27 Mart 2009 Cuma

Alçak!

Bu çalışmada küfür veya hakaret sözleri ile karşılaşmayacaksınız, sizi temin ederim; sanırım yapmaya çalışacağım şey, iç çekiş dolu bir yakınmadan ibaret olacak.

Tanrı insanı yeryüzüne halife atayacağını söylediğinde önce biraz sitem eden melekler “Ben sizin bilmediklerinizi bilmekteyim!” diye azarlandıklarında insanın önünde hemen toptan secde ettiklerinde “ilginç” bir şey olmuştu: İblis, buna karşı çıkmıştı. “Ben” demişti, “İnsan önünde secde falan etmeyeceğim. Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu çamurdan!” Buna kızan Tanrı İblis’i makamından kovmuş, ama onun son telebini de kabul etmişti. Bu talep, “zaman” talebiydi. İblis, Tarı’ya, “Bana zaman ver, bana mühlet ver, onu azdırayım, sen de onun nasıl bir yaratık olduğunu gör!” demişti; ve Tanrı yine “ilginç” bir karara varmış, bu talebi kabul etmişti. (Kuran’ın anlattığına göre, Tanrı’yla İblis arasındaki bu diyalog bire bir böyle değildir; mealen anlatıyorum.)

Bu konu üzerinde kafa patlattığım günlerde, aslında İblis’in bu davranışının takdir edilmesi gereken bir davranış olabileceği yönünde bazı düşünceler dolaşmaya başlamıştı beynimde. Öyle ya; İblis, Allah’tan başkası önünde secde etmeyi reddederek belki de bir “tevhit” örneği veriyordu. “Tapılacak, saygı gösterilecek, önünde secde edilecek tek Güç sensin; senin dışında hiçbir güce boyun eğmem!” diye tavır koyuyor, bir anlamda “Allah’tan başka ilah olmadığı” hususunda kendi açısından muhalefet şerhi koyuyordu. Hatta, bu tavır Yaratıcı’nın da hoşuna gitmişti; evet, İblis’i makamından kovmuştu ama diğer taraftan onun son isteğini kabul ederek ona işte bu nedenle süre bile vermişti.

Bu bir fikir cimnastiğiydi tabii, hani daha önce bir vesileyle konuştuğumuz gibi, hiçbir şey göründüğü kadar beyaz veya siyah değildi herhalde; Tanrı bazen bizim idrak edemeyeceğimiz ölçüde gizemli davranabiliyordu, bu da belki onlardan biriydi.

Tanrı’nın meleklere “Ben sizin bilmediklerinizi bilmekteyim!” mealindeki sözlerini hep merak etmişimdir. Neydi, bu meleklerin bilmediği ama Tanrı’nın bildiği! Sanırım bu kısa ömrüm, bu sorunun cevabına ulaşamayacak ölçüde kısa!

Tanrı İblis’i neden mühletlendirdi, neden Yaratışını pörsütecek böyle bir girişime izin verdi?

Bilmiyorum!

Bazı düşünürler, bunun insanı denemeye yönelik bir düzenleme olduğunu ileri sürüyorlar ama aynı düşünürler şu “alınyazısı” anlamına gelebilecek “kader” denen bir şeyin de olduğunu ileri sürdüklerinde kendileriyle çelişiyorlar ve çıkmaz sokak daha da çıkmazlaşıyor böylece. Bazıları, “özgür irade”den söz ederek, aslında “kader” denen bu olgunun “alınyazısı” olarak anlaşılmamasını, bunun “bir ölçü”, “bir takdir” olarak kabul edilmesi gerekerek, örneğin mevsimler, Güneş’in doğudan doğması, her canlının ölümlü olması gibi algılanması gerektiğini söylüyor. Ama bu, Tanrı’nın, neden bu kadar gizemli davrandığı hususunda insanın penceresindeki perdenin aralanmasına imkân sağlayacak bir açıklama olmaktan uzak kalıyor tabii.

Tanrı neden böyle yapıyor ki!?.

Bugünlerde bunları bana düşündüren şey, bir dostumun, “Bir yazında ‘alçak’tan söz etmiştin; şunu biraz açsana Allahaşkına!” şeklindeki ricası oldu.

İnsanoğlunun arasında “alçak” diye nitelendirilen ve esasen tam da böyle nitelendirilmesi gereken bir tür yaratık var! İnsan hayrına bir şey gördüğünde hemen ortaya çıkıyor ve -sanırım- İblis’in desteğiyle başlıyor ortalığı karıştırmaya!

Bu “ortalığı karıştırma” namertliği Tanrı’nın bir takdiri olamayacağına göre, olsa olsa İblis işin içine giriyordur, diye düşünüyor insan; ve işte tam da bu aşamada, “İblis’in aslında tevhit örneği sergilediği” biçiminde yukarıda biraz değindiğim fikir cimnastiği anlamını bir anda yitiriyor. (Tüm bunlara İblis’in neden olduğu paradigmasıyla hareket ediyoruz ve belki de işte tam da bu noktada hata yapıyoruz; çünkü gördüğüm kadarıyla “alçak”, İblis’ten daha alçak! Çünkü İblis “beyyine” üzerine hareket ediyor, neyse o gibi davranıyor; ama “alçak” riya yapıyor, kandırıyor, kendini olduğundan başka gösteriyor!)

Örneğin, Tanrı, insanoğluna gönderdiği Kitabında, “Mal ve nimetleri aranızda eşit biçimde neden paylaşmıyorsunuz!” diye çıkıştığında, bu “alçak” hemen devreye giriyor ve “O ayet bize gelmedi ki, Necran Hristiyanlarına geldi; bu nedenle, bu ayet bizi bağlamaz!” diye bir parantez açıyor veya dipnot düşüyor. Oysa, ayette böyle bir şey yok! “Alçak”, Kuran’da olmayan bir şeyi var gibi göstererek insanları bal gibi de aldatabiliyor! (Dikkat: Bunu bilerek ve isteyerek yapıyor, bir amacı var; yoksa basit bir tercüme veya anlayış hatasını “”alçaklık” olarak alamazsınız.)

Tanrı buna neden izin veriyor ki!..

Birisi bir ortamda halkın lehine olabilecek bir görüş ileri sürüyor ve aynı “alçak” (aslında bu “ulan alçak”; bu başka bir mesele) hemen devreye girerek “Bu adam komünist, bunlar karılarını kıskanmıyorlar!” diye iftira atarak insanlarının beyinlerini bir anda işlevsizleştirebiliyor. (İftira, “komünist” nitelemesi değil, sonradan söyledikleri; “komünist” neden iftira olsun ki!)

Hani çalışmalarımda çok sık kullandığım bir ayet var; Bakara Suresi’nin 219. ayeti… Allah, Elçisine, “Onlara söyle, servetlerinin kendilerine ve bakmakla yükümlü olduklarına yeterli olanından artanını dağıtsınlar.” diyor ya hani; işte “alçak” burada da devreye giriyor ve bu ayeti, “affetsinler” şeklinde tercüme ederek işin içinden çıkıyor. Bu ayeti okuyan yüz kişiden doksan dokuz tanesi, ayetin ne dediğini bırakın anlamayı, bu saçmalık yüzünden bu ayeti bir kez daha okumaya bile gerek görmüyor; çünkü ayet öyle bir anlamsızlığa bürünüyor ki, insanlar bu anlamsızlıkla daha fazla uğraşmak istemiyorlar! (Ayette gerçekten “avf” sözcüğü geçiyor, ama burada ne anlama geldiğini anlatabilmek için meseleye ayetin söyledikleri ışığında bakmak gerekiyor. “Onlara söyle affetsinler” size bir şey ifade ediyor mu?)

Son zamanlarda bir güruh belirdi Türkiye’de. Bu uğursuz güruhun hırsız olduğu, namussuz olduğu, vatan haini olduğu, kendi çıkarı için ülkesini emperyalizme satmak hususunda bir dakika bile tereddüt etmediği; hülasa, hani şu “ulan alçak” sınıfına girdiği o kadar belirgin biçimde ortada ki, insan “İblis”in bu “mahareti” karşısında hayranlık duymadan edemiyor!

İblis gerçekten çok mahir! (Gerçekten oysa tabii!)

Çünkü bu “ulan alçak” o denli büyük bir maharetle kandırabiliyor ki Türk insanını, bu “ustalık” karşısında eliniz kolunuz bağlı öylece kalakalıyorsunuz!

Akademik kariyeri var, eli iyi kalem tutuyor, entelektüel bazda hayran olunacak yetenekte, ama “alçak”; Mustafa Kemal’i bir anlatıyor, bunu okuyan insan, bu eşsiz ruhtan o anda nefret ediveriyor. Sanırsınız ki, Atatürk Türkiye’nin kurucusu değil, emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşanı veren ve bunu başaran büyük komutan değil, yaşadığı çağın çok ilerisinde akıl almaz bir düşünür değil, yaşamının önemli bir kısmını vatan savunması için cephelerde geçirmiş, namus ve şeref abidesi bir asker değil; dinsizin, imansızın, her akşam rakı içerek alem yapan akşamcının biri…

İşte tam şu an, İblis’in kışkırtmalarına karşı koyma anı: “Alçak”ın “alçak” olabilmesi, bir başka deyişle bu yaratığa “alçak” diyebilmeniz için, bu sürüngenin “alçak” olduğunun bilincinde olması ve bunu -genellikle- bir çıkar uğruna yapıyor olması gerekir. Söz gelimi; Atatürk’e dil uzatan, çağdaşlığa direnen, Kuran’ı farklı yorumlayan, Evrim’e inanmayan herkesi ve benzerlerini “alçak” ilan etme hakkına sahip değilsiniz; çünkü bunların alçaklıkla uzaktan yakından ilgileri olmayabilir; çünkü bu yaptıklarını inanarak yapıyor olabilirler, “alçak” olmak için herhangi bir uğraş içinde değillerdir muhtemelen.

“Alçak”, “alçak” olmak için uğraş veren, bunu başaran ve bunun bilincinde olan “garip” bir yaratıktır!

O, aslında söylediklerinin, yaptıklarının doğru olmadığını bilmektedir; ama çıkarı, bunun tersini söylemesini veya yapmasını dayatmaktadır.

Bir örnek isterseniz, Amerika Birleşik Devletleri denen haydut -tabii, halkı değil, yönetenleri, yani “alçak” olmak için gayret sarf edenleri- klasik bir “alçak”tır! (Ve Kuran doğru söylüyorsa, benim gibi buna inanıyorsanız, bunların “dostları” da alçaktır; buna inanmıyorsanız, daha doğrusu “inanıyorsanız” tabii, Casiye Suresi’nin 19. ayetine başvurabilirsiniz.)

Amerika Birşelik Devletleri’ni yönetenler hırsızdır, yalancıdır, zalimdir, uğursuzdur, sahtekârdır, bencildir, kan dökücüdür, merhametsizdir; ama aynı zamanda çok zekidir, entelektüeldir, eli kalem tutar, güzel giyinir, güzel konuşur ve benzeri şeyler; çünkü “gayret” içindedir ve bu gayret onları buna zorlamaktadır.

Mesela, petrol için olduğu bal gibi de bilinmesine rağmen, Irak’ta 1.5 milyon sivili öldürüşünü “demokrasi getirmek” şalı altında sunar! Bunu yutturur, çünkü “usta”dır ve “usta” dostlara sahiptir! (Tekrar hatırlayalım: Hiçbir şey göründüğü kadar beyaz veya göründüğü kadar siyah olmayabilir; ABD’yi yönetenlerle “yakın ilişki” içinde olan İblis, Irak’ı savunmayan ama aslında “alçak” olarak nitelendirilemeyecek kimi kesimlerle de aynı “yakın ilişki”yi ustalıkla sürdürebilmektedir. Fark şudur: ABD’yi yönetenler bu konuda “yoğun bir uğraş” içindedirler, bu açıktır ve tartışılmaz bile; ama örneğin, korkusundan, cehaletinden, millet bilincine sahip olmamışlıktan kaynaklanan “ülkeyi yeteri kadar savunamama” gafletini sergileyenler herhagi bir “uğraş” içinde olmayabilirler. Kimi namussuzlar tabiidir ki yoğun bir uğraş göstermişlerdir ama bunu tüm bir halka mal etmek insafsızlık olur. Ve esasen bu, “alçak” tanımını da pörsütür; çünkü “alçak”, “bilmekte; “gafil”, “bilmemekte”dir.”)

Alçağın bu başarısı karşısında bazen öyle yılgınlığa uğrarsınız ki, bunu “Tanrı’nın şu gizemli işleri”ne bağlayıp, “belki de Tanrı böyle isteyerek bizim anlayamayacağımız bir gizem sergilemektedir, belki bu işte de bir hayır vardır” diye düşünerek mücadele gücünüzü bile kaybedebilirsiniz. Bunu hissettiğiniz an, İblis’in “faliyette” olduğunu düşünerek, insanlaşma yolunda mücadeleye devam için gerekli inancı tekrar kazanmaya çalışmalısınız.

Bunun, yani “alçak olmak için yoğun bir uğraş içinde olma” keyfiyetinin Tanrı’nın bir takdiri olmadığını düşünüyorum. Hatta, İblis’in bile, “alçak”la bu kadar samimi bir ilişki içinde olduğuna bile inanmak istemiyorum; çünkü ne de olsa o bir zamanlar Tanrı katında önemli bir makama sahipti.

“Alçak”, bu kadar “alçak” bir yaratık işte!

Ne var ki, bu tespit, bizi yine şu “gizemli işler”, yani “Ben sizin bilmediklerinizi bilmekteyim”de billurlaşan olgu çerçevesinde, çetin bir cenderenin içine sıkıştırmakta, elimizi kolumuzu, vicdanımızı, izanımızı ve belki de her şeyden önemlisi “bilincimizi” pörsümeye uğramaktan kurtaramamaktadır.

Can alıcı soru, Tanır’nın buna neden izin verdiğidir!

Geçen gün televizyonda gördüm onu; kitleler “Türkiye seninle gurur duyuyor!” diye bağırlarına basmışlardı! Cassandra Kompleksi bir anda tüm bilincimi kahredici bir kasırga gibi darmadağın etti, neye uğradığımı şaşırdım!

Herif -ender de olsa, bazen kadın- uğursuz bir tip; hırsız, ahlâksız, sahtekâr, benil, çıkarcı, ikiyüzlü, “yoğun bir gayret” içinde olduğu bağırıyor sanki! Ama benim sevgili insan kardeşlerim bunu görmüyorlar, göremiyorlar; çünkü ortaklık büyük bir ustalık üzerine bina edilmiş; İblis ve “alçak” ortaklığı.

İç çekip boyun bükmekten başka yapılabilecek hiçbir şey yok!

Acı veriyor bu…

Ama yapılabilecek hiçbir şey yok gerçekten!

Belki, şu “zaman” denen kavram bizi böylesine yanıltıyordur, bu denli acı çekmemize neden oluyordur, bilmiyorum. Belki Tanrı gerçekten kısa bir sürede müdahale ediyordur, ama bu, bizim kısıtlı kavrayışımızla öylesine uzun bir süreçte oluyor gibi gelmektedir ki bize, bu kısıtlı kavrayış bizi böylesine vahim bir yanılsamaya mahkûm ediyordur. Yüz elli yıl yaşayan bir kamlumbağa ile bir gün yaşadığı söylenen kelebeğin aslında aynı ömür süresini sürdürmekte oluşları gibi… Her şey belki de bu denli izafidir gerçekten.

Bir kadın tanıyorum: Geceleri el ayak çekildiğinde sokağa çıkarak köpekleri ve kedileri doyuruyor. Mahalleli, kadına “manyak” diyor, “o kafayı yemiş!”; “salak karı!” diye devam ediyor aynı mahalleli, “işi gücü yok, kendini böyle oyalıyor işte!”… Aynı mahalleli, demin size sözünü ettiğim o uğursuz tipi ise bağrına basıyor, onunla gurur duyuyor!

Tanrı’nın, melekleri önünde secde ettirdiği “insan” bu olabilir mi!

Eğer böyleyse, Tanrı’nın gerçekten hüzünlendirici ölçüde hata yaptığı, bu işi başaramadığı, aslında “bizim bilmediğimiz birtakım şeyler bildiği” açık bir safsata değil mi?!.

Değil!

