14 Haziran 2009 Pazar

Sevgi

Önce gözlerini gördüm; bana bakıyordu…
Bana bakıyordu.
Sonra… Sonra o gözlerden içeri doğru çekildiğimi hissettim; karşı konulamaz bir çekim gücüne kapılmış, çekildikçe çekiliyordum.
Çekiliyordum…
Çekiliyordum…
Derinden gelen o gizemli uğultunun girdabında yitip gitmeye başladığım anda birkaç şey daha oldu: Önce o gözler hariç tüm cisimler, hatta tüm madde silinmeye başladı; derinliklerimden bir yerden kopup tüm vücudumu saran o ılıklık hissi, o güne dek hiç işitmediğim tanrısal bir melodi eşliğinde Kozmos’a yayılmaya başladı. Engin kozmik boşlukta hiçbir şey yoktu artık; o betimlenemez ılıklık, o tanrısal müzik ve o gözler dışında…
Belli belirsiz bir ürperti eşliğinde neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, o gözlerde O’nu gördüm birden; gözlerimin içine yoğun anlamlar çağrıştıran bir gizemle süslenmiş, derin bir merhamet ve sevgiyle bakıyordu.
Tanrı’ydı bu; O’ydu…
Milyarlarca yıldır yoğunlaşarak madde halini alan enerji eski haline dönmüştü; üçümüz, ivmesini giderek artıran bir vakum içinde, bir enerji yumağı oluşturmuş, çılgınca dönüp duruyorduk: Ben, o ve O… Zaman kaybolup gitmişti, mekân da…
Sonra bir şeyler değişmeye başladı; yavaş yavaş, ama belirgin bir biçimde… Bir şeyler oluyordu; henüz tanımlayamadığım bir şeyler…
İçinde çılgınca dönüp durduğumuz sıfır hacimli ve sonsuz yoğunlukta o noktacık patlamıştı; patlamayla oluşan ve betimlemek için kelimelerin yetersiz kalacağı bir parlaklık eşliğinde hiçliği istila etmeye başlayan ışın demeti saniyeler içinde soğuyarak maddeleşmeye başlamıştı. Aynı anda, anlaşılamayan bir şey daha olmuştu: Birbirinden kopuk, birbirinden bağımsız “an” parçacıkları arka arkaya dizilmeye başlamış ve belirgin bir akıcılık kazanmıştı; “zaman” oluşuyordu…
Zaman…
Birkaç saniye içinde ısı bir milyar dereceye indi. Madde yığınları artık matematik bir disiplinle bir araya geliyor ve belirli bölgelerde öbek öbek birikiyordu.
Sonrası çok daha çabuk gelişti…
Galaksiler…
Nispeten kenarlarda bir yerde, yine nispeten küçük bir galaksi… Kenar mahallelerden birinde bir yıldız… Uyduları oluşuyor… Mavi bir küre… Mavi, giderek yeşile dönüşüyor; mavi-yeşil artık… Ve mavi küre bir uydu yakalıyor… Mavi kesimlerde, bu küçük uydunun çekim gücünden kaynaklanan gel-gitler başlıyor… Okyanuslarda ilk mikro organizmalar… Mavi-yeşil algler… Mucize… Yaşam… Bitkiler… Fotosentez ve oksijen… Koruyucu bir tabaka oluşuyor; ozon… Okyanuslar cıvıl cıvıl artık; her tarafta çeşitli büyüklükte balıklar cirit atıyor. Gel-gitler yaşamı karaya taşıyor. İlk amfibik yaratıklar; hem denizde, hem karadalar… Mavi-yeşil küre cıvıl cıvıl artık; her taraftan yaşam fışkırıyor. Dev yaratıklar… Bir göktaşı… Çarpıyor… Yoğun bir toz tabakası… Güneş ışınları bu tabakayı delemiyor; her yer karanlık… Karanlık… Dinozorlar ve diğer canlılar birer birer yok oluyor… Uzunca bir süre her yer sessiz artık… Ve bir süre sonra her şey normale dönüyor… Her yer yine cıvıl cıvıl…
Ve aniden bir Nefes kaplıyor ortalığı; Tanrısal bir Nefes…
Otoriter bir ses, “Susun!” diyor meleklere, “Susun!.. Ben, sizin bilmediklerinizi bilmekteyim. Ona bir şans daha vereceğim; o özel bir tür, o buna layık!..”
Nefes, ayakları üzerinde dik yürüyebilen o özel canlının içine doğru akıyor bir kez daha… Daha önce kendisine verilen şansı kullanamayan yaratık, bu Nefesle bir kez daha ödüllendiriliyor; belki de son bir kez sınanmak üzere ödüllendirildiğini bilmeden; hiç bilemeden…
İlk aletler… Taş balta… Çakmak taşı… Ok ve yay… Ortak mülkiyet… Komünist bir paylaşım. Çok sonraları yaşayacak olan bir düşünürün dediği gibi: Yârin yanağındaki ben hariç her şey ortak…
Göçebelikten, avcı-toplayıcılıktan yerleşik düzene geçiş… İlk tarım…
Ve mülkiyet hırsı… Her türlü aşkın duyguyu yerle bir etmek pahasına mülkiyet hırsı… Savaşlar… Köleler… Cinayetler… Habiller’e karşılık, Kabiller!..
Servet…
Servet ve bunu depolama; hırsla, marazi bir tutkuyla, çılgınca ve herkese, her şeye rağmen depolama arzusu…
Sanayi devrimi… Buhar gücü… Makineler… Ve giderek, makine yapabilen makineler… Doğal kaynakların talanı… Ve kaçınılmaz tüketim ekonomisi…
Emperyalizm…
“Servet”in inanılmaz boyutlara yükselişi…
Hainlikler, rezillikler, namussuzluklar…
Çarpık kültürün genetik soysuzluğu: Daha fazlasına sahip olmalıyım, daha fazlasına, daha fazlasına!.. Daha fazla tüketmeliyim, daha fazla, daha fazla!..
Artık sözlüklerden çoktan silinen bir sözcük: Merhamet…
Rekabet… Rekabet… Rekabet…
Stres… Depresyon, depresyon, depresyon… Ve acz tabii…
Yoğun bir acz…
Herkes düşman!.. Herkes düşman!.. Herkes düşman!..
Yalnızlık… Yoğun bir yalnızlık… Yoğun kalabalıklar içinde, yoğun mu yoğun bir yalnızlık…
Ve tam o anda, o bir çift göz…
Bana bakıyor… Sadece bakmıyor, görüyor da beni… Görüyor…
Ve birden her şey anlam kazanıyor; o bir çift gözün içinden bir başka bir çift göz fısıldıyor kulağıma; bakarken fısıldıyor ve fısıltı tüm ruhumu bir baştan bir başa yıkayıp, temizleyip, arındırıp yerleşiyor içime:
O betimlenemez ılıklık ve o tanrısal müzik tekrar ortaya çıkıyor.
Bak, diyor, o kozmik göz, Bak!.. Bak ve gör! Her şey, tek şey bu! Gerisi sahte, gerisi yapay, gerisi deneme aracı!.. Her şey bu! Tek şey bu!..
Hiçbir şey göründüğü gibi değil; hiçbir şey göründüğü kadar kötü değil… Sev onu… Onu sev… Buna “sevgi” diyorsunuz… Sev onu… Sev onu ve Ben’i gör onda… Ruhun merhametle dolsun…
Ona “sevgi” diyorsunuz, ona “sevgi” diyorsunuz… Onu sev… Sev onu ve beni gör onda… Ben ondayım, ben sendeyim, ben her yerdeyim.
Sev onu ve beni gör onda!..
On altı milyar yıldır bunun için var ediyorum her şeyi; sana şans üzerine şans sunmam hep bu yüzden… Çok fazla zamanın kalmadı artık, çok fazla zaman yok… Sev onu ve beni gör onda…
Sev onu…
Sev onu ve “her şey”i anla; için merhametle dolsun.
Merhamet.
Sev onu ve için merhamet dolsun; böylelikle her şeyi sevecek, her şeye merhamet gösterecek, her şeyi “görecek”, mevcudiyetin sırrına vakıf olacaksın…
Sev onu ve gör beni… Beni gör… Gör beni…
Çünkü… Çünkü bu son şansın; bu, sana verdiğim son şans!..
Azarlayarak susturduğum meleklere kulak ver; “Orada kan dökecek, merhametsizlikler yapacak birini mi halife kılıyorsun!” diye sitem etmişlerdi. Onları nasıl susturduğumu hatırla ve bari bu son şansını iyi kullan!.. Merhamet göster, saygı göster, sev…
Sev onu!..
Tek olan bu; gerisi yapay, gerisi geçici, gerisi sahte!..
Sevgi…
Merhamet…
Bilinç…
Sevgi, merhamet ve bilinç…
Ruhunu rafine edecek olan bu; “diğer taraf”ta, “esas yaşam”da seni var edecek olan, kalıcı kılacak olan, ölümsüz kılacak olan işte bu üçlü…
Sevgi, merhamet ve bilinç…
Sev onu…
Sev…
İçin merhamet dolsun…
Ve bilincini kullan, bunun üzerinde düşün.
Düşün…
Düşün…
Düşün…

