyorum; çünkü şirketlerin çoğunun, dolayısıyla bu düzen içinde namusuyla para kazanmaya çalışan çoğu işverenin en az bizim kadar zor durumda olduğunu biliyorum. Bunların çoğu 2008’de ve 2009’un ilk iki çeyreğinde zarar beyan ettiler, durumları gerçekten hiç de iç açıcı değil. “Soygun” doğal olarak bir avuç kişi tarafından yapılıyor; çünkü pasta o kadar büyük değil, herkese birden yetmiyor. Son birkaç yılda kim zenginleşti, etrafınıza şöyle bir bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Ne garip; emekçisi de can çekişiyor, kapitalisti de… Ne yazık, ne kadar yazık… Şu üç günlük ömürde herkes stres içinde birbirini nefretle süzüp duruyor… İntiharlar, bunalımlar, depresyon, aile içi kavgalar, umutsuzluk, kin, nefret, gözyaşı… Ve bu işten anlayanlar, büyüklerimiz, “efendilerimiz” bize sakız çiğnememiz gerektiğini söylüyorlar… Heyhat!..)
Başlıktaki “zavallı” nitelemesi kimin içindi?
Hayır, tabiiki bu reklamları yapanlar için değildi, hatta enayi yerine konan biz tüketeciler için de değildi…
Tüm insanlık içindi…
İnsanoğlu için…
Zavallı insanlık…
Kök hücreden yapay organ üretme aşamasına gelen bu teknolojik zirvede bile en basit sorunlarından birini çözemedi.
Paylaşmayı öğrenemedi…
Bu gidişle öğrenecek gibi de görünmüyor…
Ve bitirirken kararlı mı kararlı bir itiraz:
Siz kimsiniz ki benimle “sen” diye konuşuyorsunuz terbiyesizler!..
Neden “sakız alın!” değil de “sakız al!”?!.
Hadi, “gemini sat, simit al!”, adamı hasta etme, seni kırtosbağası seni!..
“Sen”miş!..
En çok gücüme giden de bu işte!..
Senin karşında babanın uşağı mı var edepsiz!?.
Sen kimsin ki bana “sen” diye hitap edebiliyorsun?!.
İşte Marx da özde benzer şeyleri kastetmişti, “Kapitalizm kendi mezarını kazıyor!” derken; can çekişmekte olan bu fakiri bile estetik birtakım kaygılar duymaya itebiliyorlar böyle!..
“Sen”miş!..
Asıl sen, sensin be!..
Kendine gel, adamı hasta etme liberal!..