Değil, çünkü tanrı o “salak karı(!)”yı da yaratmış ve ona ruhundan üflemiş!

İşin içinde gerçekten hayal dahi edemeyeceğimiz bir gizem var; ve Tanrı gerçekten “bizim bilmediğimiz birtakım şeyler”i biliyor olmalı!

İşte “alçak” sırf bu nedenle bile “alçak”; çünkü insanı bir anda “isyan”la başbaşa bırakabiliyor! Ama şu üstteki iki üç paragrafta da gördüğümüz gibi, o kahrolası “uğraş” olmayınca, insan hatadan hemen dönerek gerçeğin teselli veren merhamet dolu kollarına bırakıveriyor kendini ve “Tanrı bizim bilmediğimiz birtakım şeyleri biliyor” şükrüyle teslim oluyor O’na!

Belki de büyüklerimizin söylediği gibi, hiçbir şey yapanın yanına kâr kalmıyordur; belki de atalarımızın söylediği gibi, “herkes ne ekerse onu biçmekte”dir!.. Bizi bu denli yanıltan ve acıya gark eden şey, belki de şu hiçbir zaman tam olarak çözemeyeceğimiz “zaman”dır! Belki de çok kısa bir “zaman” sonra, “alçak”ın nasıl bir hüsrana gark olcağını, yaptıklarından dolayı nasıl acı içinde kıvranıp durduğunu gözlerimizle göreceğizdir.

Yine de benim kanaatim, “öteki taraf”ta “alçak”ı hiç görmeyeceğimizdir; çünkü bu öylesine nefret verici bir “dayanışma” ki, Tanrısal İrade’ye bu denli ters bir “dayanışma”nın, ibret için olsa dahi, “öteki taraf”a taşınmayacağı, bu yolla “öteki taraf”ın kirletilmeyeceği düşüncesindeyim.

Evet, Allah’ın -muhtemelen- evliyasını “salak karı” diye nitelemek büyük bir “sürçme” elbette, ama ismi üzerinde bu bir “sürçme”; oysa “alçak” böyle mi!

Sizi inandırabilmek için herhangi bir delile sahip değilim; ama inanıyorum ki ve siz de inanmalısınız ki, “alçak”, “zamanın göreceliği”nden yararlandığı yanılgısı içindeki basit bir sülükten ibaret bir şey!

Muhtemelen ruh sahibi bir yaratık bile değil; belki, “gizemli işler” için bir süreliğine gerekli olan basit bir aygıttan ibaret bir şey!

Onu “uzun süre” görmeyeceğiz!..


İstanbul, 26/3/2009



Güncel bir not: Bu Pazar günü seçim var. “Danışma, cumhuriyet, demokrasi” gibi anlamları da çağrıştıran “Şura” Suresi’nin, bugünler için özel bir anlam ifade eden “ilginç” bir ayeti var, mealen şöyle: “Başınıza gelen her müsibet kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir.”

O oyu kendi ellerinizle vereceksiniz, kimse sizi bir şey yapmaya zorlayamaz, çünkü demokrasi, seçimlerde “gizli oy, açık sayım” gibi müthiş bir ilkeyle hareket ediyor; dolayısıyla sonradan şikayet etme hakkınızı kaybediyorsunuz; ona göre!

Hırsıza-uğursuza oy verdikten sonra Tanrı’ya yakarıp işleri düzeltmesini bekleyemezsiniz; çünkü “başınıza gelen her müsibet kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir”, söylemedi demeyin!

Özel bir not: “Özgür irade/alın yazısı/kader” konularında ayet arayan dostlarım; buyurun size ayet… (Tabii, Kuran’da bu konudaki onlarca ayete ek olarak.)

24 Mart 2009 Salı

ÇAĞDAŞ BİR YAŞAM MI, ESKİ ARAP TOPLUMLARINA DÖNÜŞ MÜ!.. 16/05/2007

Türkiye 22 Temmuz’da önemli bir karar verecek; bu karar Türkiye’nin bundan sonra hangi yönde gideceğine ilişkin bir karar olacak!.. Çağdaş bir toplum olarak kalmaya devam mı edeceğiz, yoksa bin beş yüz sene öncesinin ilkel Arap toplumlarına mı döneceğiz!..

Demokrasinin en zayıf yönü, onu kullanarak düzeni yıkmak isteyenlere tanıdığı imkân!.. Seçenler, demokrasi kültüründen yeterince nasiplenmişlerse sorun yok; ama biraz dikkatsiz davrandıklarında başlarına geleceklerden kendileri sorumlu olacaklar. Bunun en önemli iki örneği Almanya ve İran… Almanya seçimle iktidara gelen Hitler manyağından yeteri kadar çekti; İran da sözde devrimle iktidara gelen Humeyni ve yandaşlarından!.. Geçenlerde, İran Cumhurbaşkanı Ahmedi Nejat, kadın öğretmeninin elini öptüğü için mollalar tarafından şiddetle eleştirildi; çünkü onlara göre, yaşlı bir öğretmen de olsa bir kadının elini öpmek ahlaksızlıktı!..
Unutulmaması gereken en önemli husus şudur: Demokrasi içinde kalındığında her görüş kendini temsil imkânı bulabilir; ama din devleti haline gelindiğinde, bu görüşün mensupları dışında hiçbir görüş kendini temsil imkânı bulamaz!.. Demokrasi içinde kalındığında insanlar başörtüsü takarak dolaşabilirler, ama din devleti haline gelindiğinde hiçbir kadın başını örtmeden sokağa çıkamaz; işte Türkiye 22 Temmuz’da buna karar verecek!..

Avrupa’nın birçok ülkesinde kadınlar seçme ve seçilme hakkına Türkiye’den yıllarca sonra kavuşabildiler; bu inanılmaz devrim Mustafa Kemal sayesinde gerçekleşti… Birçok Arap ülkesinde kadınların araba kullanmaları hâla yasak…

Mustafa Kemal ve devrimleri her şeyden önce kadınlara yönelik uygar haklar meselesinde can alıcı sonuçlar doğurdu; kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olacaklar mıydı, yoksa bir insan bile sayılmayacak şekilde toplumdan dışlanacaklar mıydı?!. Uygarlığın beşiği olarak gösterilen birçok Avrupa ülkesinde kadınlar sandığa gidemezken, Mustafa Kemal Türkiye’sinde kadınlar bu haklarını özgürce kullanabiliyorlardı. Kendi bilginlerine göre ortaçağda 500.000 civarında kadın “cadı” olduğu gerekçesiyle yakılarak öldürülmüştü; çünkü o esnada Avrupa’da din devleti hüküm sürüyordu. (Bunun bir örneğini Sivas’ta gördük: 30 civarında aydın Madımak Oteli’nde yakılarak öldürüldü ve bu esnada etrafta toplananlar bu zaferi tekbir getirerek kutluyorlardı!..)
Bundan otuz sene önceki Türk filmlerine bakılacak olursa hemen görülecek olan şey, caddelerde tek bir türbanlı kadın dahi görülemeyecek olmasıdır. Türbanın siyasi bir meta haline getirilişi Milli Nizam, Refah, ve Fazilet Partilerinden sonra meydana geldi; ve ne kadar “değiştik” diye yalan söyleseler de, Tayyip Erdoğan ve yandaşlarının çizgisi bu geleneği çok daha keskin biçimde sürdürmek biçiminde.

Türkiye AB kapısında onursuz biçimde bekletilmektedir; dış politikada ABD’nin dümen suyuna girmiştir; Mustafa Kemal’den bu yana binbir zahmetle oluşturulan kamu iktisadi kuruluşları ve benzeri kuruluşlar özelleştirme adı altında yabancılara peşkeş çekilmiştir (bunun en somut örneği, Türk Telekom’un 2006 yılı vergi rekortmeni olmasıdır; bu sözde Türk kuruluş, emperyalizmin temsilcisi olan bir Lübnanlı aileye aittir. Maliye Bakanı, iktisadi kamu kuruluşlarına ilişkin hıncını-nefretini “Sümerbank’ın ismini tarihten siliyoruz!..” şeklinde ifade etmiştir.); Kıbrıs geri dönülemez biçimde AB destekli Yunanistan’a terk edilmiştir; sözde uygar ülkelerdeki haritaların hemen tümünde, Diyarbakır’dan sonrası “Kürdistan” olarak görünmektedir; bu iktidar işbaşına gelmeden önce 100 milyar civarında olan dış borç kimi uzmanlara göre 300 milyar, kimi uzmanlara göre 400 milyar civarındadır… (Bu kadar muazzam para ve özelleştirmelerden gelen inanılmaz gelirle ne yapıldığı bilinmemektedir: Son beş yılda ne bir GAP ortaya konulabilmiştir ne de akıllarda kalabilecek başka bir eser!..)
Bundan on yıl önce AB ve emperyalizm konusunda mangalda kül bırakmayanlar kısacık iktidarları döneminde ülkeyi AB ve ABD’ye peşkeş çekmişlerdir; ve belki de en acısı, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren “Büyük Ortadoğu Projesi”nin eşbaşkanı olmakla övünebilmektedirler.

Sorulması gereken soru şudur: ABD emperyalizmi zalim midir, değil midir?.. Amerika’da gizli anlaşmalara imza atanlar, Fettullah Gülen’le sıkı dirsek temasında bulunanlar bu sorunun cevabını vermek zorundadırlar; çünkü Kuran’a göre “zalimler birbirlerinin dostlarıdırlar”!.. (Casiye, 19)

Bir Müslüman zalimle işbirliği yapanın da zalim olduğunu, hele zalimle dost olanın o zalim kadar zalim olduğunu bilmek zorundadır. Bizzat Tayyip Erdoğan tarafından Büyük Millet Meclisi’ne sunulan birinci teskerede, Türkiye Irak’a kahpelerin kahpesi Amerikan askerleriyle birlikte girmekten son anda kurtulmuştur!..

Türk halkı 22 Temmuz’da işte buna karar verecektir: Mustafa Kemal’in ilkeleriyle çağdaşlık yolunda ilerleyen onurlu bir Türkiye mi, yoksa emperyalizmin dümen suyunda bocalayıp duran zavallı bir sömürge ülke mi?!.

Bilmemiz gereken en önemli mesele şudur: Yukarıda da değinildiği gibi, demokrasinin işleyişi içinde herhangi bir siyasi görüşe muhalefet etmek her zaman mümkündür; ama din devletine dönüşüldüğünde, iktidarı elinde bulunduran mollaların görüşleri dışında hiçbir görüşü ortaya sürmek mümkün olmayacaktır. İran’da, yolda ellerinde sopalarla dolaşan ahlâk polisi, saçlarının bir kısmı görünen veya eteğinin altına pantolon giyen kadınları uyarmakta, bunun devamı halinde başlarına ne geleceği hususunda gözdağı vermektedir.

22 Temmuz Türkiye için bir milat olacaktır ve bu milat en çok kadınları ilgilendirmektedir… Onurlu bir yaşam mı, erkeğin gölgesinde ikinci sınıf bir yaşam mı?!.

22 Temmuz namuslu insanlar için bir milat olacaktır: Onurlu-namuslu bir yaşam mı, emperyalizmin dümen suyunda üçüncü dünya ülkelerini, özellikle Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmede kullanılan paralı askerlik mi?!.

22 Temmuz Tüm Türk halkı için bir milat olacaktır: Atatürk’ün yolunda ilerleyen mutlu, müreffeh, onurlu bir ülke mi, yoksa Amerikan emperyalizminin kucağında kahrolası bir sömürge mi?!.

22 Temmuz Türk halkının miladı olacaktır: Onurlu bir gelecek mi, yoksa onursuz, kahrolası bir gelecek mi?!.

Bütün mesele budur!..

21 Mart 2009 Cumartesi

Evrim Teorisi I - (Allah işin sonundan korkacak değil ya! Şems, 15)

TÜBİTAK’ın son rezaletinden sonra evrim teorisi yine tartışılmaya başlandı; ve belden aşağı vuruşlar tüm acımasızlığı ve tüm sahtekârlığıyla tekrar gündeme geldi.

Bu yazı, bir Müslümanın (aslında herkesin tabii) bu teoriye nasıl bakması gerektiği yönünde kısa bir hatırlatmadır; bir Müslüman, her şeyden önce dürüst ve insaflı olmak zorundadır. Evrim Teorisine inanan herkesi “komünist” diye aşağılamaya kalkmak ayıp ve günah değil midir? Daha da önemlisi, bir insan “komünist” diye aşağılanabilir mi; böyle bir gerizekâlılık ve alçaklık olabilir mi?!.

İnsan tüm bu alçaklıkları yapmadan önce bir kere olsun Kuran okumaz mı?!. (Okusa, zaten bu alçaklıkları yapamazdı!)

Hadi, buyurun, biraz Kuran okuyalım…


KURAN VE EVRİM TEORİSİ

“Adem, Adem olmazdan önce maymundu!”
Darwin doğmadan yüzlerce yıl önce böyle abuk bir iddiayı ileri süren konünist kimdi sizce? Bu Allahsız materyalist ne yapmaya çalışıyordu?
Hadi soruyu bir başka biçimde sorayım: “Evrim Teorisi”diye bilinen “Yaratılış Kuramı” bundan 150 yıl önce Darwin’le mi başladı gerçekten? Bu muazzam kuramın tüm onuru sadece bu dehaya mı ait?
Isırgan otu ile insan, genetik olarak neden birbirine bu denli yakın? Bu ikisi arasında, diğer tüm türler arasında olduğu gibi bir akrabalık söz konusu olabilir mi? Canlıların tümü, “ayı şifre kitabı”na göre kodlanmış olabilir mi?
Evrim Teorisine gözü kapalı inanan yüz binlerce bilimadamı gerçekten bu denli yanılıyor olabilir mi?
İslam’a bu denli ters bir teoriye biz müslamünlar inanabilir miyiz; olur mu böyle şey?!.
İşte esas soru: Evrim Teorisi İslam’a ters mi, onunla çelişiyor mu?
Kâinatı yaratan Güç, “Ve insanı yaratmaya çamurdan başlamıştır.” (Secde, 7) derken aslında ne diyor. “Başlamıştır” ne demek? Hangi İslam bilgini bu ayet karşısında hot zot etmeye cüret edebilir ki! Allah, “Ben insanı yaratmaya çamurdan başladım.” diyorsa öyle yapmıştır; yani yaratma faaliyetini çamurdan başlamıştır, sonra da devamını getirmiştir; buna itiraz edilebilir mi?!.
Ne diyor Sâd 71-72:
“Evet, çamurdan bir insan yaratacağım, onu tamamlayıp içine de ruhumdan üflediğimde, ona secdeye kapanın!”
“Başlamak” ve “tamamlamak”; bu ne demek oluyor; insan yaratılırken birtakım aşamalardan mı geçti yani?
Kuran’dan hareket eden bilimadamları, Kozmolojik ve biyolojik evrim hakkında neredeyse tüm bilgileri Darwin daha doğmadan bin yıl önce insanlığın hizmetine sunmuşlar; ama örümcek kafa bunu bizden ısrarla saklamak peşinde. Bunun neden böyle olduğunu da anlatacağım.
Bakın, 2002 yılında yayınlanan “Kuran’daki Maymun” adlı kitabımda ne demişim:
“Bilimin doruk noktasına ulaştığı bu çağda, şu andan itibaren “Evrim Teorisi” diye anılan kısmen doğru anlayışın karşısına, “Evrim Kanunu” ile çıkıyorum… ‘Evrim Teorisi’ nitelemesini tarihin onurlu sayfalarına emanet ediyor, bu ‘Yaratılış Gerçeği’nin aslında bir ‘Kanun’ olduğunu, Yaratıcı’nın Kanunu olduğunu tüm dünyaya ilan ediyorum. Bu tezin antitezini ise riyakârlardan değil, inanmayanlardan bekliyorum. Gerçeği aramakla görevlendirilen insanoğlunun insanlık onurunun birtakım sahtekârlar tarafından daha fazla çiğnenmesini reddediyor, inanmamaya inananları, inanmış gibi yapanlara tercih ediyorum; ve riyakârlığı mahkûm etmeyi bir görev addediyorum!.. Ve tüm bunları yapabilme gücünü bana bağışlayan o ‘İlahi Kaynak’ı; göstergelerinden tüm kitap boyunca zerre kadar dahi olsa taviz vermeyeceğim o ‘İlahi Kaynak’ı açıklamaktan da onur duyuyorum:
Mesaj…
Mübarek Mesaj…”
Kısa olması gereken bu çalışmada size Darwin’i falan fazla anlatmayacağım, ne yazık ki ayrıntıya giremeyeceğim, birçok şeyi hiç yazmadan geçeceğim; ama şunu söylemeden de edemeyeceğim Tabii: Yazıya başlarken sözünü ettiğim “Adem, Adem olmazdan önce maymundu” sözünü eden kişi, Abdülkadir Bidil adında bir islam bilginidir. İbn Miskeveyh, El Biruni ve benzerleri gibi bir evrimci bilimadamı olan bu müslüman, bu sözü, Darwin doğmadan bin yıl önce söylemiştir!