12/6/2009

11 Haziran 2009 Perşembe

Azrail'e Mektup

Sevgili dostum,

Son zamanlarda sıklaşan “hatırlatmalarına” bakılırsa, sanırım çok da uzak olmayan bir gelecekte yüz yüze gelme fırsatını yakalayacağız.

Beni bir süre arafta mı bekletirler, yoksa cennet veya cehenneme hemen mi gönderirler bilmiyorum. Her ne kadar büyük Meleklerden biri olsan da, senin de bu konuda herhangi bir insiyatifin olduğunu sanmıyorum; ama bu dostuna yardımcı olacağın umuduyla, birtakım isteklerimi ilgililere aktarırsın diye sana yazmakta bir sakınca görmüyorum. Nihayet, elçiye zeval olmaz, değil mi!

Arafta kalacağım süre içinde veya cennet veya cehennemde geçireceğim süre içinde Yaratıcı’nın bana layık gördüğü işlemin başımın üzerinde yeri var; hiçbir itirazım olmayacağı gibi, Yaratıcı’nın bu kararını ürpertici bir saygıyla kabul edeceğimi biliyorsun.

Ne var ki, Arz yaşamında kullarına bugün “cumhuriyet ve demokrasi” diye isimlendirilebilecek bir sistemi uygun gören (1) Yaratıcı, o tarafta da buna uygun talepleri kabul eder diye ummaktan da kendini alamıyor insan. Bu umut içinde, mekanım her neresi olacaksa, şu dileklerimin dikkate alınmasını talep ediyor, bu konuda sen sevgili dostumdan yardım rica ediyorum.