Öyle televizyona çıkıp, “Darwin beş para etmez biriydi,
babası bile ‘senden bir halt olmaz!’ demişti, papaz bile olamamıştı,
o gemi de bilim gemisi değil savaş gemisiydi, hatta Türlerin Kökeni kısa adıyla bilinen çalışma da ona ait değildir, sahtedir; bu adam
Türk düşmanıdır, sapıktır!” gibi ipe sapa gelmez ve adice iftiralar atmak kolay tabii!.. Ahlâksız herifler sizi!..
Araplar da Türk düşmanıydı, savaşta bizi arkadan vurmuşlardı; Taliban’ın İslam’ı nasıl anladığı ortada, Hizbullah’ın insanları domuz bağıyla öldürdüğünü unutmadık; tüm bu rezillikler İslam’ı reddetmemize gerekçe olabilir mi?!.
Terbiyesiz herifler sizi! (“Terbiyesiz herifler” Yaratılışçılar değil tabii; bu konuda iftiradan, çamur atmaktan, onu bunu karalamak için didinip durmaktan başka bir şey yapmayanlar!)
Evrim tarihinde birçok sahtekâr ortaya çıkmış, fosillerin bir kısmı sahteymiş… Ahlâksız tiplemeler sizi! İslam aleminde de bir sürü sahtekâr yok mu; en azından, tıraş olurken her sabah aynaya bakmıyor musunuz?!.
Evrim Teorisi’nin onuru Müslüman bilginlere aittir, ama bu, Darwin’in büyük bir deha, büyük bir bilgin olduğu gerçeğini değiştirmez!
Uğursuz Müslüman taklitçileri sizi, Enam Suresi’nin 98. ayeti ne diyor bakın:
“Sizi bir tek canlıdan vücuda getiren O’dur. Bu oluşumda bir karar kılma yeri var, bir de emanet olarak kalma yeri. İyice araştırıp kavrayan bir topluluk için ayetleri biz tam bir biçimde detaylandırdık.”
Hemen bir şeyi tespit edip, çalışmaya bundan sonra devam edelim. Evrim Teorisi’ne samimi biçimde itiraz eden herkesin başımın üzerinde yeri vardır, bunlara saygı duyarım. Samimi müslümanlar, bu teoriye tabii ki itiraz edebilirler, bunu kabul etmeyebilirler; benim yukarıdaki sözlerim sahtekârlar için edilmiştir. (Onlar kendilerini bilirler, şu anda bana sövmeye başladılar bile!)
Evrim Teorisi, her yönüyle eleştirilebilir, eleştirilmelidir de; ama bu teori İslam’a karşıdır, bunu komünistler, ateistler ortaya atmıştır, Darwin Türk düşmanıdır iddiasıyla ortaya çıkılarak eleştirilemez!
İlerleyen bölümlerde Allah’ın evrimi nasıl açıkladığını size kanıtlaycağım, hatta Darwin’i nerede hata yaptığını da; o zaman göreceksiniz ki, sırf müslüman olduğu için bir insanın evrime karşı çıkması mümkün değildir; çünkü evrim bir teori değil, bir kanundur; bu, Allah’ın bir kanunudur!..
Darwin’e en büyük itiraz kiliseden, din adamlarından gelmişti, gelmeliydi de. Çünkü onların kitabında Arz’ın milattan önce 4305 yıl önce yaratıldığı yazıyordu, yani Arz henüz 6.000 yıllıktı; bu durumda milyonlarca, milyarlarca yıl gerektiren evrim nasıl gerçek olabilirdi ki?!.
Hristiyan ve Musevi din bilginleri seçeneksiz kalmışlardı; çünkü inandıkları kitap buna izin vermiyordu! (Aslında bal gibi de veriyordu; bunu da anlatacağım.)
Peki bizim Kitap’ımız böyle mi diyor?
Son bir hatırlatma: Darwin yaşamının hiçbir döneminde, tek bir sözcükle olsa dahi insanın maymundan geldiğini söylemedi; bu uzun bir hikaye, ayrıntısına burada giremeyeceğim. Ve belki daha da önemlisi, Darwin, bu sahtekârların söylediği gibi ateist falan da değildi -olsaydı da bir şey değişmezdi tabii, bu da başka bir konu-; bakın 1859’da yayınladığı “Türlerin Kökeni” adlı bu mucize kitabı nasıl bitiriyor:
“Yaşamın bu görünümünde yücelik vardır. Yaradan, yaşamın sürdürülmesi için gerekli gücü başlangıçta bir veya birkaç türe bağlamıştır. Tıpkı gezegenimizin de değişmez yerçekimi yasalarına göre göklerdeki dönüşünü sürdürmesi gibi, böylesi basit bir başlangıçtan giderek en güzel ve en şaşkınlık verici yaşam biçimleri evrimleşmiştir. Bu evrim bugün de sürmektedir.”
Ateist bir adam bunları yazdığı kitabına koyar mı?!. (Demin söyledim, önemli olduğu için tekrar ediyorum: Darwin ateist olsaydı yine herhangi bir şey değişmezdi; bugün kullandığımız teknolojik aletlerin büyük kısmını ateist bilimadamlarına borçluyuz. Herkes inanmak zorunda mı?!. “Siz hiç günah işlemeyen bir toplum olsaydınız sizi yok eder, yerinize başkalarını yaratırdım!” diyen Allah, bunu yanlışlıkla mı söylüyor!?. Yaratılışın tez-antitez-sentez üçlemesinde ateistlere belirli bir görev düştüğünü kim inkâr edebilir?!. Her şey zıddıyla anlaşılır; ateistler olmasaydı inanç nasıl anlaşılabilirdi?!.
Bu paragrafın konumuzla ilgisi yok, zamanınızı alacağım için bağışlayın, ama söylemeden geçmek de olmaz tabii: Kuran’ı incelediğinizde şunu açıkça görebilirsiziniz: Samimi bir inkâr, riyaya bulaşmış bir inançtan çok daha asilcedir! Ateistlere ne olacağını bilmiyoruz, ama riya yapanların cehennemin ta dibine gideceklerini çok iyi biliyoruz; çünkü Kuran aynen böyle söylüyor!
Sahtekârlarla daha fazla uğraşmadan, bu teorinin birtakım ayrıntısına hiç girmeden, Malthüs’ten mi etkilendi, dedesinden mi kopya çekti, Adam Smith’den mi esinlendi, Müslüman bilginlerden mi çaldı, bu teoriyi komünistler mi kullandı, ateistler bundan memnun mu oldu, Marx Darwin’i tebrik etti mi, etmedi mi ayrıntısına girmeden artık esasa gelmemiz gerek; çünkü bu çok uzun bir konu ve bu kısa çalışmada bu ayrıntılara girmek ne yazık ki mümkün değil. (Ayrıntı isteyenler, Aralık 2002’de yayınlanan Kuran’daki Maymun adlı kitabımı okumalılar.)
Hadi şu “maymun” meselesiyle ilgili son bir bilgi vereyim; hani demiştim ya, Darwin yaşamı boyunca insanın maymundan geldiğini söylemedi diye; bakın “maymun” nasıl ortaya çıkmış:
Britanya Bilim kurulu’ndaki bir tartışmada, belden aşağı vurmak konusunda bizim müslümanlardan(!) hiç de aşağı kalmadığını kanıtlamak isteyen sözde kurnaz bir piskopos olan Wilberforce, Darwin’i savunan Huxley’le aklı sıra dalga geçmeye çalışırken şunları söylemiş: “Peki ama büyük babasının maymun olduğuna inanan kişinin büyük annesinin de maymun olması gerekmez mi?”
Bilgin Huxley, alay dolu bu soruya karşılık vermekte hiç tereddüt etmemiş tabii: “Hayatın gerçeklerini bulup ortaya çıkarmak için uğraşanları böylesi söz oyunlarıyla karalayan soylu insanlardan olmaktansa, kendini (haddini) bilen, gerçeğe saygılı maymun soyundan gelmiş olmayı yeğlerdim.”
“Maymun” buradan çıkıyor işte; bizim sahtekârların atası olan piskopos Wilberforce’tan!..
Son bir hatırlatma: Tevrat ve İncil, yani Eski Ahit ve Yeni Ahit; bir başka ifadeyle Musevi dostlarımın kutsal kitabı ile Hristiyan dostlarımın kutsal kitabı (ki, bu kitap Eski ve Yeni Ahit’ten oluşmaktadır; bizimkilerin “İncil” diye tercüme ettiklerine bakmayın; Hristiyanların kutsal kitabı ikisini de içirmektedir), Arz’a yaklaşık 6.000 yıl ömür biçtiği için, bu dostlarımın evrime karşı çıkmaları son derece anlaşılır bir şeydir. Doğru anlamışlardır, yanlış anlamışlardır, bu ayrı bir şey; burada ayrıntısına girmeyeceğim; ama özellikle Tevrat’ın bu konuda çok açık hükümler ihtiva ettiğini de söylemeden geçemeyeceğim.
Bizim Kitabımız ise baştan sona bir Evrim Destanı sanki…
Yaratan’a teşekkür ediyor ve konuya giriyorum…
973 Yılında, Havârizm şehrinin bir kenar mahallesinde bir Türk çocuğu dünyaya geliyor. Biruni adındaki bu çocuk daha küçük yaşlarda bilime merak sarıyor; ve yaşı ilerledikçe matematik, astronomi, fizik, eczacılık ve felsefe başlıca uğraşları arasında yer alıyor. Bu çocuk on yaşındayken, bulunduğu şehirde bir dernek kuruluyor. Dernek üyeleri kendilerini “İhvânu’s-Safa” diye isimlendiriyorlar; yani Türkçemizle “Temiz Kardeşler”…
Bu Temiz Kardeşler, evrim konusunda şunları söylüyorlar:
“Allah’ın, bütün varlık ana türlerini oluşturmaya kabiliyetli kıldığı ve ilk olarak yarattığı bir güç, ilk hareket ve evrimiyle çeşitli ruhi varlıkları ve semavi cisimleri, daha sonra temel maddi unsurları, sonra da seri halde, mertebe mertebe çeşitli maden, bitki ve hayvan türlerini oluşturduktan sonra, son olarak insan türünü oluşturmuştur.”
İşte böyle!..
Evrim Teorisi işte böyle anlatılır, hem de Darwin’den neredeyse 1.000 yıl önce.

Biruni de bu akımdan etkilenmiş ve benzer şeyler söylemiş, bu konuda kapsamlı bir çalışma yapmıştı. (Bu kitap Avrupa dillerine çevrildi tabii.) Biruni’den 3 yıl sonra doğan İbn Miskeveyh ise aynen şunları söyleyebiliyordu - bu arada, dikkatinizi çekerim; tüm bunlar 1.000 yıl önce söyleniyor, ortada henüz modern bilimin zerresi dahi yokken-: “… sonra hayvanların son mertebesine yaklaşılır. Ardından alemin en yücesine çıkılır ve insan mertebesine girilir. Bu mertebe en şerefli olmasına rağmen, insan mertebesinin en aşağı mertebesidir. Bu da maymun ve insana benzeyen diğer benzer hayvanlar mertebesidir. Maymunla insan arasında çok küçük bir mesafe kalır. Biraz daha ileri gidilse, bu insan oluverir. Vücud amudileşir, eşyayı temyiz kuvveti ortaya çıkar. Bu kuvvetle bilmek ve anlamak başlar. Nefsin tesirinin artmasıyla, anlayış ve temyizle birlikte edebilik ortaya çıkar. Kendinden aşağıdakilere göre, bu tür en şereflisiyse de, gerçekten kamil insanlara nazaran en aşağı mertebedir.”
Bakın, derin bir Kuran bağlısı olan Biruni neler söylemiş, “Kitâbu Tahkîk” adlı eserinden bir alıntı: “Çiftçi, kötüsünü yok ederek, seçtiği mısırı istediği kadar üretebilir. Bahçıvan, istemediği bütün diğer ağaçları keserek, güzel gördüklerini seçip yaşatabilir. Balaraları, kovanda çalışmayanları ve sadece balı yiyenleri öldürür.”
Şimdi dikkat, bakın nasıl devam ediyor:
“Tabiat da, bizzat benzer işi yapar; bununla birlikte, bütün şartlar altında fiili aynı ve tek olduğu için, bir ayrıcalık da göstermez. Yok olacak ağaçların meyve ve yapraklarının yok olmasına tabiat müsaade eder; böylece de, onların tabiat ekonomisine bağlı olarak, üremeleri kuralını ihlal etmelerini önler. Başkalarına yer vermek için onları yok eder.”
Ya, vay canına tabii!..
Batı’da ancak 16. asırda ortaya atılacak olan “tabiat ekonomisi” fikrinin mucidi kim


gördünüz mü? Ya “suni seçim” fikrinin babası kim; işte okudunuz, o da Biruni!..
Batı’da ancak 800 yıl sonra ortaya atılabilecek olan “suni seçim” veya “suni ayıklanma” yani “doğal seçilim” Darwin’den sekiz asır önce Biruni tarafından zaten bilim dünyasına armağan edilmişti!.. (Bu arada, çok önemli bir not: Bu dehşetengiz bilgilerin, bu muazzam verilerin onuru bana ait değildir; bu çalışmada şu ana kadar ortaya sürülen veriler, Profesör Doktor Sayın Mehmet Bayrakdar’ın, kitâbiyât tarafından 2001’de yayınlanan “İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi” adlı kitabından alınmıştır. Bu müthiş Hoca’ya ve kitabı yayınlama cesaretini gösteren kitâbiyât’a teşekkür ederim.)
Şimdi temel sorunun tam zamanıdır: Bu bilginler, bu olağanüstü Müslüman bilginler bu tezlere nereden ulaşmışlardı, nereden güç alıyorlardı ve bilimin henüz emekleme çağını yaşadığı o günlerde kendilerinde bu sözleri söyleme cesaretini nereden buluyorlardı?
Kuran okuyorlardı…
Kuran okuyorlardı; hepsi bu!..
Tabii, Kuran’ı adam gibi okuyorlardı; birtakım sahtekârlar gibi, onu bunu karalamak için değil!..
Bundan sonra biz de aynısını yapacağız; yani Kuran okuyacağız. Bunu yaparken, Muhamed Esed, Muhamed Hamidullah, İzmirli İsmail Hakkı, Yaşar Nuri Öztürk gibi abide isimlerden yararlanacağız tabii… Özellikle de, su katılmamış bir evrimci olan Muhammed Esed’den ve yaşayan en büyük ilahiyatçı olduğu hiç tartışmasız olan Yaşar Nuri Öztürk’ten… (Yaşar Nuri için evrimci denilebilir mi bilmiyorum, hayatta olduğu için bunu kendisi açıklamalı; ama bildiğim şey, birçok konuda farklı düşünsek de, bu Hoca’nın gerçekten büyük bir deha olduğudur.)
Bundan sonra size Kuran’dan birtakım şifreler sunacağım, evrim teorisi ile ilgili olduğunu düşündüğüm birtakım şifreler. Kuşkusuz, bu şifreleri ben oluşturmadım, hatta buna “şifreler” demek bile doğru değil belki, çünkü hepsi açık, apaçık ayetler. Tezimi sistematize etmek için bu “şifreler” tabirini kullanıyorum.
Hadi, başlayalım artık… (336 Sayfalık bir kitabı özetlemeye çalıştığımı unutmayın lütfen, birçok şeyi atlamak zorunda olduğumu da…)
Evrim teorisi şunları şart koşuyor:
1) Yeterli zaman.
2) Su.
3) Ortak Ata.
4) Aşamalı Oluşum.
5) Biçimlendiriliş.
6) Türlerin Dönüşümü.
7) Üstün Yaratık.
Ve şunları da ben ekliyorum:
8) Kodlanmış Komutlar Silsilesi
9) Yaratılışa Müdahale

Evrim Teorisi II - Koşullar

1) Yeterli Zaman:
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu.

“Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu.” (Tevrat, Yaratılış 1/1-8; Yaratılış 1/31/Kutsal Kitap/Yeni Çeviri/Kitabı mukaddes Şirketi, 2001)
İşte, Musevi ve Hristiyan din adamları bu nedenle evrime karşı çıkıyorardı, çünkü, 6.000 yaşında olmasının yanısıra, dünya 6 günde yaratılmıştı, onlara göre her biri şu bildiğimiz 24 saatten oluşan bu 6 gün evrim için yetersizdi tabii. (İster inanın, ister inanmayın, Anglikan Kilisesi Başpiskoposu James Ussher, Yaratılış için saat bile veriyordu: M.Ö. 4004. 22 Ekim akşamı, saat 8!..)
Ne var ki, Kuran’a baktığımızda da Arz’ın 6 günde yaratıldığını görüyoruz. (Kaf, 68; Araf, 54; Furkan, 59; Yunus, 3; Hud, 7; Secde, 4; Hadid, 3)
Ama Muhammed Esed, Kaf Suresi’nin 38. ayetini, “Ve Bizim gökleri ve yeri ve aralarıdakileri her şeyi altı devrede yarattığımızı ve bizi hiçbir yorgunluğun etkilemediğini bilenler için.” diye meallendirdikten sonra buna ilişkin önemli açıklamalar yapıyor: “Bu bağlamda vurgulanması gereken husus, eski Arap dili kullanımında “yevm” (gün) teriminin her zaman yirmi dört saatlik ‘yeryüzü günü’nü göstermeyip aynı zamanda uzun ya da kısa herhangi bir zaman dilimini ifade ettiğidir. Burada ve Kuran’ın başka yerlerinde kozmik bir anlam ile kullanılan ‘eyyam’ (günler) çoğul ismi ise, en doğru olarak ‘devre’ olarak çevrilebilir.”
Bunları söyleyen Esed, klasik meallerdeki “gün” için, Furkan 59. ayette “evre” demeyi tercih ederken; Araf 54. ayeti “gökleri ve yeri altı çağda yaratan” diye meallendirmektedir.
Hüseyin Atay’ın Arapçasının ve ilminin yeterliliğinden kuşku duyar mısınız hiç? Bakın üstad Furkan 59’u nasıl meallendiriyor: Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı aşamada yaratan, sonra da arşın üzerinden hükmeden Rahman’dır, bunu bilene sor.”
Aynı Atay, Kaf 38’i ise şöyle tercüme ediyor: “Andolsun, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı evrede yarattık.”
Aslında sadece bunlar bile bir aşamayı, bir evreyi ortaya koyuyor tabii de (“6 gün”, “sonra”, gibi…), biz yine de devam edelim.
Kuran’da hiç yirmi dört saat gibi bir tanımlamaya rastlamadım, ama bakın neye rastladım; bakın, Yaşar Nuri Öztürk, Secde Suresi’nin 5. ayetini ve Mearic Suresi’nin 4 ayetini nasıl Türkçeleştiriyor:
“İş ve oluşu gökten yere doğru çekip çevirir; sonra o O’na yükselip çıkar. Bir günde ki, süresi, sizin saymakta olduğunuz günlerden bin yıla denktir.”
“Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselir O’na.”

Dikkat lütfen, bin yılda veya elli bin yılda değil; bin yıl olan bir günde ve elli bin yıl olan bir günde!..
Yani bir gün bin yıl da olabiliyor, elli bin yıl da… (Bunu Einstein da söylemişti; hani şu izafiyet teorisi.)
İşte böyle…
Göklerin ve yeryüzünün yaratılışı 6 x 24 saat mi, 6 x 1.000 yıl mı, yoksa 6 x 50.000 yıl mı; veya 6 “çağ” mı, 6 “evre” mi, yoksa 6 “devre” mi?..
Kimsenin ufkumuzu daraltmaya hakkı yok arkadaş!
Bizim kitabımız, “evrim” için gerekli olan süreyi bol bol içeriyor; buna neden ve nasıl itiraz edebiliriz ki; daha doğrusu, bırakın neden ve nasılı, niçin itiraz edelim ki!..
İlk şifremiz açısından Kuran bize yeterli verileri sunuyor.
Evrim için yeterli zamana sahiptik…

2) Su:
Evrim Teorisi ne diyordu; her şey suda başladı ve insanın ilk atası olan ilk yaratık da suda veya sudan oluştu, değil mi?
Peki…
Muhammed Hamidullah ne diyor: “Ve sudan insanı yaratan O’dur. (Furkan, 54)
Yaşar Nuri ne diyor: “Suda bir insan yaratıp…” (Aynı ayet.)
Ya Hüseyin Atay: “İnsanı sudan yaratarak…” (Aynı ayet.)
Yaratılış sadece insana özgü değil tabi, tüm bir yaratıştan söz ediyoruz değil mi; peki Nur Suresi’nin 45. ayeti ne diyor bu konuda?
Allah, tüm canlıları sudan yarattı. Onlardan kimileri karnı üzerinde yürür, kimileri iki ayak üstünde yürür, kimileri de dört ayak üstünde…” (Yaşar Nuri Öztürk.)
“Ve Allah her canlıyı sudan yaratmıştır… “(Muhammed Hamidullah.)
“Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır…” (Hüseyin Atay.)
Bakın Yaşar Nuri Öztürk, Enbiya Suresi’nin 30. ayetini nasıl meallendiriyor: “O küfre sapanlar görmediler mi ki gökler ve yer bitişik idi, biz onu ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk. Hâlâ iman etmeyecekler mi?”
“… bütün canlıları sudan yarattığımızı…” (Muhammed Hamidullah.)
“… ve yaşayan her şeyi sudan yarattığımızı… “ (Muhammed Esed.)
Bence yeter…
Bu şifremiz için de Kuran bol bol veri sunuyor.
Her canlı, her şey, yaşayan her şey sudan yaratılmış; evrim teorisi de bunu söylemiyor mu?

3) Ortak Ata:
Ufff; ne tehlikeli bir konu değil mi?
Darwin ne diyordu; her şey ortak bir atadan oluşmuştur, her şeyin bir ilk nüvesi vardır, yaşam ondan şekillenmiştir. Yani, hepimiz tek bir canlıdan oluştuk, falan… İnsanın gerçekten tüyleri diken diken oluyor; ne zor konu be!.
Hadi, Kuran okumaya devam edelim.
“Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin.”
“Türetsin” mi?
Bu nasıl olabilir, böyle bir söz Kuran’da nasıl geçebilir?!.
Kuran’da geçmiyor bu söz, daha vahim bir şey oluyor ve Yaratıcı bu sözü Tevrat’a koyarak Musevi ve Hristiyan din adamlarını tokatlıyor adeta!. Kuran’da bu söze gerek bile yok, bunun nedenini biraz sonra göreceksiniz…
Yukarıdaki ayet Tevrat’ın Yaratılış bölümünden 1. bölümün 24. ayeti; ve çok önemli bir şey de, Tevrat’ı Türkçe’ye çeviren kurul… Bu kurul İbranice, Aramice ve Grekçe uzmanlarından oluşuyor ve bu çeviri işi tam yirmi yıl sürüyor, yirmi yıl!.. Ve bu bilginler, evrime muhtemelen kendileri de karşı çıkan (bilmiyorum tabii, günahlarını almayayım) bu bilginler, “türetsin” sözcüğünü bu metnin içine koymak zorunda kalıyorlar!..
Türetsin!..
Vay canına!..
“Türemek” ne demek? Sözlükler bunu “bir kökten çıkmak” olarak veriyor…
Bir kökten çıkmak!..
Tevrat, “Yeryüzünde çeşit çeşit canlılar üretilsin, oluşturulsun.” deseydi, “Ortak Ata” şifremiz açısından bunun üzerinde bile durmazdım; ama “türetmek?.. Bu başka bir şey tabii.
Türetme görevi yeryüzüne veriliyor, yani tabiata… Tabiat, “bir kökten” çeşit çeşit canlılar, yaratıklar ”türetecek”; Allah’ın talimatı böyle!..
Hadi, kendi Kutsal Kitap’ımıza başvuralım; bakalım neler çıkacak…
Bu arada, küçük dilinizi yutmaya hazır mısınız; bir sorayım dedim…
Yukarıda da sözünü ettiğim gibi, gerçekten hepimiz tek bir canlıdan yaratılmış olabilir miyiz; böyle bir şey nasıl olur! Daha önemlisi, bu fakir, böyle tehlikeli bir konuda Kuran’dan nasıl bir örnek verebilir ki! Pöh!”…
“Ey insanlar! Sizi tek bir canlıdan yaratan, ondan eşini yaratan ve ikisinden pek çok erkek ve kadın türeten Rabbinize saygılı olun.” (Hüseyin Atay/Nisa, 1)
“Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan yaratan...” (Yaşar Nuri Öztürk, aynı ayet.)
Birçok mealcinin ayeti “sizi tek bir kişiden yaratan” diye tercüme ettiğini, bununla da Hz.Adem’i kastettiğini saklayacak değilim; ama bakın Muhammed Esed aynı ayeti nasıl meallendiriyor ve ardından neler diyor:
“İy insanlar! Sizi bir tek can(lı)dan yaratan, ondan eşini var eden…” (Klasik müfessirlerin çoğu”nefs” terimine yüklenen pek çok anlam içerisinden –can, ruh, akıl, canlı varlık, canlı, insan, şahıs, kimlik, insanlık, hayat özü, temel ilke ve diğerleri- “insan”ı tercih ederler ve bu terim ile burada Hz.Adem’in kastedildiğini kabul ederler. Ama Muhammed Abduh bu yorumu reddeder. … Minbâ’nın lafzen, “ondan” şeklinde çevrilmesi, metin ile uyumlu olarak, her iki cinsin (Adem ve Havva’nın. Y.Y.) “bir tek canlıdan” türetildiği biyolojik gerçeği yansıtır.) (“Türetildiği” sözcüğüne dikkat ettiniz mi?Y.Y.)
“O sizi bir tek kişiden yaratandır. Ardından, bir durak ve bir konaklama yeri vardır. (Muhammed Hamidullah, En’am, 98)
Muhammed Hamidullah bu ayet için şu notu düşüyor: “Bu son derece özlü ifadenin yorumları farklılık gösterir. Biz bu ‘durak’ ve ‘konaklama yeri’ ifadelerinden, ana ‘rahmi’ ile ‘mezar’ı anlıyoruz.”
Hüseyin Atay aynı ayet için ne diyor? “Sizi bir tek nefisten yaratan O’dur. Sizin, konup göçecek yeriniz vardır.”
Ama Öztürk, aynı ayet için, müthiş çağrışımlar yapabilecek olağanüstü bir meallendirmeye gidiyor; şuna bakar mısınız:
“Sizi bir tek candan yaratan O’dur. Demek ki, bir karar yeri, bir de emanet yeri vardır. Gerçekten, ayetlerimizi ince anlayışlı olanlar için açıkladık.”
“Bir tek can veya bir tek canlıdan” var edildiğimiz artık açık da, bu “karar kılma yeri” ve “emanet olarak kalma yeri” de ne oluyor?..
Rastlantı mı acaba; isminin Türkçe karşılığı “hayvanlar” olan bu Surenin, insanlara hitap eden bu ayetini “iyice araştırıp kavrayacak bir topluluk”, bu “emanet olarak kalanlar” ile “karar kılınanlar”ı Mevlânâ gibi anlayabilir mi, ne dersiniz? Ne diyordu bu büyük ruh?
İlk olarak o (ilk akıl) cansız dünyasında göründü,
Oradan bitkiler dünyasına geçti,
Ve birçok sene bitki hayatı yaşadı,
Sonra hayvani varlık içinde yol aldı.
Ve aynı şekilde güzel çiçekler mevsiminde,
Bebeklerin nefes isteyip, niçin istediklerini bilemedikleri gibi,
Kendisinin, O’na yönelme arzusunu hissedince, kurtuldu.
Tekrar, hikmet sahibi Yaratıcı, ki sen onu bilirsin,
Onu hayvanlıktan insan mertebesine yükseltti.
Ve böylece varlıktan varlığa geçerek, o akıllı oldu.
Hadi, bir soru daha: Biz “karar kılınanlar” isek, “emanet olarak kalanlar” kimler? Bitkiler yahut hayvanlar mı, yoksa özel bir hayvan türü mü?
İşte üçüncü şifremiz, Ortak Ata…
Neden homurdanıyorsunuz ki; Allah’ın yol ve yasası bu ise, bütün canlılar tek bir canlıdan türetilmişse, bu, o harikulâde Yaratış’a gölge mi düşürür?
Allah böyle istediyse, böyle yapamaz mı yani!