İlgililere ulaştırmanı rica ettiğim taleplerim şimdilik şöyledir:

1) Bulunduğum yerde “riya” istemiyorum arkadaş! Herkes ya olduğu gibi görünmeli, ya da göründüğü gibi olmalı. Bu tarafta Maun Suresi’yle riyakârlara muazzam bir tokat atan Yaratıcı, lütfen aynı tavrını o tarafta da göstermeye devam etsin. (Bu istek oldukça anlamsız aslında; zaten Sünnetulah’ta herhangi bir değişiklik olmayacağı Kuran’da yazıyor (2); ama ben yine de “bu taraf” taki gafiller belki ürperirler de kendilerine gelirler diye bir hatırlatayım dedim.)
Öyle Allah’ın ismini ağızından düşürmeyeceksin, en ufak bir konuda gösteriş yapmaktan kaçınmayacaksın ama Allah’ın Ofer’ine, modern tefecilik olan borsa vasıtasıyla bir gecede 500 milyon dolar kazandıracaksın, Türkiye’nin en çok Kurumlar Vergisi ödeyen şirketini yabancılara altın tepsi içinde sunup peşkeş çekeceksin; “Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz!” diye kin ve nefret kusmaktan kendini alamayacaksın (Ama Allahları var; Sümerbank’ın ismini gerçekten tarihten sildiler); yardım dernekleri kurup veya islami holdingler (ne demekse) vasıtasıyla topladığın paraları cebe atacak, yüzbinlerce insanın sefil olmasına neden olacaksın (Bu arada şu Maun Suresi (3) gerçekten muazzam dostlarım, lütfen Kuran’ı açıp şu kısacık sureyi bir daha okuyun veya hadi size bir güzellik yapıp, dipnotta sureyi dikkatlerinize bir kez daha sunayım da “namaz da kılan” bu riyakârların nasıl gösteriş yaptıklarını ve fakir fukarayı nasıl ezdiklerini, iyiliğe ve zekâta nasıl engel olduklarını bir kez daha görün; bu sure bir mucize değil de nedir?!.); ülkenin topraklarını yabancılara, özellikle Büyük Ortadoğu Projesi kapmasında bundan 50 sene 100 sene önce planlanan tezgâhların bir gereği olarak özellikle İsrail’e peşkeş çekeceksin!..

Riya istemiyorum sevgili dostum, riya istemiyorum. Eğer “özgür irade” orada da devam edecekse, insanlar orada da riya içinde debelenip duracaklarsa ne arafı istiyorum, ne cenneti, ne de cehennemi. Gücün yeter mi bilmiyorum, ama bu alçakça riya orada da devam edecekse, bu dostunu hiç kimsenin bulunmadığı, dolayısıyla riyanın “r”sinin bile olmadığı ıssız bir adada konuk ettirirsen çok memnun olurum.

2) Liberalizmin bu zalim “rekabet” koşullarından gına geldi arkadaş! Onunla rekabet et, bununla rekabet et; nedir bu ya!.. Neden yardımlaşmıyoruz da rekabet ediyoruz arkadaş! Rekabetin bazı alanlarda çıtayı bir miktar yükselttiği gerçeğini inkâr edecek değilim, ama ya götürdükleri!.. Çocuk işçiler, kadın işçiler, kölecilik, asgari ücret, günde 10 saati aşan çalışma, uygun olmayan çalışma koşulları, doğanın tahrip edilmesi… Bunlar hep rekabetin getirdiği belalar değil mi?!. Toprak Dede, “Türkiye elli yıl sonra çölleşecek!” diyor, kimse umursamıyor; çünkü bu işte “para” yok. Tuz gölü kurudu gitti, kimsenin umurunda değil!

Bu dostuna habire mesaj gönderiyor, orasını burasını ağrıtarak kaçınılmaz buluşmanın gittikçe yaklaştığını ima edip duruyorsun, tamam; ama ailesini geçindirmek, sadece ailesini geçindirebilmek için tüm yaşamı boyunca deli gibi çalışmak zorunda kalan şu dostuna, bu yaşında hâlâ deli gibi çalışmak zorunda olan bu dostuna hiçbir güzellik yapmak içinden gelmiyor. (Bak, süper loto yine devretmiş, bir hatırlatayım dedim; bilmem anlatabildim mi?!. Hani bu işe bakan ilgililerle bir görüşsen falan…)

“O taraf”ta rekabet istemiyorum dostum. Eğer Allah gecinden versin, bir gün aile fertlerim de orada benimle birlikte olacaksa, onları geçindirebilmek için orada rekabet mekabet istemiyorum, benden söylemesi!.. Çok şey istemediğimi biliyorum; Bakara 219 (4) ve Nahl 71’in (5) orada da hüküm sürmesini talep ediyorum; hepsi bu!.. Ne bu ya; onunla kapış, bununla kapış, şu üç günlük ömrümüz birbirimizi yemekle mi geçmeliydi yani!..

3) Yaratıcı’nın görevlilerinin “beni gönderecekleri yer”de insandan kaynaklanan merhametsizlik istemiyorum dostum! Mesela, ben kedilere yemek verirken beni sürekli taciz eden o kadını orada görmek istemiyorum! Bizim sitede bir gecede onlarca kediyi ve köpeği zehirli köfteyle saatlerce can çekiştiren o alçak her kimse orada onunla görüşmek istemiyorum! (Aslında bu tarafta o namussuzla görüşmek isterdim, ama kim olduğunu bulamadım!)

Çocuk işçi çalıştıran işverenle, aile fertlerini döven şerefsizle, sınırsız zenginliği içinde har vurup harman savururken fakiri fukarayı hiç düşünmeyen alçak züppeyle, dışarıdan aldığı talimatlarla kendi çiftçisini perişan eden siyasetçiyle, yaşamı boyunca kafeste tutulup toprağa bir kez bile ayak basamayan o tavuğu kesip tüketilmesi için dağıtan tavuk üreticisiyle, masasının üzerindeki küçücük cam kâse içinde o kırmızı balığı döndürüp duran o güzel saçlı kızla, üç bin kilometre yol katedip yumurtlayan ve sonra geri dönen o güzelim kuşu küçücük kafes içinde tutarak bilmeden de olsa o kuşa işkence eden Muhittin amcayla, ülkesini kapitalizmle yönetip bir avuç mutlu azınlık yaratarak tüm zenginliği bu azınlığa peşkeş çeken alçak devlet adamıyla ve benzerleriyle o tarafta bir arada olmak istemiyorum arkadaş!