4) Aşamalı oluşum:
İşte, evrim karşıtlarının tir tir titrediği konuya geldi sıra. Ne diyorlar bu nasipsizler; her şey aynı anda yaratıldı, aşama maşama yok. Allah “Ol” dedi, her şey o anda olup bitti. O andan sanra yeni olan bir şey, değişen bir şey yok, değil mi? (Allah’ın “Ol!” emri tabii ki bir gerçek; ama bu kafanın, bu sözü anlamasını beklemiyorum tabii! En azından, Göklerin ve Yeryüzü’nün yaratılması neden 6 gün, aşama, çağ, 6 x 1.000 yıl, 6 x 50.000 yıl sürdü diye bile düşünmüyorlar. Hani her şey aynı anda olmuştu? Yaratılışın iki gününün göklere, dört gününün yere olduğuna dair ayrıntılara girmedim bile! Basiretsiz tiplemeler sizi; biraz Kuran okumaz mı insan!)
Ne düşünüyorsunuz; yeryüzünün ve canlıların oluşumunda bir aşama, bir aşamalı oluşum söz konusu mu sizce, yoksa her şey aynı anda yaratıldı ve yaratış böylece sona mı erdi?
Allahaşkına aşağıdaki verilere iyice bir bakar mısınız?
Bunlar ya cahil, ya da art niyetli; bu, başka nasıl izah edilebilir ki! (Art niyetlerini, daha doğrusu korkularını kitabın bütünü içinde bulabilirsiniz; ama buraya sığmayacağı için bu çalışmada onu ihmal ediyorum.)
Ne var ki, kendileriyle birlikte masum kitleyi de kör ve sağır yapıyorlar, ben ona üzülüyorum. Matta İncili’nde 23/13-14’te Hz.İsa ne diyor:
“Vay halinize ey din bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Göklerin egemenliği’nin kapısını insanların yüzüne kapıyorsunuz; ne kendiniz içeri giriyorsunuz, ne de girmek isteyenleri bırakıyorsunuz!”
Çekilsenize kardeşim yoldan!
Hadi Musevi kardeşlerimizle başlayalım yine:
“Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu.” (Tevrat, Yaratılış 1/1-2/Kutsal Kitap/Yeni Çeviri/Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001.)
Allahaşkınıza yapmayın be ehli kitap! Siz bu kitabı kutsal kabul etmiyor musunuz; o halde sorununuz nedir Allahaşkınıza?!.
Ayete bakın; “Başlangıçta” diyor ayet, başlangıçta!..
Başlangıç!..
O anda yer boş, yeryüzü şekilleri yok! Dikkat edin, henüz yeryüzü şekilleri yok, henüz hiçbir şey oluşmamış! (“Tanrı’nın ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu” çok başka ve bir hayli tehlikeli bir konu; bunu bir başka çalışmada açarız, konumuzla ilgisi yok. Ama yine de sizi biraz heyecanlandırayım; müthiş bir şey söylüyor ayet, müthiş bir şey! Aynı ayet Kuran’da da var; “O’nun arşı da su üzerinde idi.” diye… Müthiş bir şey!)
Evet, henüz yeryüzü şekillenmemiş bile… Sonraki ayetlerde Tevrat dünyanın nasıl oluştuğunu, bitkilerin ve hayvanların nasıl ortaya çıktığını açıkça anlatıyor. Dikkat edin, bu ayetler, “… Akşam oldu, sabah oldu ve beşinci gün oluştu.” diye bitiyor. Yani sürüngenler, kuşlar, balıklar ve benzerleri 5. günde türetiliyor, 5. günde!.. (Yaratılış/1/20-23)
Daha ne aşaması bekliyorsunuz sevgili ehli kitap, daha ne aşaması bekliyorsunuz Allahaşkınıza!..
Hadi, bizim dindaşlara dönelim.
Hz.Adem’in topraktan yaratıldığı söyleniyor birçok ayette. Bu durumda önce toprağın yaratılmış olması gerekmez mi? Yani önce toprak yaratılmış olmalı ki, Hz.Adem de “bundan sonra”, o ilk yaratılandan yaratılmış olsun. Yaratılıştaki bu aşama, bu evre, gerçekten tüm çıplaklığı ile ortada değil mi?
Bazılarına göre değil!
Değil, çünkü o taktirde, “Tamam da, bütün canlılar aynı anda yaratıldı.” gibi Kurani olmayan bir iddia ile karşılaşıyorsunuz; nasip işte, ne yaparsınız, olmayınca olmuyor demek ki!
Yani, açıkça söylemeseler de, “Tamam birader, o zaman kozmolojik evrime evet, ama biyolojik evrime hayır.” diye ortaya çıkıyorlar. (Bunu bu kadar net bir biçimde ortaya koyamıyorlar tabii, kem küm etmelerinden anlıyorunuz bunu.)
Hadi, biraz zaman kazanalım, bitkilerin ve hayvanların aşama aşama ortaya çıkışını bir kenara bırakalım ve direkt olarak insana geçelim. Bakın ne iddialı bir söz; direkt olarak insana geçelim, var mısınız?
İnsan bile aşama aşama yaratıldı, ne bitkileri, ne hayvanları!..
Peki bunu kim söylüyor, Darwin mi, bu fakir mi veya bir başka fani mi?
Hadi Kuran okuyalım…
Tanrı, “Biz insanı yarattık ve meleklere ‘haydi secde edin’ dedik” mi diyor; yoksa, ciddi biçimde azarlarcasına, “Önceki sayfalardaki açık kanıtlara rağmen” (Taha, 133), anlamamakta direnen insanoğlu bu kez iyice bir anlasın, kuşkuya düşmeksizin anlasın diye, bu oluşumu bir başka biçimde mi ifade ediyor?
Şimdi bir tanımlamaya adikkatinizi çekmek istiyorum.
Süreç…
Nedir süreç? Bir başı ve sonu olan zaman parçası değil mi? Örneğin, saat, ay, yıl, bir ömür…
Peki; insanın yaratılışı benim iddia etiğim gibi bir “süreç” meselesiyse, bir “süreç”i kapsıyorsa, bunun, yani bu sürecin bir başı, bir sonu olmalı değil mi?
Örneğin, “insanın yaratılmaya başlanmasını” Allah’ın ayetleri ile gözler önüne serersek, bu “başlangıç”, yaratma faaliyetinin bir süreci kapsadığını, dolayısıyla bu yaratılma faaliyetinde bir “aşama “nın, bir “evre”nin (ki, “evrim” sözü buradan gelmektedir) mevcudiyetini kanıtlamış olmaz mıyız? (Onlar “tekâmül” deyip kurtulduklarını sanıyorlar; halbuki “evrim” bu sözün Türkçesi!)
Cahil cühela takımının ne demek “başlanma” diye salya sümük bağırıp çağırdığını görür gibiyim. Onlara göre, her şey bir anda olup bitti ya hani; bu “başlamak” da ne oluyor, üstelik insanın yaratılışından söz ediyoruz burada!
Uzatmayalım ve şu muhteşem Secde Suresi’ne gelelim; 4, 7, 8 ve 9. ayetler; meallendiren büyük üstad Yaşar Nuri Öztürk tabii(Surelerin İniş Sırasına Göre Kur’an-ı Kerim meali/Türkçe çeviri/Yeni Boyut, 1997):
“Allahtır ki gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra arş üzerinde egemenlik kurmuştur.
“Yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır. Ve insanın yaradılışına çamurdan başlamıştır.
Sonra onun neslini bir usareden, hor görülen bir sudan oluşturdu.
Sonra ona biçim verdi ve ona kendi ruhundan üfledi. İşitme gücü, gözler ve gönüller verdi.”
İşte bu!
İnsanın yaradılışına çamurdan başlamıştır!
İnsanın yaradılışına çamurdan başlanıyor, sonra ona biçim veriliyor, sonra da işitme gücü, gözler ve gönüller!..
Burada temel soru şu: Allah isteseydi insanı gerçekten bir anda yaratamaz mıydı?
Tabii ki yaratırdı!..
Ama böyle yapmamış, evrelerden, aşamalardan geçirerek yaratmış ve insanoğluna yolladığı mesajda bunu anlatmış; hepsi bu!..
“Allah neden böyle yaptı?” diye soran var mı; böyle istemiş, böyle yapmış, böyle de anlatmış; sana ne!..
Yaşar Nuri’den çok alıntı yaptığım için bazen bana kızıyorlar; o halde, hadi gelin Muhammed Esed’e başvuralım, buna da itiraz edecek gücünüz var mı?
“Allah’tır gökleri ve yeri ve ikisinin arasında bulunan her şeyi altı evrede yaratan.
“O, yarattığı her şeyi mükemmel şekilde yapandır. Nitekim Allah, insanın yaratılışını balçıktan başlatır.
“Sonra basit bir sıvı özünden soyunu sürdürür.
“Sonra ona (yaratılış) amacına uygun bir şekil verip Kendi ruhundan üfler, ve (böylece ey insanoğlu) sizi hem işitme ve görme (melekeleri), hem de düşünce ve duygularla donatır.
Koskoca Muhammed Esed’den söz ediyoruz burada, farkında mısınız?
Üstad ne diyor: “Başlatır, sonra ona uygun bir şekil verir, sonra işitme ve görme yeteneği verir.”
Buyurun size bal gibi de bir “süreç”!..
Peki, bilimsel sorumluluğu gereği her şeye “ihtiyatla” yaklaşmayı adet edinmiş olan Muhammed Hamidullah da böyle söylüyorsa sizce sorun çözülür mü?
“Allah, O’dur ki, gökleri ve yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan.
“ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır. Ve insanı yaratmaya çamurdan başlamıştır.
sonra onun soyunu, değersiz bir suyun özünden meydana getirmiştir; (çok küçük miktarda)
sonra da onu biçimlendirip ruhundan üflemiştir. Sizin için duyma, gözler ve kalpler var etmiştir.” (Muhammed Hamidullah/Aziz Kur’an/Çeviri Ve Açıklama/Beyan Yayınları, 2000.)
Bakın aynı Hamidullah’ın bir mealini vereceğim, gözleriniz bir karış açık kalacak; Sad, 71/72 ve A’raf, 11:
“Rabb’in meleklere şöyle demişti: ‘Evet, çamurdan bir insan yaratacağım,
Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üflediğimde, ona secdeye kapanın.
“Ve hiç kuşkusuz sizi yarattık, sonra biçimlendirdik, sonra meleklere ‘Adem’e secde edin’ dedik; İblis’ten başka hepsi secde etti.”
Hamidullah bu, şakaya gelir mi!
Ne demektir “onu tamamlayıp”, ne demektir “sonra biçimlendirdik”!..
Yani insan ilk yaratıldığında henüz tamam değil miydi, henüz arzulanan biçimde değil miydi; ne demek bu?!.
Son sözü üstad söylesin: “Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere, ‘Ben, kupkuru bir çamurdan, değişken-cıvık balçıktan bir insan yaratacağım’ demişti. (Hicr, 28)
“Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp özruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın.” (Hicr, 29)
“Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp…”
Peki; Allah neden amaçlanan düzgünlükte bir insanı hemen yaratmıyor da, belirli bir süreçten sonra onu bu hale getiriyor; istese bunu bir anda yapamaz mıydı?
Yukarıda bu soruyu bir kez daha sormuştum. Tabii ki yapabilirdi, O Yaratıcı, böyle soru olur mu?!.
Ama böyle yapmamış işte ve nasıl yaptığını da bu kadar açık bir biçimde anlatmış bize; daha ne istiyoruz ki!..
Ben şuna bakarım: Yaratıcı, “Çamurdan başladım” diyorsa, çamurdan başlamıştır; “sonra onu biçimlendirdim” diyorsa, sonra onu biçimlendirmiştir, “sonra ona ruhumdan üfledim” diyorsa, sonra ona ruhundan üflemiştir; bu kadar!..
“Aşamalı Oluşum” tüm haşmetiyle ortada; neyi tartışıyoruz ki!..
Zamanım çok az ama, değişik mealler de olabileceğini göstermek için büyük üstad Hüseyin Atay’ın Yurtbilimsel Araştırmalar Ve Yayıncılık tarafından 1998’de yayınlanan “Kur’an Türkçe Çeviri” adlı eserinden son bir örnek vereceğim. Benim görebildiğim kadarıyla, söz konusu ayetleri bu şekilde çeviren sadece bu üstad. (“Başlamıştır” ibaresi bu çeviride yok; değişik mealler de olabileceğini belirtmek için bu örneği veriyorum.)
“Yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun suyunu, bayağı bir suyun ürününden yapan, sonra da ona biçim verip ruhundan üfleyen Allah’tır.”
“Çamurdan başlamıştır” yok, ama “başlangıçta var ve ayet “sonra”larla devam ediyor.
Bir dakika, “Sonra da ona biçim verip” mi demişti üstad?
Biçim vermek, öyle mi?..
Tamam…
Peki…
5) Biçimlendiriliş:
Darwin ne diyordu: Türler bugün yaratıldığı biçimde değildir, biçimleri değişen şartlara göre değişmiştir vs…
Karşıtları ne diyordu: Hayır, her şey aynı anda ve bugünkü biçimiyle yaratılmıştır; hiçbir canlının biçimi değişmemiştir, değişemez de…
Zamanımız az olduğu için, yeryüzü şekillerini, bitkileri ve hayvanları ihmal edip, direkt insana geçeceğiz yine, yani yine en zorunu yapacağız.
İnsanın bugünkü görünümünde yaratıldığına gerçekten inanıyor musunuz?.. Yaratıldığımız anda “biçim”imiz gerçekten bugünkü gibi miydi? Bu bölümde işte bunu araştıracağız; bugünkü biçimimizde mi yaratıldık, yoksa sonradan mı bu hale geldik…
Vay canına, neleri tartışıyoruz, şu işe bakın!..
Bırakın yaratılmayı, bırakın milyonlarca yıl öncesini, daha dün sayılabilecek Nuh kavminden sonra olup bitenler bile bu konu için yeter de artar bile.
A’raf Suresi’nin 69. ayetine bakın!
“Sizi uyarmak için içinizden bir adam aracılığıyla size Rabbinizden bir ihtar geldiğine inanmayıp da şaşıyor musunuz? Düşünün ki, O, sizi Nûh kavminden sonra onların yerine getirdi ve yaratılışta sizi iri kıyım yaptı. O halde Allah’ın nimetlerini unutmayıp onları anın ki kurtuluşa erdirilesiniz.” (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır)
“… ve yaratılışta size daha fazla boy pos verdi…” (Yaşar Nuri Öztürk)
“… yaratılışta sizin gücünüzü artırdığını…” (Muhammed Hamidullah)
“… ve sizi maddi varlık olarak nasıl kat kat üstün güçlerle donattı(donanımlarınız bakımından kat kat üstün kıldı.)… (Muhamed Esed)
“… ve vücutça da onlardan üstün kıldığını…” (Hüseyin Atay)
“… size yaradılışta da onlardan ziyade boy pos verdi…” (Balıkesirli Hasan Basri Çantay)
“… sizi diğerlerinden ziyade iriyarı yarattığını…” (İsmail Hakkı İzmirli)
Bunun nasıl olduğunu bilmiyorum, bu konuda söyleyecek herhangi bir şeyim yok; ama Allah böyle söylüyorsa, böyle yapmıştır. Belki de “tufan”la ilgili bir iklim değişikliği, elektromanyetik alan değişikliği, “değişen çevre şartları” veya buna benzer bir nedenle böyle yapmıştır, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Eski kavimlere göre, Hz.Nuh’tan önceki kavimlere göre vücut biçimimizin değiştiği, daha iriyarı olduğumuz, daha boylu poslu olduğumuz açık; çünkü Allah böyle söylüyor, bu da bana yetiyor tabii!..
Sizi zındıklar sizi; Kuran okumayın, sonra da okuyanlara mani olmaya çalışın! Sizi Farisiler, sizi ikiyüzlüler sizi!..
Çekilsenize kardeşim yoldan!..
Bu konuyu uzatmak istemiyorum. Secde Suresi’nin 7, 8 ve 9. ayetlerini yukarıda görmüştük; ne diyordu ayetler:
“Yarattığı her şeyi güzel yaratmıştır. Ve insanın yaradılışına çamurdan başlamıştır. Sonra onun neslini bir usareden, hor görülen bir sudan oluşturdu. Sonra ona biçim verdi ve ona kendi ruhundan üfledi. İşitme gücü, gözler ve gönüller verdi.” (Yaşar Nuri Öztürk)
Elinizde bir çamur varsa, o çamurun mutaka bir şekli, bir biçimi vardır; sonra elinizde hor görülen veya değersiz bir su varsa, o suyun da mutlaka bir biçimi, bir şekli vardır; sonra da zaten biçimlendirme meydana getiriliyorsa, bu, bir biçimden bir başka biçime geçişten başka bir şey değildir.
Çamurken bir biçimimiz vardı, değersiz bir su iken de; sonra bambaşka bir biçime dönüştürüldük; yani biçimlendirildik!..
Bu bölümü uzatmayacağım demiştim; sadece iki sureden ikişer ayeti (Sad, 71-72; Hicr, 28-29) birkaç ilahiyatçıdan vereceğim, o kadar.
Neyi tartışacağız ki!..
“Bir vakit Rabbin meleklere demişti ki: ‘Haberiniz olsun, Ben çamurdan bir insan yaratmaktayım,
Onu şekillendirip ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın!
“Ve düşünün o vakti ki, Rabbin meleklere: ‘Ben, kuru bir çamurdan biçimlendirilmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım.
“Bunun için, Ben onu muntazam bir insan kıvamına getirip içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal onun için secdeye kapanın.”
Rahmetli Elmalı’nın çevirisine göre Allah ne diyor: “Çamurdan yaratmaktayım, onu şekillendireceğim/biçimlendireceğim bir balçıktan bir insan yaratacağım ve onu muntazam bir insan kıvamına getireceğim.”
Ne demek, “muntazam insan kıvamına getirmek”?.. İnsan nerede ki, nereye getiriliyor?
“Muntazam bir insan”ı, hani şu psikolojik/ahlaki açıdan “kamil insan” olarak anlama hakkınız yok; çünkü bırakın “kamilliği”, henüz içine Tanrı’nın Ruhu bile üflenmemiş! İnsan “biçimlendirilmiş bir balçık”tan yaratılıyor, sonra “muntazam” hale getiriliyor…
Üstad bu ayetleri nasıl çeviriyor:
“Hani Rabbin meleklere şöyle demişti: ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım.’
“Onu kıvama erdirip…”
“Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere ‘ben kupkuru bir çamurdan, değişken-cıvık balçıktan bir insan yaratacağım’ demişti
“Onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp…” (Yaşar Nuri Öztürk.)
İşte böyle!..
Yoruma gerek var mı Allahaşkınıza?!.
İnsan önce yaratılıyor, sonra kıvama erdiriliyor ve nihayet “amaçlanan düzgünlüğe” ulaştırılıyor; yani biçimlendiriliyor…
Önemli olduğu için tekrar etmekte fayda görüyorum: “Amaçlanan düzgünlük”ü, ruhsal kemale eriş olarak alamazsınız; zira insan bu “amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıldıktan sonra” içine Tanrı’nın Nefesi üfleniyor…
“Amaçlanan düzgünlük” hiç kuşk yok ki, insanın biçimi, şekli, beden yapısı…
Kusura bakmayın, sizin anlayış kapasitenizde olmayabilecek birtakım okuyucu için tekrar etmek zorundayım: Allah neden hemen yapmıyor da “amaçlıyor”?.. Ne demek “amaçlanan düzgünlüğe ulaştırmak”?!. Nereden nereye, ne ulaştırılıyor?
Bunu sorgulayamazsınız; Allah ne diyorsa o!.. (Dini açıdan sorgulayamazsınız, burada Kuran’ı, Allah’ın sözlerini okuyoruz; ben bunu tartışmam! Allah ne diyorsa onu yapmıştır, nasıl anlatmışsa öyle yapmıştır; bu benim için yeterli bir kanıttır.)
Bakın, Hamidullah’ın ihtiyatlı mealinden neler çıkıyor, yeter ki görmek isteyin, öğrenmek isteyin… Hamidullah’tan söz ediyoruz, lütfen kendinize gelin…
“Rabbin meleklere şöyle demişti: ‘Evet, çamurdan bir insan yaratacağım.
“Onu tamamlayıp içine…”
“… Evet, ben çınlayan kilden, işlenebilen çamurdan…
“Onu yapıp ruhumdan üflediğimde…”
İnsan, çamurdan-çınlayan kilden-işlenebilen çamurdan yaratılıyor ve sonra da “tamamlanıyor”, “yapılıyor”…
“Eksik”olan ne ki “tamamlansın”; yarattıktan sonra “yapmak” ne demek?..
Kendinizi bir yoklayın bakalım: Hâlâ çamur musunuz, çınlayan kil veya işlenebilen bir çamur musunuz, yoksa “tamamlanmış” halinizle, “yapılmış” halinizle etten-kemikten, sinirden mamul “mükemmel bir biçim”e mi, “eksiksiz bir biçim”e mi sahipsiniz?
Son olarak Esed’i görelim…
“… balçıktan
“ona en uygun biçimi verip…
“… biçim verilebilir özlü kara balçıktan…
“Ona belirli bir biçim verip…”
Dikkat edin, bunlar hep “yaratıldıktan sonra” olanlar… Önce yaratış var, sonra biçimlendiriliş…
İnsan, “balçıktan-biçim verilebilir özlü kara balçık”tan yaratılıyor ve ona “en uygun biçim” veriliyor, ona “belirli bir biçim” veriliyor; yine dikkat, bunlar yaratıldıktan sonra oluyor!..
İnsan yaratıldığında biçimi uygun değil miydi, “belli belirsiz” miydi? İçine Tanrı’nın Nefesi üflenmeden önce, insan “en uygun biçimde” değil miydi; veya “belirli bir biçimi” yok muydu insanın?
Hiç kuşkusuz bir biçimi, hatta belirli bir biçimi mevcuttu, ama bu biçimi “en uygun biçim” değildi; biçim henüz “insan” olarak belirli bir hal” almamıştı…
İçine Tanrı’nın nefesi üflenmeden önce, insanın biçimi en uygun hale gelmişti, getirilmişti; bir başka deyişle, insanın bedeni artık “en uygun biçim”i kazandığında, o “Muhteşem Nefes”e layık hale gelmişti insan!..
Uzattım; son bir ayet; Elmalılı’dan Mümin Suresi’nin 64. ayeti:
“… size şekil verdi, sonra da şekillerinizi güzelleştirdi.”
“Biçimlendiriliş” böyle bir şifre işte; Allah’ın o veciz anlatımı tüm haşmetiyle karşımızda…
“Size şekil verdi, sonra da şekillerinizi güzelleştirdi…”
Bu kadar…

6) Türlerin Dönüşümü:
Bu bölümde, canlı türlerinin birbirine dönüşüp dönüşemeyeği, birbirinden türeyip türeyemeyeceği hususunu araştıracağız; hani “Evrim Teorisi” öyle söylüyor ya; hani, bir su canlısı bir kara canlısına dönüşür, bir hayvan bir insana dönüşür ve benzerleri, gibi… (Bu arada bir kez daha söylemek şart galiba: Ahlâksızlığın hiç gereği yok; hiç kimse insan maymundan gelmiştir dememesine rağmen -hele Darwin bunu hiç söylememesine rağmen- sanki tüm bilimadamları böyle söylüyormuş gibi işi hep maymuna çekmek ayıptır, günahtır, iftiradır! Söylenen şey, maymunun “yakın bir akrabamız” olduğudur, çünkü türlerin tamamı birbiriyle akrabadır, çünkü hepsi ortak bir atadan gelmiştir! Mesele budur. Maymunla insan arasındaki genetik farklığın binde üç olduğu söyleniyor; bundan ala yakın akrabalık olur mu?!. Maymun insana dönüşmüyor, ama biraz sonra göreceğiniz gibi bazı insanlar maymuna/domuza bal gibi de dönüşebiliyor; bundan mı korkuyorlar, ne!.. Buna itiraz da edemiyorlar, neden itiraz edemediklerini birazdan göreceksiniz…)
Zor iş!..
Ufak bir hatırlatma ile başlayalım: Bu çalışmada, biyolojiden veya zoolojiden veya bir başka bilim dalından söz etmiyoruz; bildiğiniz gibi, “şifreler” bahsinde, münhasıran “Gökler”den bilgi almak ve bu bilgiler ışığında anahtarlar-pusulalar-ışıldaklar oluşturmak gayesindeyiz.
Araştırdığımız şey bir hayli zor bir şey! Bırakın bir türün kendi içinde alt veya üst türlere dönüşmesini, biz bundan daha çetin bir sorunun, bir türün bir başka türe dönüşmesinin peşindeyiz…
Bir tür, bir başka türe dönüşebilir mi?!.
Nasipsizler, büyük ihtimalle, “İşte şimdi çuvalladın ateis!” diye hevesleniyorlar ve bu heveslerinin nedeninin küçücük bir “gibi” sözcüğü olduğunu bilmiyorlar tabii; zaten isteseler de bilemezler, çünkü hep konuştuğumuz gibi, bu bir nasip meselesi…
Aslında bazen “masum”, bazen de “sahtekâr” olan bu “gibi”yi şimdilik bir kenara bırakıp, Yaratıcı’nın Elçisi’ne verdiği şu öğüdü hatırlatmakla yetinelim: “Biz onların ne söylediklerini çok iyi biliyoruz. Sen onların üstüne bir zorba değilsin. O halde, benim tehdidimden korkanlara sadece Kuran’la öğüt ver.” (Kaf, 45)
Kuran’la öğüt…
Biz de bunu yapacağız.
Tabii ki, Kuran’da, “sürüngen ağaca çıktı, orada hareket kazandı, giderek kanatları oluştu, sonra uçmaya başladı…” gibi uçuk bir örnek bulamayacağız; ama bir türün bir başka türe dönüşebileceğini, hatta dönüştüğünü, hem de korkutucu bir örnekle kanıtlayacağız.
Yapmaya çalıştığımız şey neydi: Bir tür başka bir türe dönüşebilir mi, bu Allah’ın yasalarına aykırı bir şey midir?..
Soru işte bu!
Bu, Allah’ın yasalarına aykırı bir şey midir?..
Bir türün bir başka türe dönüşebileceği Kuran’dan onay alabilecek bir şey midir, değil midir; işte bunu tartışıyoruz.
Ama bu tartışma esnasında, Musevi ve Hristiyan kardeşlerimizi de ihmal etmeyeceğiz tabii; çünkü “Tevrat’ı biz indirdik, biz!” diye üzerine basan Güç, “Meryem oğlu İsa’ya da İncil’i verdik” diye de uyarmaktadır; yani bu iki kitap -her ne kadar tahrif edilmiş olsa da, yani birtakım değişikliklere uğramış olsa da- sonuçta Allah’ın kitabıdır. (Bu fakirin İncil -Yeni Ahit- konusunda birtakım sıkıntıları var, ama bu konumuzla ilgili bir şey değil; bir başka çalışmada açarız inşallah.)
Gelelim meselemize.
Bu bölümde size hoşunuza gideceğini sandığım ayrıntılar vereceğim, sonra da sözü yine Göklere bırakacağım; hiç kuşku duymamanız gereken gerçek Allah sözlerine; bunu unutmayın!
“Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu. İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler. RAB ‘Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak, çünkü o ölümlüdür’ dedi, ‘İnsanın ömrü yüz yirmi yıl olacak.’ İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.” (Tevrat/Yaratılış 6/1-4/Kutsal Kitap/Yeni Çeviri/Kitabı Mukaddes Şirketi, 2001.)
Biraz yardıma ihtiyaç var, değil mi?
“İlahi Varlıklar” İbranice “Tanrı Oğulları” anlamına gelen sözcüğün bir diğer anlamı. Bunların melek oldukları ya da Şit soyundan gelen insanlar oldukları sanılıyor. “Nefiller” ise, yine İbranice “düşmüş kişiler/gökten inmiş kişiler” anlamına geliyor; bazı bilginler bu sözcüğü “devler” diye meallendirmekten yana…
Aslında bu bölüm daha ziyade bir başka kitabın konusu tabii ama, bizim konumuza giren kısmına bir itirazla başlayacağım: “İlahi Varlıklar”ın, Adem’in oğlu Şit soyundan gelen insanlar olduklarına inanmıyorum.(Dikkat “inanç”tan söz ediyorum ve “ben inanmıyorum” diyorum.) Böyle olsaydı, bu insanların, “insan kızlarının güzelliğini görünce onlarla evlenmeleri”nin anlatılmasına gerek olmazdı. Gayet tabii insanlar birbirleriyle evlenecekler; bunu neresi “manidar” ki Kutsal Kitap’a konsun! Üstelik evlenip çocuk sahibi oldukları da belirtilerek!..
Bunlar, hiç kuşkusuz bir başka ırk, bir başka yaratık, bir başka tür!..
Bu o kadar açık ki, ayetin hemen arkasından Tanrı, “Ruhum insanda sonsuza dek kalmayacak.” diye uyarıyor; “Çünkü o ölümlü!”
Bu ırk, bu yaratık veya bu tür her ne ise, ölümsüz mü?!. Herhalde öyle olmalı… Yoksa Tanrı neden tam bu noktaya bu şerhi koysun ki! Belki de ölümsüzlük bizim anladığımız anlamda bir ölümsüzlük değildir; zaten neyi doğru dürüst bilebiliyoruz ki veya her şeyi tam olarak bildiğini kim iddia edebilir ki. (Yaşam işte bu nedenle çok güzel; hiçbir şeyi tam anlamıyla bilemiyoruz ve her gün birbirinden ilginç sürprizlerle karşılaşıyoruz; tabii karşılaşmayı gerçekten istersek!)
Musevi ilahiyatçılar bu sözcüğü “melek” diye anlamakta haklılar mı bilmiyorum; ve esasen, bu çalışma açısından bununla ilgilenmiyorum. Ben şu anda “Allah’ın Sözleri”nin, “Türlerin Dönüşümü” şifresi açısından ne anlama geldiğinin peşindeyim.
İşin ilginç tarafı şu: Bu “İlahi Varlıklar” insan kızlarının güzelleriyle evleniyorlar ve çocukları oluyor!..
İnsan kızları… Ve çocuklarının olması…
Böylece, bu yaratıkların “insan” olmadıklarını anlıyoruz. Ve bir başka şeyi daha anlıyoruz ki, insan olan ve olmayan iki değişik tür evleniyor ve çeocukları oluyor, yani karma bir tür, melez bir tür ortaya çıkıyor; bir tür bir başka türe dönüşüyor…
Burada, kromozom sayısı, genetik yapı, gen men gibi sözler etmeyin; bunu söyleyen ben değilim, Tevrat böyle söylüyor…
Bu arada, şu “Nefiller”in, hani “devler”in veya “gökten düşmüş kişiler”in ne olduğunu merak ediyor olmalısınız; bunu bilmiyorum ve şu anda esasen ilgilenmiyorum da… (Bildiğimi sanıyorum da, bunun şu anki konumuzla bir ilgisi yok; bunu bir başka çalışmada açıklayacağım. Ayrıca, Adem’in 930 yıl, oğlu Şit’in 912 yıl, Enoş’un 905 yıl, Kenah’ın 910 yıl, Mahalel’in 895 yıl, Nuh’un 950 yıl nasıl yaşadığını da… Sahi bu kişiler nereden düşmüşler dersiniz, çok yüksek bir yer, mesela uzay falan olabilir mi bu? Uzun konu, bir başka çalışmada inşallah.)
Ne diyorsunuz; türler birbirine dönüşüyor mu?
Peki; bir önceki bölümde verdiğim ayeti de hatırladığınızda (Tanrı, yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin diye buyurdu.) türlerin birbirine dönüşebileceğine inanıyor musunuz?
Tamam, anladım; öyleyse devam edelim…
Şimdi size, çok iyi bildiğiniz bir konuyu, Tevrat’ın o veciz anlatımıyla sunacağım; ve bunu yaparken, “Türlerin Dönüşümü Şifresi”ni ilgilendiren ayetleri vereceğim sadece; ama bence bir Tevrat alıp, diğer ayrıntıları da kendiniz okumalısınız.
“Rab Nuh’a ‘Bütün ailenle birlikte gemiye bin’ dedi. ‘Çünkü bu kuşak içinde yalnız seni doğru buldum. Yeryüzünde soyları tükenmesin diye, yanına temiz sayılan hayvanlardan erkek ve dişi olmak üzere yedişer çift, kirli sayılan hayvanlardan birer çift, kuşlardan yedişer çift al. Çünkü yedi gün sonra yeryüzüne kırk gün kırk gece yağmur yağdıracağım. Yarattığım her canlıyı yeryüzünden silip atacağım.’ Nuh RAB’in bütün buyruklarını yerine getirdi.
Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar yok oldu; kuşlar, evcil ve yabanıl hayvanlar, sürüngenler, insanlar, soluk alan bütün canlılar öldü.
“Nuh altı yüz bir yaşındayken, birinci ayın birinde yeryüzündeki sular kurudu. Nuh gemisinin üstündeki kapağı kaldırınca toprağın kurumuş olduğunu gördü. İkinci ayın yirmi yedinci günü toprak tümüyle kurumuştu.
“Tanrı Nuh’a, ‘karın, oğulların ve gelinlerinle birlikte gemiden çık.’ dedi, ‘kendinle birlikte bütün canlıları, kuşları, hayvanları, sürüngenleri de çıkar. Üresinler, verimli olsunlar, yeryüzünde çoğalsınlar’
“Nuh karısı, oğulları ve gelinleriyle birlikte gemiden çıktı. Bütün hayvanlar, sürüngenler, kuşlar, yeryüzünde yaşayan her tür canlı da gemiyi terk etti.” (Tevrat/Yaratılış 7/1-5, 22; Yaratılış 8/13-19/Aynı çeviri)
Nuh’un gemisinin boyutlarını biliyoruz; uzunluğu 135 metre, genişliği 22.5 metre, yüksekliği ise 13.5 metre… (Tevrat/Yaratılış, 6/15)
Bir hayli büyük bir gemi!
Ama “soluk almayan canlılar” hariç, yeryüzünde milyonlarca tür bulunuyor şu anda; bu inanılmaz çeşitlilik-zenginlik bu gemiye sığar mı?!.
Bir hatırlatma daha; bana, arkeolojiden, zamandan, tarihlemeden falan söz etmeyin; bunları ben anlatmıyorum…
Tevrat, “Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar yok oldu.” diyor ve ekliyor: “Yeryüzünde yaşayan her türlü canlı da gemiyi terk etti.”
Şu anda Arz’da bulunan milyonlarca değişik türün, o bir gemi hayvandan türediğine inanmak zor değil mi; ama aynı zamanda, “yeryüzüne yayılan bütün insanlar”ın, Nuh ve üç oğlundan ürediğine (Tevrat/Yaratılış 9-19) inanmak da bu denli zor! Zenciler, eskimolar, kızılderililer, Araplar, Çinliler, küstah Avrupalılar, zalim Amerikalılar, biz…
Musevi ilahiyatçıların, Nuh Tufanı’na biçtikleri tarihlemenin yanlış olduğunu düşünüyorum; bence bu olay çok daha eskilere dayanıyor. Bu taktirde, “her şeyin” o gemiden türediğine inanmak kolaylaşıyor, bir anlama bürünebiliyor.
Eğer bu çeşitlilikteki insan nüfusu Nuh ve üç oğlundan bugünkü 7-8 milyar kişiye ulaşmışsa, o bir gemi hayvandan da bugünkü tür zenginliğine neden ulaşılmasın?!. Ayrıca, yeryüzünün Yaratıcı’dan aldığı “çeşit çeşit hayvan türet!” talimatı doğrultusunda yoğun bir çaba içinde olduğunu da unutmayalım tabii; bugün de süren “yoğun” bir çaba…
Tabii unutulmaması gereken bir ayrıntı da, “soluk almayan canlılar”a dokunulmadığı, yani denizlerdeki ve göllerdeki yaşama; bir başka ifade ile, sularda yaşayan canlılara… Bildiğimiz kadarıyla, Nuh’un gemisinde balık yoktu; “sel” göz önüne alındığında, gemide balık veya bir başka su canlısı olması da anlamsız olurdu. Bu durumda, su dışında yaşayan canlıların, o bir gemi hayvandan türediğini düşünmeliyiz, ama bu bile ne kadar zor değil mi?
Bu da bizi, isteyelim istemeyelim, türlerin birbirine dönüştüğü gerçeğine götürür; bugün tek bir böcek türünün dahi milyolarca “çeşidi/alt türü” var, kaldı ki, diğer türler…
Tufan’ın, insanlığın ilk dönemlerinde olduğu su götürmez bir gerçek, buraya kadar tamam; ama bugün, insanoğlunun yaklaşık birkaç yüz bin yaşında olduğu sanılıyor, bu kadar sürede, bir gemi hayvan bu kadar çeşitlenebilir mi, doğrusu bilmiyorum.
Ama bildiğim bir şey var: Allah, “Nuh Tufanı’nı ben yaptım, gemidekiler hariç, yeryüzünde soluk alan her türlü canlıyı yok ettim.” diyorsa, aynen söylediği gibi yapmıştır!..
O, ne diyorsa, o!..
Nuh Tufanı konusunda herhangi bir itiraza kaşkışmayacağınıza inanıyorum; çünkü benzer şeyleri Kuran da söylüyor; ve esasen Kuran, Tevrat’ı “tasdik” de ediyor…
Unutmadan; o gemide “ilahi varlıklar” ve “nefiller” yoktu… Şimdi de yoklar!.. Gittiler herhalde!..
Ne diyorsunuz; türlerin birbirine dönüşbileceğine ikna oldunuz mu?
Hadi, bir adım daha ileri gidip, “teoride” hiç yer almayan bir şey sorayım size: Örneğin, bir insan bir hayvana dönüşebilir mi?
Biyolojiyi, zoolojiyi, antropolojiyi falan bir kenara bırakın; böyle bir şey mümkün mü?
Soru bu!..