Gerçekten çok bir şey istemiyorum; bu taraftakiler bir türlü anlamak istemediler ama senin anlayacağından eminim dostum! İstediğim tek şey, Kuran’ın neden “Bismillahirrahmanirrahim” diye başladığı; yani Allah’ın Kitabının neden Rahman ve Rahim isimleriyle başladığı ve bu iki ismin ne anlama geldiği; hepsi bu! (Sadece Kuran bu iki isimle başlamıyor, Tevbe Suresi hariç tümü bu iki isimle başlıyor ve Tevbe Suresi’nin başında bulunmayan bu iki isim o surenin içinde yine geçiyor.)

Bu iki isim yani Rahman Ve Rahim, “Hep Merhametli, Çok merhametli Allah’ın adıyla” anlamına geliyor ama benim istatistiğime göre müslümanların yarısı bunun anlamını bilmiyor, yarısına yakını “koruyan ve esirgeyen” sözcüklerini telaffuz ediyor ve neredeyse yüzde biri bu iki sözcüğün “merhamet” anlamına geldiğini biliyor. Geriye kalan küçük bir azınlık da hiç ilgilenmiyor.

Neyse, konumuza dönelim; orada merhametsizliğe tanık olmak istemiyorum dostum. Allah’ın böyle bir şey yapmayacağını tabii ki biliyorum, benim kastettiğim insandan kaynaklanan merhametsizlik. (En az 10 yıl olmuştur. Editörüm Zerrin Bakoğlu beni Ankara’da bir çay bahçesine götürmüştü. Bir gölün kıyısındaydık sanırım ve akşam olmuş, hava kararmıştı. Beş-on metre uzağımızdan gelen, kimi zaman tırt, kimi zaman da tııırt tııırt diye tarif edebileceğim bir ses beni rahatsız etmişti. Nedenini bilmiyorum ama rahatsız olmuştum işte. Bu sesin ne olduğunu sorduğumda dostum Bakoğlu bana iki tane aygıtı elişle işaret ederek göstermişti. Bugünkü hani şu Ufo markasıyla tanıdığımız ısıtıcılar gibi, ama ondan on misli büyük birer aygıttı bunlar. Sivrisinekleri içine çekiyor ve yakıyordu. Bu tırt sesi tek bir sivrisineği, tıııırt sesi ise aygıta guruplar halinde giren biçareleri gösteriyordu. O günden sonra bu iki ses kulağımdan hiç gitmedi! Çay bahçesinin sahibi, Yaratıcı’nın o sineklere uygun gördüğü yeri gaspetmişti, onların vatanını işgal etmişti ve o biçareleri kitleler halinde kavurup duruyordu. “Kimsin ulan sen!” diye düşündüğümü anımsıyorum; “Kimsin ulan sen! Bu yetkiyi kimden alıyorsun zalim namussuz!” Şimdi olsa, “Senin şu puşt amerikan askerlerinin Iraklılara yaptığından ne farkı var şerefsiz!” diye düşünürdüm herhalde. Bakoğlu sakın üzülmesin ama, geçirdiğim ruhsal rahatsızlıkta bu tıııırt seslerinin de payı olduğunu düşünüyorum. Şu anda bile iliklerime kadar ürperiyorum.

Bunu tasarlayan mühendisi veya her kimse o pislik tipi o tarafta görmek istemiyorum sevgili dostum; benim için bu bu çok önemlidir, o alçağı, o tarafta görmek istemiyorum. (Evinizde sizi ciddi biçimde rahatsız eden sivrisineği merhametli bir yolla safdışı etmek başka bir şey dostlarım, bu konuda kafam her ne kadar biraz karışık da olsa yine de size hak verebilirim sanırım; ama anlattığım olay!.. Vay canına, gerçekten vay canına!..)

Liberalizm (iktisadi liberalizm tabii) ve onun aygıtları merhametsizdir dostlarım; onun kullandığı tüm aygıtlar ve tüm işlemleri marhametsiz olmak zorundadır; çünkü “rekabet” bunu zorunlu kılmaktadır ve Adam Smith denen sahte peygamberin piyasayı sözde düzenleyen ve her şeyi yerli yerine oturtan o namussuz “gizli el”inin merhamet diye bir kaygısı hiçbir zaman olmamıştır, olamaz ve olmayacaktır da!.. (Zaten dünyada liberalizmi uygulayan tek bir ülke bile yoktur, tek bir ülke bile; bu ayrı bir konu. Bunu bize dayatan şerefsizler kendi ülkelerinde piyasaya alabildiğine müdahale etmektedirler. Son örnek Amerikada iflas başvurusu yapan büyük şirketlerin ve en son dünya devi General Motors’un hisselerinin amerikan devleti tarafından kamulaşturulmasıdır! Hani piyasa müdahaleyi kabul etmezdi?!. Sizi namussuz sahtekârlar sizi; petrol ve buğday fiyatlarına neden müdahele ediyorsunuz peki?!. Alçak herifler; bizi öyle gaza getirdiler ki, Türkiye’de bir tane kamu işletmesi bırakmadılar. En çok bozulduğum da telefon şirketinin “Türk Telekom” ismini kullanması. Bunu dava etmeyi düşünüyorum.)