Tevrat’tan derlediğim veriler, bir türün başka bir türe dönüşebileceği hususunda inandırıcı kanıtları bol bol sunuyor; ama ben istiyorum ki, bundan çok daha zor bir olguyu, “bir insanın hayvana dönüşebileceğini” herhangi bir yoruma gereksinme duymadan ve hiçbir kuşkuya düşmeden, size doğrudan doğruya “Gökler”den aktarayım. (Bu arada, bu “Gökler” tabiri, Kuransal bir tabirdir; ben uydurmuyorum.)
Ne dersiniz?
Hadi, derin bir nefes alın bakalım…
Bu bölümle ilgili olarak Tevrat’tan derlediğimiz bilgilerle yetinmek zorunda mıyız, yoksa Kuran’da buna benzer “göstergeler” bularak tezimizi daha da güçlendirebilir miyiz; ne dersiniz? (“Göstergeler” kelimesi Muhammed Hamidullah’a aittir; üstad, “ayet”e bu anlamı yüklüyor.)
Kuran’a öyle veya böyle uzak olanların, bu bölümde okuyacakları karşısında “vay canına!” diye hayret etmekten kendilerini alamayacaklarına eminim. Kura’a öyle veya böyle yakın olanların da, “bundan sonra şu göstergeleri reddetmekten sakınmalıyım!” diye özeleştiri yapacaklarını umuyorum.
Kuran, bir türün bir başka türe dönüştüğüne ilişkin o denli çok, o denli veciz ve o denli ısrarla örnek veriyor ki, çok samimi söylüyorum, bu kadar iz-işaret-belirti karşısında, bu çalışmayı yapma işini bana bırakan İslam ilahiyatçılarını anlamakta bir hayli zorluk çekiyorum. (Ne yazık ki Arapça bilmiyorum; bu nedenle onlar yapmalıydı bu işi.)
Gözünü sevdiğim İslam ilahiyatçıları, sizin aklınızdan zorunuz mu var kuzum?!. Allah’ın (kendinizce tehlikeli bulduğunuz bazı) ayetlerine karşı nasıl bir umursamazlık, nasıl bir savsaklama içinde olduğunuzu görmüyor, bunun sonuçlarından dehşete kapılmıyor musunuz Allahaşkınıza?!.
Aslında bu bölüme ihtiyaç yok ki, bundan önce okuduklarımız zaten türlerin birbirine dönüştüğünü yeteri kadar anlatıyor, diyecek olsanız söyleyecek herhangi bir şey bulamam; ama tecrübelerimden biliyorum, bazı şeyleri, bazı insanların gözüne sokmazsanız, bırakın derdinizi yeterince anlatmayı, bazıları ne demek istediğinizi anlamaya dahi çalışmıyorlar! (Müslümanlara kabalık falan yapmıyorum, bu aklımın ucundan bile geçmez; kime kabalık yapmaya çalıştığımı onlar anlar!)
Kaldı ki, maymumun, pardon türlerin birbirine dönüşümü!..
Bu nedenle, bu bölümde size öye Allah sözleri sunacağım ki, kafanız allak bullak olacak; bugüne kadar saç-sakal-türbandan bir türlü kurtulamayıp, Allah’ın bu muhteşem yaratışı karşısında eli kolu bağlı, şaşkın şaşkın, sersem sepelek oturanları anlamakta benim kadar zorluk çekeceksiniz!
Soru neydi; bir tür, bir başka türe dönüşebilir mi?
Tarihte bunun somut bir örneği var mı?
Daha önemlisi, eğer varsa, bu, Kuran tarafından bize bildirilmiş mi?
Heyecanlanmış omalısınız; ben de heyecanlandım…
Evet, tarihte bunun somut bir örneği var ve bu bize Kuran tarafından bildirilmiş; hem de hiçbir kuşkuya yer olmayacak bir biçimde ve netlikte!..
Bir zamanlar, bir tür bir başka türe dönüştürülmüş, üstelik konu insanoğluna “açık” bir biçimde bildirilmiş; hatta insanoğlunun bundan ders alması istenmiş!..
Yasin Suresi’nin 67. ayeti ile başlayalım…
“Dilersek onları oldukları yerde hayvana çeviririz. O zaman ne ileri gitmeye güçleri yeter, ne de geri dönebilirler.” (Yaşar Nuri Öztürk)
“Ve dileseydik, onları, oldukları yerde dönüştürürdük. Sonra, ne ileri gidebilirler, ne de geri dönebilirler (Belli ki daha aşağı bir varlığa). (Muhammed Hamidullah)
“Yine dilesek kendielrini oldukları yerde kılıklarını değiştirirdik de ne ileri gidebilirlerdi, ne de dönebilirlerdi.” (Elmalılı Hamdi Yazır)
“Yine dileseydik onları oldukları yerde suratlarını değiştirib bambaşka çirkin bir mâhiyete getirirdik de ne ileri gitmeye, ne geri dönüb gelmiye gücleri yetmezdi.” (Balıkesirli Hasan Basri Çantay)
Öztürk, bu insanların “hayvana” dönüştürüldüğünü açıkça söylerken; Hamidullah, “daha aşağı bir varlığa” demekle yetiniyor; ama sonuç fark etmiyor tabii…
İnsan öyle bir yere getiriliyor ki, bu yer tam ortada kalıyor; ileri gidemiyorlar (insanlaşamıyorlar), geri dönemiyorlar (bitkileşemiyorlar)…
Ama bu örneği itirazda bulunmak mümkün: Birincisi, mealciler “hayvan” hususunda hemfikir değiller; ikincisi, Allah “dileseydik” diyor…
Peki, dilemiş mi?
Evet, dilemiş!..
Dilemiş ve bir türü bir başka türe dönüştürmüş!..
Bu kadar net, bu kadar açık ve Kuran söz konusu olduğu için bu kadar kesin!.. (Tabii, inananın kanıta dahi ihtiyaç duymayacağı, inanmak istemeyenin ise kanıtı dahi görmezden geleceği gerçeğini unutmamak gerek; ne yazık ki, bu böyle işte!..)
Allah dilemiş ve bir türü bir başka türü dönüştürmüş!
Araf Suresi’nin 166. ayeti öyle söylüyor çünkü:
“Ne zaman ki, yasaklandıkları şeylerden ötürü öfkelenip başka aşırılıklar yapmaya başladılar, onlara şöyle dedik: ‘Aşağılık maskara maymunlar olun!’” (Yaşar Nuri Öztürk)
“… onlara ‘aşağılık maymunlar olun’ dedik” (Hüseyin Atay)
“Onlar yasak olundukları balık avlama hususunda serkeşlik edince onlara ‘-Rahmet-i ilâhiyeden uzak olduğunuz halde maymun olun’ dedik.” (İsmail Hakkı İzmirli)
“… kendilerine: ‘Her ve zelîl maymunlar olun’ dedik” (Balıkesirli Hasan Basri Çantay)
“… onlara: ‘aşağılık maymun olun keratalar’ dedik.” (Elmalılı Hamdi Yazır)
“Sonra, kendilerine yasaklananlar konusunda büyüklenince, onlara, ‘aşağılık maymunlar olun!’ dedik.” (Muhammed Hamidullah)
Ve bu konuda çok şaşırtıcı ve bir o kadar da manidar bir örnek:
“Ve sonra da, kendilerine yasak edilen şeyleri yapmakta küstahça direttikleri zaman onlara: ‘Aşağılık maymunlar gibi olun!’ dedik” (Muhammed Esed)
En muhafazakâr, en ihtiyatlı mealciler bile “maymun olun” derken; “evrim”e en az benim kadar inanan Esed, “maymun gibi olun” dediğine göre, bilinçaltında onu ürküten bir şeyler olsa gerek; ne acaba?!.
Evrimci Esed’i (ki kendisine büyük hayranlık duyarım, mealini başucumdan hiç eksik etmem) kaygılandıran şey, “maymun” sözcüğünün materyalistlere mal edilişi olmasın sakın! Sakın Esed, evrime inanmış bir ilahiyatçı olarak “çok ileri gitmeyi” göze alamıyor; ateistlere bu konuda koz vermek istemiyor olmasın!.. Aynı Esed, mealinin birçok yerinde, bir türün bir başka türe dönüşebileceği hususunda sayısız örnek veriyor, ama iş maymuna gelince nedense insanlar hemen kaygılanıyorlar. (Esed konusuna biraz sonra tekrar döneceğim ve ilginç bir örnek sunacağım size; konu “maymun” değil de “domuz” olduğunda, Esed’in şu “gibi”yi bu kez kullanmaya gerek duymadığını göreceğiz.)
Şimdi Allah’ın “Ol!” buyruğunu, bunun ne anlama geldiğini hatırlayalım.
“O bir şeyi istediğinde, buyruğu sadece şunu söylemektir: ‘Ol!’ Ortık o, oluverir.”(Yasin 82, Enam 73, Mümin 68)
Bu mesele can alıcı bir meseledir, Allah bir şey için “Ol” dediğinde, o şey olur; İslam aleminde bunun tartışması bile yapılmaz.
Yukarıda aktardığım Araf 166. ayeti meallendirenlerin istisnasız tümü bu “ol” buyruğunu kullandıklarına göre, Kuran’a inanan bir kimsenin, tarih içinde birtakım insanların maymuna dönüştüğünden zerre kadar kuşkusu olmaması gerekir.
Bu ayet bize gösteriyor ki, tarihin bir döneminde, Allah bazı insanların maymuna dönüşmesini istemiş ve onları maymuna dönüştürmüş.
Bir tür bir başka türe dönüşmüş!
Evrime karşı çıkan ilahiyatçılar Esed’de de gördüğümüz bu “gibi” sözcüğü nedeniyle, bunun biyolojik bir dönüştürme değil, sadece basit bir benzetme olduğunu iddia ediyorlar; oysa Kuran’da açıkça görüleceği üzere, ayetin içinde bu “gibi” sözcüğü yok!
Oysa mesele ne kadar basit: Allah bir insanı maymuna dönüştürmüşse dönüştürmüştür, ne var bunda?!. Allah’ın gücü buna yetmez mi?!. Evrim karşı çıkan bazı Müslüman ilahiyatçılar “maymun” sözünü duyduklarında, kendi yarattıkları bu “maymun fobisi” yüzünden öylesine ürküyorlar ki, güya ateistlere koz vermemek için, -istemedikleri halde- Allah’ın iradesine ipotek koymaya kalkıyorlar.
Allah, “Ben bir insanı maymuna çevirdim” diyor kardeşim; sizin aklınızdan zorunuz mu var?!. Ateistler şöyle düşünür, Darwinciler böyle düşünür, materyalistler öyle düşünür, sonra bu komünist bunu alır kitabına koyar, gibi birtakım kaygılarla ayeti çarpıtmaya ne hakkınız var?!.
Allah “Ol!” demiş ve iş bitmiş, bundan neden ürküyorsunuz?!.
Peki; Bakara 65. ve 66. ayetler için ne diyeceksiniz?
“Şüphesiz, cumartesi günü içinizden saldırganlık edenleri biliyorsunuzdur. Onlara ‘Aşağılık birer maymun olun’ dedik. Bunu, kendilerine ve sonradan geleceklere bir ceza örneği ve Allah’a saygılı olanlara bir öğüt olsun diye yaptık.” (Hüseyin Atay)
Buyurun size çok açık bir ifade: Bunu sonradan geleceklere bir ceza örneği yaptık!”
Bu sıradan bir benzetme olsaydı sonradan geleceklere nasıl bir örnek olabilirdi ki!
Bu arada, objektif olmak gerektiği için hemen eklemeliyim ki, Esed, burada da “gibi” sözcüğünü kullanıyor, çünkü burada da şu melun “maymun” işin içinde! (Esed hakkını helal etsin, bunları onu kırmak için yazmadığımı biliyor.)
Bir türün bir başka türe dönüştürüldüğü o kadar açık ki, bu hem ceza, hem de öğüt olarak algılanması gereken bir örnek olarak veriliyor Kuran’da.
Peki; bir türün bir başka türe “ceza” olarak dönüştürülmesini “sonradan gelecekler” anlayıp öğüt alabilecekler mi; işte genelde 1.500 yıldır, özelde ise 150 yıldır yaşananlar nedeniyle bundan kuşkuluyum doğrusu!.. Bu, “özgür irade” ile ilgili bir şey; sınav da bizatihi bu değil mi zaten! (Buyurun size bir başka tartışma konusu… Özgür İrade… Alın yazısı var mı, yok mu? Bunu bir başka çalışmada ele alacağım.)
Şimdi, sıra, tüm bu tartışmaları bıçak gibi kesip atacak olan ayete geldi!
Maide Suresi, 60. ayet!..
“De ki: ‘Allah katındaki karşılık bakımından, bundan daha kötüsünü haber vereyim mi size? Allah’ın lanetlediği ve gazap ettiği, aralarından domuzlar, maymunlar -aynı şekilde Tağut’a tapanlar- çıkardığı kimseler… İşte bunlar, yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.’” (Muhammed Hamidullah)
“… kimini maymunlar domuzlar kıldığı… “ (Hüseyin Atay)
“… kendilerini maymunlara ve domuzlara dönüştürdüğü…” (Elmalılı Hamdi Yazır)
Mealcilerin tümü bu ayeti bu şekilde tercüme ederken, yine “bir hayli manidar” bir örnekle karşı karşıya kalıyoruz:
“De ki: ‘Allah katında bunlardan daha şiddetli bir cezayı hak edenleri size söyleyeyim mi? Onlar, Allah’ın lanetledikleridir; onlar Allah’ın gazap ettikleridir ve şeytani güçlere taptıkları için Allah’ın maymuna ve domuza çevirdikleridir.” (Muhammed Esed)
Bu kez işin içine “domuz” da girince, Muhammed Esed biraz daha özgür hissediyor kendini ve bu kez “gibi”yi kullanmıyor. Bu da bizi Esed’in bilinçaltında da olsa, “maymun”a karşı bir kaygı beslediği yargısına götürüyor. “Maymun” tek örnek olunca kaygılanan Esed, işin içine “domuz” da girince ve esasen “domuz” hakkında, tarih içinde türlerin dönüşümünü çağrıştıracak herhangi bir şey söylenmemiş olunca, bu hassas mealci kendini daha rahat, daha özgür hissediyor. Esed’in maymuna hassasiyetini anlıyorum; ben de bu konuda bir hayli hassasım. (Bu arada tekrar edeyim; Esed, mealinden en çok yararlandığım, kendimi en yakın bulduğum ilahiyatçılar arasındadır. Onun mealini yermenin büyük küstahlık olacağı bilinci içinde, kendisine “selam” ediyorum. Esed’in “maymun” hususundaki hassasiyetinin “karine” değerinin altını çizmek istiyorum; hepsi bu!)
Artık hiçbir kuşkunuzun kalmadığını düşünüyorum ve örneklemeyi kesiyorum.
Allah’ın Mesaj’ı, tarih içinde birtakım insanların maymuna ve domuza dönüştürüldüğünü açıkça, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek ölçüde bir açıklıkla bildiriyor bize. Bundan, canlılar içinde bir türün bir başka türe dönüşebileceği sonucuna ulaşmış bulunuyoruz.
Elmalılı Hamdi Yazır ne diyordu: “Maymunlara ve domuzlara dönüştürdüğü…” “Benzettiği” falan değil, resmen “dönüştürdüğü”…
E, Allah o muhteşem kudretiyle tabii ki istediğini yapabilir; bir türü bir başka türe dönüştürebilir, hatta isterse bütün türleri başka türlere dönüştürebilir, diye söylendiğinizi duyar gibiyim…
Size katılıyorum…