4) Şimdilik son ricam, Allah’tan başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin önünde diz çökmeyerek bir anlamda Tevhid gösterisi sunan İblis’e selamımı iletmen. Öyle durumdayız ki, ona bile gıpta eder hale geldik sevgili dostum. Paraya, makam ve mevkiye, güce, itibara, gösterişe, son zamanlarda Keynes’ten yardım dileseler de Adam Smith’e ve serbest piyasa ekonomisine, AB’ye, ABD’ye tapanlardan öylesine nefret ettik ki, İblis’in insan önünde diz çökmeyerek isyan etmesini bile arar hale geldik. Ona selamımı ilet sevgili dostum; gerçi bu fakir burada sık sık tuzağına düşmüyor değil ama yüz yüze gelme fırsatımız hiç olmadı.

Şimdilik bu kadar sevgili dostum.

Benden bir süre daha uzak olman ricasıyla sana hayırlı çalışmalar diliyorum. (Yeni kitabım çıkacak, onu görmek istiyorum.)

Selamlarımla…



1) Şura, 38: Rablerinin çağrısına cevap verirler, namazı kılarlar. İşleri/yönetimleri aralarında bir şûradır. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.

2) Ahzab, 62: Bu, Allah’ın daha önce gelip geçmişlerde işleyen tavrı-tarzıdır. Allah’Aın tavrında herhangi bir değişiklik asla bulamazsın.

3) Maun Suresi

Hep Merhametli Ve Çok Merhametli Allah’ın Adıyla
1. Gördün mü o dini yalan sayanı?
2. İşte odur yetimi itip kakan
3. Yoksulu doyurmayı özendirmez o.
4. Vay haline o namaz kılanların ki,
5. Namazlarından gaflet içindedir onlar.
6. Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar.
7. Ve onlar yardıma/zekâta/iyiliğe engel olurlar.

(Vay canına sevgili dostlarım, vay canına! Şu muazzam sure bize neler anlatıyor değil mi? Koca bir kitap yazsanız, şu kısacık surede anlatılanları böylesine açık biçimde anlatabilir miydiniz? Namazdan çıktıktan sonra Sümerbank’ın ismini tarihten silenler, Ofer’e bir anda 500 milyon dolar kazandıranlar, “özelleştirme” adı altında kamunun tüm değerlerini ona buna peşkeş çekenler, Deniz Feneri dümeni altında gurbetçileri dolandıranlar bu sureyi okuduklarında neler hissediyorlardır acaba! Vallahi yazarken ben bile ürperiyorum!..)

4) Bakara 219: … Ve sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: “Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.” İşte Allah, ayetleri size böyle açıklar ki, derin derin düşünebilesiniz.

5) Nahl 71: Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkâr ediyor bunlar!

7 Haziran 2009 Pazar

Obama denen çetebaşı ve Sünnetullah

Sünnetullah, “Yaratıcı’nın Kâinatın düzenli çalışması için koyduğu kurallar bütünü” olarak tarif edilmekte ise de, kanaatimce en anlamlı tanımlama “Allah’ın tavrı-tarzı” şeklinde olanıdır. Evet, Yaratıcı’nın da bir tavrı, bir tarzı var; belirli durumlarda belirli kararlar alıyor olması ve “görebilenler için” bu tavır ve tarzın hiç değişmiyor olması aslında tam anlamıyla bir mucizeyi yansıtmaktadır. Örneğin eskilerin “Say Kanunu” diye nitelendirdikleri şey, bu anlattıklarımıza bariz bir örnek olarak ortaya çıkmaktadır. “Çalışana verilir” diye özetlenebilecek bu tavır ve tarz asla değişmez; çalışırsanız karşılığını o veya bu biçimde mutlaka alırsınız; bu iyi bir amaç için yapılıyor olsa da, kötü bir amaç için yapılıyor olsa da böyledir, hiç değişmez, karşılığını o veya bu biçimde mutlaka alırsınız.

Bu fakire bu çalışmayı yaptıran şey, çetebaşının Ortadoğu gezisi sırasında kendisini dinleyenlere “Selemünaleyküm” diye hitap etmesi ve Hürriyet Gazetesi’nin 5/6/2009 tarihli nüshasında “Artık Amerika’yı seviyoruz; Amerikayı sevenlerin oranı Obama’nın Başkan olmasıyla %22’den % 46’ya yükseldi” şeklindeki haberidir.

Şimdi sizden bir “çete” düşlemenizi rica edeceğim. Alçak, hain ve kelimenin tam anlamıyla namussuz bir çete…

“Çete” olarak nitelenen her oluşum böyle değildir; örneğin bence bir masal kahramanı olan Robin Hood da bir çetebaşıydı, Arz’da şahit olunan en şerefli istiklâl mücadelesini başarıyla tamamlayan Mustafa Kemel de… Osmanlı, Mustafa Kemal’i çete kurmakla suçluyordu ve “katli vaciptir” şeklinde fetvalarla halkı kandırmanın hesaplarını yapıyordu. Yani her “çete”(!) alçak, hain ve namussuz değildir; sanırım anlatabildim.

Bu çete, yukarıda da söylediğim gibi, alçak, hain ve namussuz bir çete…

Bu çete öyle günübirlik kararlar alan ve elde silah göğüs göğüse çarpışanlardan değil; elli yıllık, yüz yıllık kararlar alan ve çarpışmalarının neredeyse tamamına yakını sinsice, kurnazca, haince ve hiç kuşkusuz şerefsizce olanından olsun. (Bu arada, bu çeteyle işbirliği içinde, kendi halkına ihaneti namussuzca üstlenenler de bu anlattıklarımdan kendilerine bir pay çıkarabilirler tabii; buna hiç itiraz etmem!)