7) Üstün yaratık:
“Tanrı, ‘insanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım’ dedi, ‘Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.’
“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak ‘Verimli olun, çoğalın’ dedi, ‘Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun’
“Rab Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece adem yaşayan varlık oldu.” (Tevrat, Yaratılış 1/26-27-28; 2/7)
Yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun!
Yeryüzündeki tüm canlılar “tek bir canlı”dan yaratıldıklarına göre, genetik yapıları üç aşağı beş yukarı aynı olmalı; peki, bu yaratıklar içinde, hepsinden üstün olan, hepsinden belirgin biçimde farklı olan bir tür var mı?
Tabii, esas sorun, bu, Mesaj vasıtasıyla bize bildirilmiş midir?
Tevrat’ın Yaratılış bölümü bu konuda yeterli kaynak teşkil edecek kadar veri sunuyor; tamam da, bu olgu, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, açık-apaçık bir biçimde bildirilmiş midir bize?
İşte, bu bölümün konusu bu!
Kuran’ı incelediğimizde, bu konudaki kesin göstergeleri hemen görebiliyoruz. Yeryüzünde yaşayan canlılar içinde en kutsal olanı, en üstün olanı hiç kuşkusuz insan!
Bu bölümde, bunun nedenini aramıyoruz; neden son derece açık: Mesaj’a muhatap olacak, Yaratıcı’sını tanıyacak ve “her şeyi” emanetine alacak. (Aman tanrım, “her şeyi” emanete almak; ne müthiş bir tanımlama, ne müthiş! Bu tanımlama da Kuransal bir tanımlamadır; ve üzerinde biraz derince düşünüldüğünde son derece ürperticidir. Müslüman kardeşlerim, aman gözünüzü seveyim, aman gözünüzü seveyim…) bulmaya çalıştığımız şey, insanın “en üstün” olduğuna ilişkin göstergeler…
Kuran’ı ilk kez okuyanların genellikle şaşırdıkları şey, Yaratıcı’nın “Biz” şeklindeki hitap tarzıdır. İnsan, insanca şartlanmışlığı sonucu, ilk başlarda bu hitap tarzının tevazudan kaynaklandığını sanır; ama çok geçmeden bunun ne kadar saçma-anlamsız-gereksiz olduğu sonucunu keşfederek bırakır bunu.
Yine bunun kadar paradoksal bir şey de, Tanrı’nın birden fazla oluşu, bu nedenle “Biz” zamirini kullanıyor oluşu yanılgısıdır. Bunun yanlış bir düşünce tarzı olduğu o kadar açıktır ki, birkaç ayet okuduktan sonra, bunun hemen terk edilmesi içi basirete dahi ihtiyaç duyulmaz.
O halde, Tanrı neden çoğul zamir kullanmaktadır? Neden “Ben” değil de “Biz” diye konuşmaktadır? (“Ben” zamirini kullandığı ayetler de vardır tabii, bu başka bir şey.)
Çünkü Tanrı, Göklerde kendisi için, yarattıkları arasında bir hiyerarşi oluşturmuş, iş ve oluşun normal seyrini bu hiyerarşik sistemin işleyişine bırakmıştır.
“Biz, müslümanları suçlular/günahkârlar gibi yapar mıyız!” (Kalem, 35)
“Biz size, üstünüze tanık olan bir resul gönderdik.” (Müzzemil, 15)
“Sonra onu açıklamak da bizim işimiz olacaktır.” (Kıyamet, 19)
Bunlar gibi yüzlerce ayet sıralanabilir; ama vahyin henüz başlarında (Mekke’de inen 3. surede), “Doğunun ve batının Rabbidir o. Tanrı yoktur O’ndan başka!” diye hemen uyarır. (Müzzemil, 9)
Yaratan tektir ve deyim yerinde ise, yaratılışın nispeten az önemli bölümlerinde (önem sırasını O saptar tabii), kendi görevlendirdiği hiyerarşiyi devreye sokmakta; bu iş için yetkilendirdiği yaratıklarına, kozmik programın yazılımında görev taksimi yapmaktadır.
Ama bunun önemli bir istisnası vardır ve sadece bu istisna dahi, neredeyse matematik bir kesinlik arz etmekte; tüm çelişkilerine, olumsuzluklarına, zayıflıklarına rağmen, insanı, “kutsalların kutsalı” mekânında baş köşeye oturtmaktadır. (Kuşkusuz başka istisnalar da vardır ve görebildiğim kadarıyla insan kâinattaki en üstün yaratık değildir; ama bu çalışmada konumuz “Arz”dır ve Arz kapsamında bu böyledir. Yaygın kanaat “insanın en şerefli mahlûk” olduğu yönündedir; oysa Kuran, insanın “en şereflilerden” olduğunu söyler.)
Önce Göklerin veciz ifadesine bakalım:
“Hani Rabbin meleklere şöyle demişti: ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım’
“Onu kıvamına erdirip içine ruhumdan üflediğimde, önünde secde ederek eğilin’
“Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde etmişlerdi.
“İblis etmemişti. O, kibre sapmış ve inkârcılardan olmuştu.
“Allah dedi: ‘Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi? Burnu büyüklük mü ettin, yoksa yücelenlerden mi oldun?’
“İblis dedi: ‘Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.’
“Buyurdu: ‘Hadi çık oradan!.. Sen kovulmuş birisin!..” (Sad, 71-77)
Aslında herhangi bir açıklamaya gerek kalmayacak ölçüde açık her şey, ama konuya nispeten uzak olanlara bir parça faydam dokunacaksa, kısa bir değerlendirme yapmak boynumun borcu:
1) İnsanın yaratılışı hususunda ifade kesin: “Ben”; “Biz” değil!..
Bu konuda bırakın herhangi bir unsurun yaratma faaliyetinin tasarlamasına iştirakini, o ana kadar kimse ne olacağı yönünde bilgilendirilmemiş bile. Buna birazdan değineceğim. Bu şıkta söylenmesi gereken şey, insanın yaratılma faaliyetinin özel olarak Yaratıcı tarafından üstlenildiği… Bundan, insanın ne derece önemli olduğu sonucunu çıkarmak için herhalde kahin olmaya gerek yok. Görevlerinin ne olduğunu tam olarak bilmesek bile, birtakım işler için görevlendirilenler bir kenara çekiliyorlar ve devreye bizzat Yaratıcı’nın kendisi giriyor. “Ben yaratacağım!..”
2) Ayet ne diyor: “Onu kıvama erdirip içine ruhumdan üflediğimde…”
Yaratılmış olanlardan hiçbirine bu denli ayrıcalıklı davranılmadığı ortada! İnsan, her türlü eksikliğine rağmen, içinde bir yerlerde, o Büyük Güç’ün bir parçasını barındırıyor. İnsan’ın dışında milyonlarca yaratılan var; ama bu ifadenin kullanılışı sadece ona özgü: Bu yaratığım o denli kutsal ki, bunun kanıtı olarak -veya, neden sonuç ilişkisinde bunun sonucu olarak- ona benden bir parça vereceğim; o, biraz “Ben” olacak!..
3) Ayet nasıl devam ediyor: Önünde secde ederek eğilin!
Kutsallıktan söz edildiğinde, insanın aklına genellikle önce melekler gelir; oysa ayetten de kolayca anlaşılacağı gibi, insan melekten daha kutsal bir yaratıktır. O denli kutsaldır ki, melek dahi onun önünde eğilecektir. Nitekim izleyen ayatte, bütün meleklerin toptan secde ettikleri, bu kutsal yaratık önünde saygı ile eğildikleri belirtiliyor.
4) Bilindiği gibi, İblis buna karşı koyuyor ve insanın önünde eğilmeyi reddediyor. Onun azarlanışını bir kez daha okuyalım: “Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi?!.”
İnsanın yaratılışının özelliği, insanın özel bir yaratık olduğu daha veciz nasıl anlatılabilir?
Ayetteki “iki elim” vurgulaması, insanın yaratılmasındaki özel ihtimamı belirtmek için kullanılan bir teşbih kuşkusuz. Kuran’da, başka herhangi bir yaratık için bu ifade kullanılmıyor; bu yalnızca insana münhasır bir ihtimam.
5) Ve nihayet, insan o denli özel, o denli ayıcalıklı bir yaratık ki, o güne kadar Allah katında saygın bir yeri olan İblis’in kovulması dahi göze alınıyor ve insanoğlu vücut buluyor.
Bakara 30. ayet, bu konuda kimsenin bilgilendirilmediğini, buna gerek dahi duyulmadığını bakın nasıl ortaya koyuyor:
“Bir zamanlar Rabbin meleklere: ‘Ben, yeryüzünde bir halife atayacağım’ demişti de onlar şöyle konuşmuşlardı: ‘Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın? Oysaki bizler seni hamd ile tesbih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz.’ Allah şöyle dedi: ‘şu bir gerçek ki, ben sizin bilmediklerinizi bilmekteyim.”
Bu anlatımdan, insanın yaratılma faaliyetinden meleklerin dahi son anda haberdar edildiklerini anlıyoruz. Yaratıcı bu konuda o denli titiz, o denli kararlı, o denli hassas ki, konuyu katındakilere açmıyor bile… “Ben halife atayacağım ve secde edeceksiniz!” Melekler her şeyi o anda öğreniyorlar ve ‘Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın?” diye sitem ediyorlar. (Konumuzla ilgisi yok ama çok ilginç bir ayrıntı var burada. Gayb Allah’ın tekelinde olduğuna göre, melekler halife olarak atanacak olan yaratığın insan olduğunu nereden biliyorlar? Bu konuyu biraz düşünün. Bu konuda kapsamlı bir çalışmayı, Beyan Yayınları’ndan çıkan “Benzerleriyle Değiştirilenlerin Hikayesi” adlı çalışmamda bulabilirsiniz. Yoksa konumuzla direkt bir ilişkisi mi var, ne dersiniz?)
İnsanın yeryüzünde yaşayan en üstün canlı oluşunun vurgulanması, yeryüzüne “halife” atanması ile (Bakara 30, En’am, 165) doruğa ulaşıyor ve bundan sonra bu üstün yaratık, “emanetçi” sıfatını hak kazanıp içindeki her türlü canlı ve cansızla birlikte yerküreyi emanetine alıyor. (Ahzâb, 72)
Buraya kadar okuduklarımızdan çıkan sonuç, insanın gerçekten de yeryüzünde yaşayan en kutsal, dolayısıyla en üstün canlı olduğunu açıkça ortaya koyuyor: Halif, emanetçi ve özellikle içinde barındırdığı Yaratıcı’nın Nefesi…
Peki, bu olgu, Kuran’da aynen benim söylediğim gibi, kelime kelime de ifade ediliyor mu? (Ben, bunu söylerken Kuran’dan alıyorum tabii.)
Evet!..
Mesaj, insanoğlunun üstünlüğünü şu veciz ifadelerle perçinliyor:
“Andolsun biz Ademoğullarını onur ve üstünlükle donattık, onları karada ve denizde binitlere yükledik. Onları, güzel ve temiz rızıklarla besledik. Ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra, 70)
“Yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık” ibaresi, Kâinat bazında bizden üstün birtakım yaratıkların olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor, ama Arz’da yaşayan en üstün yaratık olduğumuz da açık; çünkü yeryüzünde Mesaj’a muhatap tek şuurlu organizma insan! (Cinler de muhatap oldular kuşkusuz -En’am 130, Ahkâf 29-; ama onlar hakkında çok fazla şey bilmiyoruz. Bildiğimiz, bizim anladığımız anlamda bir “canlı yaşamı”na sahip olmadıkları… Onlar, Mesaj’ın ifadesiyle “ateşin dumansızı”ndan yaratılmışlar. (Rahman, 15) Ve tabii, emaneti üstlenememişler; bunu göze alabilen tek tür biziz!
Tüm bu okuduklarımızın omurga noktası, her şeyi derin bir anlama büründüren şey, insanı “insan” yapan o mehteşem katkı: “Tanrı’nın Nefesi”…
Tevrat ne diyordu: “RAB Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık oldu.”
Diğer canlılar “yaşayan varlık” değil mi?
Kuşkusuz Arz’daki tüm canlılar (hatta bana göre “cansız” diye nitelendirdiğimiz şeyler bile) “yaşayan varlık”, ama bunun bilincinde değiller; şuursuzlar, yaşadıklarının, bir gün öleceklerinin farkında değiller. (Bundan pek emin değilim, bu da başka bir konu.)
Yaşadığının farkında olan, dolayısıyla “yaşayan” tek tür, Ademoğlu…
Tevrat’ta “yaşam soluğu” diye geçen anlatım, Kuran’da “Ruhtan üflemek” olarak tarif edilen şey; yani insan ile diğer organizmalar arasında derin bir uçurum yaratan şey, o Muhteşem Nefes!..
Tanrı’nın Nefesi…
Yeryüzündeki organizmalar arasında bu şerefe nail olan tek tür insanoğlu!..
İnsanın, ancak “arzulanan kıvama getirilip”, “düzgün bir biçime sokulması”ndan sonra mazhar olduğu şeref!..
İnsanı “şuurlu” organizma yapan keyfiyet, insana “yaşamakta olduğunu algılatan şuur”, bu Muktedir Nefes işte…
İnsanla diğer tüm organizmaları, üstünlük-yeterlilik hususunda kesin bir çizgiyle ayıran muazzam uçurum:
Tanrı’nın Nefesi…
Ve bunun muhteşem tezahürü:
Bilinç!..
Yeryüzündeki milyonlarca tür organizma arasında, bir yaratıcısı olduğunu ve bir gün O’na döneceğini, hesap vereceğini (Aman dikkat: Özellikle merhametsiz bir pislikse, nasıl hesap verebileceğini) idrak edebilen tek tür…
Yetkilendirilen ve bu yetkiye karşılık sorumlulandırılan tek tür…
Şimdi, en çetin mesele ile karşı karşıyayız: Tanrı, o Muhteşem Nefesi insana ne zaman üfledi?..
Yukarıdaki paragraflarda, “düzgün bir biçim”, “arzulanan kıvam” gibi tarifler yaptık da, bu ne zaman oldu, hangi aşamada oldu; ve tabii, ne demek “Ruhtan Üflemek”?..
Tanrı insana ruhundan üfleyince insan nasıl oldu da “bilinç” kazanıp kendinin farkına vardı?..
Bu, bu bölümün meselesi değil.
Bu bölümde, Arz’da yaşayan en üstün canlı olduğumuza ilişkin verilerin Mesaj’da bize sunulup sunulmadığını araştırdık; ve Kuran’ın durmaksızın tembih ettiği gibi, “göstergeler” karşısında “aklımızı çalıştırıp” (Araf, 169 ve sayıları yüze yakın diğer ayetler) sorumuzun cevabına ulaştık.