Bu çete; savaş neredeyse bittiği halde Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerini atom bombasıyla yerle bir etmiş olsun; Vietnam’da milyonlarca bebeği, çocuğu, kadını ve yaşlıyı napalm bombalarıyla diri diri yakmış, kavurmuş olsun; Laos’ta, Kamboçya’da, Afganistan’da milyonlarca kişinin katili olsun; bu çetenin ataları pamuk tarlalarında çılıştırılmak üzere Afrika’dan genç ve sağlıklı karaderili insanları gemilere bindirip anasından-babasından ve vatanından koparmış olsun; bu çetenin kendileri kadar şerefsiz ataları, topraklarına el koydukları kızılderilileri Arz’da o güne kadar görülmemiş biçimde vahşice katletmiş olsun; ve bu şerefsiz çete Guantanamo ile yetinmeyip özellikle uluslararası karasularda sözde gezinin gemileri yüzer bir hapishaneye çevirerek özellikle Müslümanları her türlü savunma hakkından yoksun olarak işkence altında inim inim inletiyor, hiçbir yasal dayanağı olmadan hapis tutuyor olsun.

Ve bu ahlâksız, bu hain, bu namert çete, tüm dünyayı “bunlar nükleer silah yapıyor” diye kandırarak sırf ülkenin petrolüne el koymak için binlerce mil (onlar “mil” diyorlar, bizim gibi kilometre değil) uzaktan kalkıp her türlü teknoloji harikası silahlarıyla komşumuz Irak’a saldırsın ve bu sözde savaş bittikten sonraki ilk sene içinde bir buçuk milyon Iraklı’yı göz göre göre katletmiş olsun… (Bu arada, Allah’a şükür onlardan geberenler de olmuyor değil!)

Lafı eğip bükmeye, orasından burasından çekiştirmeye, kıvırıp durmaya hiç gerek yok; bu çetenin ismi amerika birleşik devletleridir.

Bu hain -“neden ‘hain’, kime ‘ihanet’ içinde ki?” diye soruyor olmalısınız; anlatacağım- devletin yaptığı tek şey, eskiyen kâğıt parayı tedavülden kaldırıp yerine gıcır gıcır, yepyeni kâğıt para çıkarmaktan ibarettir. Bush denen yıpranmış para piyasadan çekilmiş, yerine gıcır gıcır, hiç yıpranmamış Obama sürülmüştür; ve bir süre sonra bu “kâğıt para” da yıpranacak ve tedavülden çekilerek yerine yenisi getirilecektir.

Herkes bilmektedir ki, bu hain devlet günübirlik kararlarla hareket etmemekte, yukarıda değindiğim gibi elli yıllık yüz yıllık hesaplarla hareket etmektedir. Ve hiç kuşkunuz olmasın, bu hesaplar içinde Obama’nın seçilmesi de mevcuttur. Bir süre sonra bu karaderili gafil yerini belki de gerçekten Müslüman olan bir başka gafile bırakacaktır; o çok sevdikleri sözcükle konjonktür neyi gerektiriyorsa o yapılacak ve “aptallar” bu şekilde kandırılarak oranlarının yüzde %22’den tekrar %46’ya çıkması sağlanacaktır.

Bakın insanlık ne durumda, insanoğlu ne kadar aptal; ve Sünnetullah nasıl da kaşlarını çatmış tüm olan biteni hiddetle izliyor ve görevlileri her şeyi nasıl da kayıt altına alıyor.(Kaf 16-18) (1)

“ABD’nin İslam alemindeki imajını düzeltmeye çalışan Obama’nın Kahire Üniversitesi’nde yapılan konuşması sık sık alkışlarla kesildi. Kenyalı babasının ailesi Müslüman olan Obama’nın özellikle Kuran-ı Kerim’den alıntılar yaptığı bölümler uzun uzun alkışlanırken, salondaki birçok Mısırlı ‘seni seviyoruz’ diye tempo tuttu.” (2)

“Seni seviyoruz.”

“Seni seviyoruz.”

Yaratıcı, bunu asla affetmez, asla!..

Bu durumda Sünnetullah’ın devreye girmesi kesinlikle kaçınılmazdır!

Sünnetullah, insanoğluna binlerce kez verdiği örnekte görüldüğü gibi, bu aptallığı kayıt altına almıştır ve bunu kesinlikle karşılıksız bırakmayacaktır. (“Kesinlikle” sözcüğünü hemen hiç kullanmayan, bundan itinayla kaçınan bu fakir bu kez bu sözcüğü özellikle ve hiç kuşku duymaksızın kullanmaktadır; çünkü bu çalışmada söz konusu olan Kuran verileridir!)

Yaratıcı, akılla donattığı insanoğlu bu aklı kullanmayıp bu tip aptallıklar yaptığında hiddetlenmektedir; evet, Yaratıcı hiddetlenmektedir ve “Ey aptallar sürüsü, pisliği sizin üzerinize bırakacağım!” diye hiddet gösterisi yapmaktadır! (3)

Meseleye Arz çapında baktığınızda klasik olarak “canlı” diye nitelendirebileceğiniz milyonlarca tür yaşamaktadır; sadece böcek türünün 2.000.000 alt türü mevcuttur. Ve bu türler arasında sadece insanoğlu klasik anlamıyla “akıl”la donatılmıştır ve Yaratıcının ısrarla istediği şey halife’nin bu aklı kullanmasıdır. Milyonlarca tür arasında sadece insan akıllıdır ve yapması gereken şey bu aklı kullanmaktır. (4) (Bu, diğer türlerin aptal olduğu anlamına gelmez; bu çalışmada “klasik akıl”dan söz etmekteyiz.)

Bu konuda Kuran’dan yüzlerce örnek verilebilir, ama bu, bu kısa çalışmanın kalıpları dışında ne yazık ki. Yine de, bu fakir, şu veciz ayeti size sunmaktan kendini alamıyor. Bakın “her şey” ne içinmiş:

“O, O’dur ki; sizi önce topraktan, sonra bir spermden, sonra bir embriyodan yarattı. Sonra sizi bebek olarak annelerinizin karnından çıkarıyor, sonra güçlü çağınıza ulaşasınız ve nihayet ihtiyarlar olasınız diye sizi yaşatıyor. İçinizden bir kısmı daha önce vefat ettiriliyor. Tüm bunlar, belirlenen bir süreye ulaşasınız ve aklınızı işletesiniz diyedir.” (5)

Kahire Üniversitesi’ndeki salakları ve ülkemizde ne yazık ki %22’den %46’ya çıkanları Sünnetullah kavramı açısından yorumlar mısınız lütfen! Yaratıcı “Biz pisliği aklını kullanmayanların üzerine bırakırız!”(6) derken şaka mı yapıyordu yani!

Yaratıcı’nın akla neden bu kadar önem verdiğini tam olarak bilmiyorum; ama sanırım, akılla “diğer taraf” arasında bir ilinti var. Bu olmasa Allah bunun üzerinde neden bu kadar ısrarla dursun ki! Belki de aklını çalıştırıp bu yolla ruhunu rafine edenleri öteki tarafta birtakım işlerle görevlendiriliyorlardır; bilmiyorum.

Hürriyet Gazetesi’nde, bu çalışmamıza konu haberin hemen yanında “İlk tepkiler” diye bir sütun var; bakın ilk tepkiler neymiş:

Birleşmiş Milletler: “Başkan Obama’nın mesajı, ABD ile İslam dünyası arasındaki ilişkilerde yeni bir devir başlatabilir.” (Irak’ın petrolu gaspedildi, sırada neresi var ki yeni bir devir başlasın?!.)

İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney: “Yeni Amerikan yönetiminin ABD’nin çirkin, tiksindirici ve kaba yüzünü değiştirme çabaları, sadece kelimeler, konuşma ve sloganla başarılı olamaz. İslam dünyası konuşma yerine Amerikan politikasında tatbiki değişimler bekliyor.” (Aklını kullanmayan İslam dünyası bu tatbiki değişmeyi daha çok bekler sayın Hamaney, daha çok bekler!)

Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas: “Açık ve samimi bir konuşma. Yenilikçi bir siyasi adım ve üzerine inşa edilmesi gerekli iyi bir başlangıç.” (Ne diyeyim ki; Mahmut Abbas’ın Yunus 100’ü okumasını dilemekten başka!)

Hizbullah: “Obama boş sözlerle Amerikan politikalarını değiştiremez. İslam dünyasının vaaza ihtiyacı yok. Yapmaları gereken İsrail’e verdikleri desteği çekmektir.” (Ah sevgili Hizbullah! Büyük Ortadoğu Projesinden vazgeçildiğini mi sanıyorsun yoksa; ah dostlarım ah!)

Riyanın böylesine nefret duymaz da ne yaparsınız! Benim Peygamberimi tanımayan, “saralıydı, sara nöbetleri esnasında saçmalayıp duruyordu.” diye dalga geçen; “gerekirse İslamın kutsal yerleri (Kâbe’yi kastediyor.Y.Y.) bombalanabilir!” diye nefret kusan (aslında planlanan şeyi ağızından kaçıran) şerefsiz senatörü hâlâ senatoda tutmakta ısrar eden şerefsizler, üniversitedeki konuşmaya “Selamünaleyküm” diye başladı ve inanmadıkları, Allah’ın Elçisi tarafından Tevrat’tan aşırıldığını söyledikleri Kuran’dan birkaç alıntı yaptı diye böylesine baş tacı edilecek ve “seni seviyoruz” sloganlarıyla desteklenecek, öyle mi!

Yuh olsun ulan hepinize, yuh olsun be!

Konuşmasında “zekat”a da yer veren Obama denen çetebaşı ve o çetebaşına o veya bu biçimde destek veren riyakârları yargılayan sadece bu fakir değil; bakın Kuran, bu konuya, riya konusuna ayırdığı Suresinde ne diyor; tüm sureyi veriyorum.(7)

Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla…
1) Gördün mü o, dini yalan sayanı?
2) İşte odur yetimi itip kakan
3) Yoksulu doyurmayı özendirmez o.
4) Vay haline o namaz kılanların ki,
5) Namazlarından gaflet içindedir onlar.
6) Riyaya sapandır onlar/gösteriş yaparlar.
7) Ve onlar, yardıma/zekâta/iyiliğe engel olurlar.

Ve bakın ilahi adalet nasıl tecelli ediyor: Allah’ın Elçisi’ne inen bu sureden sonra inen ilk sure bakın ne diyor; lütfen mucizeye bakar mısınız… (Maun Suresi Allah’ın Elçisine inen 17. suredir, Resmi Kuran’da bu sureyi 107. sure olarak görürsünüz; bu sureden hemen sonra inen ve Resmi Kuran’da 109. sure olarak gördüğünüz 18. sure, yani Maun Suresi’nden sonra inen ilk sure Kâfirun Suresi’dir; Sure’nin ismi bile ne ilginç, değil mi?!.)

Rahman Ve Rahîm Allah’ın adıyla…
1) De ki: “Ey nankör kâfirler!
2) Kullak etmem sizin kulluk ettiğinize.
3) Siz de ibadet etmezsiniz benim ibadet ettiğime
4) Kul değilim sizin taptığınıza,
5) Ve ibadet edenler değilsiniz benim ibadet ettiğime.
6) Sizin dininiz size, benim dinim bana.

Abd denen hayduta “hain” dememin nedenine gelince… Birine “hain” diyebilmeniz için o kişinin bir şeye “ihanet” içinde olması gerekir. O kişi veya kurum herhangi bir ihanet sergilemelidir ki “hain” sıfatını hak etsin. abd denen haydut Yaratılış’a ihanet içinde olduğu için haindir; Bakara 219, Nahl 71 ve Nisa 75’i okuyanlar, bu kahrolası devlete neden hain dediğimi daha iyi anlayacaklardır.

Zavallı çalışmalarımı bilenler, Hz. Adem’le başlayan insan ırkının Arz’daki ilk nesil olmadığını, daha önce de birtakım insan kuşaklarının Arz’da boy gösterdiğini ve yaptıkları hatalar nedeniyle ortadan silindiğini hatırlayacaklardır. abd denen kahrolası devlet ve onun piyasaya yeni sürdüğü kâğıt para olan Obama dene çetebaşı, gerek vahşilikleri, gerek emperyalist amaçları ve gerekse de riya içinde debelenip durmaları nedeniyle bu son insan ırkının da yeryüzünden silinmesine neden olacaktır.

İşte tam bu aşamada mesele Sünnetullah’a gelmektedir.

Allah’ın tavrı ve tarzı anlamındaki Sünnetullah, insanoğlunun aklını kullanmamasına öylesine hiddetlenmektedir ki, nihayet artık hiçbir çare kalmadığında o kuşağı ortadan kaldırmakta, meleklerin tüm serzenişlerine rağmen(8) yeni bir kuşak yaratmaktadır. Bu gidişle olacak olan da budur; Hz.Adem’le başlayan son insan ırkı ortadan kaldırılacak ve yepyeni bir kuşak yaratılacaktır. İşte abd denen haydut bu nedenle haindir, yani Yaratılış’a karşı çıktığı ve son Yaratılış’ın sonunu getireceği için haindir; ve Sünnetullah bir kez daha devreye girmekte ve “tüm bunlar aklınızı işletesiniz diyedir” diye uyardığı son insan ırkına hak ettiği dersi vereceğini açıkça beyan etmektedir.

Kuran, mazlumun zalime karşı verdiği/vermesi gerektiği destansı mücadelelerin bir tarihidir. Zalime karşı gelmeyen, hatta kişisel çıkarları ve aklını kullanmaması nedeniyle zalimle işbirliği içinde olan son insan ırkı, Sünnetullah karşısında bir kez daha yenik düşmek üzeredir.

Zalimler ve riya yapanlarla aptallar son insan ırkının sonunu getirmek üzereler.

Bundan ders çıkarırız veya çıkarmayız; bütün mesele de zaten işte tam olarak budur!

Yapılması gereken şey abd emperyalizmine karşı mücadele etmek, riya yapanları mahkûm ederken aptalları doğru yola çekmeye çalışmaktır.

Bu yapılmazsa ne olacağı gün gibi aşikârdır!..

Son insan ırkı, bu çetin sınavda bir kez daha yenik düşmek üzeredir!..

Vietnam’da napalm bombalarıyla canlı canlı kavrulan minik bedenlerin acılı ruhları Levhi Mahfuz vasıtasıyla bizi izlemekte ve derin derin içlerini çekmektedirler.

Ve her şeyi dikkatlice izleyen Yaratıcı, Ahzab 62. ayetle bize bir kez daha düşünme imkânı sunmaktadır.(9)

Ya bu çeteye tüm ruhunuzla karşısınızdır, ya değilsinizdir; bunun ortası olmaz!

Ve hiç unutmamanız gereken şey, Sünnetullahın asla değişmeyeceğidir!

Asla…

Sünnetullah asla değişmez!..

Emperyalistler, onlarla işbirliği yapanlar, riya içinde debelenip duranlar ve iyi niyetli olmalarına rağmen akıllarını kullanmayıp zulme ortak olanlar Levhi Mahfuz tarafından titizlikle izlenmekte ve her yaptıkları kayıt altına alınmaktadır.(10)

Bunlar bir gün hiç de hoşnut olmayacakları bir biçimde sorguya çekilecekler ve hesap vereceklerdir.

Zaten aksi, Yaratılış’ı inkârdan başka nedir ki!..

Unutulmasın!

Asla!..

Asla…

Sünnetullah asla değişmez!..




1) “Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız. Sağında ve solunda oturmuş iki görevli kayıt yapmaktadır. Bir söz sarfetmeye dursun, yanındaki gözcü hemen zaptediverir.”
2) Hürriyet, 5.6.2009
3) Yunus, 100
4) “Andolsun ki, Biz Kuran’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık; fakat düşünen mi var!” (Kamer, 17, 22, 32, 40)
“Yemin olsun ki sizin benzerlerinizi hep yok ettik; fakat düşünen mi var!”(Kamer, 51)
“Kutsal/bereketli bir kitap bu, sana indirdik ki onu, ayetlerini derin derin düşünsünler ve öğüt alabilsin temiz özlüler.” (Sâd, 29)
“Bir kitaptır bu; sana indirildi, onunla uyarıda bulunasın diye ve inananlar için bir öğüt ve düşündürme olarak.”(Araf, 2)
“Düşünüp öğüt almaları umuluyor.” (Araf, 26)
“Düşünüp ibret almanız umuluyor.” (Araf, 57)
Bakın, Hz.Musa nasıl yakınıyor: “Rabbim, dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mı edeceksin?” (Araf, 155)
“Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz!” (Araf, 169)
“Aklınızı hiç işletmiyor musunuz?” (Yasin, 62)
“Hâlâ akıllarını işletmiyorlar mı?” (Yasin, 68)
5) Mümin, 67
6) Yunus, 100
7) Maun Suresi
8) Bakara, 30
9) “Bu, Allah’ın daha önce gelip geçmişlerde işleyen tavrı-tarzıdır. Allah’ın tavrında herhangi bir değişiklik asla bulamazsın.”
10) Kaf, 16-18